Bediüzzaman’ın Medreselerin Islahı ile ilgili Teklifleri

Ali Said

Well-known member
1-Osmanlı Ülkesinde Medreseler

Osmanlı Beyliği, Selçuklu Devletinden devlet kurma ahlakı ile birlikte medrese geleneğini de devralmıştı. Beyliğin imparatorluk olma sürecine paralel bir gelişme gösteren Medreseler Fatih ve Kanunî dönemlerinde her türden ilmin okutulduğu büyük çaplı üniversiteler haline gelmişlerdi. Yalnız İs¬tanbul'da büyük vakıfların himayesinde 178 medrese vardı. Bunlara ait 2300 oda, 63 dershane, 17 kütüphane kurulmuştu.(1)

Medreselerde Fıkıh'tan başka Kur'an, Hadis, Tefsir, Kelam, Ferâiz gibi temel İslamî bilimlerin yanında Nahiv, Sarf, Lûgat, Maânî, Bedi’, Beyan gibi dil bilimleri ve Hesap, Hendese, Mantık, Hikmet, Tıp, Heyet, Felsefe, Tarih ve Coğrafya gibi aklî ilimlere ait olan dersler okutulmaktaydı. Bu özellikleri XVI. yy sonlarına kadar korunmuştu.(2)

Sultan Fâtih, İslam âleminde bilimsel bir Rönesansın ilk adımlarını atmıştı. Trabzonlu Amirutzes, İmrozlu Kritovulos ve Anconalı Ciriaco gibi Yunan ve İtalyan bilginlerini sarayında toplamış, Amirutzes'e bir dünya haritası ısmarlamış, Batlamyus'un coğrafyasını Türkçe’ye çevirtmiş, sarayda Yunan ve Latin klasiklerinden bir kütüphane kurmuştu. Saray duvarlarını İtalyan sarayları gibi freskolarla bezediğini ve portresini yapması için Venedik'ten getirttiği Gentile Bellini'ye iltifatlar yağdırdığı bilinmektedir. Hıristiyan dininin ilkelerini yetkili bir kişiden öğrenmek için Patrik Gennadius'a Hıristiyanlık üstüne bir risale yazmasını emretmişti.(3)

Fatih’in yeni bir çağı müjdeleyen hareketi, esasında İstanbul’un taşı toprağı değil, bu anlayışıydı. Doğu ile Batı’nın izdivacı zamanın istidatsızlığı cihetiyle gerçekleşmedi.
A- Medreselerin Gerileme Sebepleri
a) İlimlerin Tasnifi

İslam dünyasında aklî ilimlerin gerilemesinde ve kısmî ölçüde ders programlarından çıkarılmasında bilimlerin tasnif edilmesi etkili olmuştu. Daha İmam Gazali’den (öl.1111) itibaren ilimler dinî ve dinî olmayan ilimler olarak ikiye ayrılmış, Matematik, Mantık, Kelam ve Tabiiyat'tan oluşan bilimler Felsefî bilimler grubuna dâhil edilmiştir.(4)

Bilimlerin sınıflandırması anlayışı keskinleşerek devam etmiş, dîni ilimler de âlet ilimleri ve âli ilimler olarak ikiye ayrılmıştır. Sarf, Nahiv, Lûgat, Mantık, Belâgat, v.s. birinci gruba; Kur’ân, Hadis, Fıkıh ve bunlarla ilgili diğer bilimler de ikinci gruba konulmuştur. Zaman âlet ilimlerinin lehine işleyecek, son dönemde tefsir, hadis ve kelam gibi âli ilimler de ders programlarından çıkarılacaktı.(5)

b) Aklî İlimlerin Ders Programlarından Çıkarılması

Fatih zamanında; "Kânun üzre şugl oluna!" diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar ("Şerh-i Mevâkıf", "Haşiye-i Tecrîd"), "Bu dersler felsefiyattır." denilerek Sahn-ı Seman programlarından çıkarı¬ldı. Daha sonraları ulema arasında yeni fenler hakkında garip itikatlar peyda oldu.(6)

Bu anlayış giderek güçlenmiş, l767'de Ali Paşa'nın kitaplarına el konulduğu zaman kolleksiyonda bulunan felsefe, astronomi ve tarih kitaplarının kütüphanelere konulmaması için şeyhülislâm tarafından bir fetva çıkarılmıştı.(7)

Son olarak 1869'da Şeyhülislam tarafından hazırlatılan bir rapor ile medreselerde okutulmakta olan dersler arasında Matematik ve Fen bilimlerinin yanı sıra Tefsir ve Hadis dersleri de kaldırılmıştır. (8)

c) Askerî Yenilgiler

İlimde geri kalındığı için mi askerî yenilgiler alınmıştı, yoksa askerî yenilgiler mi ilimde geri kalmayı başlatmıştı? Mustafa Nuri Paşa’ya bakılacak olursa, birinci şık öncelikliydi. Hicrî 1000 yılından sonra (M. 1592) Müslüman bilginlerin bilgileri, dinî bilgilerle ve edebî sanatlarla sınırlıydı. Vezirlerin ve devlet ileri gelenlerinin çoğu cahil kişiler olduğundan, devlet yönetimi gücünü yitirmeye başladı.(9) Ancak bu durum yanlış tefsir edilmişti. Yenilgilerin dinden uzaklaşıldığı için alındığı iddiası, medreselerin kapılarını sosyal bilimlere kapatacaktı.

Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Safevi İran’ın ölümcül silâhı Şiî'lik de (Kızılbaş hareketi) ve Avrupa devletleri karşısında alınan ilk yenilgiler, Osmanlının ilk parlak günlerine geri dönme özlemini doğurmuş, bu eğilim bir derece dünyayı anlamaktan uzak vaizler ve şeyhler tarafından yeniliklere karşı çıkma tarzında kendini göstermiştir.

Kur'an ve Sünnetin dışında olmamakla birlikte, İslâm toplumunun benimsemiş olduğu inanç ve adetleri "bid'at" sayarak reddeden anlayışı temsil eden Mehmet Birgivî’nin (1522–1573) takipçileri sayılan Kadızadeler grubu (Kadızâde, öl. 1635) uzun süre saray üzerindeki etkisini sürdürdü.(10)

Medreselerin bozulmasındaki en önemli sebep hiç şüphesiz fütuhat döneminin sona ermesiyle boşta kalan genç nüfusun istihdam edilememesidir. İşsiz kalan gençler, büyük ölçüde vakıfların yatacak yer ve yemek sağlama imkânlarından yaralanmak için medrese, imaret ve tekkelerde toplanmışlardır.

d) İhtisaslaşmanın ihmal edilmesi

Sınıflandırılmalarına rağmen, bilimlerde ihtisaslaşma kimsenin hatırına gelmemişti. “Her bir müderrisin tek başına bütün fenleri tedris etmesi nasılsa kaide ittihaz edilerek ih¬tisasa riayet edilmediğinden ilmî gelişme sağlanamadı.”(11)

e) Dil sorunu

Osmanlı Medreselerinde eğitimin sadece Arapça olarak yapılması bilimsel gelişmeyi önleyen sebeplerden biriydi. Talebeler son dönemde en azından 15 yılını âlet ilimlerinin öğrenilmesine ayırmak zorundaydı. 1876 yılında 15 müderris tarafından hazırlanan bir raporda öğrencilerin şerh ve haşiyelerle gereksiz yere uğraşarak medresede boş yere vakit geçirdikleri dile getirilmişti. (12)

f) Beşik Ulemasının Zuhuru

Medreseye en büyük darbe Şeyhü’l-İslâm Feyzullah Efendi tarafından ihdas olunan Zadegânlık (asalet, asillik) sınıfı ile vurulmuştu. Bu sınıfın icadı ile artık ilim babadan oğula geçecekti.

Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde müderrislikler, Müftüzadelere "Hariç" müderrislikleri, Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı", İstanbul kadılarının oğullarına da "yirmibeşli", "otuzlu" medreseler verilmesi âdet olmuştu. Bu uygulama şu şekilde kanunlaşmıştı:

a) Padişah hocalarının oğulları on dört ve on beş yaşına basınca ilk anda elli akçeli dâhil müderrisi
b) Şeyhülislam oğlu ise aynı yaşta elli akçeli hariç müderrisi,
c) Kazasker oğulları, ilk anda kırk akçeli medrese müderrisi,
d) Taht yani Eyalet Kadılarının oğulları ise, yirmi beşli ve otuzlu medreselere hiç sıra beklemeden küçük yaşta müderris olurlardı.(13)

g) Ders Süresinin Hızlandırılması

Koçi Bey meşhur risalesinde; “Talebeler az zamanda müderris ve kadı olunca, ilim sahası cahillerle doldu ve iyi ile kötü belirsiz oldu. Çoğu kez zulüm ve haksızlık ettiler.” demekle daha 1640’lı yıllarda bu konuya işaret etmekteydi.(14)
B- Sultan Abdülhamid Döneminde Medreseler

Sultan Abdülhamid’in saltanat yılları Batı tarzı eğitim sisteminin bütün imparatorluk sathına yayıldığı bir dönemdir. Yeniçeri ocağının kaldırılması, İstanbul paşalarına entrika çevirme yollarını kapatmıştı. Yeni bir siyaset âleti arayan paşalar, uzun süredir kendi hallerine terk edilmiş bir halde yaşayan medrese talebelerini keşfettiler. Sultan Aziz darbesini planlayan çete, medrese talebelerini sokağa dökmeyi başardı. Medrese talebeleri darbe heyecanına önemli katkılar sağladılar.(15)
Sultan Abdülhamid, idaresini sağlamlaştırdıktan sonra, imparatorluk sınırları içerisinde büyük bir okullaşma hamlesi başlatmış, ancak medreseleri gözden çıkarmıştı. Bu tavrında softaların darbecilere verdiği desteğin etkisi vardı. Medrese öğrencileri 1892 yılından sonra hiçbir sınava alınmamış, bu durum medrese öğretiminin seviyesini olabildiğince düşürmüştür.(16)

Islahat talepleri

Medreselerin ıslah edilmesi talebi ciddi bir şekilde yine Sultan Abdülhamid’e sunulan layihalarda dile getirildi. Bunların ortak noktası ders programlarının günün ihtiyacına uydurulması gelmektedir. Hürsev Beyzade Celalettin’nin Sultan’ın talebi üzerine hazırladığı layiha, medreselerin ihmal edilmesi ile dini hizmetlerin geldiği içler acısı durumu dile getirmiştir:

1.Medreselerin en önemli sıkıntısı mezunlara kadro verilmemesidir. Oysa bir kısım cahillerin ellerinde kalan dini hizmetler medrese mezunlarına verilebilir.

2.Nüvvab Mekteplerine öncelikle diploma mezunu medreseliler alınmalıdır.

3.Tabur ve alay imamlarıyla alay müftüleri gelişigüzel bir halde ve sathi bir imtihanla seçilmektedir. Bu görev nail-i ruus olan müderrislere tahsis olunursa hizmetlerinden büyük istifadeler sağlanabilir.

4.Cuma hitabeti hizmetinde bulunanların tamamı az bir kıraatten başka bir şeye muktedir olmayan acizlerden oluşmaktadır. Ellerindeki matbu hutbeleri okumaktan acizdirler. Bu görev de müderrislere verilmelidir.

5.Kürsi şeyhliği hizmetinde bulunanlar, ellerindeki Meclis nam vaaz kitabından başka bir şeye vâkıf olmayan adamlardır. Cemaat-i müslimine ve bâhusus nisvan ve sibyana karşı ağızlarına her ne gelirse söylemek yolundaki fenalığın önü alınmak için bu önemli hizmet de medrese mezunlarına verilmelidir.

6.Daru’l-Muallimin mezunu muallimler, rüştiye mekteplerinin ihtiyaçlarını bile karşılayamamaktadır. Bu yüzden tahsili yarım kalmış gençler ve bazen hiç de mektep görmeyenler muallimlik hizmetlerine tayin kılınmaktadırlar. Oysa küçük ve büyük mektep muallimlikleri için asıl layık olanlar müderrislerdir.

7.Büsbütün başıboş bırakılan mahalle imamlıkları medrese ehline verilmelidir.

8.Tekke şeyhlikleri, hakaik-i tasavvufiye şöyle dursun okumaktan, yazmaktan mahrum ümmîlerin elinde kalmıştır. Osmanlı tarihinin şahadet edeceği veçhile meşayih-i selef, kâmilen ulum-ı diniyeden ve şer’iyeden mezun ulemadan olurdu. Buna bir de ulûm-ı batına ve tasavvufiye eklenmekle kemale ererlerdi.

9.Tekke şeyhlikleri bir usule bağlanmalı ve şeyhliklere müderrisler tayin edilmelidir. Böylece hem müderrisler için gayet geniş bir tarik-ı mâişet açılmış ve hem de turûk-ı aliye ıslah edilmiş olur.

10.Taşra müftülükleri de bir nizam dairesinde olarak ashab-ı ruusa verilmelidir.(17)

Sultan bu konudaki görüşlerini değiştirmemiş, medreseler için herhangi bir iyileştirmeye yanaşmamıştır. Bu durum Avrupa modasına kapılan aydınların yanında klasik İslam âlimlerinin de Sultan’a karşı şiddetli bir muhalefet içine girmelerine sebep olmuştur.(18)
C- II. Meşrutiyet Döneminde Medreseler

İttihatçılar eğitim konusunda önceliği medreselerin ihyasına verdiler. Bu konuda önemli ölçüde bir toplumsal talep vardı. Öncelikle medreseler tek bir elden idare edilecek ve fen bilimleri programa dâhil edilecekti. Bu amacı gerçekleştirmek için 26 Şubat 1910 yılında Medâris-i İlmiye Nizâmnâmesi yayınlanmış ardından 1 Ekim 1914 yılında yayınlanan; "Islah-ı Medâris Nizâmnâmesi” ile bütün medreseler Darü'l-Hilafetü'l-Aliye Medresesi adı altında birleştirilmişti. Medreseler her birinin öğretim süresi dörder yıl olan Tâli Kısm-ı Evvel, Tâli Kısm-ı Sâni, Kısm-ı Âli olarak üç kısma ayrılmıştı.

Bu programı daha önceki programlardan ayıran en önemli özellik; Türk Dili, Tarih ve Coğrafya ile Fen bilimlerinin öğretimine daha geniş yer verilmesi ve ilk defa olarak medreseye gayr-i Müslimlerin dilleri (Almanca, İngilizce, Fransızca, Rusça) ile Beden Eğitimi derslerinin konulmasıdır.(19)

II. Meşrutiyet döneminde medreselerin ıslah edilmesi girişimlerinde ihtisaslaşma konusu üzerine ciddiyetle eğilinmiş ve bu amaçla müstakil medreseler kurulmuştur. Medresetü'l- Hattatîn, Mekteb-i Kuzât, Medresetü'l-Vâizîn bunlar arasındadır. Medresetü'l-Vâizîn, imam, hatip ve müezzin yetiştirmek amacıyla açılan Medresetü'l-Eimme-ve'l-Hüteba "Medresetü'l-İrşad" adıyla birleştirilmiş Cumhuriyet döneminde kurulan İmam-Hatip okullarının temeli atılmıştı.(20)

Medreseler, Milli Mücadele’den sonra Osmanlı medeniyetinin bütün kurumlarının tasfiye edildiği süreçte Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatıldı. (13.03.1924)
2- Bediüzzaman ve Medresesi

a) Bediüzzaman’ın Medrese Hayatı

Bediüzzaman’nın medrese hayatı, gerek medreselerin durumu, gerekse O’nun medreselerde yapmak istediği ıslahat açısından önemli işaretler içermektedir.

İlk dikkati çeken durum onun gittiği medreselerde birkaç aydan fazla kalamamasıdır. Bu durum Tarihçe-i Hayat’ında her ne kadar tahakküme boyun eğmemesine ve fıtrî kahramanlığına verilse de bu aynı zamanda medreselerde disiplin eksikliğinin de bir göstergesidir.

Fevkalade bir idrak ve hafıza gücü olduğu birçok olayla tecrübe edilmiştir. Ancak âlet ilimleri denilen sarf-nahiv kitaplarını okuduktan sonra, medrese usulünce 15 senede ancak tamamlanan sıra kitaplarını kendi usulünce okumak istemesi sıra dışı bir olaydır.

Her kitaptan bir iki ders aldıktan sonra yeni bir kitaba geçmek istemektedir. Hocası Şeyh Muhammed Celalî Efendi’nin; "Niçin böyle yapıyorsun? Bu hoşuma gitmiyor?" şeklindeki itirazına;

"Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar birer mücevherat kutusudur. Anahtarı da sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde nelerin bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani, kitapların neden bahsettiklerini anlayayım sonra tabıma uygun olana çalışırım.” cevabını verir.

Şerif Mardin’e göre; “Bu oldukça çağdaş bir algılamadır. Yirmi hanelik bir köyde dünyaya gelmiş bir köylü çocuğunun zihninde meydana gelen bu kavrayış değişimlerinin altında yatan psikolojik süreci tam anlamıyla ifade etmek imkânsızdır.” (21) şeklinde değerlendirir.

Talebenin kendi kendini yetiştirmesini esas alan bu uygulama, özel ilgilerin geliştirilmesi için önemlidir. Uzun süre bir yerde kalamaması ve talebelerle sık sık kavga etmesi onu böyle bir arayışa zorlamış olabilir.

Üstadın medrese hayatında dikkat çeken ikinci özellik, temel ders kitaplarını ezberlemiş olmasıdır. Buna büluğ çağından itibaren başladığını biliyoruz. Medreselerde özellikle gramer kitaplarının ezberlenmesi eski bir usuldür. Ancak Genç Said’in ilk planda 40, ikinci evrede 90 kitabı ezberlediği rivayeti vardır, bu seviyede bir ezber nadir bir olaydır.

Medrese sıra kitaplarının dışında, ilk olarak farklı kitapla Bitlis Valisi Ömer Paşa'nın kütüphanesinde karşılaşmış ve temel kitapları ezberleme kararını burada almıştı. “Bilhassa İslâm dinine vârid olan şüphe ve vesveseleri def etmek için yazılan "El-Metâli" ve "El Mevâkıf" gibi âli kitaplar dikkatini çekmiş ve bunlarla birlikte kırka yakın kitabı ezberlemişti.

Ezberlerini her günde üç saat meşgul olmak şartıyla üç ayda bir devrettiği kendi ifadeleri arasında yer alır. Ezber konusunda ikinci bir rivayete göre: Siirt'e tabi' Tillo kasabasında Hassa Künbeti adı verilen türbede Kâmus-ı Okyanus'u Bâb-ı Sin'e kadar ezberlemiştir. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda; “Kâmus her bir kelime kaç mânâya geldiğini yazıyor, ben de Kâmus'un aksine olarak her bir mânâya kaç kelime kullanıldığını gösteren bir kâmusu yazmak merakına düştüm, bu heves üzerine hıfz eyledim. Fakat sonra Mısır'da bir cemiyet tarafından böyle bir eser vücûda geldiğini haber aldım. Çalışmam boşa gitti!” karşılığını verir.”(22)
Ezberlediği 90 kitabın Kur’an ayetlerinin mana basamaklarına çıkmak için birer merdiven olduğunu ifade eden Üstad için bu ezber bilinçli yapılan bir çalışmadır. Ayrıca; “Kelimeler manaların kabıdır.” sözü de ona aittir. Risale-i Nur gibi bir külliyat ancak böyle bir alt yapının üzerine bina edilecektir.

Üstad uzun bir süre Van’da kaldı. Burada vali ve memurlar ile görüşmüş, sosyal problemlerle tanışmış, medrese dışındaki dünya ile yüzleşmişti. Bu görüşmeler sonucunda yalnız eski tarz ilm-i kelâmın ve medrese eğitiminin, İslâmiyet hakkında ortaya atılan şüpheleri karşılamak için yeterli olamayacağı kanaatini elde etmişti.

Yeni fen bilimleri tahsil edilmeliydi. Medrese eğitiminin ikinci dönemi Van’da başladı Tahir Paşa’nın kütüphanesinden yararlanarak Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Kimya, Biyoloji, Felsefe vesaire fenler hakkında yazılmış kitapları okudu ve bir kısmını da ezberledi.

Üstad felsefe ile muhtemelen yine Tahir Paşa’nın konağında tanıştı. Bilginin elde edilmesi problemiyle buruda yüzleştiği, iman ettiği şeylerin gerçekliğini tahkik ederek ispat etme zorunluluğu ile bu dönemde karşılaştığı söylenebilir. Bu bilgi bize risalelerde sık sık kullanılan iman-küfür muvazenelerinin mahiyetini anlamamıza yardımcı olur. Akıl ve kalbi, nefis ve şeytanı ile felsefenin açtığı şüphe meydanlarında savaşmış, bu savaşların hepsi de kalbin muzafferiyeti ile neticelenmiştir. Mesnevide bunu ifade eden bir cümle vardır. Kendi üstadları arasında saydığı İmam Gazali’nin de benzer bir süreçten geçtiği eserlerinden anlaşılmaktadır.

Üstad’ın okuma alışkanlığı ömrünün sonun kadar artarak devam etti. Yine kendi ifadelerine göre bazen bir günde iki cilt kitabı anlayarak okurdu. 20’li yaşlardan 45 yaşına kadar Doğu’dan Batı’ya elde ettiği pek çok kitabı okuduğuna eserlerinde atıf yaptığı isimler ya da konuların çeşitliliği birer şahittir.

Yeri gelmişken Üstadın yetişme tarzı ile ilgili bence -yanlış anlamalara yol açan- bir iki takdim hatasına işaret etmek gerekir.
Doğu toplumlarının genel karakteri kolaycılığı sevmeleri ve işi en kestirme yoldan velayet, ikram ve ilham ile izah edip işin içinden çıkmalarıdır. -Kimse bunları inkâr ettiğim zannına kapılmasın!- Onun akıllara hayret veren ve neredeyse 40 yaşına kadar süren bu öğrenme cehdini nazara vermeden, zevahiri kurtarmak için iki üç aylık bir öğretimden sonra vehbi ilim verildiğini söylemek bence ciddi bir hatadır. Ya da bu ilim cehdi ile birlikte neredeyse bir ömür boyu sabahlara kadar süren ciddi ibadet ve tefekkürünü görmeden eserlerini ilhama havale etmek de aynı hatanın tekrarıdır.

Bu hatalar ve kendisine yine yanlış olarak atfedilen ümmilik, sonucunda büyük bir külliyat ve dava sahibi bir imamın eserleri; “varlığın ihtişamı karşısında cezbeye kapılmış bir kalbin ilhamları” seviyesine indirilmek istenmiştir.

Oysa Üstad, zamanının bütün ilimlerini hazmetmiş, İslam medeniyetinin bin yıllık tefekkür sistemini yenilemiş, sorunlarına çözüm üretmiş ve Batı medeniyeti ile temsil etiği medeniyetin her alanında hesaplaşmasını yapmış bir büyük mütefekkirdir. Onun ümmiyim demesi güzel ve hızlı yazı kabiliyetinin bulunmamasıdır. Dönemi itibarıyla medreselerde güzel yazı dersi okutulmazdı. Her talebe kendi istidadına göre bir şekilde yazardı. Bazı işaretlerde zikredilen; “Tahsil zahmetine katlanmadan kendi kendine nurlanır.” ibaresi, onun neredeyse 40 yıl süren çok sıkı bir eğitim-öğretim metodu takip ettiği gerçeğini değiştirmez. Bu söz belki tahsil için uzun bir süre hocaların minnetini çekme zahmetinden kurtulduğunu anlatmak için sarf edilmiştir.

b) Bediüzzaman’ın Önerdiği Medresenin Özellikleri

XIX. yy geçmiş asırlara benzemeyecekti. Bu durumun bütün taraflar farkında olduğu gibi Kürdler de farkındaydı. Bir yanda cehaletin, keyfiliğin kol gezdiği, toplumsal yapının çok yönlü problemlerin kaynağı olduğu, öbür yanda bilim, terakki, medeniyet tartışmalarının yaşandığı bir devirde elbette Kürdlerin ve Kürd ülemasının istikbalini düşünmek bir insanlık borcuydu. Bunun için idareciler tembellik etmemeli uzun süredir ihmal edilen eğitim hamlesi başlatılmalıydı.

1-Fünûn-ı Cedîdeyi, Ulûm-ı Medâris ile Mezc ve Derc Etme

Bediüzzaman’ın medreseler için önerdiği en önemli husus, fen bilimlerinin dini ilimlerle yoğrulmasıydı. Öteden beri medreselerin ıslahı için teklif edilen hususların başında, medreselerde fen bilimlerinin -ya da aklî bilimlerin- de okutulması gelmekteydi. Bu doğru bir tedbir olmakla birlikte Bediüzzaman’ın teklifi daha başkaydı. Arapça ve Kur’an’ın okutulduğu yerde söz gelimi Fizik ve Kimya da okutulsun demiyordu. Zaten yeni açılan ibtidaî, rüşdî ve idâdî gibi modern mekteplerde bunlar birlikte okutuluyordu. Ve hiçbir probleme çözüm üretememişlerdi.

Bediüzzaman ileride Risale-i Nur adını verdiği külliyatta bütün yönleriyle açıklayıp bir örneğini ortaya koyduğu şekilde, “Fünûn-ı cedîdeyi, ulûm-ı medâris ile mezc ve derc” etmekten söz ediyordu.(23)

Esasında İslam âleminin en azından 10 asırlık bir problemine işaret ediyordu. Madde ile din ilişkisi, ya da daha doğru bir ifade ile Allah (cc) ile kâinat ilişkisini doğru bur bakış açısı ile çözmüş, orijinal bir varlık felsefesi ortaya koymuştu. Risale-i Nur bu bakış açısı ile yapılmış bir tefekkür örneği ya da varlık âlemini, yaratılış maksadına göre anlamlandırma denemesiydi. Öyleyse maddi âlemi, esma ve sıfatın bir tecellisi sayan -kendi tefekkür silsilesi içinde bunu ispat eden- bakış açısı ile ilimler yeniden yazılmalı ve anlatılmalıydı. Varlık âleminin umûmen tâbi’ olduğu büyük küllî nizamdan ta en küçük bir zerrenin tâbi’ olduğu en basit kurallara kadar her şey Allah’ın ilim, irade, kudret ve hikmetinin bir tefsiriydi. Öyleyse bilimde faili meçhul bir cümle kurulamazdı. Söz gelimi şöyle denilebilir miydi? “Sani-i Hakîm suya şu oranda kaldırma kuvveti vermiştir. Bunun hikmeti şudur…! Demir elementi kendi kendine demir, altın atomu rast gele altın olamaz! Allah ilim ve kudretiyle bunlarda şu menfeat ve hikmetleri gözeterek bu özellikleri vermiştir. Bize düşen daha çok çalışıp henüz gizli olan hikmetlerini açığa çıkarmaktır.” vs.

Fen bilimleri ve dinî ilimlerin mezc edilerek verilmesi durumunda kendi ifadeleri ile; “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. Bu iki şube birbirlerinden ayrılırsa birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd edecektir.” der. Bu gün yaşanılan sosyal problemler bu hükmün doğruluğu konusunda söze hacet bırakmamaktadır.

2- Bilim Adına Körlük - En Temel Mantık Hataları

Dini ilimler ile fen bilimlerinin ayrı ayrı okutulmasından kaynaklanan cehalet, temel mantık hatalarına yol açmakta, işin esasında bulunan bu hatalar hayatın türlü türlü tezahürleri içinde çok farklı yanlışlara kapı aralamaktadır.

“Maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak.
Hem de bazı fünunda meşhur olanların, başkasında da sözünü hüccet tutmak.
Hem de fünun-ı cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü, ulûm-ı diniyede dahi kabul
etmemek.
Hem de fünun-ı cedidede mehareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek.
Hem de selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak!”

3- İhtisaslaşmanın İhmal Edilmemesi

Medreselerde uzman yetiştirebilmek için, ayrıca iş bölümü ve birinden diğerine geçilen bir derecelendirmenin varlığı şarttır. Ayrıca mezunlarına görev verilmeli, Batı’daki diğer yüksek okullara denk tutulmalıdır. İmtihanları da buna uygun şekilde yapılmalıdır.
Osmanlının son döneminde medreseler resmen kapatılma yoluna gidilmemiş, ancak mezunları imtihanlara alınmamış, herhangi bir işe girmelerinin önü açılmamıştı. Bediüzzaman bu durumu yakından bildiği için medrese mezunlarına iş imkânı sağlanmasını istiyordu.

4- Medeniyete Medrese Kapısı ile Girmek

İslamiyeti, hikâyeler, ehl-i kitabın uydurmaları ve cahillerin taassubundan kurtarmak gerekir. Hakka taraftar olmakla, hakta sebat etmekle ve Allah’a güvenmekle güçlü bir itikad elde edilir. Bunlar ancak ilimle sağlanır. Taassup cehaletten, körü körüne taklitten ve muhakemesizlikten kaynaklanır.

Gerek bilim-eğitim, gerekse meşrutiyet gibi güzelliklerin Kürdler arasında neşredilmesi için medrese kapılarından istifade etmek gerektir. Zira Kürdler bu ismi severler, tanıdık bir dostun elinden insan zehir olsa içer. Kürdler yeni fenler ve meşrutiyet aleyhinde yanlış bir anlayış ve yersiz bir evham yüzünden mesafeli durmaktadırlar.

Medreseler öteden beri bölge halkının tanıdığı, ismine, manasına tanış olduğu, halkı kendisine çeken, ilim yolunda şevke ve gayrete medar olan kurumlardır. Bu yüzden bölgede açılacak okullara medrese adı verilmelidir.(24)

5- Aydın Yabancılaşmasını Önlemenin Çaresi

Bediüzzaman’ın mederese projesi ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekyenin barışmalarına aracılık edecektir. Bu üç sınıfın fikirlerindeki ayrılık, terakkinin önündeki en büyük engel olduğu gibi, bölücü-ayrılıkçı fikirlerin de kaynağını teşkil etmektedir. Asırlardır biri diğerini cahillikle, öbürü ötekini dinsizlikle suçlamış ve milleti umûmen ihya edecek bir hamle başlatılamamıştır.

Şimdilerde aydın ihaneti, ya da aydın yabancılaşması diye anlatılan konu, medeniyetimizin çöküş sürecine girdiği son iki yüzyılın en önemli sorunlarından biridir. Günümüzde bu mesele yalnızca mektep, medrese ve tekke ehlinin birbirlerine karşı soğuk davranmalarıyla sınırlı kalmamış, halk kesimi ile aydın sayılan tipler arasında ciddi bir uzaklığa, hatta düşmanlığa yol açmıştır. Meşrutiyetli yıllardan itibaren halka mesafeli duran, hatta bir üst perdeden bakan sözde aydın sınıf, halkın problemlerini çözmede hemen hemen hiçbir katkı sağlayamamıştır. Türk halkı kendi değerlerine düşmanlık eden bu sınıfı affetmemiş, çok yoğun bir çabayla kendi aydınını yine kendi imkânları ile yetiştirme hamlesini başlatmıştır.

Bediüzzaman, hayal ettiği okulu; mektep, medrese ve zaviyenin manen ittihadından doğmuş tek bir vücud olarak görmek ister.

6- Medrese Kapısını Halka Açmak

Bediüzzaman’ın medreselerle ilgili olarak dile getirdiği sorunlardan bir diğeri de dil problemidir. Kendi ifadesi ile; “lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkîyi lâzım kılmak.”

Öncelikle dikkat edilmesi gereken bu kurumların bütün âlem-i İslama hitap edecek bir eğitim kurumu olmasıdır. Elbette böyle bir kurumda İslam medeniyetinin dili olan Arapça, bu medeniyeti temsil eden en güçlü unsur olan milletin dili olan Türkçe ve nihayet bölge halkının dili olan Kürtçe bulunmalıdır.

Maalesef materyalizm ve ırkçılığın bir hülasası olan; “ulus devlet kurma hülyası” bin yıllık medeniyet mirasımızı inkâr ettirdiği gibi, sosyal problemlerimizi de içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir.

7- Bölücülüğün Çaresini Medreselerde Aramak

Üstad’a göre Şarkın merkezi hükmünde olan Bitlis, Van ve Diyarbakır’da Câmiü’l-Ezher'in kız kardeşi hükmünde "Medresetü’z-Zehra" adıyla üç medrese açılmalıydı. Bu medreselerde fen ilimleri ile din ilimleri “mezc ve derc” edilerek okutulacaktı. Bu medreseler sadece Kürdler için değil, aynı zamanda günümüzde çok konuşulan -ve daha uzun süre gündemden düşmeyecek gibi görünen- Kürd meselesinin de çözümünü içermekteydi.

Bediüzzaman; “Yakînen biliyoruz, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder.” derken gerek tarihî, gerek coğrafî, gerekse dinî açıdan vahdet ve ittihadın gerekçelerinin ilim yoluyla elde edilebileceğine ve bunun ancak bölge halkının cehaletten kurtarılması ile mümkün olabileceğine dikkat çekmekteydi.

Bediüzzaman, ayrılıkçı -bölücü fikirlerin tek çaresi olarak eğitimi görüyordu. "Kürd'ler Neye Muhtaçtır?" isimli makalesinde bu durumu şöyle izah eder: “Lisana âşinâ olmayan kürd çocukları yeni açılan mekteplerden istifade edemiyorlar Bu ise; vahşeti, keşmekeşi... dolayısıyla Garbın uğursuzluğunu- bölücü fikirlerini davet ediyor. Ayrıca halkı ilk devirlerin vahşet ve cehaletinde bırakıyor, çeşitli vehim ve şüphelere maruz bırakıyor

Bediüzzaman bilgi ve marifetin, birlik ve muhabbete sebep olacağını çok defa dile getirmiş, medrese projesinin temel sebeplerinden biri olarak göstermiştir.

Medreseler ihya edilerek, maarifin temeli atılmalı, bunun neticesinde doğacak olan ve dâhili ihtilaflardan mahvolan büyük kuvvet, harice karşı kullanılmak için hükümetin emrine verilmelidir. Böylece Kürd kavminin âdalete müstahak ve medeniyete kabiliyetli oldukları görülmüş olacaktır.(25)

Geçmiş yüzyıla bakıldığında Bediüzzaman’ın görüşlerindeki isabete hayret etmemek mümkün değildir. İslam medeniyetini tasfiye etmek isteyen komiteler, bu görüşlerin elbette farkındadır. Zira ısrarla halkın cahil bırakılması için çalışmışlar ve bu cehaletten sonuna kadar yararlanmayı başarmışlardır.

Ne var ki, bu görüşlerin doğruluğu bu gün bizleri teselli etmek için yeterli değildir. Zira zaman denilen olgu bir asır boyunca kardeşliğin aleyhine işlemiştir. Üstad ele aldığımız cümleler arasına; “Size de bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim. Dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.!” ifadesini acaba niçin koydu dersiniz?

c) Bediüzzaman’a Göre Mederseler Niçin Geri Kaldı?

Medrese âlimlerinin geri kalması onların suçu değildir. Bu konuda bir suçlu aramak da gereksizdir. Onlar güçleri yettiğince İslamiyetin kudsiyetini ve dinin emirlerini ders vermişlerdir. Şimdi bu zamanın ihtiyacına uyamıyorlar diye mazinin bütün günahını onlara yüklemek insafsızlıktır.

Avrupa’dan gelen bir fikirle medrese âlimlerini küçük görmek ve onlara aylacı bir nazarla bakmak büyük bir kusurdur. Evet, din âlimleri İslâmiyetin direkleridirler ve şu asır insanlarının tamamından daha çok hürmet, merhamet ve muhabbete layıktırlar. Evet, kim ki evinin tavanı altındaki zaif direği çekmek istiyorsa, önce onun yerine kuvvetli bir direkle evi muhafaza altına aldıktan sonra kaldırsın. Yoksa bilmeden evini harab etmiş olacaktır.

Bize onların varlığından değil, istediğimiz tarzda âlim bulunmamasından zarar gelmiştir. Bunun sebepleri ise: Ekser zekiler mektebe gitmişler, zenginler, medresenin sağlayacağı kazanca tenezzül etmemişler, mezunlarına görev verilmediği için medrese nizamı bozulmuş ve istenilen vasıfta âlim yetişmemiştir.

Mevcut kitaplardan mesele çıkarmak, araştırma yapma istidadının yerini almıştır.

Soru sorma ve münazara etme usulünün terk edilmesi talebenin şevkini öldürmüştür.

Eğlence ve hevesata ait dersler, ilimden maksud olan ilahî hakikatları ders veren yüksek ilimlerin yerine geçmiştir.

Talebenin istidadına göre seçilecek fenlerle tam iştigali gerektiren ihtisaslaşma terk edilmiştir. Oysa talebe istidadına uygun bir fenni esas tutmalı, onda derinleşmeli, onunla ilgili diğer fenleri özet olarak öğrenmelidir.

Medrese ilimlerinin gerilemesi ve esas mecrasından çıkmasını Üstad şu veciz ifade ile özetler: “Li¬bas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiye’nin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksut olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece meb¬zul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.”(26)
D) Medresetüzzehra

Bediüzzaman, Van’da Tahir Paşa’nın konağında yaşadığı fikir inkılâbından sonra medreseler konusundaki düşüncelerini hayata geçirmek için harekete geçti. Din ilimleri ile fen bilimleri mecz edilerek medreseler ihya edilmeliydi.

Düşündüğü medreseyi Van'da kendisi açmaya karar verdi. “Vali Hasan Paşa zamanında, Şark'ın ileri gelen hoca ve zeki talebelerini vilayet merkezine getirtti. Yatak ve yiyecek gibi ihtiyaçlar yerel vakıflardan karşılanacak ayrıca dört talebe için düzenli tayinat alacaktı. Dersler başladığında Hendese, Hesap, Cebir, Fizik, Tarih, Coğrafya gibi mühim dersleri, dinî derslerle birlikte bizzat kendisi vermeye başladı. Altı yedi ay kadar bu şekilde eğitime devam ettiyse de, bazı hocaların hasetleri yüzünden maalesef devam ettiremedi.(27)

Daha sonra Hilafet Merkezindeki ilmi seviyeyi görmek ve Şark medreselerinin ilmi seviyesine dikkat çekmek için İstanbul’a geldi. Doğu’da çeşitli merkezlere -kendi belirlediği programların okutulması şartıyla- yeni okulların açılması ve medreselerin ihya edilmesi için Saray’a bir dilekçe verdi. Bu günlerde İstanbul yüzyılın en çalkantılı günlerini yaşıyordu. Kendini olayların akışına kaptırmış, bu konuda önemli bir adım atamamıştı. Bizzat kendisi; “Bir yılda 100 yılın olaylarını yaşadım. İstanbul’un ceridelerine bedel Şark’ın yalçın dağlarını okuyacağım.” diyerek geri döndü.

Aşiretler arasında meşrutiyeti anlatmaya devam ederken Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine çıkmasına yakın günlerde tekrar İstanbul’a geldi. Kosova’da İslam Üniversitesi’nin temel atma törenlerine katıldı. O bu temeli Van’da atacağı günlerin hayaliyle yaşıyordu. Çok geçmedi Sırplar Kosova’yı işgal ettiler.

Bediüzzaman Kosova Üniversitesi için ayrılan tahsisatın Van’da açmayı düşündüğü Medresetü’z-Zehra’ya verilmesini istedi. Sultan Reşad bu teklifi kabul etti. Büyük bir törenle temelleri atılan medrese Cihan Harbinin çıkması üzerine tamamlanamadı.
Doğu cephesinde cihad görevini yerine getiren Üstad, bu meseleyi Milli Mücadele sırasında çağrıldığı Ankara Meclisinde tekrar anlattı. Mecliste kabul edilen tasarı, gereği yapılmak için Evkaf Nezareti’ne havale edildi. Ne var ki, Lozan’dan sonra kurulan ilk hükümet, Osmanlı Medeniyetinin bütün kurumlarını tasfiye edecekti.

Ancak Bediüzzaman, bu gayesinden ömrünün sonuna kadar vazgeçmedi. Risale-i Nur külliyatını medrese malı sayan Üstad, nur hizmetini, maddeten vücuda gelmemiş, ancak bütün Anadolu’yu içine alan büyük bir medresenin hizmeti olarak kabul etmişti.
Erzurum Üniversitesi açıldığı zaman bunun 55 yıllık gaye-i hayali olduğunu bildirmiş ve sevinçler içinde “Câmiü’l-Ezher Afrika'da bir medrese-i umumî olduğu gibi, Asya, Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm Üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini mesela: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Kur'ân'ın; “Mü’minler kardeştir.” kanunu tam inkişaf etsin, felsefe fünûnu ile ulûm-ı diniye barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakikatiyle tam olarak barışsın.” şeklinde Cumhurbaşkanına tebrik mektubu yazmıştı.(28)
Sonuç ve Öneriler

Medrese eğitimi tarihi seyri içinde değerlendirildiğinde, eğitim sistemimizin eksik ve yanlışlarını daha iyi görmek mümkün olacaktır.

Yabancı dilde eğitim, zamanla talebenin bütün gayretini dil öğrenmeye sarf ederek gerçek bilim yarışında geri kalmasına sebep olur. Bilim yarışı anadil ile kazanılmalıdır. Yabancı dil ile bilim yapmak, nadir bulunan seçkin kabiliyetlerin işidir ve onlara bırakılmalıdır.

Ezberciliğin terk edilmesi, ezberin bütünüyle göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. Kelimeler manaların kabıdır. Elde kap olmadan denizden bir damla su almak mümkün olmaz. Talebinin en azından iki üç bin kelimeyi kullanmasını sağlayacak temel metinlerin ezberletilmesi, bu gün şikâyet konusu olan anlama ve anlatım problemlerini çözecektir.

Bediüzzaman’ın teklifi, fen ve din ilimlerinin aynı okulda okutulması değil, ilimleri, eşyada cari olan Sünnetullah ya da Esmanın tecellisi sayan bir yaratılış tezi ile yoğurup yeniden yazmak ya da anlatmaktır. Mesleğinde yetişmiş akademisyenlerin bir an önce bu tez doğrultusunda ders kitapları hazırlamaları kendilerinden beklenen bir vecibedir.

Dipnotlar:
1-M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri, MEB 1986, s.436
2-Mustafa Şanal; Osmanlı Devleti'nde Medreselere Ders Programları, Öğretim Metodu, Ölçme Ve Değerlendirme, Öğretimde İhtisaslaşma Bakımından Genel Bir Bakış; Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 14 Yıl: 2003/1 (150-151)
3-Halil İNALCIK: Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) Çev. Ruşen SEZER Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları 3.Baskı İstanbul, 2003, s.187-193
4-Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 14 Yıl: 2003/1 (149-168 s.)
5-Mustafa ERGÜN, Medreselerde Okutulan Dersler Ve Ders Kitapları, A.K.Ü. Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996, s.2
6-Netayicü’l-Vukuat, aynı yer
7-Halil İNALCIK, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600) S:187-193 Çeviren: Ruşen SEZER Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları 3.Baskı İstanbul, 2003 s. 187-193
8-Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 14 Yıl: 2003/1 (149-168 s.)
9-Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l-Vukuat, c. II-IV, TTK, 1992, s 145
10-IV. Murad, bunların etkisi ile tütün ve kahveyi yasaklamış, bu bahane ile şehri zorbalardan temizlemişti. 1656'da, İstanbul’da bütün tekkeleri ve bidat saydıkları minareleri yıkıp dinî sapkınlığın kökünü kesmek için harekete geçtiklerinde Köprülü Mehmet Paşa (ö. 1661) tarafından önde gelen isimleri Kıbrıs’a sürüldü.
11-Şevketî Efendi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, Hürriyet Mat. İstanbul 1328
12-Zeki Salih Zengin, II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Islahı ve Din Eğitim (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Erciyes Üniversitesi Sos. Bil. Enstitüsü, Kayseri, 1993, s.72.
13-İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, s.40
14-Hüseyin Atay, Medreselerin Islahatı, s 7.
15-Ramazan Balcı, Beyaz Atlının Ölümü Sultan Abdülaziz, Nesil 2006.
16-Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 14 Yıl: 2003/1 (149-168 s.)
17-Müteveffa Miralay Hüsrevbeyzade Celalettin; Medreselerin Islahı Layihası, BOA. Y. PRK. AZJ 25/71
18-II. Meşrutiyet sonrası medreseleri ıslah çalışmaları sırasında mevcut medreseler hakkında düzenlenen “Ders Vekâleti ve Müderris Defteri” raporlarına göre mevcut 185 medreseden pek çoğu harap halde içine girilmeyecek derecede bulunmuştur. Bkz. M. Kütükoğlu, İslam tetkikleri Enstitüsü Dergisi, c. VII, İÜEFY, İstanbul 1978, s.24-207
19-Mustafa ERGÜN, Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları, Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996, s.2
20-M. Zeki Pakalın, c. II, 438-442
21-Mardin, Şerif, Bediüzzaman Said Nursî olayı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 114
22-Kâmûsu’l-Muhit veya Kâmus-ı Okyanus, Kamus-ı Firuzabâdî ismiyle meşhurdur. Muhammed Firuzabâdî 729'da Firuzabâd’da doğmuş 816'da Yemen'in Zebid şehrinde vefat etmiştir. Kitabı, Asım Efendi tarafından Türkçe tercüme edilmiştir. Babü’s-Sin (Sin harfi bölümü) on ikinci harf olup muhteva bakımından yarısı kadardır. Dört ciltlik kitabın "2321" sâhifesini içine almaktadır (Badıllı, Abdülkadir; Mufassal Tarihçe-i Hayat c. 1)
23-Bediüzzaman Said-i Nursi, Münazarat s. 127
24-Bediüzzaman, Münazarat, s. 66-82
25-Bediüzzaman Said-i Nursi, "Kürd'ler Neye Muhtaçtır?" Âsâr-ı Bediiyye, S. 464
26-Bediüzzaman Said-i Nursi, Muhakemat, s. 54
27-Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c I, s. 144
28-Bediüzzaman Said-i Nursi, Emirdağ Lahikası, II, s. 438
RAMAZAN BALCI
RİSALE HABER

 
Üst