Mi’râc, İkinci Bir Kadir Gecesi Hükmündedir.

Huseyni

Müdavim
Aziz, sıddîk kardeşlerim,
Leyle-i Mi’râc, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye sırrıyla, İnşaallah herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve duâlar edeceksiniz. Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrikle beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye pek zâhir bir sûrette tecellî ettiğini tebşir ederiz.
Şuâlar, s. 429

***
Aziz, sıddîk kardeşlerim,
Leyle-i Mi’racın, aynı leyle-i Regaib gibi hiç inkâr edilmez bir tarzda, bir nevî mû'cize-i Ahmediye gibi bir kerâmetini ve kâinatça hürmetini gözümüzle gördük. Şöyle ki:

Nasıl evvelce yazdığımız gibi iki ay kuraklık içinde burada hiç yağmur gelmediği, güya leyle-i Regaibi bekliyor gibi o mübarek gecenin gelmesiyle emsalsiz bir gürültü ile kudsiyetini burada gösterdiği gibi, aynen öyle de, o geceden beri buraya bir katre yağmur düşmediği halde, yirmi günden sonra aynen Mi’râc Gecesi birdenbire öyle bir rahmet yağdı ki, dinsizlerde şüphe bırakmadı ki, Sahibü’l-Mi’rac, Rahmeten li’l-Âlemîn olduğu gibi, onun Mi’râc Gecesi de bir vesîle-i rahmettir. Hem ehl-i imanın imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, meyusiyetlerini de bir derece izâle etti.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 181-182

***
Demek hakikat-ı Mi’râc, bir mû’cize-i Ahmediye (asm) ve kerâmet-i kübrası olduğu ve Mi’râc merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (asm) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Mi’râc da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir kerâmet gösterdi.
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 183

***
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin Mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibinin (asm) sünnet-i seniyyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz.
Kastamonu Lâhikası, s. 195

***
Bu şuhur-u selâse, seksen küsur sene bir ömrü kazandırıyor. Elbette sizler gibi mücahidler onu kazanmaya çalışacaksınız. Cenâb-ı Hak herbir gecesini sizin hakkınızda leyle-i Mi’rac ve leyle-i Berat ve Leyle-i Kadir kadar kıymettar eylesin, âmin.

Kastamonu Lâhikası, s. 58

19.07.2009
Yeniasya
 

Nurist

Well-known member
Kainatın hürmet ettiği gece: Miraç


Bismillahirrahmanirrahim


Aziz, sıddık kardeşlerim,

Leyle-i Miraç, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir.

Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye sırrıyla, inşaallah herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisanla bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz.

Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrikle beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye pek zâhir bir surette tecelli ettiğini tebşir ederiz. (Şualar sh.429)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Leyle-i Miracınızı tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden niyaz ederiz. Ve bu havalide Miraç gecesinden bir gün evvel ve bir gün sonra müstesna bir surette rahmetin yağması işarettir ki, bu vatanda bir umumî rahmet tecellî edecek, inşaallah. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 263)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sual: "Tevafukla bu keramet nasıl kat i sabit oluyor?" diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevap : Birşeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki, onda bir kasıt var, bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa, yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih bir delalet hükmüne geçer ki, bir kasıt ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte, bu mesele-i Miraciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Miraciye Risalesinin burada çoklar tarafından şevkle kıraat ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acip gürültülerle, söylenmeyecek maddi manevi zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkarane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zaafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslamiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak,

"Kainat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?"

diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslamiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı alem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işte hususi bir kasıt ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-ı Miraç, bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) ve keramet-i kübrası olduğu ve Miraç merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Miraç da zemine ve bu memleket ahalisine kainatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 39)

Bediüzzaman Said Nursi
 

Ali Said

Well-known member
Mİ’RAC HADİSESİ

Kelime anlamı olarak merdiven, yükselecek yer gibi manalara gelen mi’rac, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendi*mizin Receb ayının 27. gecesinde Cenab-ı Hakk’ın huzuruna ruhen, cismen müşerref ol ması mu’cizesi ki, en büyük mu’cizelerinden biri sidir.
Mi’rac gecesi sabahında olan hadiseyi Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır:
“Mu’cize-i Mi’racın mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis (Kudüs) seyahatı ve sa bahleyin Kureyş kavmi, ondan Beyt-ül Makdis’in tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz Şöyle ki:

Mi’rac gecesinin sabahında, Mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: “Eğer Beyt-ül Makdis’e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis’in kapılarını ve duvar larını ve ahvalini bize tarif et.” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman edi yor ki:
فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلَّى اللَّهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتَّى رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ
[1] Yani: Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşeyi tarif ediyor dum” İşte o vakit Kureyş baktılar ki: Beyt-ül Makdis’den doğru ve tam ha ber veriyor..
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm; kafileniz yarın filan vakitte gele cek. Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tah kikin tasdikiyle, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani Arz, onun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tatil etmiştir ve o tatili, Güneş’in sükûnetiyle göstermiştir.

İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir tek sözünün tasdiki için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şahid olur. Böyle bir zatı tasdik etmiyen ve em rini tutmıyanın ne de rece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla.” (Mektubat sh: 180)
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اۤيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (17:1)* اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى * عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى * ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى * وَ هُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلَى * ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى * فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى * فَاَوْحَى اِلَى عَبْدِهِ مَا اَوْحَى * مَا كَذَبَ الْفُوءَادُ مَا رَاَى * اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى * وَلَقَدْ رَاۤهُ نَزْلَةً اُخْرَى * عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى * عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى * اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى * مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى * لَقَدْ رَاَى مِنْ اۤيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى (53:4-18)
(Sözler sh: 559)
Mirac hakkındaki mezkûr âyetleri tefsir eden Sözler mecmuasının Otuzbirinci Söz’ünden bazı kısımları nakletmekle, tafsilatını aynı Söz’e ha vale ederiz:

“Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zat-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) meratib-i kemalatta seyr ü sülûkünden ibarettir.
Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettir diği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dai relerde birer arş-ı rububiyet ve birer mer kez-i tasarrufa medar olan bir sema tabaka sında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi,

  • hem bütün kemalat-ı insaniyeyi cami’,
  • hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar,
  • hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve
  • saltanat-ı rububiyetin dellalı ve
  • Marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve
  • tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için
Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamer-vari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında ma kamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstere*rek, ta Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış. Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.” (Sözler sh: 567)
Evet bu “saray-ı âlemi, kendi kemalat ve cemal-i manevîsini gör mek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sani-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki:
Şu âlem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin ma nasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mah zenleri olanavalim-i ulviyede birisini gezdir sin.

Ve bütün onların fevkine çı karsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellal ve Marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfes sir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin.
Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göster sin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sâdık bir ter cümanı olduğunu bildirsin.” (Sözler sh: 574)

“Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab:
Şu şecere-i tuba-i manevîye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvele rinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir ha zine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsi mektubat-ı Samedaniye, güzel ayine-i ce mal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zişuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fani, bekasız bir vazi*yet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i camiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bakiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

İkinci Meyve:
Sani-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âle mîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz ola rak-esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki: Her kes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzu larını anlamağa ne kadar arzukeş ve an lasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile ko nuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der. Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcu dattaki cemal ve kemalat, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına maz har olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Malik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında per vaz eder. Küre-i Arz, Pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lam balar içinde bir lambadır ki; o Malik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhane sinde mumdarlık eder. İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zat-ı Zülce lal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini gör müş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı ke mal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini an larsın.

Üçüncü Meyve:
Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp ge tirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gö züyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcelal’in rahmetinin baki cilvelerini müşahede etmiş ve saa*det-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjde sini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hen gâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sü rurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.


Dördüncü Meyve:
Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getir miştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bu nunla kıyas edebilir sin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zicemal, zikemal, ziihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız birdefa görme sine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.


Beşinci Meyve:
İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zişuur olan insanı, o meyve ile o ka dar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edil mez. Çünki adi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fani âciz bir hayvan-ı natık, zeval ve firak sillesini daima yiyen biçare in sana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rahman’ı rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve me*lekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saa det-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti su kut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kal binde hisse deceğini tahayyül edebilirsin.” (S.581-583)

Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’in Mi’raciye bahsinde zikre dilen ma ceralar, ulvi hakikatlara işaret eden birer ihtar ve kinaye ifadelerdir.
Evet “Mi’raciyedeki maceralar, malumumuz olan manalarla, o kudsi ve ne zih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülahaza dır, birer mirsad-ı te fekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve ima nın bir kısım hakaikına birer ihtardır ve kabil-i tabir olmıyan bazı manalara, birer kinayedir. Yoksa malumumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heye canlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasıl Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatında nazir ve şebih ve misli yok tur; öyle de: şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına ben zemi yor; muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir su rette muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, mi’raciye mecarasıyla onu ihtar edi yor.” (Mektubat sh: 305)

Sual: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vacib-ül Vücud, mekândan münez zehtir; herşeye, herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevab: Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiş tir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:
Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki gü neş; elimizdeki ayine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, ken dine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle ayinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil; Şems-i Ezelî, her şeye herşeyden daha yakındır. Çünki Vacib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey ni*hayet derecede ondan uzaktır.
İşte Mi’racın uzun mesafesiyle, (50:16) وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves selâm’ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve an-ı vahidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasılki seyr ü sülûk-ü ruhanî ile kırk günden, ta kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.
Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves selâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyle, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-ı imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-ı imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bil’âhireti aynel yakin gözüyle müşahede etmiş. Cennete girmiş Saadet-i ebediyeyi görmüş. O mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.” (Mektubat sh: 306)
Mirac hâdisesinde ehemmiyetle zikri geçen “Sidret-ül Münteha” hak kında, Buhari’deki müteşabih vasfındaki iki hadisin son kısmında izahat veriliyor ve Peygamberimiz (A.S.M.)ın Enbiya ile görüşmesinden sonraki ahvali teşbihen şöyle anlatılıyor:
“...Sonra (Cibril) ta Sidret-ül Münteha’ya (*) birlikte varıncaya kadar beni gö türdü. Sidre’yi öyle (acib ve garib) elvan kaplamıştı ki, onlar nedir, bil mem...” (S.B.M. ci:2 227. hadis mealinden)
“....Bütün bu menazil ve menazırdan sonra karşıma Sidre-i Münteha sa hası açıldı. Bir de gördüm ki, Sidr ağacının yemişleri (Yemen’in) Hecir (kasabası) testileri benzeri (büyüklüğünde)dir. Yaprakları da fillerin kulakları gi bidir. Cibril bana: “İşte bu Sidre-i Münteha’dır.” dedi.(**) Bu ağacın aslından dört nehir nebean ediyordu. İki nehir zâhir, iki nehir de bâtın idi.” (S.B.M. 10. ci. 1551. hadis mealinden)
“Leyle-i Mi’rac’da oniki rek’at nafile namaz kılınması müstahsen görül müştür. Her iki rek’atında fatiha-i şerife ile başka bir sure okuyarak iki rek’atta bir selâm verilmeli.” (B.İ.İ.188)


[1] S.B.M. hadis: 1550 ve S.M. ci: 1 sh: 235 hadis: 276,278

* Sidr سِدْرَ "Kamus" mütercimi Asım'ın beyanına göre, Arabistan Kirazı denilen ağacın is midir ki cemi'dir. Vahidiسِدْرَةdir. Sidret-ül Münteha semavat ile cinanı gölgesi altına alan bir ağacın ismidir ki, bir rivayete göre sema-i sabianın fevkinde; Müslim rivayetine göre, sema-i sadisededir. Yahud da kökü sema-i sadisede, kendisi sabiadadır. Sidret-ül Münteha tesmiye buyurulması, melaike-i kiram ile enbiya-i izam hazaratının münteha-yı ilmi olması itibariyledir. Yalnız Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz'e ondan öte Kab-ı Kavseyn'e kadar destûr-u urûc verilmiştir.
Bazılarına göre Sidret-ül Mühteha, Arş-ı Azim-i Rahman'ın esfelidir. Ondan ilerisine ne Melek-i Mukarreb varabilir ne Nebiyy-i Mürsel, İlerisi gaybdır ki, Allah'dan başka hiçbir kimsenin daire-i ilmine giremez.

** Sidre-i Münteha terkibindeki Sidir, Nebak Ağacı diye tefsir olunuyor ki Arabistan Ki razı denilen ve Trabzon Hurması fasilesinden olup ehlîsi ve yabanisi olan bir nevi ağaçtır. Münteha da bir şeyin son haddine denildiğine göre Sidre-i Münteha, mahlukatın ilmi ve ameli kendisinde nihayet bulup âlem-i kevni tahdid eden bir işaret demek olur. Bazı tefsir kitablarında da Tuba Ağacı olarak tefsir olunmuştur.


 

Ali Said

Well-known member
Peygamberimiz, Mi’râc’da, birkaç dakikada binler sene mesafeyi nasıl aldı?
Yine hâtıra gelir ki: Dersin, “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’ etmek aklen muhâldir.”
Biz de deriz ki: Sâni-i Zülcelâlin san’atında, harekât nihayet derecede muhteliftir. Meselâ, savtın sür’atiyle ziyâ, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefâvit olduğu mâlûm. Seyyârâtın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba latîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhâlif görünür?
Hem, on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada, insan, gördüğü rüyâyı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimâtı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer. Şu mânâya bir temsil ile bak ki:
İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farz ediyoruz ki; o saatte on iğne var. Birisi saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, her halde âşireleri sayan ibrenin dairesi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.
Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşya, saatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte, zaman, çünkü, harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir.
İşte, bir saatte meşhudâtımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudâtı kadar olduğu ve hakikat-i ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat’ edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
Sözler, 31. Söz, İkinci Esas, s. 524-25
Lügatçe:
muhâl: İmkânsız.
Sâni-i Zülcelâl: Celâl sahibi, san’atla yaratan Allah.
savt: Ses.
ziyâ: Işık.
mütefâvit: Farklı.
seyyârât: Gezegenler.
latîf: İnce.
urûc: Yükselme, yukarı çıkma.
hâlât: Haller.
zaman-ı vâhid: Tek bir zaman.
tezâhür: Ortaya çıkma.
mikyas: Ölçü.
arz: Dünya.
medâr-ı senevî: Senelik eksen, yörünge.
meşhudâtça: Görünenler, şahit olunanlar açısından.
levn: Renk.
câri: Geçerli.
zîşuur: Şuur sahibi.
muayyen: Belirli.
burak-ı tevfîk-ı İlâhî: En kısa ve en güvenli bir şekilde maksada ulaştıran Allah yardımı binek.
berk: Şimşek.
daire-i mümkinât: Kâinat, varlık âlemi.
acâib-i mülk ve melekût: Eşyanın görünen ve görünmeyen boyutlarının acayiplikleri.
daire-i vücûb: Değişime maruz olmayan, varlığı tercihe bağlı olmayan ve mümkinat âleminin ötesindeki âlem, daire.
rü’yet-i cemâl-i İlâhî: Allah’ın güzelliğini görme.
 
Üst