delail-i haşir işarat-ül i'caz

mihrimah

Well-known member
delail-i haşir işarat-ül i'caz


وَ بِاْلآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ : Bu âyet, haşir mes'elesine işarettir. Haşrin isbatı hakkında feyz-i Kur'andan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilâtıyla zikrettiğim on bürhanın hülâsasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:



sh: » (İ: 53)

Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok. Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev'in nizamına bir şahid-i âdildir. Ve keza yevm ve sene vesaire gibi her nev'de, nev'î bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki isti'dad, kıyamete bir remizdir. Ve keza beşerin gayr-ı mütenahî meyil ve emelleri, kıyameti ister. Ve keza Sâni'-i Hakîm'in rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir. Ve keza sıdk ve emanetle maruf Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sarahaten ilân ediyor. Ve keza Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا * وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat'iyetle isbat ediyor. İşte tam ona baliğ olan şahidler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o Cennet'in kapılarını açarlar.

Birinci Bürhan: Evet, kâinat saadet-i ebediyeyi intac etmese, akılları hayrette bırakan, kâinatta görünen en bâriz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zaîf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alâkalar, rabıtalar ve nisbetler hep heba olur. Öyle ise o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intac etmekle olur. Yani o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak âlem-i âhirette sünbüllenecektir. Yoksa bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nisbetler darmadağınık olur, nizam da berheva olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berheva edilmeyeceğini ilân ediyor.

İkinci Bürhan: Herbir nevi'de, herbir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tâmme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faideleri inkâr etmemiz lâzımgelir. Çünkü o faidelerin, o hikmetlerin, o maslahatların herbirisi zıddına inkılâb ederler. Bu hal ise, safsatadır.

Üçüncü Bürhan: İkinci bürhanı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi Sâni-i Hakîm her şeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin bulunmadığına delâlet eder. Bu ise ciddiyete delâlet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tahavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh olduğunu şu سُبْحَانَكَ مَا خَلَقْتَ هذَا بَاطِلاً kelâmıyla



sh: » (İ: 54)

i'lam ve talim eden Zât-ı Zülcelal sözüne nasıl muhalefet eder?

Dördüncü Bürhan: Üçüncü Bürhanı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et. Evet "Fenn-i Menafi-ül A'za"nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben ikiyüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmidört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Âlem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur. Çünkü saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatlar, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere mâlik olmakla, hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birdenbire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder? Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, a'zasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-ı sabite ve devam ile yaşayışını îma eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismanî yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilâlden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta olur. Ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.

Beşinci Bürhan: Evet her nevi' mahlûkatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrar ile vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal: Evet haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilân ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve i'lam ediyor. İşte birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.

Kezalik Sâni-i Hakîm'in kâinat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar; günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar.



sh: » (İ: 55)

Binaenaleyh her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.

Sual: Kâinatta görünen şu nev'î kıyametlerde eşya aynıyla iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam aynıyla iade edilir?

Elcevab: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nev'i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvî, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimî kılmıştır. Başka nevi'lerin ferdleri ise, böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz'î, kıymetleri şahsî, nazarları mahdud, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri ânîdir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nev'i hükmündedir. Binaenaleyh, o nev'lerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasılsa, efrad-ı insaniye de öyledir.

Altıncı Bürhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş'et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var. İşte bunların herbirisi haşr-i cismanînin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.

Yedinci Bürhan: Evet, Rahman ve Rahîm olan Sâni-i Hakîm'in rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zîra rahmet, ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve ni'met, ancak o saadet ile ni'met olur. Evet bütün ni'metleri nıkmetlere çeviren ebedî ayrılmaktan doğan ve umumî matemlerden yükselen o belalardan, kâinatı bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünki bütün ni'metlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükâbere ile inkâr lâzımgelir.

Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir ni'met iken,



sh: » (İ: 56)

en azîm bir musibete, bir belâya inkılâb eder. Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? (Vallahi hayır!..) لاَ وَاللّهِ Ancak o rahmetin şe'nindendir ki, firak-ı ebedîyi hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.

Sekizinci Bürhan: Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem olan Hazret-i Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, parmağıyla kameri şakkettiği gibi, lisanıyla de saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i katıadır.

Dokuzuncu Bürhan: Onüç asırdan beri yedi vecihle i'cazı tasdik edilen Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kâfi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

Onuncu Bürhan: Bu bürhan, binlerce bürhanları müctemi'dir. Bu bürhanları, çok âyetler tazammun etmişlerdir. Evet Kur'an-ı Kerim, çok âyetlerinden haşre nâzır pencereler açmıştır. Ezcümle: وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا âyetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir kıyas-ı temsilîye işaret etmiştir. Kezalik وَ مَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ Âyet-i Kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adlîye işaret etmiştir.

Birinci âyetle işaret edilen kıyas-ı temsilî: Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kasd, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör. Sonra insanın bekasına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün a'zanın erzak mahzeni hükmünde olan, Cenab-ı Hakk'ın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latifeden alınan ecza ile yapılır. Sonra o madde-i lâtifenin ahvaline bak. Nasıl a'zanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanun ile taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizam ile muntazaman dağıtılır. Yine şâyân-ı dikkattir ki; o madde-i lâtife, dört matbahda pişirildikten sonra ve dört



sh: » (İ: 57)

inkılâbdan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir. Hem yine şâyân-ı dikkattir ki; o madde-i lâtife, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. O yemekler, âlem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile, mahsus bir nizam ile cem' ve tahsil edilirler.

İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet meselâ Habib'in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acip tavırlarda, inkılâblarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki; o zerre, toprakta iken Habib'in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i'zam kılınmıştır (yükseltilmiştir.)

Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmiş ise, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmiş ise, muntazam bir hareket ile sevkedilmiştir.

Hülâsa: Neş'e-i ûlâya dikkat edenin, neş'e-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emrettiği gibi: "Neş'e-i ûlâyı gören adam, neş'e-i uhrayı inkâr edebilir mi?" Çünkü: İkinci teşekkül, yani ikinci yapılış; birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

Meselâ: Bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden, yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba'd-et teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silâha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.

Kezalik birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölüm ile dağıldıktan sonra, haşirde Hâlık'ın izniyle, İsrafil'in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insanîyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahaza kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.

Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu



sh: » (İ: 58)

ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi "Acb-üz zeneb" tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.

İkinci âyetle işaret edilen delil-i adlî ise: Evet görüyoruz ki; alelekser gaddar, fâcir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki; masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pâk ve münezzehtirler. Öyle ise, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki; biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

وَ بِاْلآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ : Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm ve nizam:

1- Bu cümlenin mâkabliyle bağlanmasını ifade eden (و) bu rükn-ü imaniyenin burada sarahaten zikredilmesi için âmm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atf yapılmıştır.

2- Takdimiyle hasrı ifade eden بِاْلآخِرَةِ kelimesi, bazı ehl-i kitab'ın iman ettikleri âhiret hakikî bir âhiret olmadığına ta'rizdir. Çünki onların لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلاَّ اَيَّامًا مَعْدُودَةً âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi: "Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır." gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefy ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.

3- Malûm ve mâhud olan şeye işaret için vaz'edilen (ال) edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden mâhud âhirete işarettir. Veyahut mezkûr delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve âhiret ile anılan hakikata işarettir.

4- Mukadder bulunan neş'enin sıfatına âhiret tâbiri, zihinleri neş'e-i



sh: » (İ: 59)

ûlâya çevirip, ondan neş'e-i uhraya bil'intikal imkân yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.

5- Yakîn ile beraber tasdiki birlikte ifade eden يُؤْمِنُونَ kelimesine bedel يُوقِنُونَ tabiri, haşir mes'elesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma' olduğu için, tasdikten fazla îkan ve yakîn daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri îman, yakînden hâlî olduğundan, onların îmanı, îman olmadığına işarettir.

َاُولئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ: Bu cümledeki nüktelere işaret eden me'hazlar şunlardır:

1- Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı. 2- اُولئِكَile işaret-i hissiye. 3- اُولئِكَ deki uzaklık. 4- عَلَى daki ulviyet. 5- هُدًى deki tenkir. 6- مِنْ 7- رَبِّهِمْ deki terbiyeden ibaret yedi me'hazdir.

Birincisi: Bu cümleyi mâkabliyle bağlayan münasebetlerdir.

Birinci münasebet: Bu cümle mâkablinden neş'et eden üç suale cevabdır.

Birincisi: Hidayetten neş'et eden o güzel vasıfları lâbis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen sâile cevabdır.

İkincisi: "O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?" diye sual eden sâmie cevabdır. Yani illet sebeb, اُولئِكَ ile işaret edilen vasıflardır.

S- Sâbıkan mezkûr vasıfların tafsilen zikirleri, اُولئِكَ kelimesindeki icmalden daha vâzıh bir surette sebebi gösteriyor?

C- İcmal, bazan tafsilden daha vâzıh olur. Bilhassa matlub birkaç şeyden mürekkeb olduğu zaman, sâmiin gabaveti veya nisyanı dolayısıyla



sh: » (İ: 60)

o mürekkebin eczasını mezcetmekle sebebi çıkarmak müşkül olur.

Üçüncüsü: "Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?" diye sual eden sâile cevabdır. Yani hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalâlet, ruhun cehennemidir. Öyle de وَ بِاْلآخِرَةِ âhiretin felâh ve saadetini intac eder.

İkinci me'haz: اُولئِكَ ile yapılan işaret-i hissiye. Bir şeyin müteaddid sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsus olmasına sebeb olduğuna işarettir. Maahâza sâbıkan zikirlerinden bir ma'hudiyet çıkar. Bu mâhudiyet-i zikriye, ma'hudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Haricî olan mâhudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev'-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.

Üçüncü me'haz: Uzaklığı ifade eden اُولئِكَ : Onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-i mertebelerine mecazî bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahâza zamanî ve mekânî olan bu'd-u hakikî kasdedilirse, belâgata daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar asr-ı saadet gibi bu âyeti zikrediyorlar. Öyle ise, اُولئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bu'd, hakikî olur, mecazî değildir. Binaenaleyh onların hakikaten zaman ve mekânca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-i mertebelerine işarettir.

Dördüncü me'haz: Ulviyeti ifade eden عَلَى kelimesidir.

Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki; onları âyine gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Meselâ: Bir parça cam, büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki; bir kelime, uzun ve hayalî bir macerayı sana



sh: » (İ: 61)

gösterir. Bir kelime, pek acib bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelâm, zihnini alır, misalî âlem-i misallere kadar götürür, gezdirir. Meselâ: بَارَزَ kelimesi, muharebe meydanını; ثَمَرَةٌ kelimesi, büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen buradaki عَلَى kelimesi, temsilî bir üslûba pencere açar, gösterir kasdıyla zikredilmiştir. Şöyle ki:

Sanki hidayet-i İlahî, bir burak olup mü'minlere gönderilmiştir. Mü'minler tarîk-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalâta yürürler.

Beşinci me'haz: هُدًى deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse; o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden هُدًى evvelki هُدًى in aynı değildir. Ancak evvelki هُدًى masdardır. İkincisi, hasıl-ı bil'masdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sâbit bir sıfattır.

Altıncı me'haz: Hidayetin Allah'tan olduğunu ifade eden مِنْ kelimesinden burada bir cebr hissedilmekte ise de, hakikatte cebir değildir. Çünkü onların cüz'-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bil'masdar olan hidayete yürümeleri üzerine, Cenab-ı Hak o sıfat-ı sâbite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dâhilindedir. Fakat sıfat-ı sâbite olan hidayet, Allah'tandır.

Yedinci me'haz: Terbiyeyi ifade eden رَبِّ kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızk ile terbiyeleri Rububiyetin şe'ninden olduğu gibi, hidayetle de tagaddileri Rububiyetin şe'ninden olduğuna işarettir.

وَ اُولئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ : Bu cümledeki nüktelerin me'hazleri:



sh: » (İ: 62)

1- (و) ile atf. 2- اُولئِكَ nin tekrarı. 3- Zamir-ül fasl olan هُمْ4- اَلْ edatı. 5- Felah yollarının adem-i zikriyle مُفْلِحُونَ nin âmm ve mutlak bırakılması gibi "Beş Me'haz"dan ibarettir.

Birincisi: (و) ile yapılan atf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci اُولئِكَ saadet-i âcile (عَاجِلَهْ) olan hidayet semeresine işarettir. İkinci اُولئِكَ hidayetin semere-i âcilesine (آجله) işarettir.

Evet herbir اُولئِكَ mâkabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkân-ı İslâmiye me'haz tutulmakla, birinci اُولئِكَ yi birinci اَلَّذِينَ ye rabtı ve ikisinin de ümmî mü'minlere tahsisi; ve keza erkân-ı imaniye ile yakîn me'haz tutulmakla ikinci اُولئِكَ yi ikinci اَلَّذِينَ ye rabtı ve ikisinin de ehl-i kitab mü'minlere ircaı daha evlâdır.

İkincisi: اُولئِكَ nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medih ve senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebebler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولئِكَ ye işareti daha evlâdır.

Üçüncüsü: Zamîr-ül-fasl olan( هُمْ ), ehl-i kitabdan olup Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a iman etmeyenlere bir ta'riz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı te'kid etmek ile beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki:



sh: » (İ: 63)

Mübteda ile haber arasında bulunan( هُمْ) zamiri, mübtedayı çok haberlere mübteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdud ve muayyen olmadığını hayale arzetmekle; hayali, münasib haberleri taharri etmeye teşvik eder. Nasılki Zeyd'i ele almakla "Zeyd âlimdir, Zeyd fâzıldır, Zeyd güzeldir." gibi Zeyd'in sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik اُولئِكَ den sonra gelen (هُمْ) zamiri hayali harekete getirmekle "Onlar ateşten kurtulurlar." "Onlar Cennet'e girerler." "Onlar rü'yete mazhar olurlar..." ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.

Dördüncüsü: اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki(اَلْ ), hakikatı tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: "Eğer müflihlerin hakikatını görmek istersen, اُولئِكَ nin âyinesine bak, sana temessül edecektir." Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: "Ehl-i felâh olanları tanımak istersen, اُولئِكَ ye bak. İçindedirler." Veya hükmün zâhir ve bedihî olduğuna işarettir.

Beşincisi: Felâh ve necat yollarını tâyin etmeyen اَلْمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak, ta'mim içindir. Şöyle ki:

Kur'ana muhatab olan, matlubları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki; bir kısmı, ateşten necat istiyorlar; bir kısmı, Cennet'e girmek istiyorlar; bir kısmı, rü'yete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kur'an-ı Kerim اَلْمُفْلِحُونَ kelimesini âmm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.
 
Üst