Metin karabaşoğlu ile bediüzzaman’i anlamak üzerine-1

mihrimah

Well-known member
Bedîüzzaman, milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze kalındığı, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekim olmuştu.


Vefatının üzerinden yarım asır geçmesine karşı, fikir ve düşünceleri tazeliğini ve gençliğini muhafaza ediyor. Zira Kur’ani düşünceler zamanlar üstüdür. Vahye dayalı muhtevalar tazeliğini her daim muhafaza eder ve zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşir.


Ülkemizin yetiştirdiği değerli düşünce insanı Metin Karabaşoğlu Bey ile Üstadın bazı fikirlerine büyüteç tutmaya çalıştık. Kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz. İstifadeli olması dileklerimle. Salih Okur, cevaplar.org


- Geçenlerde Üstad Hazretlerinin İktisat Risalesi ile alakalı görüşleri bazı yazarlar tarafından tenkit konusu oldu. “Bir medrese mollası toplumsal sorunlara nasıl cevap verebilir?” gibi şeyler söylendi. Mesela şu an Türkiye’de Kürt sorunu var. Bu soruna Üstad nasıl yaklaşmış? Nasıl çözümler bulmuş? Yani bir medrese âlimi nasıl çözümler bulabilir? Türkiye’nin temel meselelerine Risale-i Nur nasıl cevap veriyor?


-Bugünün ilim anlayışıyla geçmişin ilim anlayışı arasındaki en önemli farklardan birini karşımıza çıkaran bir itirazdır, sözünü ettiğin türden itirazlar. Ki uzmanlaşma ve her bir noktada söz söylemeyi o alanın uzmanlarına bırakma modernitenin bir mirası. Fakat artık o kadar kanıksanmış ki, insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuş gibi, en ideali de buymuş gibi algılanıyor. Hâlbuki Batı içerisinde dahi bunu eleştiren açık ve net yaklaşımlar olduğunu görüyoruz.


Bütünlük arayışının ve kâinata bir bütün olarak bakma ve insanı da kâinat içerisinde tarif etme noktasında bir anlayışın--biraz da bedeli bütün insanlığa ödetilen musibetlerin arkasından--modernitenin içinde kök salıp bütün dünyaya yayıldığı Batıda dahi sorgulanır hale geldiğini görüyoruz. Öyle ki, Alvin Toffler’ın benim çok hoşuma giden bir ifadesi vardır. Batıda bütünlük anlayışını temsil eden önemli bilim adamlarından Ilya Prigogine’in “Kaostan Düzene” diye İz Yayıncılık tarafından Türkçe’ye çevrilen kitabının sunuşunda Alvin Toffler şöyle bir ifade kullanır: “Bizim uygarlığımızın en önemli başarılarından biri, bir şeyi olabildiğince ayrıntılı şekilde görebilmek, anlayabilmek, analiz edebilmek için her şeyi mümkün olan en küçük parçalara bölmesidir. Fakat bu başarının bir zafiyet noktası var, o da şu: O kadar çok parçaya bölüyoruz ki, sonra bu parçaların hangi bütünün parçası olduğunu bulamıyoruz.” Bu çok ironik, harikulade bir eleştiridir.


Bu düşüncenin sadece bilim eserlerine değil, edebiyata da yansıdığını görüyoruz. Elias Canetti’nin Nobel kazanmasına vesile olan kitabı, “Körleşme” başlığını taşır. Körleşme romanında Canetti aşırı uzmanlaşma tutumunun bilimi, bilim adamını, insanı nasıl içinde yaşadığı topluma, kâinata ve bizatihi insanın kendisine nasıl yabancılaştırdığını irdeler.


Uzmanlık tadında bırakmak şartıyla gerekli bir şeydir. Ama o tadın kaçmış olduğunu görmemiz mümkün.


Yine bu manada Amerika’da yapılmış bir çalışmayı önemli bulduğum için zikretmek isterim. Çok enteresandır, hekimler arasında yapılan araştırma sonucu; tedavide uzman doktorlar daha başarılı olmakla birlikte, teşhiste pratisyen doktorların daha başarılı olduğu ortaya çıkmış. Pratisyen doktor bir noktayı detaylı bilmiyor ama, bütünü görebilme yeteneğine sahip. Diyelim ki bir kardiyolog ise, problem başka bir yerde de olsa o ille kalp ekseninde zihnini döndürdüğü için, teşhiste, bir pratisyenden çok daha iyi eğitim aldığı halde bir pratisyen kadar başarılı olmayabiliyor.


O anlamda da zaten modern zamanların bilimleri içerisinde bana en anlamlı bilim ekoloji olarak görünür. Ama ekoloji modern zamanların “ne kadar parçalarsan o kadar iyi anlarsın” diyen, uzman despotizmi üreten modern bilim anlayışının ürettiği teknolojinin insanlığa, yeryüzüne ve bütün olarak şu âlem içindeki hayata, hatta uzaya verdiği zararların tesirleri görülmeye başlandıktan sonra ortaya çıkmış bir bilimdir ve ekoloji tek bir noktada odaklanmaz fizik, kimya vs. gibi… Hatta mesela biyoloji; zooloji, botanik, moleküler biyoloji vs. diye alt birimlere, parçacıklara bölünmüş durumda. Ekoloji ise; bütün parçalara bir bütün olarak bakılması ve bütünlük anlayışı içerisinde değerlendirilmesi gereğini vurgular.


Öte tarafta, kuantum fiziğ en ufak parçaya inişi ifade eder; kuantum fizikçilerinde, mesela David Bohm’da çok net bir şekilde gördüğümüz üzere bir bütünlük anlayışı, kâinatı bir bütün olarak okuma anlayışı hâkimdir. Keza kaos teorisi gibi teorilere vs. bakarsak, şu modern dünyada dahi daha da fazla uzmanlaşmaya değil, belki bir açıdan uzmanlaşılırken öte taraftan bu uzmanlaşmayı bir bütüncül anlayışla tadil etme, dengeleme gibi bir noktaya doğru gidildiğini görüyoruz.


Bu manada İslam âlimlerinin, geçmişin büyük âlimlerinin ve o geleneğin bugünkü güzide temsilcilerinin ve bu temsilciler içerisinde en önemli isim olarak karşımıza çıkan Bediüzzaman’ın bir noktada uzmanlaşıp, sadece o konuda söz söyleyen kişi olmaması, bütün bu âlimlerin böyle kişiler olmaması, buna karşılık bütüne dair söylüyor olmaları bir nakise değildir, bilakis bir avantajdır. Ve böyle âlimlere sahip olmamız da bizim için bir avantajdır.


Ben bu noktada Bediüzzaman’ın dışında başka bir örnek vermek isterim. Şah Veliyyullah Dihlevi’nin Hüccetullahi’l-Baliğa’sını okuduğumuzda, orada 1,5-2 sayfalık, israfla ilgili bir tahliline rastlarız. Şah Veliyyullah Dihlevi neticede bir İslam âlimidir. Bugünkü uzmanlık anlayışı itibariyle ekonomist değildir. Fakat Şah Veliyyullah Dihlevi’nin bir sayfa içinde hiçbir ekonomi bilgisine sahip olmadan, Kur’anî ve nebevî hikmetin ona öğrettikleriyle ortaya koyduğu tahlil, bana göre, dört yıllık bir iktisat fakültesi eğitiminde verilen makro ekonomi dersinden daha derli toplu bir ekonomik vakıayı ortaya koyuyor. Bir toplum nasıl ekonomik anlamda--ki arkasından siyasal ve sosyal boyutlar da taşır--çürümeye doğru gider veya çürüme nasıl engellenir, fikri işlenmiştir orada.


Bediüzzaman, Şah Veliyyullah Dihlevi, Gazali vs. İslam âlimlerinin tek bir noktada uzmanlaşmak yerine Batıdaki ifadesiyle, ‘polymath’ olmaları, yani bir alanda uzmanlaşmak yerine bütüne dair bir vizyona sahip olmaları, bütünü tarif eden birer sistem düşünürü konumunda olmaları bir avantajdır. Bu zamanda da ihtiyacımız olan birşeydir.


Bediüzzaman’ın iktisada dair yaklaşımları dediniz. Bir iktisatçı olarak Sami Uslu’nun (ki bunu da önemli olduğunu düşündüğüm bir kitap çalışmasında ve Zaman’daki yazılarında da ısrarla vurgulamıştır) son küresel finans krizi ve bunun tetiklediği reel ekonomiyi etkileyen krizi değerlendirirken; Bediüzzaman’ın sadece Kur’an’dan beslenen, Kur’an’ın faiz yasağı ve zekât emrini merkeze alan ekonomiye dair tahlili özümsenebilmiş olsaydı, görülebilmiş ve kabul edilebilmiş olsaydı, dünya bu küresel krizi yaşamazdı manasında, bir ekonomist olarak yaptığı tahlilleri hatırlatmak isterim.


Bediüzzaman ekonomi hakkında konuşma hakkına sahiptir. Siyaset hakkında konuşma hakkına sahiptir. Sosyal meseleler hakkında konuşma hakkına sahiptir. Çünkü Bediüzzaman bir İslam âlimidir, bir Kur’an talebesidir, Peygamber aleyhissalatu vesselam’ın “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisindeki sırra mazhar olduğu hayatıyla ve eseriyle karşımızda apaçık duran âlimlerimizden biridir. Onlar bütün hakkında, bütün içerisinde, bütünün parçaları hakkında da konuşma hakkına sahiptirler.


Çünkü onlar Kur’an’dan ders alarak konuşuyorlar, onlar Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam’ın hayatından, sünnetinden ve hadislerinden beslenerek konuşuyorlar. Kur’an ise; zamanlar ve mekânlar üstü ise eğer ve bütün âlimlerin Rabbi unvanıyla Rabbimizin bize hitabıysa eğer, Kur’an’dan ders alan ve Kur’an’ın bakılmasını istediği noktadan bakanların bütüne dair ve bütünün parçalarına dair konuşma hakları vardır. Bize de düşen, ukalalık etmeyip, onların sözlerini dikkate almaktır.


-Irkçılık sorununa Üstad’ın yaklaşımını nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de bu sorunun çözülmesi noktasında Bediüzzaman’ın katkısı nasıl olabilir?


-Bediüzzaman bu meseleye dair Risale yazmıştır. Yirmialtıncı Mektub’un uzun bir bölümünün buna ayrılmasının dışında, Risalelerin tamamında, gerek ana, kök Risaleler içerisinde, gerek mektuplarında ve gerek Eski Said döneminde yazmış olduğu eserlerinde bu meseleye dair atıflarla sıklıkla karşılaşırız.


Baktığımızda da Bediüzzaman bu konuda her ne söylemişse, bunların az önce sözünü ettiğim şekilde Kur’an merkezli, Kur’an’dan temellenen ve Kur’an’dan beslenen yaklaşımlar olduğunu görürüz ki, bunların başlıcası Hucurat Suresi’nin ilgili ayetidir hepimizin bildiği üzere. Ayet, insanların kabile kabile yaratılmış olmasını Rabbimizin bir meşieti olarak tarif eder ki, bu hikmet de; “birbirinizi tanıyasınız diyedir.”


Ama arkasında gelen açık hüküm vardır; “Fakat Allah katında en değerliniz, en müttaki olanınızdır” diye. Bu da gösterir ki, üstünlük şu veya bu soydan, şu veya bu milletin ferdi olmak noktasından değildir.


Bunun dışında “Vela teziru vaziretün vizra uhra” ayeti, Bediüzzaman’a göre Kur’an’ın mü’minlere emrettiği saf adaletin en temel ilkelerinden biridir. Birinin hatasıyla başkasını mesul etmeyi, mesela çoluk çocuğunu, ailesini, köyünü, şehrini, ait olduğu ülkeyi ve milleti mahkûm etmeyi, o kişideki hatayı onlara teşmil etmeyi engelleyen, bunu mü’minlerin üzerine bir borç olarak yükleyen bir ayettir.


Sadece şu iki nokta açısından baktığımızda dahi; burada Kürtler üstündür, Türkler üstündür, Araplar üstündür şeklinde bir anlayışın yanlışlığı ortadadır. Ki, açıklıkla söyleyelim; “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi, doğruluğu tartışılması gereken demiyorum, yanlışlığı apaçık ortada olan bir sözü siz dağlara taşlara kazıyorsanız ve bu sözün Bediüzzaman’ın dikkatimizi defaatle çektiği üzere; “Allah katında en değerliniz takvaca en ileri olanınızdır” âyeti ile mukayesesini yapmıyorsanız, bu toplumun dindarları, mütedeyyinleri de bu noktada özeleştiri yapma durumundadır. Acaba, Allah böyle söylüyorsa, ayetin hükmü bu ise, bu söz bununla ne derece mutabıktır diye bir sorgulama, bir eleştiri geliştirmişler midir? Bu bakımdan bir özeleştiri yapmaları gerektiğini düşünürüm. Maalesef yanlışlığı apaçık ortada olan bu söz, bir kaziye-i muhkeme gibi bu toplumda, her tarafta tekrarlanabiliyor.


Bediüzzaman’ın hem Hucurat Suresi’nin takva merkezli bu ayetini esas alarak ortaya koyduğu milliyet meselesine bakış, hem de Kur’an’ın adaleti emreden “vela teziru” ilaâhir hükmünün Kur’an’da defalarca, yanılmıyorsam sekiz veya on kez tekrarlanıyor olması ayrıca önemlidir.


Bir millete mensup olmak bizi otomatikman üstün de kılmıyor, aşağı da kılmıyor, bu bir. İki; hataları bireysel bazda değerlendirmeliyiz. Hatta Bediüzzaman daha da inceltir. Bir bireyi de mutlak olarak iyi, mutlak olarak kötü diye tarif edemeyiz. İyi yönleri vardır, kötü yönleri vardır. Bu iki anlayış hâkim olabilseydi zaten, bu toplumu bölen, geren ve bölünmeyi daha da keskinleştiren siyasetler, davranışlar, yaklaşımlar, ağızlardan çıkan sözler ve kalemlerden dökülen nefret ifadeleri zaten zemin bulamazdı. Sadece bu açıdan baktığımızda dahi Bediüzzaman’ın bir Kur’an talebesi olarak şu an Türkiye toplumunun önündeki en büyük kırılma noktalarından biri olarak milliyetçi tutuma karşı nasıl bir kısa öz ama son derece sonuç alıcı devalar sunduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.


-Bediüzzaman’ı İslamcılık akımı içinde değerlendirmek sizce doğru mudur? Mesela o zamanki; Babanzâde’nin görüşleri, Ferid Kam’ın, Mehmet Akif’in görüşleri ile Bediüzzaman’ın düşünceleri birbirine yakın fikirler. Bu görüşe katılıyor musunuz? Bediüzzaman’ı sizce onlardan farklı kılan özellikleri neler?


-Bu görüşe katılmıyorum. Belli bir zaman ve zeminde İslam adına kafa yoran ve emek sarf eden isimlerin ifadesi anlamında ortak bir İslamcılık gibi bir ifade kullanma mecburiyetimiz var diye izah edilebilir. Bir derece müsamaha ile, belki bu açıdan o tasvip zorunluluğu itibariyle anlayışla karşılanabilir. Ama ben İslamcı ifadesinin veya İslamcılık akımı gibi bir ifadenin zaten sıcak bir ifade olmadığını düşünüyorum. Bu ifadenin kendisiyle ilgili sıkıntılarım var, onu ifade etmek isterim.


Bediüzzaman, Osmanlı son dönemindeki birileri Türkçülük şeklinde, birileri Batıcılık şeklinde bir çözüm yolu önerirken “İslam’ın esaslarına, hükümlerine Kur’an’ın talimine yeniden dönüşle bu meseleleri çözebiliriz” ana başlığı altında düşüncelerini ifade eden Müslüman âlimler içerisinde Eski Said dönemindeki duruşu itibariyle belki İslamcılık akımının bir müntesibi olarak, ama bugünkü ifadesiyle değil, Osmanlı dönemindeki çağrışımlarıyla, bu akımın bir şubesi ve mümessillerinden biri olarak belki değerlendirilebilir.


Ama Bediüzzaman’ın hayatının, Eski Said hayatından ibaret olmadığını biliyoruz. Bediüzzaman’ın kendi hayatını bir bütün olarak değerlendirdiğimizde ise; İslamcılık akımının bir mümessili tanımının yetersizliği zaten apaçık karşımıza çıkıyor. En baştan nasıl karşımıza çıkıyor dersek; sonrasına baktığımızda, Osmanlının son döneminde İslamcılık akımının mümessili olarak öne çıkan isimlerin önemli kısmının Cumhuriyet sonrası dönemde pasifize olduklarını, bir kısmının yeni rejimle bir uyuşma, bir uzlaşma tutumu içerisine girdiklerini ve böylece ulema-yı rusum sınıfına dâhil olarak, kendilerini İslam âlimi pozisyonundan ziyade tabiri caizse devletin âlimi pozisyonuna düşürerek kendilerinin zaten etkilerini büyük ölçüde zayi ettiklerini, böyle bir pozisyona sahip olmanın getireceği zaafları, sıkıntıları gören başka bir grubun ise; suskun, kenarda kalmayı veya memleketi terk etmeyi göze alarak, ama her halükârda her durumda da kendilerinin etkilerini pasifize ettiklerini, kendilerinin pasifize olmalarına yol açacak bir çizgiye duçar kaldıklarını görüyoruz.


Bediüzzaman sadece eser yazan ve bu eserleri okunan bir isim olmakla kalmamıştır. Çok ilginçtir, Bediüzzaman eser yazan ve yazdığı eserden dolayı da hapse atılan biridir. Bir kere bu başlı başına irdelenmesi gereken bir şeydir. Allah ebeden razı olsun kendisinden, Elmalılı Hamdi Yazır da eser yazmıştır, ama Elmalılı Hamdi Yazır Hak Dini Kur’an Dili’ni yazdığı için hapse atılmamıştır. Ama Bediüzzaman hapse atılmıştır. Bir kere bunun irdelenmesi gerekir. Niçin hapse atılmıştır? Bediüzzaman Türkiye’de İslam devrimi nasıl yapılır diye bir kitap yazdığı için mi hapse atılmıştır? Haşir Risalesi yazdığı için, Ayetü’l-Kübra Risalesi yazdığı için hapse atılmıştır. Eskişehir hapsine kadar onu götüren ilk hapsinin, ilk mahkemenin sebebi; Haşir Risalesinin telifiyle başlayan Risale-i Nur’un telifi sürecidir. Afyon hapsini başlatan da Ayetü’l-Kübra Risalesinin matbu surette 500 adet basılmış olmasıdır.


Bu vakıayı Bediüzzaman’a herhangi bir âlim muamelesi yapan, Bediüzzaman’a bakışları noktasında nefislerini, kalplerini gözden geçirmeleri ve kendi iç dünyalarını özeleştiri yapmaları gereken Müslüman entellektüel ve avamın düşünmesi lazım. Hak Dini Kur’an Dili adlı eser de elbette hürmete değer; ve Allah’ın dinine hizmet kastıyla yazılmış bir eseri telif ettiği aynı şartlarda Elmalılı Hamdi Yazır bir hapse maruz kalmazken, Haşir Risalesi, Ayetü’l-Kübra Risalesi yazdı ve matbu olarak basıldı diye Bediüzzaman’ın yaşadığı yirmi küsur sene, aşağı yukarı 1926’dan düşünürsek vefatına kadar da sıkıntı yaşadığını düşünürsek bu manada otuz dört sene Bediüzzaman’a reva görülenler; bunların irdelenmesi gerekir.


Ben kendi namıma şu cevabı veriyorum; çünkü Elmalılı Hamdi Yazır veya başka âlimlerin yazdıkları ilim noktasında kalan, insanların yaşayışlarında birebir yansıması görülmeyen eserlerdi. Sadece belli bir âlimler sınıfına mahsus kaldı ve bir aksiyon hâsıl etmedi. Hak Dini Kur’an Dili okuyarak bir gençlik ortaya çıkmadı, Allah’ın dinine hizmet için bir araya gelen, organize olan mü’minler topluluğu hâsıl olmadı.


Ama çok zor bir zamanda, Allah demenin neredeyse yasaklandığı, Kur’an harflerinin yasaklandığı, Allahuekber diye ezan okumanın dahi yasaklandığı bir zamanda Bediüzzaman’ın eserleri, totaliter ve tamamen lâdinî bir eğitime maruz kalmış bir genç kuşağın yeniden imanla, yeniden Kur’an’la, yeniden namazla hemhal olmasının yolunu, imkânını açtı ve hâlâ daha giderek, çapı daha da genişleyerek Bediüzzaman’ın eseri bu yolda tesirini büyüterek icra etmeye devam ediyor. Bediüzzaman’ın hayatı ve eserleri ile diğerlerinin hayatı ve eserleri arasında bu aksiyon farkı, muazzam bir farktır.


Öbür tarafta şunu da belirtelim; İskilipli Atıf Hoca veya Palulu Şeyh Said gibi, farklı açılardan aksiyonlar üretenlerin olduğunu görüyoruz, tabii ki Bediüzzaman’ın bunları da net bir şekilde eleştirdiğini biliyoruz. Daha sonrasında Necip Fazıl örneğinde olduğu gibi hamasete dayalı bir aksiyon üretenlerin olduğunu görüyoruz. Ama öbür taraftan, bir öze, bir tefekküre ve özümsenmiş bir İslamî şuura dayanmak yerine, daha ziyade, duyguların galeyana gelmesine dayalı hamasî bir aksiyonerliğin ise yine bu topraklarda İslam’a ve Müslümanlara hizmet mi ettiği, yoksa bedeller mi ödettiği de görülmüş durumdadır.


En son 28 Şubat’a giden yolda aksiyoner ama içeriksiz, bu toprakları ve bu zamanda İslam’ın nasıl temsil olunacağını idrak bakımından zafiyetleri apaçık ortaya çıkan hamasî bir dindarlık söylemi, sonuçlarıyla test edilmiş, tecrübe edilmiş durumdadır.


Görülse de görülmese de, bugün bu topraklarda gençlerin hatırı sayılır bir kısmı namaz kılıyorsa, hatta bu topraklarda giderek kuşaklar açısından baktığımızda torunlar, dedelerden ve babalardan daha dindar ve şuurca daha ileri müminler olarak var olabiliyorlarsa, bunun mührü öncelikli olarak Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a aittir. Bunu söylerken Allah’ın dinine hizmet eden herkesin aziz, her grubun, her cemaatin aziz olduğunu bilerek, bu noktada kalbimde hiçbir ayrılık hissetmeden söylüyorum. Ama burada Bediüzzaman’ın bu mührünü görmeyenler veya görmek istemeyenler bence aynaya bakmalı ve kalplerini kontrol etmelidirler diye düşünüyorum.


-Temel nokta dediğiniz gibi mesela; Emirdağ Lahikasında anlatır ya: “Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a'zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a'zasından Seyyid Sa'deddin Paşa dedi ki: "Kat'î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zendeka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zendekayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız" diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et." Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etme" dedim. İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü' etti, hem benimle mücadelede her bir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.)


-İlginçtir hâlâ uğraşılıyor ve düşünün; Risale-i Nur talebeleri pasif olmakla; birileri Allah Allah derken, İslam için kanımız-canımız feda söylemini tuttururken, kanlarını ve canlarını Allah için, İslam için feda etmez bir pozisyonda olmakla suçlanır. Ama buna karşılık bugün Allah’ın bana nasip ettiği bir ifadedir, bugün Allah için ölecek değil, Allah için yaşayacak mü’minlere ihtiyaç var. Bunun için Allah için kanını feda edecek değil, Allah için terini feda edecek mü’minlere ihtiyaç var ki, baktığımızda da bu noktada Bediüzzaman’ın eserinden ders alanların güya o hamasetten uzak, güya pasif görüntülerine karşılık Türkiye’de İslamî hizmetlerin görünen yüzünün arkasındaki, halıyı halı olarak tutan ip gibi, zeminini, temelini teşkil ettiğini görürüz. Ve hakikaten çok enteresandır, güya bu kadar pasiflikle suçlanmalarına karşı, Ergenekon adlı oluşumun en nihai hedef noktasını farklı gruplara mensup olan Risale-i Nur talebelerinin teşkil ettiğini görüyoruz.


Daha da ilginci, hamasete dayalı bazı dindar grupların da bu noktada mü’mini mü’mine kırdırmak için Ergenekon taifesi tarafından kullanılmak istenildiğine dair bilgiler, iddianamelerin ekleri arasında ifşa olmuş bulunuyor.


-Üstad’ı değerlendirirken Cemil Meriç’e göre, Şerif Mardin’e göre, Cemal Kutay’a göre, Hakan Yavuz’a göre Bediüzzaman şeklinde sunumlarda bir handikap seziyor musunuz? Bu gibi insanlarla Bediüzzaman’ı değerlendirmenin, topluma lanse etmenin artı ve eksileri var mı sizce?


-Kesinlikle var. Filan Hıristiyan teolog Risale-i Nur hakkında şöyle söyledi, filan Yahudi kökenli sosyal bilimcinin Bediüzzaman ve eseri hakkında şöyle bir tespiti var diye, başkaları üzerinden Bediüzzaman’ı, Risale-i Nur’u kıymetlendirme gibi, bana göre zafiyet içeren yaklaşım, Risale-i Nur talebelerinin en azından belli bir kısmına, ama hatırı sayılır bir kısmına arız olmuş bir zafiyet olarak çıkıyor ortaya.


Ben bu noktada, ‘Bediüzzaman fanatikliği’ gibi görüleceğini bile, bile açık ve net bir şekilde bir cümle sarf etmek istiyorum; Cemil Meriç, Şerif Mardin vs. başka isimlere, onlara atıfla Bediüzzaman ve Risale-i Nur değer kazanmaz. Bediüzzaman onlara atıfla veya başkalarına atıfla değer kazanmaktan müstağni olduğu söylenebilecek kadar müstesna ve değerli bir müelliftir, âlimdir. Onlara nispet Bediüzzaman’a değer kazandırmaz, ama Bediüzzaman’a nispet onlara değer kazandırır.


Bu noktada Nur talebelerinin en azından belli bir kısmının, böyle bir tutum takınabilmesini psikolojik anlamda anlayabiliyorum. Gelinen sosyal zemin, daha önce siyasal iktidar veya entellektüel iktidar tarafından maruz kalınan muamele, öbür taraftan bu şekilde bu isimleri rol model olarak gören mecralara Bediüzzaman’ı anlatabilme anlamında zemin açabilme psikolojisini anlayabiliyorum. Anlayışla karşılamam, bunun doğru olduğu ve bunu benimsediğim anlamına gelmiyor.


Bence Nur talebeleri falan filan isim üzerinden Risale-i Nur’un değerini anlatmaya çalışmak yerine, bizatihi Bediüzzaman’ın hayatından ve Risale-i Nur’dan daha güçlü şekilde beslenerek ve bu beslenmenin tezahürü olan düşünce eserleri ve yaşayışlar--hem bireysel planda hem de daha sosyal, daha cemaati planda bir yaşayış--ortaya koyarak Bediüzzaman’ın değerini gösterebilirler. Odaklanması gereken nokta budur. Bediüzzaman’ın tecrübesinin ve düşüncesinin, Risale-i Nur’dan, Bediüzzaman’ın hayatından, bugünün Nur talebeleri tarafından, bugünün şartlarında--tabiri yerindeyse--yeniden üretilmesidir. Eğer bir değer ifade etmek istiyorsak; bu değeri ifade anlamında bize düşen asıl görev budur.


-Şu anda öykücü, hikâyemsi bir Bediüzzaman anlatımı hâkim olmaya başladı. Bediüzzaman ile alakalı çalışmalara baktığımız zaman daha çok, Risale-i Nur’dan ziyade Bediüzzaman’ın şahsına, metin eksenli okumalardan ziyade bu tip okumalara insanlar rağbet ediyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?


-Kolay olan her zaman zor olana tercih edilir. Birinci sebebi bu.


İkincisi; genel anlamda 28 Şubat’tan sonra özellikle mütedeyyin insanlara baktığımızda dil olarak, kurgu olarak, zihinlerdeki düşünce olarak zayıflama, tabiri caizse ‘light’laşma temayülünün ağır bastığını görüyoruz. Söylenmesi gereken birçok şeyin söylenmediği, satır aralarına dahi gizlenmez hale geldiği, asıl mesajın, asıl anlamın giderek buharlaştığı, bir anlamda, bir postmodern dağılma süreci diye de ifade edebiliriz bunu.


Bugünün mü’minleri bu topraklarda, sanırım sadece bu topraklarda değil esasen bir bütün olarak yerkürede postmodern dağılma süreci tecrübe ediyorlar. Nur talebeleri de bu umumî zafiyetin haricinde değiller. Onları da etkilediğini ve bu etkilenmenin sözünü ettiğiniz şekilde Risale-i Nur’un özüne ve derin meselelerine odaklanmaktan ziyade Bediüzzaman’ın hayatından bazı genel kabule mazhar olacağı düşünülen noktaları ortaya koymak suretiyle tezahür ettiğini görüyoruz. Ki, isim vermeyeceğim, bu noktada mesela bir yığın çalışma içerisinde biri vardır ki, bu çalışmaya dair eleştirel bir yazı yazdım. Fakat hazindir ki bu çalışmanın sahibinin bu yazıda dile getirilen eleştiriyi, kendi çalışmasını, yaklaşımını sigaya çekmek yerine, tahammül edemediği bu eleştiriden dolayı değişik mecralarda ismimi negatif şekilde gezindirmek suretinde bir tutumu tercih ettiğini görüyorum, üzücü birşey…


Karakalem.net’te birbirini takip eden birkaç yazı içerisinde bunu ifade etmiştim. Orada vurguladığım şu; bir kere Nur talebelerinin bu topraklarda Mevlana’nın başına gelenlerden ders, ibret alması gerektiğini ve bu ders ve ibret alınmazsa bilakis biz bu şekilde Bediüzzaman’ı daha geniş mecralara yayabiliriz söylemini tutturursa, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u sözümona daha popüler bir kabule mazhar kılmak adına esasen Bediüzzaman’ın, mesajının ve tecrübesinin tüketileceğini ifade etmiştim.


Bu bir risktir. Bu risk el’an Nur talebelerinin önünde dikkat edilmesi gereken bir risk olarak duruyor. Ama şunu da ifade etmek isterim; burada böyle riskler sözkonusu olduğunda gerek Risale-i Nur’lar açısından, gerek dine taalluk eden başka meseleler açısından olsun, riske dikkat çekerken kullanılan üslup çok önem arz ediyor. Burada ihanet, hain vs. gibi, bana göre çok tehlikeli ve İslamî ahlaka yakışmayan tutumlar da sergilenebiliyor. Burada eleştirimizi ve uyarımızı yapmamız gerekiyor. Fakat öte taraftan yanlış gördüğümüz yaklaşımları sergileyenlerin de bunu yaparken asla bir ihanet kastı veya birileri tarafından kullanılıyor olma durumunda bunu yaptıkları gibi ağır ve kesinlikle mü’minden beklenen “elinden ve dilinden emin olma” ahlakına ve hüsnüzan şartına uymayan yaklaşımlardan uzak bulunmak gerekiyor. Bunu da bilhassa ifade etmek isterim.

Salih Okur
 
Üst