Nefsin Sorgulanması

mihrimah

Well-known member
Soru: Kur’ân-ı Kerim’de geçen, “Hayır hayır, kasem ederim sürekli kendini kınayan o nefse!” (Kıyamet sûresi, 75/2) âyet-i kerimesi ışığında nefsi sorgulayıp hesaba çekme meselesini nasıl anlamalıyız?
Cevap: “Sürekli kendini kınayan nefis” şeklinde mânâsını tavzih etmeye çalıştığımız nefs-i levvame, nefsin, nefs-i emmare mertebesinden sıçrayıp bir üst makama yükseldiği yerdir. Bu sebeple isterseniz öncelikle nefs-i emmare üzerinde kısaca duralım.


Nefs-i emmare, insana kötü ve çirkin şeyleri emreden ve yapılan bu fenalıklar karşısında herhangi bir rahatsızlık duymayan nefistir. İnsanın tabiat ve cismaniyeti eğer bir terbiye, tezkiye görmezse, ruhen terakki yoluna girip kalb tasfiyesinde bulunmazsa, Üstad’ın tabiriyle cismaniyetten çıkıp, hayvaniyeti bırakıp kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselmezse, o nefis, insana sürekli kötülükleri emreder, fenalıklara yönlendirir ve boynuna bir ip takıp onu istediği yerde otlatır. Hâlbuki insan ipi boynunda istediği yerde otlamak üzere dünyaya gönderilmiş bir varlık değildir. Zira yaratılış gayeleri doğrultusunda o işi yapacak başka bir sürü mahlûk zaten yeryüzünde mevcut bulunmaktadır. İnsan ise yaratılmışların en şereflisi olarak Cenâb-ı Hakk’a muhatap olabilecek en mükemmel bir surette, iç-dış donanımıyla en güzel bir kıvamda yaratılmıştır. Şimdi insan bütün bu mazhariyetlere rağmen ipi boynunda bir mahlûk gibi hayatını yaşayacak olursa
كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ

: Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar.” (A’râf sûresi, 7/179) tokadını yer ve seviyesinin çok altına düşmüş olur.


İşte herhangi bir terbiye ve tezkiye görmemiş, sadece hayvanî ve cismanî arzularını yaşayan böyle bir nefsin bir üst mertebesi, nefs-i levvame mertebesidir. Bu mertebedeki insan salih amel yolunda bulunmakla beraber, yer yer hata ve günahlara girer, düşmeler, sürçmeler yaşar. Tevbe sûresinde ifade buyrulduğu gibi, iyilik yapar ancak bunun yanında fenalık da yapar; kimi zaman hatalar gelir sevapların çehresini karartır; kimi zaman da güzellikleri çirkinlikler takip eder. Fakat bu mertebedeki bir insan hata ve günahlar karşısında hemen tevbe ve istiğfara yönelir. Kötü bir şey yapmaya niyetlendiğinde veya ona doğru azm ü kastta bulunduğunda veyahut şöyle böyle bir kötülük yapıp bir fenalığın içine düştüğünde, hemen o fena duygu ve fena davranışlardan sıyrılıp kendine gelir, istiğfara koşar ve Allah’a yönelir. Her defasında; ya
رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي

“Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni!” (Kasas sûresi, 28/16); veya
لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.” (Kasas sûresi, 28/16); veyahut da
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Ey bizim Rabbimiz, kendimize yazık ettik. Şayet Sen kusurumuzu örtüp, bize merhamet buyurmazsan, en büyük kayba uğrayanlardan oluruz.” (A’râf sûresi, 23/7) gibi mübarek beyanlarla pişmanlığını seslendirip arınma kurnasına koşar. İşte bu, nefs-i levvame mertebesidir.

Soruda zikredilen ayet-i kerimeden anlıyoruz ki Allah (celle celâluhu) insanları böyle bir hâle imrendirme adına o mertebeye kasemde bulunuyor. Burada istidradi olarak konuyla alâkalı şöyle bir tespitte bulunabiliriz. Bilindiği üzere nefis, Kur’ân’ın bir kısım işaretlerine dayandırılarak yedi ayrı mertebede ele alınmış ve nefs-i levvame biraz önce bahsedildiği gibi nefs-i emmareden sonra ikinci mertebe olarak kabul edilmiştir. Şimdi eğer Kur’ân-ı Kerim’de nefs-i levvame mertebesine kasemde bulunuluyorsa, denilebilir ki, bu mertebenin üst mertebeleri kabul edilen nefs-i mülheme ve nefs-i mutmainneye evleviyetle; nefs-i mutmainnenin iki kanadı sayılan nefs-i râziye ve nefs-i marziyyeye de öncelikli olarak kasem edilmiş ve bu iki kanadın bir temadisi kabul edilen veya sadece bir kısım tabiatlara açık bir ufuk olarak değerlendirilen nefs-i sâfiye veya nefs-i zâkiyeye ise hayli hayli kasemde bulunulmuş demektir. Zira ilâhî hitap ve ilâhî ifadede, çok defa, meselenin en alt mertebeden ele alınmak suretiyle, bir açıdan daha üst mertebede bulunanları da içine alacak şekilde bir üslûbun tercih buyrulduğunu görüyoruz.


Ayrıca üzerinde durulabilir ancak asıl konumuz olmadığından sadece işaret nev’inden bir hususa daha temas edip geçmek istiyorum: Şöyle ki, mevzuumuz olan âyet-i kerimenin öncesinde kıyamete yemin ediliyor; devamında ise
أَيَحْسَبُ الإِنْسَانُ أَلَّنْ نَجْمَعَ عِظَامَهُ

“İnsan zannediyor mu ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu diriltmeyeceğiz?” buyruluyor. Yani insan zannediyor mu ki, bir zaman dünyada onun varlığını meydana getiren biz, daha sonra onun kemiklerini, parçacıklarını, vücudunun uzuvlarını; molekül, atom, elektron, proton, nötron ve partiküllerini yeniden bir araya getiremeyecek, bir halk-ı cedidle, yeniden onu inşa edemeyeceğiz, deniyor. Öyle anlaşılıyor ki, nefs-i levvame ile kıyamet gerçeği ve haşr ü neşir akidesi arasında ciddi bir münasebet söz konusu. Zira görüldüğü üzere haşr ü neşirle alâkalı böyle bir meselede en büyük teminatçı ve en inandırıcı Zât olan Allah (celle celâluhu) nefs-i levvameye kasem ederek bu iman hakikatini ifade buyuruyor. İşte âyetler arasındaki bu münasebetten şöyle bir işaret sezebiliriz: Nefs-i levvame mertebesindeki bir insan, kıyamet ve haşir hakikatine inanma ufkunu yakalamış, kalbinde o iman hakikatini duyup hissedebilecek bir seviyeye ulaşmış kişi demektir.

İsterseniz bu kısacık işaretten sonra asıl konumuz olan nefs-i levvame mevzuuna devam edelim:
En Güzel Ameller Karşısında Nefs-i Levvame
Nefs-i levvame mertebesi sadece yapılan kötülük ve günahlar karşısında pişmanlıkla kıvranıp kendini levmetme, istiğfarda bulunma demek değildir; o, aynı zamanda yapılan en güzel amelleri dahi yeterli bulmama, en güzel davranışlarda bile bir bit yeniği olabileceği mülâhazasıyla yapıp ettiklerini beğenmeme ruh hâlidir.
Mevzuu misallendirecek olursak, diyelim ki siz, bir yerde konuşurken daha önceden bir ilk hesabınızın bulunmadığı, içinizde de enaniyet ve gurur adına herhangi olumsuz bir düşüncenin olmadığını zannettiğiniz bir esnada çok güzel bir söz söylediniz veya karşılaştığınız sürpriz bir soruya karşı Cenâb-ı Hakk’ın imkânıyla, ağzınızdan güzel, orijinal, kıyak bir cevap çıktı. Hafizanallah, o esnada aklınızın köşesinden dahi “Galiba ben bunu iyi dedim.” gibi bir şey geçerse şirk gayyasının kenarında bulunuyormuş gibi ürpermeli ve hemen o esnada bir daha doğrulamayacağı şekilde nefsinizin başına bir balyoz indirmelisiniz. İndirmeli ve kendi kendinize; “A be küstah! Ağız O’nun, dil O’nun, dudak O’nun; akıl O’nun, mantık O’nun, muhakeme O’nun. Senin söylemende esas söyleyen O, senin duyup hissetmende esas duyurup hissettiren O. Senin idrakinde idrak ettiren, senin muhakemende muhakeme ettiren O.” diyerek vakit geçirmeksizin nefsinizle hesaplaşmaya girişmelisiniz. Çünkü hakkı hak sahibine vermek, hakperestliğin ifadesidir. Hâlbuki bu tür bir düşünce başkasının mülkünü kendine mâl etmek suretiyle hakkı gasp etmek demektir.
Misalleri çoğaltabiliriz. Mesela vaaz kürsüsünde yırtılırcasına, avazın çıktığı kadar “Allah!” deyip bağırdın. Ama acaba bu bağırış O’nun için miydi? Eğer bu bağırış, tir tir titreyen yüreğinin, yaşaran gözlerinin gayr-i iradi ortaya çıkan tabiî bir sonucu ise O’nun için olduğu söylenebilir. Yoksa Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi “esamm u gaib”e (Buhari, Daavât 50) yani duymayan, işitmeyen, uzakta bulunan bir zata seslenilmiyor ki.. O, içten içe söylediklerimizi dahi duyuyor, biliyor. O hâlde bize “Neydi o bağırmalar-çağırmalar, ses yükseltmeler?” demezler mi?


Şimdi meseleyi yukarıda zikrettiğimiz misallerde olduğu gibi iyi ve güzel ameller yaparken dahi akla gelebilecek nefsanî bir dürtüden alın da –hafizanallah– günümüzde çokça telaffuz edilen “Yarattım, yarattı, çok şahane şeyler yaratıyor…” gibi, Hâlık-i Kâinat’a meydan okuyormuşçasına başkalarından lisanımıza intikal etmiş ve bize hiç yakışmayan elfazla değişik şirklere girmeye kadar geniş bir sahada ele alıp değerlendirmemiz mümkündür. Bu sebeple en küçüğünden en büyüğüne kadar, bu geniş alanda yapıp ettiği, söyleyip ortaya koyduğu her mesele karşısında insanın belki de;
اَلْفُ اَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللّهَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَمِنْ كُلِّ خَطَئٍ وَمِنْ كُلِّ مَعْصِيَةٍ

“Binlerce, binlerce estağfirullah! Her günah, her hata, her masiyetten dolayı; Allah’ın sevip hoşnut olmadığı her şeyden dolayı istiğfar ediyorum.” demesi ve Allah’a tevbede, inabede, evbede bulunması gerekir.

Peki niçin bu ölçüde hassas olunması gerekir?
Çünkü nefs-i emmare çok ayyardır. O, insanın hiç tahmin etmediği, ihtimal vermediği noktalardan saldırır; sağdan-soldan, önden veya arkadan gelerek bir şekilde, bir yolunu bulup onu vurmaya çalışır. Evet, nefs-i emmare, belli hikmet ve maslahatlara binaen insan bünyesine ayrılmaz bir mekanizma hâlinde yerleştirilen şeytanın ilkaâtına açık bir santral gibidir. Şeytan onunla kendini ifade eder. Onunla konuşur, onunla tesvîlât ve tezyinâtını yapar. Esasında bilinmesi gerekir ki, şeytanın bu işleri insana herhangi bir fiili ikâ etmeye yani zorla ona bir şey yaptırmaya kadir değildir. Ancak insan, gaflet, umursamazlık veya başka bir saikle kendini şeytanın aldatma ve telkinlerine açık bırakırsa, o zaman şeytan bazı şeyler yaptırtır ve o insanın ayağını kaydırır. Zira kötülüklere açık mahiyetiyle âdemoğlunun kayması, düşmesi ve yüz üstü yere kapaklanması bir açıdan çok kolaydır ve onu bu hâle düşürmek için ciddi bir cehde ihtiyaç yoktur. Biraz önce ifade edildiği gibi belki iradesinin hakkını vermemesi, dikkatli olmaması ve teyakkuzda bulunmaması onun bu duruma düşmesi için yeter bir sebeptir. İşte bundan dolayı diyoruz ki, şeytan ve nefs-i emmarenin insan üzerinde yapabildiği şey sadece tesvîlât ve tezyinâttan ibarettir.
Öyleyse insanın her yerde, her zaman kendini kontrol etmesi; en güzel amel ve davranışlarında bile bir hata, bir bit yeniği olabileceği mülâhazasını sürekli taşıması gerekir.
Kendi Darlığının Kurbanı Darlıkzedeler
Bakın Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda yürekleri hoplatacak, kalbleri titretecek nasıl bir ikazda bulunuyor. O buyuruyor ki; “Kıyamet günü aleyhinde karar verilecek ilk insan şehit (olarak bilinen) kişidir. Bu insan Allah Teâlâ’nın huzuruna getirilir ve kendisine verilebilecek nimetler gösterilir. O da onları tanır. Allah (celle celâluhu) ona , ’Bu nimetler için ne yaptın?’ diye sorar. O insan da, ’Senin yolunda şehit oluncaya kadar savaştım.’ der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ’Yalan söylüyorsun! Sen, ne cesur, ne kahraman insan!’ desinler diye savaştın. Dünyada senin için bunu söylediler, sen de mükâfatını aldın!” buyurur. Sonra emredilir, o şahıs yüz üstü süründürülerek Cehennem’e atılır." (Müslim, İmâre, 152)
Evet görüldüğü üzere o şahıs cephede savaşırken öldü ancak encamı itibarıyla Cehennem’e yuvarlandı. Çünkü o, meseleyi, Allah’ın rahmetinin sonsuzluğu, ilâhî lütufların enginliğine göre değil de kendi darlığına bağlamıştı.
Aynı hadisin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “desinler” diye ilim öğrenen-öğreten, “desinler” diye cömertlik izharında bulunan kişiler için de aynı muamelenin söz konusu olacağını haber verir.
Evet ben burada dökülüp saçılır, cüzdanımı açıp içinde hiçbir şey kalmayacak şekilde boşaltabilirim. Ama meseleyi “desinler”e bağlamış isem öte tarafta bana: “Bütün bunları sen Allah için yapmadın. Halk sana ‘ne cömert, ne civanmert insan’ desinler diye yaptın ve dediler. Oysaki sen o cüzdanını boşaltıp dağıttıklarınla, Cennet’i yedi tabakasıyla birlikte peyleyebilir, bir rampaya binmiş gibi Firdevs’e fırlayabilirdin. Ama sen nedense darlığı tercih ettin. Kendi idrak darlığına, istek darlığına ve dünyevi görüş darlığına emanet ettin her şeyi. Bundan dolayı sen bir darlıkzedesin, bir darlığın kurbanısın. Dolayısıyla Cennet’e liyakat hakkını selbettin.” denilir.


Aynı şekilde kürsülerde bangır bangır bağırır, yırtılır, gırtlak ağalığı yaparsın. Allah’ı, peygamberi anlatır, sahabeden bahsedersin. O esnada aklından geçse ki; “Yıllardır konuşup duruyor, anlatıyorum. Şu insanlar da azıcık bana teveccüh etsin, beni dinlesinler. Niçin bu kadar vefasızlar, neden beni dinlemiyorlar!” İşte bu kazanma kuşağında kaybetme demektir. Çünkü o mesele seni alâkadar etmez ki… Cenâb-ı Hak, Resul-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) zatında bize,
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ

“Ey şanı yüce nebi! Allah’ın sana gönderdiği mesajı tebliğ et. Şayet o mesajı tebliğ etmekten dûr olursan, risaletini yerine getirmemiş olursun!” (Mâide sûresi, (5/66) diye ikazda bulunmuyor mu? Ve yine;
إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ
“Sen istediğine hidayet edemezsin. Allah kimi dilerse onu hidayet eder.” (Kasas sûresi, 28/56) diye buyurmuyor mu? O hâlde sen sadece bir vesile-i hidayetsin. Söylediklerini kabul ettirmek, onun vicdanlarda mâkes bulmasını sağlamak ise Allah’a aittir. Şimdi “Neden beni dinlemiyorlar, neden bana gelmiyorlar?” şeklinde düşündüğünde; sen bunun için konuşmuş, bunun için ilmini satmış ve yaptıklarını teveccühe, halkın nazarına ve onların iltifatlarına bağlamış olursun. Ve belki de niyetin bulanıklığına göre gittiğin yerde Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi sana kıyam edilsin, tebcil u taltifte bulunulsun, senin namından bahsedilsin, gönüllerde bir yâd-ı cemil olasın diye o işi yapmış olursun. Eğer bir ömür boyu kürsülerde vaaz ederken –hafizanallah– meseleyi bu tür bir mülâhazaya bağlamış isen, sen mükâfatını burada aldın demektir. İsterseniz;
أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا

“Tayyibatınızın mükâfatını; güzel söz, güzel davranış, güzel işlerle dünyada aldınız. Ahiretin baki şeylerini dünyada yiyip bitirdiniz.” (Ahkaf sûresi, 46/20) âyet-i kerimesini bir de bu açıdan mülâhazaya alabilirsiniz.

Rıza Ufkuna Kilitli Bendeler
Demek ki ahirete ait ameller dünyevî herhangi bir ücret ve beklentiyle berheva edilmemeli, her şey rıza-i ilâhiye bağlanmalıdır. Uhrevî ameller, “…diyeyim, edeyim, yapayım, civanmertlik sergileyeyim, ölesiye koşayım; koşayım da namımı duyurayım, Başbakan olayım, Cumhurbaşkanı olayım...” gibi dünyevî arzu, heves ve beklentilere bağlanılırsa –hafizanallah- bütün kazançlar dünyanın darlığı içinde yenilip bitirilmiş olur.
Hâlbuki bir mü’min olarak bizler, başlarımız Hak kapısının eşiğinde, sağa sola bakmadan gözlerimiz kapının aralanmasında, ömrümüzü hep öyle geçirmemiz, O’nun rızasına hep öyle kilitli kalmamız gerekir. Allah kapısında böyle bir duruşa geçmiş insan zaten sağa sola bakmaz. Hatta zannediyorum değil Mahbûb-u Hakikî’nin karasevdalısı inanmış gönüller, fâni bir mahbub için dağları delmeye koyulmuş bir Ferhat, çöllere düşmüş bir Mecnun bile sevgilisinin peşinden koşarken sağa sola bakmaz; bakmaz ve hep maşukunu takip eder, attığı adımların izlerini koklar ve arkasından koşar. Hatta ona ulaştığı zaman bile belki, onu görmez. İşte Mahbûb-u Hakikî’nin gerçek karasevdalıları da, vuslat mevzuunda O’na kavuşma iştiyakıyla içten içe yanıp tutuşsalar dahi “Sinelerimiz hicranla ocaklar gibi yansa, belki bazen elimizde olmadan gözlerimizden yaşlar boşalsa yine de Senin yolunda olmak, Senin yolunda ölüp ölüp dirilmek bizim için daha nefis geliyor.” derler. Çünkü bunlar O’nun hakkı; kapıkulu, boynu tasmalı bendelerinin de vazifesidir. Evet gözünü rıza ufkuna dikmiş birisi için dünyevî hiçbir talep söz konusu olamaz/olmamalıdır.
Söz buraya gelmişken antrparantez bir hususu arz etmek istiyorum. Hani Alvar İmamı bir yerde: “El elden üzülmüş, yar elden gitmiş. Şu humeka-yı zaman nanay oynarlar.” diyor. Şimdi günümüzde de bir kısım nanay oynayan humeka-yı zaman var ki kalkmış; “Bu Müslümanlar dünya saltanatı, güç ve iktidarı peşindeler.” gibi laflar ediyorlar.
Ben hayatımda –kusura bakmazsanız o kelime ile ifade edeceğim– bu kadar ahmakça bir iddia ile karşılaşmadım. Allah aşkına, şimdiye kadar kaç defa dedim ve yine diyorum; ben Allah’ın rızasına talibim ve O’ndan daha büyük bir şey bilmiyor ve görmüyorum. O’nun rızası dışında başka bir şeye talip olmayı, yüzümü O’ndan çevirip başka tarafa dönme addediyor, bunun adına “döneklik” diyor ve böyle bir dönekliği de alçaklık sayıyorum. Ancak neylersin, Fuzûlî’nin bir münasebetle, “Desem ol bîvefa bilmem inanır mı, inanmaz mı?” dediği gibi ben de “Bu akılsızlar, bu humeka-yı zaman bilmem ki söylediklerime inanır mı, inanmaz mı?” deyip bir kez daha ızdırabımı terennüm edeceğim. Ancak şunu da ifade etmeliyim ki, onlar inansalar da inanmasalar da, şimdiye kadar bin defa söylemişsem, bıkmadan-usanmadan bin birincisini söyleyecek ve Rabbim fırsat verirse bundan sonra da söylemeye devam edeceğim.

M.FEthullah GÜLEN
 

memluk

Hatim Sorumlusu
Gerçek bir mü’min ömrünü nefsiyle mücâdele ederek sürdürür. Kalbine uğrayan hâtıralara ve kafasından geçen düşüncelere bile parola sorar... Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha gözden geçirir; her sabah hatalarını giderme, ahiret hesabına kaçırdığı fırsatları telafi etme ve ötelere azık hazırlama azmiyle hayata açılır.

Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehayâ) en büyük mahkemede hesaba çekilmeden önce dünyadayken sık sık nefsi sorgulamayı akıllılık ve mü’minlik emaresi olarak zikretmiş;
Hazreti Ömer Efendimiz (ra) de Allah Rasûlü’nden işittiği bu hakikati farklı bir üslupla seslendirerek şöyle buyurmuştur:

“Ahirette hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin. Ötede amelleriniz tartılmadan önce burada kendiniz tartın. En büyük arz ve mahkeme için şimdiden gerekli hazırlıklarınızı yapın. Bilin ki, o gün huzura alındığınızda size ait hiçbir şey gizli kalmayacak ve bütün sırlarınız bir bir sayılıp dökülecektir.”
 
Üst