Mustafa Birlik

Biyolog

Member
51.jpg


MUSTAFA BİRLİK

En çok baskına uğrayanlardan biriyim

Bediüzzaman'ı 1954'te tanıyan Risale-i Nur talebelerinden Mustafa Birlik, 50 yıllık suskunluğunu bozdu. Hatıralarını Aksiyon'a anlatan, tarihe de önemli kayıtlar düşen Birlik, Risale-i Nurlardan dolayı Türkiye'de en çok baskına uğrayanlardan biri.

'Ben dedim ki Üstad Hazretleri'ne gideyim ve bu tarikat meselesini bir sorayım. Üstad da belki tarikat veriyordur. Bir; ikincisi korku meselesi idi. Üçüncüsü de bir ay kadar orada kalayım, hizmetin metotlarını öğreneyim falan diyordum. Ben tarikat meselesini sormadan Üstad Hazretleri, 'Canım kardeşim, Cenab-ı Hakk'a hamd olsun. 12 tarikattan ders verme iznimiz vardır. Ama kasem ederim ki hayatımda hiçbir tarikat dersi vermedim. Tarikat meyvedir, iman ekmektir' dedi. Üstad sonra 'Korkmayın kardeşim. Dinsizliğin beli kırılmıştır. Dinsizlerin şimdiki ilişmeleri, dinsizliklerinden ziyade korkularından. Çok korkuyorlar.' dedi. Üçüncüsü, ben orada 1 ay kalayım diyordum ya. Daha sormadan Üstad, 'Kardeşim. Ben seni burada bir ay tutacaktım. Ama İzmir'e gitmen daha mühim. Seni, Zübeyir ve Sungur'u bir ay burada hizmet etmiş olarak kabul ediyorum' dedi."

Bediüzzaman Said Nursi'nin ziyaretine giden herkesin yaşadığı bu halin şahidi, onu defalarca ziyaret etmiş, Nursi'nin yazdığı risaleleri, 1950'lerden sonra İzmir ve civarında ihtiyaç sahiplerine ulaştırarak hizmet edenlerden Mustafa Birlik'tir. Birlik, önce eserlerinden tanıdığı, ardından da ziyaretine gittiği Bediüzzaman ile tanışıklığının üzerinden yarım asır geçmesine rağmen bugüne kadar hep suskun kalmış. Hatıralarını ilk defa anlatan Birlik, bugüne kadarki suskunluğunu da, Bediüzzaman'ın diğer talebeleri gibi vakıf vs. işlerle ilgilenmemesine bağlıyor. Bu sebeple şimdi anlatacakları çok, hikâye uzun. Bediüzzaman'ı ziyaretinde, Üstad'ın 'korkmayın' sözünden mülhem, Birlik, o tarihten sonra hayatında 'korku' sözcüğünü siler, korkusuzca bir mücadelenin içinde olur. Onun için, Mustafa Birlik'in bizzat yaşayarak şahit olduğu hatıralarını bir de bu açıdan değerlendirin.

Konya/Beyşehir'in Eğiller Köyü'nden olan Mustafa Birlik, birkaç evlilik yapmış İbrahim Bey'in Ayşe Hanım'dan dünyaya gelmiş çocuğudur: "Doğum tarihim ihtilaflı. Nüfus kayıtlarına göre ise 1930'dur. Fakat anam derdi ki 'Bir oğlan vardı, vefat etti. Akabinde sen dünyaya gelince, kayıtları değiştirmediler.' Dolayısıyla ben 1932'liyim. Hicri takvime göre 76, miladi olarak da 73 yaş bitmek üzere." Toplamda yedi kardeş olan Mustafa Birlik, adı farklı olmasına rağmen, şehavetli bir insan olduğundan, çevresi tarafından 'Ecir Efendi' diye bilinen Mehmet Efendi'nin torunudur. Hatta o kadar cömert ki Mehmet Efendi, kazadan dahi gelenleri köyde bir başkası değil kendisi ağırlar. Bunun için de köyün tam merkezindeki evinin altında bir misafirhane yaptırmıştır.

Eskiden beri Konya'dan İzmir'e yerleşmiş çok sayıda insan vardır. Bunun dörtte üçü gibi büyük çoğunluğu da Beyşehirlidir. O yüzden Beyşehirlilerin ayakları her daim İzmir'e alışıktır: "Keşke İstanbul'a alışsaymış. Dünya ile temas kuran bir yer. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin İzmir'den İstanbul'a gitmesini hizmetin daha da gelişeceğine işaret anlamında söylemiştim yani. Çünkü dünya ile kucaklaşma daha kolay İzmir'e göre."

Ecir Efendi'nin de at arabaları vardır. Ecir Efendi işte bu at arabaları ile İzmir'de yaşayan Beyşehirlilere senede 4 veya 5 kez erzak taşır. 30-31 gün süren bu yolculuktan geri dönerken de, bu sefer köylünün ihtiyacı olan sabun, para, mektup gibi şeyleri getirerek ticaret yapar. Kendi işi olan manifaturacılık üzerine eşyaları da almayı ihmal etmeyen Mehmet Efendi bu işlerle uğraşırken oğlu, yani Mustafa Birlik'in de babası olan İbrahim Bey, zaten ayağı alışık olduğundan İzmir'e yerleşerek pazarcılık işleriyle meşgul olur, esnaflık yapar. Mustafa Birlik de 11 yaşında, 1943-44'te İzmir'e ilk geldiğinde babasının yanında çalışmaya başlar. Gurbete çıktığında okul çağını atlatmış olduğundan, okuma yazma öğrenemeyen Birlik, Kur'an-ı Kerim'i ise köyde öğrenmiştir. Birlik, fırsat buldukça, Kestanepazarı'nda, Hacı Salih Tanrıbuyruğu'nun yanında eğitimine devam eder: "Şunu da söyleyeyim. Risale-i Nur'lar elime ilk geçtiği zaman ben Salih Tanrıbuyruğu Hoca'ya sordum 'Bunları okuyayım mı?' diye. 'Oğlum oku, oku' dedi. 'Allah razı olsun o zattan ki baştakiler onunla uğraşmaktan bizimle uğraşmaya vakit bulamıyorlar' dedi."

1950 senesinin eylülünde halasının kızı ile evlenen, bir ay sonra da askere giden Birlik, kendisi gibi Beşiktaş taraftarı görevli sayesinde İzmit yerine İzmir Poligon'da başlar vatani görevine: "Orada çavuş kursuna ayırdılar beni. 'Benim okuma yazmam yok' diye itiraz ettiysem de 'Öğretiriz' dediler ve ben okumayı askerde öğrendim."

24 ay sonra askerlik biter, Birlik de babasının dükkânına geri döner. Bir süre sonra da, aynı zamanda kayınbiraderi olan, halasının oğlu ile birlikte zücaciye üzerine dükkân açar: "Abdurrahman Cerraoğlu vardı, Cerraoğlu Kitabevi'nin sahibi. Tuttuğumuz dükkân da onun üç dükkan üstünde idi. Ramazan geliyordu. Hiç olmazsa bu ramazan bir hatim indireyim diye oraya Kur'an-ı Kerim almaya gittim. Cerrahoğlu çok temiz bir insandı. Hiç konuşmasa bile şöyle bir bakmanızla bir kısım dersler alabilirdiniz ondan. Fakat bizim o zaman bilmediğimiz bazı şeyler olmuş onun başından geçen. Mesela bu Ahmet Emin Yalman suikastı ile ilgili gelişmeler falan. Zaten Adnan Menderes'in elinin zayıflatılması için yapılmış bir hareketti o."

Yalman suikastından sonra 80'den fazla kişiye baskın yapılır. Bunların çoğu Risale-i Nurlarla irtibatlı olan kimselerdir. Abdurrahman Cerrahoğlu da bunların arasındadır. Cerrahoğlu, baskınlardan sonra işyerini tasfiye için hazırlanırken Mustafa Birlik, dükkanda konuşmalar arasında 'Üstad' sözünü duyar: "Israrla sorunca 'Bediüzzaman'dır' dedi. O ana kadar bu ismi hiç duymamıştım. Tarih 26 Mart 1954."

Mustafa Birlik, Bediüzzaman ile ismen bu şekilde tanışır ilk kez. Ondan sonra, zamanın imkanları dahilinde bugünkü kadar bolca bulunmadığından risalelerden birini elde etme mücadelesi başlar onun için: "Abdurrahman Ağabey kısa bir zaman içerisinde pek çok kez Üstad'ın ziyaretinde bulunmuş. Ufak bir kısım eserleri teksir etmiş. Onları ele geçirip okuyabilmek için çok mücadele verdiğini biliyorum. Abdurrahman Ağabey de Demiryolları'nda bir ağabeyden duymuştu risaleleri. Sonra Kemeraltı'nda oyuncakçı Emin isminde Ispartalı bir zatta Sözler'i görmüş, 'istersen para ile istersen emaneten ver' demiş, o şekilde okumaya başlamıştı onları. Bana da ilk önce teksir edilmiş 20 sayfalık Hanımlar Rehberi'ni getirdi. Hemen okudum. Tabii emaneten vermişti, iade ettim. Sonra Eşref Edip'in yazdığı Tarihçe-i Hayat'ı getirdi. Onu da iki gün içerisinde üç defa okudum. Onun için 'davanın sahibi iyi bilinmeli, bilinmezse iş yarım kalıyor' diyorum. Ondan sonra işin içine girdik. Tabii Cenab-ı Hakk'ın lütfu ile, kendi irademizle değil. Onun için Ahmet Feyzi (Kul) ağabey derdi ki 'Ulen sen bu mevkinin adamı değilsin ama tayin eden etmiş. Allah istihdam etti mi oluyordu yani. Ağzımız açılmıyor sana.' Tabii çok cahil, densiz ve dengesiz bir adamdım. Hani cahil cesur olur ya."

Risalelerle tanışanların sayısı çok azdır o yıllarda İzmir'de. Başka yerlerden tayinle İzmir'e gelen teğmen, yedek subaylar vs. ile bu sayı artmaya başlar: "O zaman İzmir'de bize yol gösterecek kimse yoktu." Yıl 1954'tür. O sırada Mustafa Birlik'in oturduğu mahallede Uşşakiler adıyla tarikat mensupları vardır: "Onlar diyorlardı ki 'bu risaleler ehl-i küfür kitaplardır. Bunları okumakla insan tekâmül edemez. İnsan muhakkak bir tarikata intisap etmesi lazım. Yani 'ev yapmaya usta lazım. Terziye gitsen usta lazım.' Hani bunların tekerlemeleri var kendilerine göre. Bu hususta onlarla bayağı mücadele ediyorduk. Mesela böyle bir şeyh vardı, oğlu Risale-i Nur'a intisap etti. Fakat şimdi bunlar böyle söylenirken ben dedim ki Üstad'a gideyim bu tarikat meselesini bir sorayım."

Birlik yola çıkar: "Giderken bizim önümüzde, arkamızda, yanımızda hiç bir yardımcı kimsemiz yoktu. Yapayalnızdık. Hüdanabit. Dağda biten otlar gibi. Bunun üzerine Ahmet Feyzi Ağabey de 'sen bu mevkinin adamı değilsin' demişti. Hüsrev (Altınbaşak) Ağabey ile ben çok mektuplaştım, ilk risale dağıtımını yaparken. Hüsrev Ağabey'den geliyordu kitaplar bana. İzmir'e çok yakın olduğu için Isparta'da lazım olan mürekkebi, kalemi, kâğıdı buraya bildiriyor, buradan ben alıp gönderiyordum. O bakımdan adres vardı bende. Mesela ilk gittiğimizde, 1954'ün sonuydu, kış ayıydı. Isparta'da indik. Otele gittim. Nuri Benli Ağabey'in Saray Oteli idi galiba. Çolak Nuri diyorlardı ona. Sabahleyin Üstad Hazretleri'ne götürüp 'İzmir'den Mustafa Birlik gelmiş diye söylenince Üstad Hazretleri 'Peşin Hüsrev'e gitsin, sonra gelsin buraya' demiş. Hüsrev Ağabey'den sonra Üstad'ın yanına gittim. Böyle dış kapıya geldiğim zaman vücudumda bir titreme hissederdim. Bir heyecan. Tatlı bir korku. Yani o atmosferle içeri girerdim. Benim Üstad'a gidip de elini öpmediğim vaki değildir. El öptürmediği çok kimse vardı, ama ben arsızım, hemen yapışırdım daha içeri girer girmez. Dediğim gibi cahil cesur olur."

İlk ziyaretini böylece gerçekleştiren Mustafa Birlik, çok arzu etmesine rağmen, Bediüzzaman'ın talebiyle hemen o gün İzmir'e döner. Döndükten sonra şeyhleri değişen o tarikat mensupları da Bediüzzaman'ın eserlerini takip etmeye başlar.

Mustafa Birlik, Bediüzzaman'a ikinci ziyaretini ise 1956'da gerçekleştirir. Beyşehir'de kayınbiraderinin düğününü yapmış, geri dönmektedirler. Otobüs şoförü ile Isparta'da iki saat kalma konusunda pazarlıklar dahi yapılmıştır. Birlik ikindiden önce Isparta'ya varmak istemektedir. Ancak işler bir türlü istenildiği gibi gitmez. Acele etmesinin sebebi ise Said Nursi'nin özellikle ikindiden sonra kolay kolay ziyaretçi kabul etmemesidir. Önce şoför 'karakoldan çağırıyorlar' diyerek dört saat ortadan kaybolur. Yola girerler, bu sefer otobüsün lastiği patlar. Yola tekrar devam ederler. Bu sefer de Eğirdir Gölü üzerinde iken lastik yine patlar: "Ama ne hikmetse o lastik patlayınca rahatladım. Bunda bir hikmet var galiba dedim. Ancak yatsı namazından sonra Isparta'ya girebildik. Saray Oteli'ne gittim. Nuri Ağabey'in oğlu Selahattin'e 'Beni Üstad'a götür' dedim. Bu acayip zamanda gelen normal adam değil diye merak sayıkasıyla kapıyı açarlar belki dedim. Zübeyir ve Sungur Ağabey ile birlikte içeri girdik. O gün de Regaib Kandili idi. Üstad Hazretleri Evrad-ı Kudsiye okuyordu. Bitirince 'fesubhanallah' dedi 'ne zaman aklıma Mustafa gelse hayalime sen geliyordun keçeli. Ben seni çok merak ettim, görmek için İzmir'e gelecektim. Sen benim yolumu satın aldın. Bütün masrafların benden.' Risalelere bir iltifat yaptı, ondan sonra 'Kardeşim İzmir benim nazarımda mühimdir. İzmir Ortadoğu ve Balkanlar'da çok mühimdir. Eğer İzmir'de Ahmet (Kul) ve siz olmasaydınız oraya benim gelmem lazımdı. Madem Ahmet Feyzi ve sizler varsınız, gelmiyorum. Ama unutmayın ki siz şahıslarla değil, şahsi manevi olarak risalelerle meşgul olun. Risaleleri okuyun' dedi. Belki bunu, mübalağa etmeyeyim ama 20 defa tekrar etti 'Risalelerle meşgul olun. Risalelerle meşgul olun' diye."

Abdurrahman Cerrahoğlu bu şekilde işlerini tasfiye edince İzmir'de Mustafa Birlik bayrağı devralmış olur. O da ilk risaleleri dükkânın yanındaki Fettah Camii'nde dağıtmaya başlar. Bu arada risalelerin bir başka talebesi Abdullah Yeğin de Manisa'da yaptığı yedek subay askerliğini bitirip Isparta'ya Bediüzzaman'ı ziyarete gidecektir. Daha önceden Üstad'ın yemek yapılan kabının eskidiğini gören Birlik, satın aldığı kaşık, iki kepçe ve sefertasını onunla birlikte Üstad'a ulaştırır. Said Nursi'nin cevabı gecikmez: "Diyor ki 'Keçeli, usul ve kaidemi bilmiyor musun? Niye gönderdin?' Gönderdiğim mallara 20 pangonot (lira) fiyat biçmişti, esasında o kadar etmezdi. 'Hangi kitabı istiyorsan bildir, göndersinler' diyor Üstad. Meselenin üzerine gitmedim ben. Sonra ziyaretine gittiğimde Üstad '20 pangonotluk kitabı aldın mı?' dedi. 'Aldım' dersem yalan olacak. Almadım' dedim. 'Hangi kitabı istiyorsan söyle' dedi. O zaman da büyük Sözler, Hattı Kur'an, teksir 10 lira idi. Dedim ki 'İnneağteyna'nın Sırrı'nı istiyorum."

Mustafa Birlik, Üstad'ın yediği yemek ile ilgili bilgiler de vermektedir. Üstad'ın, fındık kadar tereyağı ilave edilmiş suya, bazen çok az kıyma ile birlikte iki kaşık yoğurt, biraz da tel şehriye katıp, yumurta kırılarak hazırlanan yemeği bazen üç gün yediğini anlatan Birlik, Bediüzzaman'ın ne kadar ekmek yediği konusunda da şunları anlatmaktadır: "Sol eline ekmeği alır sağ eliyle büker, sağ eline ne kadar kalırsa o kadarını yerdi. Sağ elinde kalanı da dokuz lokma yapıp, her lokmada Üstad'ın acayip bir besmele çekişi vardı. Üstad 'Boğazına sahip olamayan hiç bir yerine sahip olamaz. Tüm fenalıklar boğazdan gelir' diyordu."

Mustafa Birlik, Said Nursi'yi zaman zaman ziyarete gitmektedir artık. Birlik, bir başka zaman ziyaretinde yaşadıklarını da şöyle ifade etmektedir bugün: "Yine Emirdağ'a bir defa gittiğimizde dört kişi falandık. Lemalar baskıdan gelmişti. Üstad, Zübeyir Ağabey'e '25 tane Lemalar getirin, yüzde 5 benim hissemden düşün' dedi. Yüzde beş kâr bırakıyor bana yani. 'Üstad'ım benim ihtiyacım yok' dedim 'yüzde 5 indirime.' Üstad bana 'Keçeli sen sus' dedi. Üstad tekrar istedi, Zübeyir Ağabey tekrar yüzde 5 indirim yaptı, ben yine itiraz ettim. Yani ben tarikata girsem kovarlardı beni. Çünkü itirazsız duramazdım. Üçüncü defa oldu, ben yine itiraz edince Üstad, 'Keçeli, ben onu sana vermiyorum. Senin bir kısım zayiatların var ve olacak. Ben onlar için veriyorum. Risale-i Nur parası beytülmaldır. Yenmez. Yemek haramdır' dedi. Başkasından değil, direkt Üstad'ın ağzından duydum bunu." Said Nursi'nin bu kadar ısrarlı olmasının sebebi ise başkadır: "Hakikaten şöyle idi. Ben risale sattığım 14-15 sene boyunca, onların ayrı bir cüzdanı vardı. Katiyen paramla karıştırmazdım. Ve her sene muhakkak 2-3 bin lira açık verirdim."

1950 seçimleri ile CHP'den iktidarı devralan Adnan Menderes'li Demokrat Parti (DP) döneminde, eskiye göre Müslümanlar için biraz özgürlük vardır, ama tam rahat ortam sağlanamamıştır. Zira o yıllarda 10-15 günde bir, Risale-i Nur talebelerine yönelik baskınlar devam etmektedir: "Baskında kitapları alıp götürürlerdi ve vermezlerdi bir daha. Sonra, memur arkadaş gelir bir kitap alır, birazını verse, kalanını ödeyene kadar tayini çıkar, giderdi. Yani bu gibi açıklar olurdu."

Buradan yola çıkarak Mustafa Birlik, Bediüzzaman'a, Risale-i Nurlar'ın zekât olarak verilip verilemeyeceğini sorma ihtiyacı hisseder: "1958'de öyle bir yazdım. 'Kitap verme zekâta dahil mi?' dedim. 'Keçeli, isabet' dedi. Ben çok kitap dağıtırdım. Tarihçe-i Hayat'ı el'an dağıtıyorum."

Birlik'in, sonraki yıllardaki birçok baskında çokça kitabına daha el konulur. 1955'teki Emniyet baskınında Hüsrev (Altınbaşak) Ağabey'in 60 küsur mektubu çıkar onda. Çünkü ihtiyaçlar mektupla bildirilmektedir o zamanlar: "1955 sonu itibariyle baskın yaptılar. Uzun müddet mahkeme açmadılar. Kitapları da vermiyorlar. Ben dilekçe verdim 'Kitaplarımın iadesini istiyorum' diye. Bu sefer 1958'de on kişiye mahkeme açtılar. Mahkeme, beraatla sonuçlandı. Mahkemeden çıktık 13-14 kişi, Said Özdemir, Bekir Berk, Mehmet Emin Birinci, Ahmet Aytimur, Said Çekmegil, Esat Keşşaoğlu falan Üstad'ın yanına gittik. Ders yapıyorlardı. Ders bittikten sonra Üstad keseyi boşalttı. Hepimize birer para verdi. Her gidişimizde para verirdi yani. Bazen 1 lira, bazen 50 kuruş gibi. Bu Üstad'ı son görüşümüz oldu. Üstad 23 gün sonra vefat etti."

23 Mart 1960 tarihinde, 27 Mayıs'tan kısa bir zaman önce Said Nursi ebedi âleme intikal eder: "Hz. Üstad vefat etti. Ben gazetelere Üstad hakkında mevlid ilanı verdim. İşte '130 parça Risale-i Nur külliyatının müellifi, büyük mücahit, Üstad Bediüzzaman Hazretleri için 1 Mayıs Pazar günü, Hisar Camii'nde, öğle namazını müteakip mevlit okunacaktır' diye. Ama ilanı Yeni Asır Gazetesi kabul etmedi. Çünkü İstanbul'da talebe hareketleri başlamıştı. Ondan sonra Demokrat İzmir diye kıpkızıl bir gazete vardı. Oraya gittim. Onlar ilanı yayımlamayı kabul etti. Sonra Emniyet devreye girdi. Çok rica ettiler mevlidi iptal ettirmek için. 'Bir hadise olabilir, camiyi basabilirler falan' diye. Hâlbuki şekerleri, her şeyi hazırlamıştık. Ama emniyetin ricasıyla mevlidi durdurduk."

-Adnan Menderes'e bakışı nasıldı Üstad'ın?

-Bir gün Üstad Hazeretleri gazetede Menderes'in resmini görüyor. 'Bu' diyor 'hizmet edecek.'

Uzun yıllar suskun kalan Mustafa Birlik'in anlatacağı daha çok hatırat vardır: "Bir telefon geldi. Yabancı bir misafir geldi diye. Kendisi İhvan-ı Müslimin'den bir zatmış. Bu tabii devamlı suretle Hasan El Benna'yı methediyor, ben de Üstad Hazretleri'ni. Bu zat ondan sonra Ankara'ya gitti, Salih Özcan Ağabey'in adresini verdim ona. Oradan da Üstad'a gitti. Ama aradaki iletişimi sağlayan zat'a Üstad, 'Söyleyin şu adama Abdülnasır kendisi gelse, 'git Adnan'la barış, sonra gel bizimle görüş' derim. Adnan ile küs iken bizimle konuşulmaz' diyor. Adnan dediği Adnan Menderes. Çünkü Irak Paktı meselesi ile o zaman İngilizlerin oyunu ile Nasır oyunbozanlık yaptı. Bağdat Paktı'na girmemişti. Ve bu nedenle de Menderes'le araları açılmıştı. Tabii bu misafir geri döndü. Biz fuardayız. 'Mustafa kardeş olmadı' dedi. Üstad kabul etmedi onunla görüşmeyi. On gün sonra tekrar gidiyor. O zaman Tahsin Tola Ağabey de varmış orada. Üstad yine kabul etmiyor. Diyor ki buna 'O Türkiye'de nurcularla meşgul olmasın, nurlarla meşgul olsun.' Fakat ben, elinde Irak pasaportu bulunan ve tüccar kimliğiyle gelen bir kimseye, Üstad niye Nasır'dan bahsediyor diye orasını anlamamış, çözememiştim. Neyse, bu kişi bir ayda üçüncü defa gidiyor Üstad'a. Üstad bu sefer kabul ediyor. Bir saat kadar kendisiyle Arapça konuşuyor. Ondan sonra geldi, dedi ki 'Halas Mustafa kardeş. İngilizce, Arapça veya Fransızca bilen olabilir, bir tercüman bulun.' Neyse biz İngilizce tercüman aracılığı ile evde, sabaha kadar konuştuk. Kendisi Mısır'da, İhvan-ı Müslimin'in askerî kolunun başı olduğunu, ihtilali esas kendilerinin yaptığını, yani Kral Faruk'u kendilerinin devirdiğini, Cemal (Abdül) Nasır, (Muhammed) Necip falan, bunlar asker oldukları için iş başında gösterildiklerini, yoksa ihtilalin oluşunda dahilleri bulunmadığını anlattı. Fakat onlar bunları getirince 6 ay sonra İngilizlerin oyunları ile falan kabine içerisinde ikilik çıkarıyorlar vs. Bunların bir kısmı idam cezasına çarptırılıyor. Bu, Ahmet Saad diye tanıttı bize kendini. Bunun da idam kararı çıkmış fakat bu Irak'a kaçmış. 'Büyük hatamız, bilmesinde zarar olan kimselerin ihtilali bildiğiydi' dedi. O gitti, bundan bir müddet sonra bana yurtdışından bir şeyler gelmeye başladı. Ben bunları Emniyet'e götürdüm. 'Bakın' dedim 'bana bu şeyler geliyor, malumatınız olsun.' Bir polis müdürü vardı dedi ki 'bize gelmiyor da sana ne için geliyor?' Bunun üzerine ben de 'Bana öyle geliyor ki bana siz tuzak hazırlıyorsunuz. Bunu gönderttiren sizsiniz.' Ondan sonra o da öyle kalktı."

Mustafa Birlik Menderes'le de irtibat kurar; İzmir Fuar alanında bir cami yapılması için ona bir mektup yazar. Menderes'in cevabı gecikmez. Sene 1959'dur: "Bir telgrafla 'İzmir Valiliği ile temasa geç' dedi. Yani yapılması için müsaade vermişti. Gittim valiye. 'Vali Muavini Kazım Bey bakıyor bu işe' dediler. Bu sefer ona gittim. Bana 'Sen mi ilgileniyorsun? Çok da gençsin' falan dedi. Ondan sonra 'Bir dernek kurun, ilk teberru ben 250 lira veriyorum' dedi, o günkü para ile. Bir dernek olalım derken ihtilal oldu, kaldı o iş öyle." Mustafa Birlik bir seferinde de eski milletvekili, Prof. Dr. Kemal Karhan'ın Yeni Asır'da yazdığı 'Ezan Türkçe olmalı' yazısı karşısında sessiz kalmaz ve her zaman yaptığını yapar. Kalemi kâğıdı alıp ona bir mektup yazar: "Yanılıyorsunuz. Ezan millî değil, dinîdir. Sizin dediğiniz gibi olsa yabancı Müslümanlar bunun ne olduğunu bilmez.' diye bir mektup yazdım. İkincisi, 'dediğiniz gibi yapılıp ezan Türkçe olduğu zaman siz namaz kılacak mısınız? Eğer namaz kılmayacaksanız bizim ezanımızdan ne istiyorsunuz?' dedim. O da bir yazı ile dedi ki 'Bana ezan meselesinde çok mektuplar geldi. Çoğunda tabi galiz küfürler vardı; ama tesir eden sizin mektubunuz oldu. Evet' dedi 'ezan Türkçe de olsa ben namaz kılmayacağım, kılmayacaksam karışmak hakkım değil.' Ben kendisine bir mektup daha yazdım 'insaflısın' dedim."

27 Mayıs 1960'tan sonra risale talebelerine yine rahat yoktur. Darbenin hemen ertesinde baskınların sıklığının üç günde bire, bazen de haftada üçe kadar çıktığı olur: "65 yaşına böyle geldik biz." Mustafa Birlik, baskınlardan ziyade her zaman takip altındadır, o zaman birçok Risale-i Nur talebesi gibi: "Şimdi 1960 İhtilali oldu. İhtilalin üçüncü günü bir teğmen dükkâna geldi. 'Nöbetçi subayım, senin ismine bir telgraf var, sende birtakım kitaplar varmış. Sana baskın yapacaklar' dedi. Üç gün sonra da bastılar. Hiçbir şey çıkmadı tabii. Hatta başkomiser Nuri Yapar komünist birisiydi. 'Ya' dedi 'Mustafa. Şimdi senden bir şey çıkmamasına müdür bey falan inanmaz. Hiç olmazsa ufak tefek bir şeyler ver ki inandırıcı olsun.' Ben de 'Yok ki. Ne vereyim?' dedim." Birlik, Emniyet'e götürülür. Orada gördüğü DP'lilerin tavrını halen unutmuş değildir: "Baktım DP il ve merkez ilçe teşkilatlarından insanlar... Menderes'e küfür etmekte yarışıyorlar. Adamın sövmedik tarafını bırakmadılar. Orada görevli polislerden Mustafa Sarıbalaz diye biri daha vardı. Üstad'ı Afyon Hapishanesi'ne götürürlerken, hapishane müdürüne gidip, 'Buraya Bediüzzaman'ı getirecekler. Köhne bir yer hazırla' diyen herif. Bana 'Sen buraya hangi suçtan geldin?' dedi. 'Nurculuktan' dedim." Tartışırlar. Sarıbalaz, Birlik'e 'Neden o kadar çok Bediüzzaman'a gittiğini sorar. Tabii Birlik de, her zaman olduğu gibi gerekli cevapları vererek, onu susturmayı başarır.

Bir süre sonra binbaşı gelerek isimlerini okuduklarını tek sıra olmaya çağırır. İsimleri okunanlar bir askerî Cemse'ye bindirilir. Fakat Mustafa Birlik'in ismi okunanlar arasında yoktur: "Komutan 'Öğrenip geleyim' dedi. 10 dakika sonra geri döndü. 'Sen siyasetçi değilmişsin, serbestsin' dedi." Daha önce tartışmalara girdiği emniyet müdürü serbest bırakmıştır onu.

Mustafa Birlik, bazı odakların, Müslümanları o tarihlerde bizzat içerden elemanlarla izlediğini de ortaya koymaktadır bugün: "Bir cami imamı vardı Necati diye. Hiç imtihana girmeden müftü vekili, müftü oldu. Zaten ilmi de yoktu. 27 Mayıs'tan evvel talebe hareketleri başladığı zaman Halk Partisi'nden önce buna haber verildi. Bu, ihtilalden bir hafta evvel geldi, dedi ki 'Bende bir kısım kitaplar var. Bunları şunlarla değiştiriversen.' Ben de 'Olmaz' dedim 'kitap yok bende şu anda."

-Siz biliyor muydunuz böyle bir irtibatın içinde olduğunu?

Tabii. Sonra bırakma dediğim halde getirdi paketi bıraktı. 'Dicle Kitabevine gidip geleceğim' dedi. Gitti, gelmedi. Ertesi gün hemen polisler baskına geldi. 'Ne var dediler?' 'Cami imamı Necati Bey paket bıraktı, ondan başka bir şey yok' dedim. 'Ya burası depo mu?' falan dediler. 'Gelmedi … bir de hoca olacak' dedim. Aldılar, koliyi açtılar, tabii teksir kitaplar falan. Ama şaşkınlığa bak ki buna bir paket gelmiş, koliyi de ismi cismi yazan bu paketle sarmış. Şimdi aldılar bizi götürdüler. Emniyette soruyor bize 1. Şube Müdürü. Birbirleri ile konuşuyorlar. Diyor ki 'Paket çıktı?' 'Kimin?' diyor. 'Necati'nin.' 'Hangi Necati'nin?' 'Bizim Necati'nin.' Yani tuhaf tuhaf şeyler oluyordu."

Bir keresinde de bir kişide Uhuvvet Risalesi tespit edilir. Birlik, İzmir'de risale satışı yapan tek kişidir o tarihlerde. İlk sorgusunda 14-15 saat ifadesi alınan Birlik, yine Emniyet'e çağırılır: "Ben belki Türkiye'de en çok baskına uğrayanlardan birisiyim. İfademi alıyorlar. Dedim ki 'Ya müdür bey, Türkiye'nin neresinde olursa olsun risaleyi 'ben Mustafa Birlik'ten aldım' diyorlarsa, doğru söylüyorlar. Ben İzmir'de satan tek kişiyim. Bu işin ticaretini yapıyorum, ama ben kimseyi tanımam.' dedim. O da 'Kadir İnce'yi tanır mısın?' dedi. 'Tanımam' dedim. 'Yemin eder misin?' dedi. 'Ederim' dedim. Bunun üzerine 'Bu, dinî mesele. Allah affeder diye yemin edeceksin. Ama namuslu bir insan ne olursa olsun yalan yere yemin etmez' dedi. 'Ya' dedim 'sayın müdürüm. Siz, vazife olarak buraya namusluları mı getiriyorsunuz? Beni ne sıfatla getirdiniz?' Adam bir güldü bir güldü. Sonra vali geldi, yerim, adresim belli diye 'serbest bırakın. Olayı da sakın matbuata sızdırmayın' dedi."


AKSİYON

CEMAL A. KALYONCU
Sayı: 583/ Tarih : 06-02-2006​


--------------------------------------------------------------
64.jpg


MUSTAFA BİRLİK

Kennedy'den gelen teşekkür mektubu


Kennedy'den teşekkür mektubu alan, 1971'de tevkif edilerek solcu ve ülkücülerle aynı koğuşa konan Mustafa Birlik, orada, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin alakadar olması sonucu Ziraat Bankası soyguncusu Dev-Genç'li Kadir Kaymaz'ın namaza başladığını anlatıyor.

1954'te Said Nursi'yi tanıdıktan sonra İzmir'de Risale-i Nurlar'ın halka ulaşmasını sağlayan Mustafa Birlik, baskınlarla geçen hayatını anlatmaya devam ediyor. 27 Mayıs darbesinden sonra sıra anayasa oylamasına gelmiştir: "Anayasa oylamasında biz çok dolaştık doğrusu, 'Hayır deyin, hayır olsun' diye. O sırada bize haberleri veren polis 'Mustafa kaybol, seni tevkif edecekler' dedi. Gittim baldızın evinde kaldım, anamın mezarında yattım. 9 Temmuz 1961'de anayasa oylaması oldu, çıktım ortaya. 12 Temmuz günü de Halk Parti il toplantısı oluyor. Orada Yurtoğlu soyadlı komünist bir doktor, Halk Parti il başkanı vardı. Delegeler ona yükleniyorlar 'Bir Mustafa Birlik denen adamı susturamadın. Adam anayasa için bir slogan attı, tutturdu' diye. O da diyor ki 'Ne yapayım? Ben validen, şundan bundan söz aldım tevkif edilmesi için. Bir türlü tevkif edilemedi.' O zaman orada talebe temsilcisi olarak bulunan Zeki diye bir çocuk vardı. Yanıma gelip giderdi. Diyor ki 'Mustafa Birlik'i tanımıyorsunuz. Korkarım ki bizim bu toplantıdan da haberi olacaktır.' Çünkü haberi kendisi veriyordu bana."

O dönemde Adalet Partisi'nin önde gelenleri, Ragıp Gümüşpala Ankara'dan çağrıldığı için hariç, hepsi Mustafa Birlik'in evinde toplanmıştır. Israrla görüşme arzu eden AP kurucularının amacı, onu siyasete sokmaktır: "Ahmet Feyzi (Kul) ve Ali İhsan Tola ağabeyleri de çağırdım. Ben siyasete girmeyeceğimi söyledim. 'Madem çok şey yapıyorlar, Ömer Lütfi Bozcalı Ağabey bizim davalara bedava giriyor. Bunu senatör yapın' dedim." Sonuçta Avukat Bozcalı, 1961 yılında İzmir'den cumhuriyet senatosu üyeliğine seçilir ve 7 yıl bu görevde kalır.

Risale-i Nur talebeleri için bir yandan sıkıntılı zamanlar devam ederken diğer yandan da rağbet artmaktadır günden güne. Bu arada Ankara'da Kemalettin Ceviz bir kısım risaleleri İngilizceye tercüme eder ve İzmir'e, Mustafa Birlik'e de gönderir: "İzmir'de NATO var. NATO'daki subaylar vasıtası ile tercümeleri bir tetkik ettiriverin' diyorlar. İşte Necdet Doğanata, onun ağabeyi üsteğmen ve bir de Esat Kaşif vardı, astsubay. Onlar NATO'daki subaylara götürdüler bunları. Subaylar diyor ki 'Bu, papaz lisanı. Biz bunu anlamayız.' Onun üzerine Alsancak'ta bir papaz vardı. Ona gittiler. Adam önce tashih etmek istemedi. Sonra yaptı neyse. O atmosferde bunları nasıl göndereceğiz Amerika'ya?"

O dönemde havacı subay ve astsubaylar 8 ay kadar Güzelyalı'da kurs gördükten sonra ABD'ye gönderilmektedir: "Ferrin Agan diye Eskişehirli bir astsubay vardı. Bizim dükkânın yanındaki lokantaya gelir, yemek yerdi. O gitti ABD'ye."

Birlik, binbir güçlükle bir yolunu bulup kitapları Amerika'ya ulaştırır. Ferrin Agan da baskılarını yaptırır: "Ferrin bana da 10 tane göndermiş. Ben bunlardan bir tanesini Amerikan Başkanı Kennedy'ye gönderdim. Ve Kennedy'den de teşekkür mektubu geldi. Fakat mektup Emniyet'te takıldı. Neyse geldiler baskına. 'Nerede bastınız bunları?' diye soruyorlar. 'Amerika'da basıldı' diyoruz; ama bir türlü ikna edemiyoruz. Neyse ambalajını atmamıştım. Onu gösterince 'Pes doğrusu' dediler. Sonra ifademizi aldılar. 'Neden Kennedy'ye gönderdin?' dedi bir tanesi. 'Müslüman olsun diye gönderdim. Hem süper devletin başı Müslüman olursa bize zararı mı, faydası mı olur?' dedim. Bu sefer de 'E niye başka kitap göndermedin de bunu gönderdin?' diye sordular. Ben de dedim ki 'Siz başka gönderdiniz de ben size bu soruyu sordum mu? Niye risale göndermediniz dedim mi?"

Mustafa Birlik, Müslümanların yaşadığı sorunlar karşısında kendini tutamaz. Her zaman tepkisini ilk verenlerin başında gelir. Bunda, Bediüzzaman'ın 'korkmayın' sözünün etkisi muhakkaktır: "Katiyen korku ile tanışmamıştım. Yani benim hayatımda çok rahat söylediğim bir şey şu. Herkes tarafından Nurcu olarak bilinmemdir. Onun için Nurcu hüviyetimle rahat konuşuyordum. 'Acaba' diye bir şey yoktu bende. Esnaflık yaptığım dönemde öğle tatillerinde çantamı alır Konak'a doğru bütün dükkânlara girer çıkardım. Takip edenler de arkamda olurdu. Bunlar korkuyorlardı. Çünkü beni böyle görünce 'Herkesi Nurcu yapmış, herkes buna iştirak ediyor' diye çok endişe ediyorlardı."

Mustafa Birlik, 1963 senesinde büyük gürültü koparan bir başka hadiseye imza atar: "Korgeneral Faruk Güventürk Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde bir beyanat verdi 'Nurcular Rusya'dan yardım alıyorlar' diye. Bunun üzerine Ahmet Feyzi (Kul) Ağabey ilmî, ben de avamî bir yazı yazdık. O günkü devirde bunu yazmak... Hatta bizim kardeşlerimiz bile 'Bu saatten sonra hayatını bitirirler' dediler."

Aslında bu Birlik'in bu konuda ikinci girişimidir. İlkini, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in Malatya'da 'Medeni milletler seviyesine Bediüzzaman'ın iddia ettiği gibi bir lokma bir hırka ile çıkılmaz. Şöyle olmamız lazımdır' diyerek Said Nursi'nin bizzat adını vererek yaptığı bir konuşmadan sonra gerçekleştirmiştir: "Bu konuşmanın ertesi gün gazetelerde 'İstanbul'daki Akademiler Balosu'nda bilmem neler yapıldı' diye yazılar çıktı. Bunun üzerine ben uzun bir mektup yazdım Reisicumhur Gürsel'e. Dedim ki 'Paşam, sizin söylediğiniz gibi Bediüzzaman'ın böyle iddiaları yoktur. Bu mektup aylık bir mecmuada da çıktı. Onun üzerine reisicumhura hakaretten dava ettiler. Ama beraatle sonuçlandı. Hakkımda yapılan araştırmalarda 'hiçbir siyasi ekole tabi olmadığı anlaşıldığından, görüş ve ifadelerinde samimiliğinden beraatine' deniyordu."

Cesur çıkış Güventürk'ün hoşuna gider

Biz dönelim Korgeneral Güventürk konusuna. Güventürk, paşa olduğundan, Mustafa Birlik askerî otorite emriyle hemen basın savcısının karşısına çıkarılır. Birlik, savcıya ifade vermez. Çünkü ortada şahsa hakaret vardır: "Savcıya 'Ben suçu kabul ediyorum ama bu şahsi suç. Siz savcı olarak amme savcısı olmadığınızı itiraf edin. 'Güventürk'ün savcısıyım' deyin, ifade vereyim. Fakat amme savcısıyım diyorsanız ifade vermeyeyim ben' dedim. Böyle cesur bir çıkış hoşuna gitti. O gün adam korgeneral, Kayseri'de 6. Kolordu Doğu Menzil Komutanı. Astığı astık, kestiği kestik. Rahmetli Menderes'i vaktinden evvel asan üç kişiden biri."

Savcı, kanuni mevzuata göre vatandaşın ifade vermediğini beyan eder. Buna rağmen başsavcı ondan ifadeyi almasını ister. Savcı, emri yazılı vermesini talep eder. O da vermeye yanaşmaz. Bu sefer Başbakan İsmet İnönü devreye girer.

Mustafa Birlik'ten dinleyelim: "İnönü Adalet Bakanı ile bir konuşalım' diyor. Sedat Çumralı da Adalet Bakanı. Konuşuyorlar. Çumralı diyor ki 'Madem ki kanuni mevzuata göre ifade vermiyor. Biz şimdi sessiz kalalım. Bakalım ordu ne yapacak. Ordudan bir tepki gelmezse, biz işe karışmayalım."

Kara mizahı aratmayacak olaylar

Ordudan tepki gelmeyince Güventürk devreye girer ve 'Türk paşasını müdafaa edecek kimse yok mu?' şeklinde İzmir Barosu'na, onları harekete geçirecek elastiki bir telgraf gönderir. İki kadim Halk Partili avukat ortaya çıkar: "Biz dedik ki 'Bizim hakaretimiz suçsa bizi bu suça teşvik eden Güventürk'ün o gazetelerdeki, bizi Ruslardan yardım almakla itham eden beyanatıdır. Biz muhitimizde Nurcu olarak bilinen kimseleriz. Muhitimizde herkes latifeli bile olsa 'Şu Rusya'dan gelen yardımlardan bizi de görün' demeye başladı. Biz haysiyet ve şerefimizi korumakla mükellefiz. Kollamak için de bu yazıyı yazmak mecburiyetinde kaldık."

İşin komik ve kara mizah tarafı bundan sonrasıdır aslında. Mahkeme, o zamana kadar 'Nurcudur' diye her adımı izlenen Mustafa Birlik ve Ahmet Feyzi Kul'un 'Nurcu olup olmadıklarına dair muhit komşularından onar tane şahidin getirilip dinlenmesine' karar verir. 1. Şube'den gelen yazıda 'Nurcu olarak bilinmektedir, takip edilmese de...' denmektedir: "Şahitler geldi. Hele Ahmet Feyzi Ağabey'in, 1. Dünya Harbi'ni görmüş, muhtarlık yapmış bir şahidi vardı. O dedi ki 'Ahmet Feyzi Ağabey'in nurcu olduğunu Denizli'den tut İzmir denizine kadar bilmeyen yok ki. Ben hangi tarafını söyleyeyim.' Ondan sonra gereği düşünüldü."

Bunun üzerine Faruk Güventürk de suçlular arasında mahkeme edilmeye başlanır. Ancak avukatları 'Bir paşanın buraya getirilip mazlum sandalyesine oturmasının çeşitli mahzurları var diyerek' onun mahkemeye çıkmamasını talep eder. Buna göre seyreden mahkeme 1964 yılında çıkan aftan bir süre önce nihayetlenir: "Hâkim 'Üçünüze de altışar ay ceza veriyoruz' dedi." Daha evvel mevkufiyetleri olmadığı için de cezalar tecil edilir.

Said Nursi'nin vefatından sonra, 1962-63'lerde, cemaatte ortaya çıkan bazı sıkıntıları, aralarına sızan bazı güçlerin provokasyonları olarak gören Mustafa Birlik, o süreçte 'bir grup içerisine dahil olmak istemiyorum' diyerek geri planda kalır. Birlik, her zaman, Müslümanların sıkıntılarını çözmeye yönelik fikirler üretir. 1971'de, Bediüzzaman'ın giydiği eşyaların yakılmasını da yine hazırladığı bir planla önler: "Mahkeme 1971'de Üstad'ın bütün eşyalarını yakma kararı verdi. 'Ne yapalım, ne edelim?' derken savcı binbaşının çarşıda esnaf olan bacanağını buldum. 'Üstad'ın 'saçı, ayakkabısı, cüppesi yakılacak, yazıktır' dedim. İbrahim Fakazlı Ağabey anlatırdı. Üstad Denizli Mahkemesi'nde, mahkemeye çıkmadan önce 'Şu cüppenin 4 deliği var, bir yamayıversinler' diye gönderiyor. Hâlbuki cüppede 48 yama var. Bir de son yapılanlarla 52 yamalı cüppe ile mahkemeye çıkıyor. O esnaf, savcı bacanağına bir not yazıyor, 'Arkadaşın senden talebi olacak, yaparsan sevinirim' diye."

"Dünyada yaktığın yeter bari ahirette peşimizi bırak"


Binbaşı, Birlik'in talebini kabul ederek sivil katip ve başçavuşa gitmesini söyler: "O sivil kâtip cumartesi günü hanımı ile dükkâna geldi. Alışveriş falan yaptılar. İki gün sonra yine geldi 'Ya Mustafa abi, paraya ihtiyacım var. 5 bin lira ödünç verebilir misin?' dedi. Verdim. 'Ben ne zaman geleyim eşyaları almaya?' dedim. Gittim, pazardan da eski eşyalar aldım, onların yerine teslim ettim. Üstad'ın eşyalarını aldım. 30 küsur parça idi. Diğer parçaları (Mustafa) Sungur Ağabey'e verdim. Bu üç parçayı alıkoydum. 'Bunlar' dedim 'benim hakkım' yani."

Mustafa Birlik, ilerleyen yıllarda, 1986'da Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal ve bazı milletvekillerine; Milli Savunma, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı'na birer mektup göndererek Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne atanan Aydın Toroman'ın da komünist olduğunu ortaya çıkararak, önce Eskişehir Hava Üssü'ne, ardından da re'sen emekliye sevk edilmesine vesile olur.

Bu kadar hareketli bir hayatın içinde olan Birlik'e önce 'Selametçi' yakıştırmasında bulunulur, sonra da Hocacı derler.

Birlik, Risale-i Nur okuyan gruplar arasındaki bütün ayrılık, karışıklıkların altında kimlerin parmağının olduğunu tahmin etmekte, bilmektedir artık: "Fethullah Gülen Hocaefendi'ye de anlattım. Çok güldü. Bir tanesi ile karşılaştık iki sene evvel falan, Kemeraltı'nda. Dedi ki 'Bana bak, bana! Yanacaksın. Tövbe et.' MİT dedim ya ona. İftira ediyormuşum sözde. Bundan dolayı yanacaksın' diyor. 'Bana bak' dedim, 'dünyada yaktığın yeter, ahirette bari peşimizi bırak. Orada bari rahat edelim.' Kendi de güldü, böyle deyince."

11 Mart 1966'da, İzmirli Müslümanların hayatında önemli bir değişiklik olur. Daha önce bulunduğu Erzurum, Edirne ve Kırklareli gibi şehirlerde belirli bir isim yapmış Fethullah Gülen Hocaefendi İzmir'e tayin edilir: "Geldikten iki-üç gün sonra Osman Demirci Hoca ile 'hoş geldin'e gittik Kestanepazarı'na. Ondan sonra, Allah razı olsun, bizim evin bir ferdi gibiydi yani Hocaefendi; gelmesi, gitmesi, kalması..."

"Hocaefendi'nin İzmir'e gelmesiyle ufkunda bir genişleme oldu"

Kestanepazarı'nda çok hizmeti olur Fethullah Gülen Hocaefendi'nin: "Hocaefendi'nin buraya gelmesiyle ufkunda bir genişleme oldu. Burada yapılan çalışmaların geniş bir sahaya yayılacağını hissetti. Onun için Kestanepazarı'ndan çıktıktan sonra ayrı bir dernek falan kurdu. Bütün bunların ilk temeli fakirin evinde atılmıştır yani. Ama bu dersaneler falan hiçbir şey yokken ben uzun müddet burada dersane açtırtmadım, cemaat bölünmesin diye."

O zamana kadar Mustafa Birlik'in evi tek buluşma noktasıdır İzmir'de. Bir müddet sonra bir iki ev açılır: "Bornova'da Atıf Bey Yurdu'nun yerini ben satın almıştım. Elhamdülillah sonra günden güne genişleme oldu. Hocaefendi artık Kestanepazarı'nda iken Abdullah (Mustafa Birlik'in iki kızı dışındaki oğlu), her akşam sefertası ile giderdi oraya. 3-5 kişi olur, yer, içer sohbet yaparlardı. Hocaefendi'nin babası Ramiz Amca çok hoşsohbet bir insandı. Çok nüktedandı. Hocaefendi'nin babası, anası falan ilk geldiği zaman bu evin alt katında kaldılar bir sene."

Birlik, Ramiz Hoca'dan dinlediği bir nükteyi şöyle aktarıyor bizlere: "Bizim evden bakınca, her taraf böyle eski ev olduğu için müze gibi görünür. Kış gelmiş. Ramiz Amca karşımızdaki Yamanlar'ı böyle görüyor. Diyor ki 'Kış konaklamış. Zenginlere selam göndermiş, 'geliyorum, hazırlansınlar' diye. Bunu duyan fakirler de üzülmüşler 'Zenginlere selam gönderiyorsun da bize haber bile vermiyorsun' demişler. Bunun üzerine kış 'Merak etmesinler. Onlarla şahsen görüşeceğim' demiş."

Takvimler 12 Mart 1971'i gösterdiğinde de Türk Silahlı Kuvvetleri hükümete muhtıra verir. Hocaefendi de bundan az bir zaman önce Kestanepazarı'ndan ayrılmak durumunda bırakılır: "Hocaefendi ne kadar geniş bir insan. Çok geniş, çok müsamahalı. Kin tutmayan bir adam. Mesela Kestanepazarı'ndan, diyelim ki istihbaratın veya şunun bunun zorlaması durumunda, ayrılma mecburiyeti karşısında onları bile hoş karşıladı yani."

"Hocaefendi'den bir saat önce tevkif edildim"

12 Mart'ın hemen ertesinde de bildik aramalar yapılır. Ancak bu sefer, bir şey bulunsa da bulunmasa da tevkif edilmeleri kaçınılmazdır. Birlik, Fethullah Gülen Hocaefendi'den bir saat evvel tevkif edilir: "Mayıs ayıydı. Pazar günü evde yoktuk. Geldik, polisler zaten bekliyorlarmış bizi. Ama üç-dört gün evvelden dolapları temizlemiştim." Birlik'in 'temizlediydim' dediği, başka bir şey değil, tahmin edilebileceği gibi risalelerdi: "Kalan şeyleri benim küçük kız (arka taraftaki banyodan komşunun damına geçme imkânı vardı) alıp komşunun evine götürdü. Sonra polisler o komşunun evine gidip 'Bu evden diğerine irtibat var mı?' diye soruyorlar. Onlar da 'Yok' diyorlar. Yani, bizim tevkif edilmemize sebep, bizde ve Hocaefendi'de bir şey bulmaları değildi. Doğrudan doğruya Ankara'dan ismen gelen liste ile aldılar bizi. Ben polise dedim ki 'Ceket giyeyim mi?' 'Giysen iyi olur' deyince anladım kalacağız orada diye. Gittiğimde Harun Reşit (Tüylü) Hoca oradaydı. Saçları, bıyıkları kestiler; ama Harun Reşit Hoca'ya dokunmadılar. Benden sonra Cahit (Tuzcu), sonra Hocaefendi geldi."

Böylece 6,5 ay sürecek yeni bir sayfa açılır onlar için. Ve bilinçli bir şekilde solcular da onların yanına yerleştirilir: "Dev-Genç'lilerle beraberdik. Enteresan bir şey söyleyeyim. Onlardan bir çocuk vardı, sarışın. Geldi bir gün Hocaefendi'ye dedi ki 'Hocam MİT bizi kullandı. Ve şimdi sahip çıkmıyor. Ne olur bize yardımcı olabilir misiniz?' Sonra o Kadir Kaymaz vardı, meşhur Ziraat Bankası soyguncusu. Hocaefendi falan meşgul oldu onlarla. Namaza, oruca başladı orada yani. Namaz kıldığı için diğer komünistlerin onu öldürme kararı aldıklarını duyduk. Hocaefendi'ye 'Siz dünyayı da biliyorsunuz, ama nasıl dindar oluyorsunuz?' diyorlardı. Yani dindarlıkla dünyalığı birbiri ile bağdaştıramıyorlardı."

Albayın anonsu: Hocalar tahliye oldu


Solcuların içlerinde tahrik etmek isteyenlerin de olduğunu anlatan Birlik, Buldan Müftüsü'nü solculara gelen ziyaretçiler arasında görünce şaşkınlığını gizleyemez: "Anası çarşaflı, babası sakallı, oğlu komünist. Müftü, komünist olan üsteğmen oğlunu ziyarete geldi. Ben hocayı dışarıdan tanıyordum. 'Ya hocam?' dedim. 'Sorma' dedi 'işte böyleyiz.' Fakat babası öyle gelip şey yapınca, oğlunun diğerleri ile ilişkisi azaldı. Utandı yani. Ben ailemi hiç getirtmedim oraya. Bir tek Abdullah geliyordu."

Solculardan başka ülkücüler de vardır aynı koğuşta: "Onlardan da yedi kişi vardı. Üç tanesi namaz kılıyordu."

Savcılık ile mahkeme arasında gerginliğin yaşandığı süreçte Harun Reşit Tüylü Hoca, bir albay akrabası vesilesi ile yedi günde tahliye olur. Cahit Erdoğan'ın, İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Hukuk Müşaviri, albay akrabası ise ona hiç yardımcı olmaz. Sona doğru yaklaştıkça sadece Mustafa Birlik ile Hocaefendi kalır içeride. Bir aya kalmadan onlar da 9 Kasım 1971'de tahliye edilirler: "Bize dışarıdan yemek geliyordu. Biz daha ayrılmadan albay anons yaptırdı 'Hocalar tahliye olmuştur. Bundan sonra dışarıdan yemek getirmek yasaktır' diye."

Mustafa Birlik karar verir, 1973 senesinde temelli yerleşmek üzere Suudi Arabistan'a gider: "Ali Ulvi Ağabey'in yanına vardık. Yanında Said Şamil ve iki kişi daha vardı. Ali Ulvi Ağabey Said Şamil Ağabey'e hitaben dedi ki 'Üstad. Senin sorularına cevap verecek adam geldi. Yüzüme baktı, 'ben' dedi 'tanıyorum.' Beş gün arka arkaya evinde oturduk, konuştuk. 'Ben' dedim 'Medine'ye temelli yerleşmeye geldim.' Dedi ki 'İnşallah temelli kalamayasın. Çünkü ben burada büyük dedemin bir kısım malları vardı onları halletmek için gelmiştim. 'Peygamberin yurduna otur, hayatını burada tamamla' dediler. Oturdum, 15 sene oldu. 15 seneden bu yana kimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Burası ile ilgili Mısırlıların bir tabiri var; 'Suudi Arabistan mücahidlerin kabridir' diye. Bir insan buraya gelip kaldı mı betonlaşıyor. Hareketleri, cesareti kalmıyor, kalmıyor, kalmıyor.' 'Anladım ki' dedi 'sen Türkiye'de bir 'köşe taşı' insanısın."

Sporu seven, bir zamanlar Altınordu'da amatörce top oynayan Mustafa Birlik'e 12 Eylül yönetimi de İzmir Belediyesi sınırları dışına çıkış yasağı getirir: "Evin altı dersane idi. İmam hatip öğretmenleri şikâyet etmişler 'burda gizli tedrisat yapılıyor falan' diye."

Birlik, başvuruda bulunarak, esnaf olduğu için seyahat etmesi gerektiğini anlatır. Bir süre sonra yasak, 'il hudutları' olarak değiştirilir. Bu şekilde olunca kazalar işe dahil edilir. Sonra da tamamen kalkar. Ancak Mustafa Birlik'in sıkıntısı bitmez.

Bu sefer de pasaport alırken sıkıştırırlar ve bir türlü pasaport vermezler ona: 'Pasaport almasında mahzur yoktur ama gittiği yerde hemen şeriat kurmaya çalışır' notu düşülmüştür dosyasına. Bütün bunlara rağmen pasaport almasına sürekli bir yerlerden taş konur. Birlik, en tepe noktasına kadar izini sürmeye karar verir ve Turgut Özal döneminde pasaportunu alabilir.

Bediüzzaman Hazretleri:"O gün baban sana dua edecek"

Günlük bir saatlik yürüyüşünü de ihmal etmeyen Mustafa Birlik, babasıyla yaşadığı bazı sıkıntılarını da, babası vefat etmeden halletmiştir: "Pederle ayrılmak icap etti ya. Nurcu olduktan sonra dargın duruyordu. Sonra ben Üstad Hazretleri'ne yazdım 'Ben gidiyorum, kovalıyor' falan diye. Üstad da 'Kardeşim, sahabe-i kiram da bu imtihanı ebeveyni ile olmuş. O kapıdan kovacak, sen pencereden gir. Pencereden kovarsa, bacadan gir. Sen vazifeni yap, vazife-i ilahiye'ye karışma. O gün sana dua edecektir' dedi. Aynen öyle olmuştur. Son haftalarında Beyşehir'e gittiğimiz zaman babam 'Yanlış anlamışız' dedi.

Mustafa Birlik, yıllar sonra anlattıklarıyla hatıralarının ancak bir kısmını aktarabiliyor bizlere. Biz de son sözü yine Mustafa Birlik'e bırakarak, aslında, onun, bu satırlara sığmayan daha ne çok anlatacağı hikâyesi olduğu notunu düşmek mecburiyetinde kalıyoruz buraya: "Aklıma kaynayan pınar gibi bir şeyler geliyor ama her şeyi de söylemek mümkün olmuyor."

CEMAL A. KALYONCU
Sayı: 584/ Tarih : 13-02-2006

AKSİYON
 
Üst