İç dünyamızmı önemli, yoksa dış dünyamızmı?

GÖNÜLSIZIM

Well-known member
Aşırı derecede pahalı ve gösterişli bir giyimle sokakta çalım atarak yürüyen yoksul kadını gören Hazreti Ali (ra) Efendimiz demiş ki:
-Hanımefendi, iç dünyasını ihmal ederek sağlanan dış güzellik güzellik değildir. Asıl güzellik ailesi içinde verdiği uyumlu hizmetleriyle evinde kazandığı iç güzelliktir!
Bu sözden hareketle diyorum ki, sanki biz de bugün içimizi unutmuş, dışımızı süslemekle meşgulüz. İç boşluğumuzu gizlemek için dışımızı süsleme ihtiyacı duymaktayız. Bundan dolayı imkanımızla uygunluk arz etmeyen pahalı markaları, israflı giyim kuşamı, gösterişli hayatı hedef alıyor, borç harç içinde de olsa gösterişli bir dış güzellik görüntüsüyle kendimizi ispatlamaya çalışıyoruz. Halbuki, iç dünyasını özentiden kurtaracak ilim, irfana ulaşmış kimseler dış görünüşü bu kadar öne çıkarma gereği duymazlar, onlar salahat ve mahareti öne alırlar, ilim ve ahlak güzelliğini gaye edinirler, dış görünüşle gereğinden fazla meşgul olmazlar. Bilirler ki esas olan iç olgunluk, fikir ve ruhta derinlik, komplekslerden kurtaran inançlarıyla ayakta duruştur. Çevreyi tahrik etmeden örnek oluştur. İsterseniz kimliğimizle ilgili bu mühim konuyu İrşad Ekseni'nden alacağımız örnekler üzerinde düşünelim. Bakalım gerçek kimliğini kazanmış kimselerde ne türlü bir dış görünüş sadeliği ve iç oluş derinliği göze çarpmaktadır?
Esas olan, aşırı bir dış görünüş müdür, yoksa ilim, irfan yüklü mütevazı bir iç oluş mudur? Kazandığı sağlam inançlarıyla komplekslerden arınmış şekilde kendi değerleriyle ayakta duruş mudur? İrşad Ekseni'nin muhterem müellifini dinliyoruz bu konuda. Kimliğini kazanmış kimseleri nasıl tarif ediyor bir görelim. Diyor ki:
- Samimi ve halis bir mü'minin en çarpıcı vasfı, onun tevazuu ve alçak gönüllülüğüdür. Çevreye güzel örnek oluşudur. Tahrike sebep olacak israflı görüntülerden uzak duruşudur. Onun hayatı gayet sadedir. Gönlü gözü hep sadelikle doludur. Evi barkı ve muhiti yine bu manzara ile çevrilidir. Bu güzel vasfı o, Kur'an'dan ve Resulullah'ın (sas) eşsiz hayatından almıştır. Zira; Efendiler Efendisi (sas) hep böyle davranmış ve hep böyle sade ve kendinden emin şekilde yaşamıştır. O, Mekke'de ilk tebliğe başladığı gün nasıl tevazu içindedir; Medine'de hazırladığı ordu ile, sekiz sene evvel çıkarıldığı Mekke'ye fatih bir kumandan olarak girdiği gün de yine aynı tevazu içindedir. Mekke'ye girerken bindiği hayvanın yelesine değen başı, O'nun mahviyette, gün geçtikçe daha da derinleştiğinin en güzel örneğidir. Susamıştır, bir bardak su ister. Zemzem kuyusunun etrafında herkesin kullanması için bardaklar vardır. Orada herkes bu bardakları kullanmaktadır. Sahabi, en yakın evlerden birine koşmaya ve yeni bir su kabı getirmeye çalışır. Hemen Allah Resûlü (sas) onu durdurur ve herkesin kullandığı bardaktan su içmek istediğini söyler.
Evet, O, hiçbir zaman ayrıcalıklı olmak istememiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben de insanlardan bir insanım. Herkesin içtiği kaptan içmeliyim." Zaten O, hayatını hurma lifinden bir hasır üzerinde geçirmişti. Ukba'ya hicretini de yine o hasır üzerinde yaptı. Üzerinde yattığı hasırı kaldırdılar ve O'nu o hasırın altına gömdüler. Ve bizler için cennetten daha mukaddes, O'nun ravzası işte bu hasırın mekan tuttuğu yerden ibarettir. O'nun hayatında hiç zikzak yoktu; işte tebliğ yolu da bence böyle olmalıdır. Hz. Ömer (ra) halife olduğunda genişliği bugünkü Türkiye'nin altı-yedi katı bir ülkeyi idare ediyordu. Buna rağmen o da, İslâm'a girdikten sonra başlattığı hayat ritmini asla değiştirmemişti; değiştirmemişti ve halife olduğunda Medine'nin en fakiri olduğu gibi, vefat ederken de yine en fakiriydi. Üzerindeki elbisede otuzdan fazla yama vardı. Onu arayanlar ekseriyetle "Baki-i Garkat"ta başını bir mezar taşına yaslamış, öyle düşünüyor bulurlardı. Krallara taç giydiren ve kralları tacından eden koca halifenin hiç değişmeyen hayat tarzı işte buydu! Ve bu onun en tesirli tarafıydı. Buna, hâl dilinin gücü ve tesiri de diyebiliriz.
Evet, onlar işte böyleydiler. Ya biz neyleyiz acaba? Nasıl bir kimlik sergiliyoruz dış görünüş ve iç oluşumuzla? İçimizle dışımız uyumlu mu? Yoksa içimizi ihmal ediyor, hep dışımızı süslemekle mi kendimizi ispatlamaya çalışıyoruz? Ne dersiniz, düşünmeye değer mi?
Ahmet ŞAHİN
 
Üst