Fetih Suresi

FaKiR

Meþveret Bþk.
Fetih Suresi


مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُم مَّغْفِرَةً وَأَجْراً عَظِيماً

“Muhammed Allah’ın Rasulü’dür. Onun beraberindeki müminler de kafirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rüku ederken, secde ederken, Allah’dan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alameti yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup İncil’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kafirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Fetih, 48/29)



Bu ayetle alakalı Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık hakkında bir mukayese.

Hz. Mesih, olabildiğine maddeci bir topluma peygamber olarak gönderilmiştir. Böylesine maddeci bir topluluğun ıslahı adına Hz. Mesih, onların karşısına ruhçu bir düşünceyle çıkmış ve onların maddeci düşüncelerini ta’dil etmiştir.

Müşrikliği ve putperestliği, doğrudan doğruya din ünvanı ve din referansıyla diyanet blokajı üzerine oturtan toplumların, daha sonra o dinî telakkiden sıyrılıp, yeni bir dinî düşünceye ulaşmaları oldukça zordur. İşte Hz. Mesih, meb’us bulunduğu toplumdan, maddeciliği ta’dil ederek, metafiziğe kapı aralamış.. ve aynı zamanda vahy-i semavi ile, ifrat ve tefrite girmeden madde ve ruh arasında bir denge te’sis ederek bu zorluğu aşmıştır. Ne var ki, daha sonra gelen onun müntesipleri, bu dengeyi muhafaza edememiş.. bundan dolayı da zamanla bütün güçleriyle ruhçuluğa ve sprütüalizme yönelerek maddeyi bütün bütün inkar etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in de ifadesiyle (Hadid, 57/27) onlar, ruhbanlığı kendilerine farz kılarak, sözde bununla değerler üstü değerlere ulaşacaklarını zannetmişlerdir.

Oysa ki onlara böyle bir zorluk tahmil edilmemişti. Evet onlar, Allah’ın rızasını tahsil maksadıyla, dinin ruhunda olmayan şeyleri icad etmiş ve daha sonra da icad ettikleri bu şeylere yenik düşüp, onların ağırlığı altında dinin aslından uzaklaşmışlardı.

Halbuki meşru dairedeki zevk ve lezzet, hem keyfe kâfi, hem de zaruri ve lüzumludur. İnsan için aile hayatı, çoluk çocuk, hayatî bir ihtiyaçtır. Onların bir kısmı, bu mübaha karşı müstenkif kalmış ve farkına varamıyarak ve bazıları o işin gayr-i meşru levsiyâtı ile hayatlarını kirletmişlerdir.

Hıristiyanlıkta, bu türlü daha bir çok tağyir, tahrif ve yanlış anlamalar mevcuttur. Örneğin Yuhanna İncil’inde, “Eğer yüzüne bir tokat vururlarsa, dön diğer yüzüne de bir tokat vursunlar” diye bir ifade vardır. Günümüzde bu mana ve ruh, belli ölçüde değerlendirilebilir. Bu bir nevi, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” sözünün değişik bir versiyonudur. Ancak insanların zulümlere karşı teslimiyetçi bir şekilde davranmaları yanlışlığı da açıktır.

Zira, zulmedenler hiçbir zaman zulmetmeye doymazlar. Hıristiyanlık, zuhur ettiği zaman itibariyle, değişik baskılar altında kendini anlatma ve kendini isbat etme imkanını elde edememişti. Bu baskı ve zulümlere karşı onlara, “mukabele etmeme” fikri aşılanmış ve bu, daha sonra onlarda bir karakter haline gelmiştir. Bu düşüncenin uzantısı olarak onlar; harp etmemeyi, kendilerine ne yapılırsa yapılsın, karşı koymamayı ve dünya zevklerinden uzak kalarak ruhbanca bir hayat yaşamayı vs. bir disiplin olarak benimsemişlerdi. Ne var ki, bu disiplinlerin pratik hayattaki yansımalarına bakıldığında manzaranın hiç de aslına uygun ve iç açıcı olmadığı görülecektir.

Çünkü onlar, bugün dünyanın değişik yerlerinde -esefle müşahede etmekteyiz- benimsedikleri bu prensiplere aykırı olarak, yer yer hayatın karşılarına çıkardığı ve insan fıtratının bir gereği olan ihtiyaçlarını gayr-i meşru yollardan giderme ve duygularını tatmin etme yollarına girmişler; uzantıları günümüze kadar gelen kanlı savaşlar yapmışlar ve birçok insanın haksız yere ölmesine sebep olmuşlardır.

Hz. İsa (a.s)’nın materyalist bir topluma uyguladığı ıslah hareketi, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan ve müjdesini de bizzat kendisinin verdiği “İnsanlığın İftihar Tablosu”na giden yolları da açmıştır. Ancak, başta da ifade ettiğimiz gibi O’nun daha sonraki müntesipleri, Yahudi ifratına karşı tefrite düşerek, bütün bütün fiziği de maddeyi de inkar etmişlerdi. Yukarıdaki Fetih suresinin en sonunda yer alan uzunca ayet, bu mevzuya ışık tutmaktadır. Burada o ayetle alakalı bir kaç hakikati arzetmek istiyorum:

Ayet, “مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ” diye başlamaktadır. Ayetin başındaki bu ifade ile, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in risaleti vurgulanmış ve değişik yerlerde geniş olarak bu hakikat ifade edildiği için de, icmâlen geçilmiştir.

Bu ayette, daha ziyade Kur’ân, Efendimiz (s.a.s)’in etrafındaki insanlara dikkat çekmekte ve değişik evsaf ve kategoriler halinde, birbirinden farklı maddeye ve manaya bakan yanları ile onları nazara vermektedir. “مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ ”, önemli ve hayâtî bir gerçektir. Bunun için Sâdî, Üstad’ın da Mektubat’ta ifade ettiği gibi, “Muhammedun Rasulullah demeden râh-ı selamet muhaldir” der.

Necip Fazıl da bu hakikati ifade adına, Pascal’ı koştura koştura rıhtıma kadar getirir; ancak “Muhammedün Rasulullah” demediği için gemiyi kaçırdığını söyler.

Evet, bu manada Efendimiz (s.a.s)’in rasat noktasına ulaşmayanın sahil-i selamete ulaşması zordur. Şimdi tekrar âyetin mevzumuzla alakalı yönüne dönelim:

Peygamberle beraber maiyet-i nebevîye eren herkes, maiyet-i İlahîye’ye de ermiş demektir. Bir yönüyle alem-i cismaniyet ve alem-i halka ait Efendimiz’le maiyet, aynı zamanda alem-i emre ait belki Cenab-ı Hak’la maiyetin bir izdüşümüdür. İşte ayet-i kerimede, “وَالَّذِينَ مَعَهُ ” derken bahsettiğimiz bu maiyet kastedilmekte; ayetin devamında ise, bu ufku yakalayan insanların özelliklerinden bahsedilmektedir.

Bu özelliklerden biri, onların “أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ” olmalarıdır. Yani mahiyetlerindeki inanma istidadını körelten, bunca delâil Allah’ın varlığını ilan ederken, bütün bütün onları tekzip edip inkara sapan ve Allah’ın yaktığı İlâhî meş’aleyi söndürmeye çalışan insanlara karşı şedittirler. İkinci özellikleri ise, “رُحَمَاء بَيْنَهُمْ”; kendi aralarında fevkalade şefkatli ve merhametlidirler. Bu özellikler, “Sen, onları sürekli rükû ve secde halinde görürsün. Allah’ın lütuf ve rızasını ister dururlar”.

Demek ki onlar, ayaklarını koydukları aynı yere başlarını da koyarak bir halka haline gelmiş ve böylece Allah’a en yakın bulunma halini ihraz etmiş kimselerdir. Aynı zamanda onlar, herşeylerini Allah’ın fazlından bilirler. Zaten neticede onların istedikleri de sadece ve sadece Allah’ın rızasıdır. “Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir”.

İşte bunlar, ümmet-i Muhammed’in Tevrat’taki vasıflarıdır. ”Tevrat, Hz. Musa’ya inen ve daha sonra tahrif edilerek büyük ölçüde hüdanın yerini hevanın, ruhun yerini maddenin aldığı bir kitaptır. Tevrat’ta ümmet-i Muhammed anlatılırken, manevi yönleri ve yanlarıyla ve metafizik cepheleriyle anlatılmaktadır. Diğer taraftan “Onların İncil’deki vasıflarına gelince”: “onlar tıpkı bir ekin gibidirler”. Ekin, tohumla meydana gelir ve maddîdir. Tohum, bir cisimdir ve tıpkı yumurtadaki ukde-i hayatiye ve insandaki sperm gibi hayat proğramı yüklenmiş bir cisim. “topraktan rüşeymini çıkarır” ki, o da bir maddedir. “Şet’e” kelimesinde maddi yapının zuhuru gibi bir musıki de gizlidir.

Burada her kelime, mükemmel sözcüğüyle ifade edilemiyecek ölçüde seçilmiş.. seçilmiş ve adeta bir dantelanın atkıları halinde örgülenmiştir. “Gılzet kazanır, kalınlaşır, sertleşir”. Burada da mesele yine hep madde etrafında dönmektedir. Zira mananın, ruhun, metafiziğin kalınlaşması sözkonusu değildir. “o maddi yapı üzerinde kalkar, doğrulur” demektir. “ala sukihi”, insanın sâkı, bacaklarıdır. Filiz ve ağacın sâkı ise sapıdır. “Öyle ki, tohumu, toprağın bağrına atan insan bile, onu bu haliyle gördüğü zaman şaşkınlıktan kendisini alamaz. “netice itibariyle kafirleri öfkelendirsin diye”. Bu ise, başkalarının gözünü doldurması, onların içine takdir, dehşet ve korku salması gibi hep maddeye müteallik şeylerdir.

Dikkat edildiği takdirde, İncil’de yer alan benzetmeler, fizikî açıdan, tamamen maddeci bir anlayışı aksettirmekte ve herşey mahsusata müteallik yanları ile nazara verilmektedir. Tevrat’ta zikredilen hakikatler ise, hiçbiri elle tutulur, gözle görülür ve pozitivistçe mülahazalarla mahsusata taalluk eden şeylerden değildir. Bunların hepsi adeta insanları âlem-i emir ve mücerret hakâik etrafında dolaştıran manevi mefhumlardır. İşte bu incelik, Seyyidinâ Hz. Mesih’in konumunu anlama bakımından çok önemlidir. Hz. Mesih, Yahudi maddeciliğini tadil etme misyonunu yüklenmiştir. Böyle bir misyonla gelen insanın, bu misyonu gerçekleştirebilecek donanımla gelme zarureti vardır ki O, daha dünyaya teşrif buyuracağı zaman, çok iyi bir yuvada neş’et etmiştir. O’nu yetiştirme mevzuunda Hz. Meryem ölçüsünde başka bir kadın göstermek mümkün değildir. Kur’ân, değişik ayetlerinde Hz. Meryem’in karakterini ifade eden kelimeleri yerli yerinde kullanarak O’nun hususiyetini vurgulamaktadır. Bu yüce kadın, iffetine o kadar düşkündür ki, meleğin karşısında bile müthiş bir ürperti yaşamıştır.

Hz. Meryem’in annesi, “Allahım bana bir çocuk verirsen onu mabede adayacağım” diyerek bir adakta bulunmuş; ancak çocuk kız olarak doğunca, teessür içinde bu kutlu anne, “Ben erkek çocuk bekliyordum ki onu mabede adayayım” demiş; ne var ki, çocuk doğmadan önce mabede adandığı için herşeye rağmen mabede bırakılmıştır. Seyyidetina Hz. Meryem, maneviyatla lebâleb bir şekilde İlâhî vâridâtı iliklerine kadar teneffüs edeceği böyle bir metafizik ortamda neş’et etmiş ve daha sonra da, farklı bir misyon için gelen Hz. Mesih’e yine sebepler üstü bir şekilde hamile kalmıştır.

Hülasa Hz. Mesih, hayatı böylesine sebepler üstü ve harikuladelikler içinde cereyan eden bir anneden dünyaya gelmiş ve tamamen bir ruh insanı olarak, Cenab-ı Hakk’ın himayesinde ve siyanetinde büyümüştür. Zira O’nun karşısında, senelerden beri devam eden ve maddeciliği, tamamen bir din haline getiren; yıkılması, yenilenmesi, değiştirilmesi çok zor olan bir toplum vardı ve O, hayatı boyunca böyle bir toplumla mücadele etti. Hz. Mesih, peygamberlik vazifesiyle gönderilirken bu insanları doyuracak bir donanımla techiz edilmiş ve onların putlaştırdıkları maddeyi; babasız dünyaya gelme, ölmüş insanı diriltme, hastaları iyileştirme, en onulmaz dertlere şifa dağıtma gibi pek çok mucizeler göstererek aslî hüviyetine kavuşturmuş.. ve materyalizme kilitlenmiş bir düşünceyi tadil ederek, ruhçu bir düşünceye yollar açmış ve böylece İnsanlığın İftihar Tablosu’na giden yollara köprüler kurmuştur.

Şimdi elbette bu iki nebiden sonra gelecek olan makam-ı cem’in sahibi Yüce Peygamber, seleflerinin –misyonlerı icabı- kendi zaman ve ümmetleriyle alakalı bir kısım hususları zaman ve şeraitin gereklerine göre tadil edip onların ayrı ayrı görünen ama bir bütünün parçaları sayılan muhassala-ı meşreb ve mezaktan bir sırat-ı müstakim mülahazası çıkaracaktı ki, çıkardı da. Ne var ki bu çıkarılan şeylerin aslında yine o iki peygamber ve o peygamberlerin mizaçlarının aksiyle mütellemi bulunan kendi kitaplarıyla ifade edilmiş olacaktı.

Allahu a’lemü bissavab.

m.f.GULEN
 
Üst