SİHRİN MAHİYETİ (Kökü ve Esası):

mihrimah

Well-known member
Sebebinin gizli oluşu, görünüşte cazip ve çekici olması, hile ve kötü maksat sihrin iç yüzünü ve esasını meydana getirir.


Sihir aslında bir harika değildir. Yani düzenli sebeplerin aksine olarak doğrudan doğruya Allah’ın iradesiyle meydana gelen olaylardan değildir. Onun mutlaka özel veya genel bir sebebi vardır. Ama bu sebep herkes tarafından bilinemediği ve anlaşılamadığı için harika bir şeymiş zannedilir. Bundan dolayıdır ki sebebi herkesçe bilinmeyen bir hakikat te insanları aldatmak için kullanıldığı zaman sihir olur. Yaratılışta sebebi ilmen açıklanamayan düzenli veya düzensiz bir takım garip olaylar meydana getirmek mutlak manada bir sihir olmaz. Fakat bunlardan insanları aldatmak için faydalanmaya çalışmak ve bu şekilde kalplere te’sir ederek aldatmak istenildiği zaman bunlar sihir mahiyetini kazanır. Bunun için imansızlık ve ahlâksızlık sihrin kökü ve kaynağıdır. Sihirbazlar kötüye kullanmak suretiyle ilimlerden, sanatlardan, edebiyattan felsefeden faydalanmayı bilirler. Bu şekilde gerçeği gizlemek için yazılmış nice felsefeler, romanlar, tarih kılıklı yalanlar vardır. Sihirbazlar o kadar şarlatan, o kadar utanmaz insanlardır ki, sihir ve tılsıma dair kendi yazdıkları kitapları bile, müslümanlar arasında yaymak ve sürümünü sağlamak için, yüksek islâm âlimlerine mal etmekten asla çekinmezler. Meselâ, (Es-Sırrül-Mektûm Fî Muhatabat’ın-nücûm) adı ile yazdıkları tılsım kitabını İmam Fahru’d-din-i Razi’ye isnad etmişlerdir. Halbuki bu kitap Razi’nin eseri değildir, olması da mümkün değildir. Zira bu kitap bu yüksek âlimin meslek ve meşrebine, ilmi ehliyyetine, sağlam ve sarsılmaz İslâmî inanç ve kanaatlerine, tefsirinde ve diğer eserlerindeki beyanlarına tamamen zıttır. Bu açık bir iftira, ağır bir bühtandır.


Batılıların sihir hakkındaki görüşleri:


Burada batılıların sihir hakkındaki düşüncelerine temas etmekte fayda mülâhaza ediyoruz. Hak Dini Kur’an Dili’nde Laros’tan naklen diyor ki:


(Mage): Midyalılar’da ve şark kavimlerinde ruhban sınıfı üyesi, Yunanlılar’da ve Romalılar’da yıldızcı, efsuncu, sihirbaz.


(Magiciene): Sihir sanatı yapan sihirbaz. Mecazî manada: insanı hayret içinde bırakan, anlaşılmaz şeyler yapan şahıs. Bu manada “artistler büyük sihirbazdırlar.”denilir.


(Magie): “sihir” acayip bir takım hareketler vasıtası ile tabiat kanunlarının aksine bazı eserler meydana getirme iddiasında bulunan bir sanattır. Magie eski Mısır’lılarda çok geçerli bir şeydi.


Magie Noire: (Kara büyü) Şeytanları celp için yapılan sihir cinsi idi.


Magie Blanche (Beyaz sihir): Görünüşte fevka’l-âde, hakikatte ise tabiî sebeplere bağlı olarak bazı eserler meydana getirme san’atıdır.


Mecazî olarak: Hayrette bırakan eser, aldatan ve saptıran kuvvet manalarına gelir. Nitekim “sihirli üslûp” denilir.


Zerdüşt dininin reisleri özellikle yıldızlar, yıldızlara ait bilgiler, tabiat üstü kuvvetlere dayandırılan tılsımlar gibi fenlerle yetiştirilirdi ki (magie) kelimesinde hâlâ onların hatıraları saklıdır. Yüksek kuvvetleri idaresinin altına almak, onları celbederek yardımları ile bir takım olağanüstü şeyler meydana getirmek, şirinlik yapmak, cezp ve teshir etmek, çabuk şifa vermek gibi... İlh. acaip ve hariku’l-âde eserler isnad olunan bu iddialı san’at daha ilk zamanlarda yunanlıların arasına sokulmuştu. Fakat bu sanat batıl inançla hilekârlığın mahsulü olarak her devirde ve cahil halk tabakalarının hepsinde bulunur.


Ortaçağda sihir ile suçlanarak lekelenen her fert şiddetle yakılırdı. Bugün sihirbazlık cadılık (sorcellerie), medeniyetin terakkîsi (ilerlemesi) önünde hemen hemen tamamiyle kayıp olmuş gibidir.


Sihirbazlık orta çağda bir cinayet gibi kabul edilirdi.


Sorsiye (Cadı): Halkın, sihir yolu ile fenalık yapmak için şeytanla bir araya geldiklerini iddia ettikleri şahıstır. Bu iddia iptidaî kavimlerde tamamen kaybolmamıştır. Çok merhametli olan şahsa da mecazî manada cadı denilir. İhtiyar fena kadına da (koca cadı karı) denilir... İlh.”


(Magic) sözü (Magus) kelimesinden alınmış diye gösterildiğine göre bu bizim (mecus)dediğimiz kelime oluyor.


Şu halde batılıların sihir manasına kullandıkları (magie) kelimesinin asıl lügat manasının mecusilik yani mecusluk san’atı demek olduğu anlaşılır. Sonra sihrin görünüşte fevka’l-âde, hakikatte ise tabiî şeylere dayanan ve (Beyaz Sihir) denilen br cinsinden bahsediliyor. Bundan da sihrin bazı hakikatler karıştırılarak yapılan ve fakat o hakikat gösterilmediği için harika zannedilen bir kısmı bulunduğu da söylenmiş oluyor.


Gerçekten sihirbazlar böyle cismanî ve ruhanî bir takım tabiî sebepleri kullanarak görünüşte tabiat üstü ve harika olarak görünen bir takım garip şeyler gösterir. Ve böylelikle peygamberlerin mucizelerine ve evliyanın kerametlerine rekabet etmek te isterler. Ve bundan dolayıdır ki sihir, öğrenip ve öğretilmesi mümkün bir rehber ve san’at türünden olarak kabul edilir. Halbuki tabiat üstü olan mucize ve keramet çalışma ile değil, doğrudan doğruya Allah’ın lütf ü ihsanı olarak meydana gelir.


Bununla beraber şu da inkâr olunamaz ki, sebepler ve tabiî hadiseler denilen şeylerin içinde kanunları açıklanabilen ve fennî olarak sanat halinde düzenli şeklide tatbiki mümkün olduğundan dolayı âdî ve tabiî sayılanlar bulunduğu gibi, kanunları açıklanamayan ve ampirik olarak yani nazariyelere ve aklî muhakemelere değil de hayatta ve tabiatta deney ve gözlemlerin verdiği sonuçlara dayanarak tatbik edilebilen ve sebebi bilinmeyen böyle az veya çok tesadüf edilen nice hadiseler ve garip şeyler bulunduğu da günden güne gelişen keşifler ve müşahedelerle görülüp durmaktadır.


Bu noktalara iyice dikkat edildiği zaman şu da anlaşılır ki medeniyetin gelişmesi karşısında sihrin kaybolduğunu sanmak doğru değildir. Aksine fenlerin ve medeniyet vasıtalarının ilerlemesi karşısında sihrin şekil değiştirerek çeşitli isim ve suretlerle daha çok gelişmekte ve genişlemekte olduğunu kabul etmek gerekir.


Sihirbazların yüksek ve mukaddes ruhları çağırıp getirmek iddialarının yalan olduğunda şüphe yoksa da habîs ve kötü ruhları kendilerine çekip hakim olabildikleri ve böylece yüksek ve mukaddes ruhları da rahatsız ettikleri muhakkaktır. Bundan dolayı sihir en şenî’ küfürler ve şeytanlıklarla içiçedir. İnsanlık her zaman bunların şerrinden Allah’a sığınmak ihtiyacındadır.


SİHRİN ÇEŞİTLERİ:


Sihrin mahiyetini açıklarken sihirbazların kötüye kullanmak suretiyle, çeşitli ilimlerden, san’atlardan, ebediyat ve felsefeden faydalandıklarını kaydetmiştik. İşte bundan dolayı sihrin çeşitlerini tesbit ve tayin etmek kolay değildir. Büyük müfessir imam Fahrüddin-i Râzî (543-606 H.) (1148-1210 M.) Mefatîhü’l-gayb adını verdiği meşhur Tefsir-i Kebirinde bunları 8 bölümde incelemiştir. (39)


1- GİLDANÎ SİHRİ: Sihrin tarihçesini anlatırken temas ettiğimiz gibi Semavî ve arzî kuvvetleri karıştırmak suretiyle meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. İbrahim Aleyhisselâm bunların sihirlerini kaldırmak ve hükümsüz bırakmak için gönderilmişti. Bunlar üç gruptu.


a) Göklerin ve yıldızların ezeli olduğuna (varlıklarının başlangıcı olmadığına), kendiliklerinden var olup, var olmak için başkalarına muhtaç olmadığına inananlar, Kur’an-ı Kerîm’de bunlara (sâbie) adı verilmiştir. Bunlar âlemin ezelî olduğuna inanan bir çeşit tabiatçılar demekir. Bunların astronomide ve tabîata ait bilgilerde oldukça ileri bulundukları ve sanata ait bazı şeyler ortaya koydukları anlaşılmaktadır.


b) Göklerin birer tanrı olduğu inancına saplananlar, bu tanrılar adına heykeller yapmışlar ve tapınmışlardır.


c) Göklerin ve yıldızların üstünde dilediğini yapabilen bir yaratıcıya inanmışlar, ancak bu yaratıcının bu âlemde yıldızlara yüksek ve tesirli bir kuvvet vererek âlemin idaresini onlara bırakmış olduğunu söyleyenlerdir ki bunların inancı tabiatperestlerin düşüncelerine benzemektedir.


2- Evham Erbabının Sihirleri: Bunlar öyle zannederlerdi ki: İnsan ruhunun terbiye edilmesi ve temizlenmesi ile kuvveti ve tesiri öyle artar; gizli ve kapalı şeyleri görebilecek şekilde idraki öyle yükselir ve iradesi o kadar kuvvet kazanır ki kendi dışındakiler üzerinde tesir yapabilecek duruma gelir. Artık bu dereceye gelince eşya, hayvanlar ve insanlar üzerinde kendi bedeni gibi tasarruf yapabilir, kullanabilir, yönlendirebilir. O kadar ki şekillerini bile değiştirecek hâle gelir.


Esasen bedenî terbiye gibi ruh terbiyesinin de bir çok faydalarının bulunduğu inkâr edilemez. Ancak yüksek derecelere ulaşmak bir lütf-ü İlâhîdir. Bunların bir sanat gibi sadece çalışmakla elde edilebileceğini iddia etmek batıl ve delilsiz bir iddia ve düşünceden başka bir şey değildir.


Bazı kimseler belli ölçüler içinde yapılan perhizlerle, bazı zikir ve dualarla ve dünyadan el etek çekme gibi bir takım yollarla bu neticeye ulaşmak isterler. Manyatizma , hipnotizma fakirizm v.s. hep bu çeşit şeylerdendir. Ve sihrin en tehlikeli ve en aldatıcı şeklidir.


3- AZİMETLER (üfürükçülük), cinlerden yardım dileme yolu ile yapılan sihir: İslâm fırkalarından (sapık bir fırka olan) Mutezile’den bazıları ile, son asır filozoflarından bir bölümü cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve çabuk inkâr edebilen tiplerdir. Sanki kâinatta rûhanî ve cismanî gizli kuvvet kalmamış, hepsi keşfedilmiş gibi “cinlerin aslı ve esası yoktur.” diye inkârı bastırmak ilmî bir hareket olamaz. Çünkü inkâr bir ilim yolu değildir. Bazılarına “Bilmediğimiz gizli, kapalı pek çok tabiî kuvvetler vardır.” deseniz, bunu kabul eder de ayni manaya gelen “Cinler vardır.” deseniz hemen inkâra kalkışır. Halbuki büyük filozoflar cinleri inkâr etmemişler, bunlara (ervah-ı arziye=yeryüzü ruhları) adını vermişlerdir. Fakat düzenli sebep ve vasıtalarla insanların bunlarla münasebet ve bağlantı kurup kuramıyacakları ilmî bir şekilde incelenirse buna henüz hüküm vermek mümkün değildir. Fakat bu tarzda yapılabilecek sihirleri inkâr değil, inanmak gerekir. Bugünün ispirtizmacılarını bu nevi cincilerden sayabiliriz.


4- HAYALE DAYANAN VE EL ÇABUKLUĞU DENİLEN SİHİRLER: Bunlara sihirden çok hokkabazlık adı verilir. Bunun esası duyulardaki yanılma ve karıştırmadır. (tağlît-ı his). Bu vapurda giderken sahili hareket ediyormuş gibi görmeğe benzer. Dilimizde buna gözbağcılık adı verilmektedir. Gözbağcılığının daha gizli ve ruhî tesirlerle ilgisinin bulunması da mümkündür.


5- SANAT HİLELERİ İLE YAPILAN, ALETLERDEN FAYDALANILARAK BİR TAKIM ŞAŞIRTICI ŞEYLER GÖSTERMEK ŞEKLİNDE ORTAYA KONAN SİHİRLER: Firavn’ın sihirbazları da bu yol ile sihir yapıyorlardı. Rivayete göre bunların ipleri ve değnekleri cıva ile imal edilmişti. Altlarından ısı verilince veya güneş enerjisi ile ısınmaya başlayınca ipler ve değnekler harekete geçip kaymaya başlıyordu. Zamanımızda fenlerin ilerlemesi ile bu tip şeylere pek çok misal vermek mümkündür. Sinemalar buna bir örnek olarak gösterilebilir. Burada gösterilen hayali şeylerin halk üzerinde ne kadar te’sir yaptığı herkesçe bilinmektedir.


6- CİSİMLERİN VE İLÂÇLARIN TIBBÎ VE KİMYEVÎ ÖZELLİKLERİNDEN FAYDALANILARAK YAPILAN SİHİRLER: Yiyecek veya içeceklerin içine bazı maddeler konularak yapılır. Bunu yiyen veya içen insan sarhoş olur, aklî müvazenesi bozulur.


7- KALBİ BAĞLAMAK ŞEKLİNDE YAPILAN SİHİRLER: Bunda sihirbaz şarlatanlık yaparak kendisini öyle medh ü sena ederek satar ki muhatabının kalbini kazanır. Korku ve ümit rayları üzerinde onu öyle çeker ve hislerine öyle te’sir eder ki artık ne isterse yapabilir. Hiçbir reaksiyonla karşılaşmaz. İsm-i a’zamı bilirim, cinlere söz geçiririm, kömürü demir; demiri kömür yapabilecek durumdayım der yerine göre hünerden, sanattan, ticaretten, menfaatten, güç ve kuvvetten, kerametten bahseder, aldatır.


İnsan gönlünü kendine bağlamanın işleri yürütmekte, sırları gizlemekte o kadar derin te’siri vardır ki en âdisinden en ustaca yapılanına kadar her çeşit dolandırıcılık buna bağlı bulunmaktadır. Esasen sihrin bütün çeşitlerinin az veya çok bununla ilgisi vardır.


8- KOĞUCULUK, FİTNECİLİK VE JURNALCİLİK (insanı kötülüyerek hakkında haber veya rapor vermek) gibi yalan ve yanlışlar, akıl ve hayale gelmez zararlı sözler, vasıtalı ve vasıtasız kışkırtmalar ve aldatmalarla yapılan sihirlerdir ki insanlar arasında en yaygın olanı da budur.


Kamusta sihrin üç çeşit olduğu kaydedilmektedir.


a) Doğrudan doğruya hileye ve hayale dayanan sihirler. Bunların gerçekle bir ilgisi yoktur. Sihrin bu çeşidine “göz bağcılık”, “el çabukluğu” adı verilir. (Arapçada bunlara “Şubeze” veya “Şa’beze” denilir. Kamusun kaydına göre doğrusu “şa’veze”dir.)


b) Şeytanlara yaklaşmak ve bir dereceye kadar yardımlarını elde etmek suretiyle yapılan sihirler.


c) Büyü yaparak küfre girmek sureti ile yapılanlar. Bunlar şekilleri ve yaratılışları değiştirdiklerini iddia ederler. Bunların gerçekten te’siri vardır, fakat hakikatı yoktur. Sihir yapılmış adam kendisinin eşek olduğunu sanarak eşek taklidi yapmaya başlar.


Başka eserlerde değişik sınıflandırmalar yapılmıştır. Bununla beraber sihrin bütün çeşitlerini şu iki grupta toplamak mümkündür.


A) Sırf yalan, aldatma ve hileden ibaret olan söz ve davranışlarla yapılanlar.


B) Bir hakikatı az veya çok kötüye kullanmak suretiyle yapılanlar...


Bunun için her sihrin gerçek tesirden uzak olduğunu iddia etmek doğru değildir.


Büyük Türk müfessiri merhum Elmalılı “Felâk Suresi’nin tefsirinde İmamiye fırkasının ileri gelenlerinden olan Bahaüddin-i Amilî (953-1031 H.) nin (İrşad’ül-kasıt İlâ esne’l-Mekasıt) adındaki tefsirinden naklen şu bilgileri vermektedir:


“Sihrin hakiki olanı ve olmayanı vardır. Hakiki olmayanına gözbağcılık denir. Firavn’ın sihirbazları önce hakiki olmayanını yapmışlardı. “Halkın gözlerini büyülediler.” buyurulması buna işaret etmektedir. Sonra hakiki olanını yaptılar. “Onlara korku saldılar, böylece büyük bir sihir ile meydana çıktılar.” buyrulması da bunu göstermektedir.


Sihri meydana getiren sebepler gizli olduğundan sihrin yolları ve metodları da bunları kullananlara göre değişiktir.


Bunlardan bazılarını şöylece sıralayabiliriz:


Hind Metodu: (Fakirizm)


Hindistan’da mahrumiyetlere katlanan, kendi vücutlarına eza ve cefa veren ve bu davranışları ile dünya zevklerini bir tarafa attıklarını söyleyen ve genellikle dilencilik yapan insanların tuttuğu yoldur.


Fakirlik, insanın kendi gücü ölçüsünde bedenî meşguliyetlerden uzaklaşarak bir takım garip olaylar meydana getirme işidir. Bunların görüşüne göre o eserler insanın kendisinden meydana gelir. Son devir filozofları da bu görüştedirler.


Nebati Usulü: Belirli bir vakitte usul ve kaidelerine uygun olarak tütsülerle birlikte istenilene uygun bazı şeyler yapmaktır. Bunlar bazan şekil ve süslemelerle yapılır, bazan düğüm atılarak üzerine üfürülür. Bazan da yazılar yazılır yere gömülür, suya atılır, havaya bırakılır veya ateşte yakılır... Bunları yapmaktan gaye: İstediklerini yapacak olan yıldızlara yalvarıp yakarmaktır. Tütsü ise, o yıldızlara ait olduğu söylenen eczadır. Çünkü inançlarına göre o eserler ancak o yıldızlardan meydana gelebilir.


Yunan Usulü: Göklerde ve yıldızlarda bulunan ruhları teshir edip (emir altına alarak) onların huzurunda durarak kuvvetlerinin inmesini ve yardımlarının yetişmesini istemektir. Bunların inancına göre: Bu eserler göklerin ve yıldızların kendilerinden değil, oralardaki ruhlardan meydana gelir. Sabiiler ile aralarındaki fark ta buradadır. Eski filozoflar da bu görüşü benimsiyorlardı.


İbranî, Kıptî ve Arap Usulü: Manâları bilinmeyen bazı isimler söyleyerek özel şekilde tertiplenmiş dualara ve yeminlere bel bağlamaktır. Çünkü bunların inancına göre: Bu gibi şeyler ancak cinlerden meydana gelir. Bu yeminlerin, cinleri bozguna uğratan melekleri tesirsiz hale getireceğini, zayıf ve güçsüz düşüreceğini iddia ederler.


İsmail Hakkı Zeyrek
 
Üst