ALTIN KaLeM YARISMASI

FaKiR

Meþveret Bþk.
Altın Kalem Yarışması

Es Selamu Aleykum Saygideger Forum Sakinleri
Selam ve dua sizin ve sevdiklerinizin uzerine olsun...

Tevhid.gen.tr çatisi altinda kesfedilmemis güçlü kalemleri kesfetme adina ve,
daha dogrusu sizlerin kendi yeteneginizi kesfetmeniz adina

ALTIN KALEM KÖŞE YAZARLIĞI YARIŞMASI

düzenlenilmesine karar verilmistir.

encrier20et20plume.gif


Yarisma kurallari asagidaki sartnamede yer almaktadir :

  • Yarismaci arkadaslar, herhangi bir konu uzerinde yazmis olduklari yazilarini, bu baslik altinda yayinlayarak yarismaya basvurabilirler.
  • Yarismaya basvuru herhangi bir süre dilimini kapsamamaktadir.Lakin yarisma sonuclari ,yarismanin basladigi gunden bir ay sonrasinda aciklanacaktir, bu nedenle basvuru için kisitlama yoktur.
  • Yarismaya her uye en fazla 5 yazi ile katilabilir
  • Yarisma sonunda 3 uyemiz köse Yazari yarisma birincileri secilecektirler.
  • Yazi konulari sizin seciminize kalmistir; edebiyat ;kultur, aktuel haberler veya dini eksenli olabilir....
  • Yarismaya sunulacak makalenin kesinlikle baska bir paylasim platformunda yayinlanmamis olmasi zaruridir.
  • Yazi genelinde, dogrudan veya dolayli bir dille; herhangi bir kisi veya gruba, krum veya kurulusa iftira, hakaret, itham...siyasi, politik, irkçi görüsler sergilenemez.Aksi taktirde yonetim tarafindan müdahele edilecektir.
  • Yarisma sureci icerisinde, bu sartnameye, yonetim tarafindan madde ekleme ve madde cikarma yapilabilir..Bilginize...
  • Yarismaya katilan arkadaslarin makalelerinin telif hakki kendilerine aittir .(yazinin baska bir yerde paylasilabilinmesi icin uyeden izin alinmasi gerekmektedir.)
Selam ve dua ile...


Tevhid gen tr yönetimi.

ALTIN KaLeM YARISMASI na katilmaya varmisiniz arkadaslar :)?
 

kürþat1

Yeni Üye
Es Selamu Aleykum... Çok kritik bir süreçten (tedirgin bir şekilde) geçerken ki bu süreç tam olarak kimse tarafından anlaşılabilmiş değil , dünya üzerindeki dengeler değişmeye başlamış ve Türkiye kendi bölgesinde bu defa gerçekten önemli rol almaya başlamıştır . Son günlerde bu siyasal gelişmelerden oldukca tedirgin olan ÜMMET-İ İSLAM'A bir müjdeyi hatırlatmak istedim . Hazreti ÜSTAD'ın bir asır evvel Şam'da verdiği CEMAHİR-İ MÜTTEFİKA-İ İSLAMİYE müjdesi Suriye'de vucut bulmuştur çok şükür... Ve İnşallah nesl-i cedid artık kendi yolunda yürümeye başlamıştır... Başta ilk olarak Suriye ve sonrasında diğer Ortadoğu ülkeleri ile (ki bu ülkelerin halklarının büyük çoğunluğu İSLAM veya İSLAM ahlak ve kültürüne yakın ve tanıyan insanlardan oluşmaktadır.) olan stratejik ve ekonomik olan bu yakınlaşmalarımız ve buna zıt olarak israil ve diğer ülkelere karşı olan net duruş ve tutumumuz çok şükür ki Hazreti ÜSTADIMIZIN müjdesinin kaçınılmaz neticesidir ... Neden diye sorarsanız Suriye'yle, Irak'la , İran'la ve Pakistan'la olan yakınlaşmalarımız ve stratejik anlaşmalarımız diğer safta bulunanlarla ister istemez araya mesafe koyacaktır ve ALEM-İ İSLAM'da bu büyük ve İSLAM hizmetkarı nesle sözcülük görevini verecektir... Dikkatinizi özellikle çekerim bunu söyleyen ben değilim... ALLAH'a emanet olunuz...
 

ebrar172

Well-known member
sponsorumuz sizsiniz efendim, siz oyle diyorsaniz, neden olmasin:)

sponsor mu...:010:
yahu ben sadece halktan bir vatandaş olarak sormuştum sırf meraktan...hani bizde adettir ya inşaat çalışması yol çalışması vs. oldumu millet toplanır ne var burada diye...işte o sebebten yani...:dft008:

yoksa sponsor olmak kim biz kim...:M:
illede ol dersen yaparım fırında bir kalem galeta ununa bulanmış..:005:
 
Odanın ışıkları loş bir havada yanıyordu adeta…

Masada; yıllarını verdiği kitapları, 45’lik plaklarından birkaçı, kül tablası ve gözlüğü duruyordu.

Salih Bey, gene rutin geleneklerinden olan, -loş ışıkta kitap okuma- zevkine dalmıştı. Saatin akrep ve yelkovanı bir bir ilerliyor lakin Salih Beyin okuma zevkinden gram kadar azalma yaşanmıyordu. Ne buluyordu o kitaplarda? Neyi arıyordu da neyi bulma hevesindeydi? Bilinmez doğrusu…

Ancak bildiği bir şey vardı ki, o da yıllarını verdiği bu kitaplardan, öğrenim boyunca hiçbir surette sıkıntı, daralma vb. gibi hadiseler yaşamayıp aksine çok zevk aldığı aşikardı.

Artık zaman epey ilerlemiş ve gözlüğün arkasındaki gözler, artık iyice çökmeye başlamıştı Salih Beyin. Masasından kalkıp doğru odasına gitti ve tam yatağa uzanacağı sırada, komidinin üzerindeki, sol alt tarafında 1965-Stüdyo Kemal yazan fotoğrafı gördü. O fotoğraf Salih Bey’in HER ŞEYİ İDİ…

Her gece sessizce yatağa girdiğinde hep O hayalindeydi. Gündüzleri işe gittiğinde gene O hayalinde oluyor, eve geldiğindeyse O’nu görmekten haz aldığı biricik, yegane karıcığı, eşi, muhterem hanımı Mualla Hanımdı.


Mualla Hanım ile Salih Beyin tanışma anı okul yıllarında olmuştu.

Salih Bey; zengin, varlıklı ve soylu bir aileden yetişmiş idi. Ailesi bu durumdan ötürü, Salih Beyi özel bir okula vermişti. Ortaokul ve lise hayatı böyle varlık ve bolluk üzere geçen Salih Beyin, üniversite hayali de çok düşük değildi elbette. En çok okumayı istediği bölümse: kaliteli bir okulda Kimya Mühendisi olmaktı.

Nitekim böyle de oldu. Babasının canından çok sevdiği ve ailenin de tek çocuğu olması hasebiyle, Salih Bey üniversite hayatını yurtdışında sürdürmüş ve hem de Kimya Mühendisliği okuyarak…


Sene 1963 idi...

Salih Bey üniversite son sınıfa geçmiş ve bir gün kampüsün banklarından bir tanesine oturup keskin bakışlarla okulu süzdü. Düşündü bir ara: “Herkesin kolunda bir kız arkadaşı ve hepsi okumaya mı gelmiş yoksa arkadaşlığı başka boyuta taşımaya mı? Bilinmez?” dedi.

Banktan kalkıp öğleden önceki son dersine gitmeye karar verdi. Her ne kadar dersin hocasını sevmese de…

Salih Bey yurtdışında gayet iyi bir hayat sürüyordu, nitekim babası her ay yeteri miktarda oğluna para gönderiyor ve Salih Bey de bunu tasarruflu bir hal üzere kullanıyordu. Kaldığı ev ise, okula yaklaşık 2 km uzaklıkta ve şehrin en renkli yerlerindendi.

Gene bir gün okula yetişmek için alelacele otobüs durağına koştu ve otobüsün kaçtığını düşünen Salih Bey, duraktaki insanların üniversite otobüsünün hala gelmediğini söylemeleri üzerine, derin bir oh! Çekmişti. O gün yağmur geceden arta kalanlarını saydırıyor ve lap lap yere düşen yağmur damlaları bir anda çoğalmaya başladı.

Salih Beyin otobüsü ise, hala gelmemişti. Ancak o an durağa –biri- geldi?
Evet, dakikalardır beklediği otobüsü gelmemişti lakin belki de yıllardan beri gönül durağında beklediği HER ŞEYİ gelmişti.

Bir an içi pır pır etmiş ve heyecandan elindeki kitapları düşürmüştü Salih Bey…


Gelen bayan, başı örtülü, imkanları ölçüsünde tesettüre riayet eden, dinini azami ölçülerde yaşamaya muktedir, tevazu sahibi, hanım hanım ve gayet saygılı biriydi.

Bayanın elinde defter-kitap olduğunu gören Salih Bey, bir an aklından: “Allah’ım inşallah aynı okulda okuyoruzdur.” Tahayyülü geçirdi. Neticede beklenilen üniversite otobüsü de gelmişti ve Salih Bey, gördüğü bayanın otobüse binmesiyle sevinmesi bir olmuştu adeta…

Okula vardıklarında, Salih Beyin kafasında kurduğu ciddi düşünce, bu bayanla ilerisi adına izdivaç fikrini muhayyel etmesiydi. Bir şekilde görüşüldü ve tanışıldı. Bayanın ismi Mualla’ydı.

Hayatı boyunca hem nefsi, hem de yaşantısı üzerine zikzaklar çizen ve bir türlü tam olarak hayatından mutmain olamayan Salih Bey, Mualla Hanımın bilgilerine güveniyor ve onunla yaşayacağı bir ömrün, geride kalan ömrünün apansızca delete tuşuna basılması gibi bir şey sanıyordu. Evet, silmek kolay değildi amma velakin Mualla Hanım gibi bilgili biri varsa, silmekte kolay geliyordu Salih Beye…


Mualla Hanım ise, Konya’nın Meram ilçesinde doğmuş ve çocukluk yılları oldukça zor şartlar altında geçmiş ve de ailesinin maddi durumunun neredeyse onu okutamayacak kadar kötü olması nedeniyle, okuma hevesli biri olan Mualla Hanım içinse bu atmosfer fena olsa gerekti.

Bu durumsa tabiatıyla Mualla Hanımı her daim üzüntüye gark ediyordu. Ancak bir işte azim varsa o iş –inşallah- başarıyla sonuçlanacaktır. Nitekim de Mualla Hanım, didindi, çalıştı ve lise okulunun müdürü Yahya Beyin aracılığıyla İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile görüşüldü.

Mualla Hanımın derslerinin oldukça başarılı olması sebebiyle, il Milli Eğitim Müdürlüğü, zamanın Milli Eğitim Bakanlığı ile görüşüp onu yurtdışına, bir nevi hedefine kavuşmasına vesile olacaklardı. Zira çok istiyordu Mualla Hanım ve istediği bölümse, Fizik Mühendisi olmaktı. Alanında başarılı, bilgili biri olmaktı. Sonucunda da yurtdışında okumaya gidecekti.


Salih Bey ve Mualla Hanım; okulun hem son yılı olması hem de birbirlerinden bu yönden dolayı ayrı düşeceklerini mütalaa ederekten, tez elden evlenme yoluna gitmeye karar verdiler.


Sene 1965 idi.

Salih Beyin oturduğu semt olan Beykoz’da hareketlilik vardı. Çünkü artık Salih Bey ve Mualla Hanım, ömürlerini bir yastıkta kocatmaya ant içiyorlardı adeta…

Mualla hanım, Salih Beye her şeyiyle yardım ediyor, Kur’an penceresinden olaylara çözümler sunup kocasının doğru istikamette emin adımlarla ilerlemesini murat ediyordu.

Salih Bey, işe gittiğinde eşini düşünür, bir an önce akşam olmasını ister ve tekrardan sabahki gibi yine eşimi göreyim derdi. Çok kere fabrikada sırf bu uç noktadaki sevgisi yüzünden işleri aksattığı olmuştur. Ne yapsın, eşine tutkuyla aşıktı ve onun her yanını tasvip eden bir sevgi yapısıyla ona bağlıydı.

Mualla Hanımsa, akşamları işten gelen kocasını kapıda karşılar ve ona türlü türlü sevdiği yemeklerden yaptığını söyleyince, karısına olan sevgisinin kat be kat arttığını fikrederdi Salih bey…


Seneler geçiyor ve hayatı boyunca Salih Beye karşı dürüst olan Mualla Hanım, eşinden bir şey saklıyordu. Sakladığı bu şeyi ona söylerse belki de seneler boyunca güzel bir rayda giden ilişkilerinin artık hazan mevsiminde dökülen bir yaprak misali gibi olacağını düşünüyordu. Artık söylemeli miydi? Doğruları konuşmanın vakti gelmiş miydi?

Mualla Hanımın kafası iyice karışmıştı. Yıllar boyu mutlu bir beraberliğin, bu hazin haber neticesinde son bulmasına içi elvermiyordu. Ancak yapmalıydı.

Fakat nasıl söylerdi kocasına: “Salih Efendi, BEN AKCİĞER KANSERİYİM.” Diye…

Akşam işten gelen Salih Bey, Mualla Hanımın çehresinden ters giden bir şeylerin olduğunu sezmişti. Neler olduğunu sordu ilk önce. Mualla hanım: “Cuma günü, namazdan sonra parka gidelim, sana söyleyeceklerim var.” dedi.

Önceleri de bu parka sıklıkla giderlerdi, sessizdi, kafa dinlemeye birebirdi. Kocası Salih Bey, bunca zamandır kırmadığı eşinin bu isteğini de kıramazdı. İşimden birkaç saatlik izin alırım diye düşünerek ‘Tamam’ dedi ve Cuma günü için karara vardılar.

Perşembe gecesi, ikisinde de belirgin ama etrafa sezdirilmemeye çalışılan bir endişe havası hakimdi. Acaba yarın ne olacak ve ne anlatacaktı? Türlü türlü fikirleri daha şimdiden tasavvur eden Salih Bey, uyuyamıyor ve HER ŞEYİM dediği hanımı hakkında belki de o zamana kadar düşünmediği şeyleri düşünüyordu.

Bir sabah bu kadar mı uzun olurdu? Salih Bey için uzun olmuştu…

Sabahın ilerleyen vakitlerinde içerden bir ses: “Salih Efendi, haydi kalk, kahvaltı edelim.” Şeklinde Salih beyin kulaklarında çınlıyordu. Eşini kıramayan ve dün geceki hadiseyi unutmak isteyen Salih Bey, vakarlı bir biçimde eşine kahvaltıda eşlik etmişti.

Eşinin Cuma Namazı’ndan sonra kendisine söyleyecekleri olduğundan dolayı, işyerinden kısa süreli izin almıştı. Eve gelmişti ve karı-koca park için hazırlanmaya koyuldular.

Kıyafetlerini değiştirdiler. Salih Bey odadan hanımına: “Sen çıkadur, ben geliyorum.” Dedi ve dışarı için tam çıkmaya koyulacakken, beklenen olmuştu: Mualla Hanım, dairenin kapısının önünde bir çırpıda yere yığılmıştı ve son sözü “ALLAH’IM..!” olmuştu. Salih Beyin, üstünü değiştirmek için, odaya girmesiyle çıkması bir olmuştu adeta…

Kapıda, eşinin yerde yatmış halini görünce, “HAYATIM!” diye bağırdı ve ne yapacağını bilemeden sehpada duran kolonyayı eşine serpmişti fakat ne ala, Mualla Hanım buna tepki vermiyordu. Derhal paniklemeden kollarına aldığı eşini, arabasıyla en yakın hastaneye götürmüş ve güzel haberlerin gelmesi adına hastanede beklemeye koyulmuştu.

Eşini hastaneye getirdiği saatin üstünden tam 2 saat geçmişti fakat kimse net bir şey söylemiyor ve aleni bir izahat yapmıyordular. Sonunda odadan yaşlıca bir Doktor, Salih Beyin yanına vardı ve dudaklarından şunlar döküldü: “Nasıl söylesem Salih Bey bilmiyorum ki? Bu tür haberleri bizim söylememiz, mesleğimizin en zorlu yanı olsa gerek. Fakat hayatımızda bazı şeylerin açık surette gerçek olduğu da aşikardır.”

Salih Bey doktorun son cümlesi üzerine şaşkınca ve tasvip eden bir surette kafa sallamıştı.

Doktor sözlerine devam etti: “Bunda hemfikir olduğumuza göre, yaşantımızın bir gerçeği olan ölümü de kabullenmemiz gerekir.” Diyince, Salih beyin gözlerinde biriken damlalar, artık sonuna değin açılmış bir çeşme misali gibi durmuyor ve akıyordu. Salih Bey artık gözyaşları içinde dinliyor idi Doktoru…

Doktor: “öğleye doğru yaklaşık 10-11 sularında hastanemize getirdiğiniz eşinizi, erken teşhisin önceden konulamamış olması ve hastalığının evvelden bildirilememiş olması sebebiyle, arkadaşlarımla da yapmış olduğumuz müdahalelere rağmen maalesef ki kurtaramadık. Eşiniz Hakk Teala’nın rahmetine kavuşmuştur. Başınız sağ olsun.” Dediği anda;

Salih Beyin gözlerinin önüne adeta bir film şeridi gibi, Mualla Hanımı durakta ilk gördüğü an gelmişti. Sonra aynı otobüse bindiği andaki sevinci, sonraysa onun izdivaç teklifine “EVET!” diyişi.
Hele ki, akşamları eve geldiğinde: “Hoş geldin, Salih Efendi.” Diyişi yok muydu? Salih beyi bahtiyara gark ediyordu adeta…

Ancak Doktorun dediği gibi olan olmuştu ve kısa bir hayal döngüsünden sonra Salih Bey kendisine gelmiş ve yaşantımızın bir gerçeği-hakikati olan ÖLÜMÜ beyninin nöronlarına idrak ettirebilmişti.

Evet… Artık hayatında bundan böyle Mualla Hanım yoktu ve tabii ki Mualla Hanımın, kendisinin ayıplarını örten kıymettar bilgisi de…

Hayatını böyle sürdürecekti ve buna alışmalıydı. Onunlayken hep içi rahattı ve mutluydu da… Fakat bundan sonra eşi yoktu ve ondan öğrendiklerini hayata endeksleyebilirse, eşi varmış gibi veya eşinin bunca yıl kırmadığı isteklerinden birini daha yerine getireceğini düşünüyordu.

Mualla Hanım hayatta iken, her Cuma günü eşine Hadis-i Şerif ezberletirdi.

Salih Beyin, eşinin ölümünden sonra aklında kaldığı Hadis-i şeriflerden bazıları ise şunlardı:

1-) “(Cuma günü veya gecesi ölen mümine kabir azabı olmaz.)” [Tirmizi]

2-) “(Bir müminin kabrini ziyaret ederken, ‘Allahümme inni eselüke-bi-hürmeti Muhammed aleyhisselam en la tüazzibe hazelmeyyit’ denirse, o ölünün azabı kıyamete kadar kaldırılır.)” [Etfal-ül müslimin]

3-) “Kim kabristan'a girse ve Yasin suresini okusa, Allah oradaki yatanların yükünü hafifletir. Ve o ölüler sayısınca ona hasenat yazılır.” [İbn-i Abidin- Reddü'l Muhtar]

4-) “(Dört gecenin gündüzü de gecesi gibi faziletlidir. Allah-ü Teâlâ, o günlerde dua edenin isteğini geri çevirmez, onları mağfiret eder ve onlar bu günlerde bol ihsana nail olurlar. Bunlar: Kadir gecesi, Arefe gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi ve günleri.)”[Deylemi]

Ancak Salih Beyin aklında en çok kaldığı hadis ise, 3. olandı.

Eşinin kendisine hayatı boyunca, hakkını ödeyemeyeceği yegane armağanı olan Kur’an-ı Kerim’i öğretmesi, Salih Bey için su götürmez bir gerçekti.
Onun kabristanı başında her Cuma günü Yasin-i Şerif okumak Salih Beyi azda olsa sevince gark edecekti. Hüzünlerden arta kalan duygu yoğunluğu, sevinç ile buluşacaktı..!

O anda apansızca Salih Beyin -ölmeden önce eşiyle BİR CUMA günü parkta buluşacakları- aklına geldi. Fakat bu Hadis-i Şerif’i ezberletmesi ve HER CUMA kabristanlığa gidip onun için dualarda bulunması, zaten beklenen bir BULUŞMA DEĞİL MİYDİ..?

Yaşarken bile bir kez olsun eşini kırmayan Salih Bey, bundan böyle, öldükten sonrada hanımının sözünü dinleyip her Cuma günü namazdan sonra, kabristana gidecek ve eşinin başı ucunda ona, O Kutlu Ayetleri okuyacak, dua ve istiğfar ile eşinin yanında olduğunu ona hissettirecekti…
|| SON || (figo102009)
 

Huseyni

Müdavim
MERAK

İnsanın bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa olan hayatının her aşamasında merak vardır. Bu histen müsbet yönde faydalanabileceğimiz gibi, doğru kullanılmadığımız takdirde, başımıza menfî sonuçlar açması kaçınılmaz olacaktır. Aynı zamanda merak, hem dünyamız ve hem de ahiret hayatımız için saadet vesilesi olabileceği gibi; dünyamızın ve ahiretimizin batışına da sebep olabilen bir histir. 1

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri Lemeât adlı eserinde “Meraksa, ilme hocadır” 2 ve Mektubât adlı eserinde de “Merak ilmin hocasıdır” 3 buyuruyor. Sorduğumuz her soru merakın dile yansımasıdır. Öğrendiğimiz şeylerin veya edindiğimiz tecrübelerin büyük kısmı merak sayesinde olmuştur. Birçok insan merak ettiği birşeye ömrünü, servetini feda etmiştir. “Yahu! Hakaik ve garaibi keşif için insanlarda öyle bir şevk, öyle bir merak vardır ki, garip bir hakikati keşif yolunda canlarını, mallarını feda ediyorlar.” 4 Gerçekten de merak, hayatımızdaki en esaslı muallimlerdendir. Mesela henüz bilinci tam oturmamış bir çocuğa dersiniz: “Sobaya yaklaşma, yanarsın" Fakat çocuk, henüz yanmanın ne olduğunu bilmediği için ısrarla o sobaya değmeyi, ona elini sürmeyi tercih eder. Onu bu davranışa sevkeden meraktır. Ve sobaya değdiği anda yanmanın ne olduğunu da bizzat öğrenir. Merak ona hoca olmuştur. Mesela; matematiği merak etmeyen bir insan matematikçi, tıbbı merak etmeyen biri doktor, resim çizmeyi merak etmeyen biri de ressam olamaz. Bir meselede ilim sahibi olmak için, merak olmazsa olmaz şartların başında gelmektedir. Aynen bunun gibi; kendini ve mahiyetini merak eden de kendini bilir, kendini bilen insan ise Rabbini bilir.

Allah cc. kainatın içinde, varlığına ve birliğine delil olabilecek hadsiz eşyayı, mevcudatı yaratmıştır. Ve bunları temaşa, mütalaa, tefekkür edebilecek olan insana da, merak hissini vermiştir. Bunu doğru kullandığı takdirde, merak hissi insanı “Nereden geliyorum ? Neyim ? Neciyim ? Nereye gideceğim ? Burada benden istenen şeyler nelerdir ? Bu mevcudat neyi ifade ediyor ? Neden yaratılmışlar ? Kim yaratmış ?” gibi soruların cevabını aramaya sevkeder. Bu meraklı sorularının neticesi ise ilme, ilmi ibadete ve ibadeti de ebedi saadete dönüşür. Allah’ı cc. tanımanın zevki ve şevki ise tartışılmayacak kadar lezzet ve sürur vericidir. Bu dünyada dahi lezzettir. Açılan her perdenin arkasında tarifi imkansız bir huzur vardır. “İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ıztıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlâhiyedir.” 5

Yine aynı merak doğru kullanılmadığı takdirde, insanın hem dünyadaki huzurunun kaçmasına, hem de ahiret hayatının mahvolmasına sebep olur. Mesela musibet ve hastalıklara merak göstermek, "Acaba bu hastalığı daha ne kadar çekeceğim? Neden hala düzelemedim ? Kullandığım ilaçlar neden tesir etmiyor ? Neden bir başkası değil de ben ? Yoksa Allah cc. –haşa- beni sevmiyor mu ?" gibi meraklı sorular, hastalıkların ve maddi musibetlerin artmasına sebeptir. Çünkü hastalıklara veya musibetlere, merakla mukabelede bulunan insan, başına gelen bu musibeti büyüttükçe büyütecek, ona gereğinden çok fazla ehemmiyet verecek, tabiri caizse hastalık hastası olacaktır. "Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür." 6 "...musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor." 7 Halbuki hastalıklar ve musibetler, bu fani ömür ağacımıza takılan, Allah'ın lütfettiği baki meyvelerdir. Fakat merak hissinin yanlış kullanılması sebebiyle, aynı hastalıklar-musibetler, eleme ve şekvaya dönüşmektedir. Bu da Allah’ın rızasına muhalif bir davranış olduğundan ötürüdür ki; insanı hem bu dünyada, hem ahirette azaba müstehak eder. Bununla ilgili şu tavsiyelere de kulak verilmelidir.

Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani, hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes…

…Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-i İlâhiyeyi ittiham ve rahmet-i İlâhiyeyi tenkit ve Hâlık-ı Rahîminden şekvâ hükmünde olduğu için, aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir.” 8

“…Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa, isti’zâm ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikate inkılâp eder, o da kalbi döver.” 9

Merak hissi, dünyanın malayani işlerine sarfedildiği takdirde de, hem dünya da hem ahirette maddi ve manevi azapları netice verir. Küçük bir kainat hükmünde olan kendi mahiyetini merak etmeyen insan; dünyanın siyasetine, futboluna, müziğine, eğlencesine vs. ziyade merak ederek, kısa bir zaman içinde, onların zeval ve firakını görecek ve ruhu bu dünyada dahi azap içinde kalacaktır. “İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.” 10 Hatta lezzetli sandığı günahının içinde bile, bir nevi manevi cehennemi hisseder.

Sonuç olarak merak hissi; Allah cc. isteği doğrultusunda kullanıldığı takdirde, hem bu dünyada, hem ahirette saadete vesiledir. O’nun isteğinin aksine kullanıldığı takdirde ise, iki dünya saadetini kaybettirebilecek mahiyette bir histir diyebiliriz.



1.Dokuzuncu Mektub s.60
2.Sözler s.985
3.Hakîkat Çekirdekleri s.675
4.Mesnevi-i Nuriye s.41
5.Otuz Üçüncü Söz s.902
6.İkinci Lem'a s.37
7.İkinci Lem'a s.37
8.Yirmi Beşinci Lem’a s.337-338
9.Mektubat s.674
10.Sözler s.211
 
Üst