Naklî delillere teslimiyet esastir

  • Konbuyu başlatan Tevhid_Nur
  • Başlangıç tarihi
T

Tevhid_Nur

Misafir
NAKLÎ DELİLLERE TESLİMİYET ESASTIR

1- «Mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat der­ler ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra ha­sen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükelle­fin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder.» (Sözler sh: 276)

2- «Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mez­he­binde bir­şeyin şer’an çirkinliği, pisliği, nehy-i İlâhî se­bebiyledir.» (Mektubat sh: 39)

3- « Yahut, acaba akıllarına gü­ve­nen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana it­tibâı emreder. Çünkü bütün dedi­ğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.» (Sözler sh: 386)

4- «Veyahut, aklı hâkim yapan müte­hakkim Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tut­mak mı istiyor­lar? Sakın fü­tur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından birşey çık­maz. Sen de aldırma.» (Sözler sh: 387)

5- «Veyahut, gayb-âşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umur-u gaybiyeye dair tah­minlerini yakîn tahay­yül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberle­rini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyleyse, vahye mazhar resullerden başka kimseye açıl­ma­yan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olma­yan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malûmat ala­rak yazıyorlar hülyasında bulu­nuyorlar. Böyle haddin­den hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfu­ruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda se­nin hakikatle­rin onların hülyalarını zirüzeber edecek.» (Sözler sh: 388)

6- «Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı ve tıl­sım-ı kâ­inatı fethedip ve hilkat‑i âlemin muammâ­sını açan beyanat-ı kev­niyesi, ihbârât-ı gaybiyenin en mü­himmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz da­lâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâ­ilin en kü­çüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye ve o ha­kaik-ı kevni­yeyi beyandan sonra ve safayı kalb ve tez­kiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatın­dan ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder, Kur’ân’a “Bârekâllah” der.» (Sözler sh: 406)

7- «Hükema-yı işrâkıyyunun kitaplarına ve sün­ne­tin miza­nıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudâtına iti­mad eden mutasavvıfî­nin kitaplarını teemmül eden, bu hük­mümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cin­sinden ve Kur’ân’ın der­sinden aldık­ları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs geli­yor.» (Sözler sh: 440)

8- «Bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî er­kân-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin her­birisini kasten ve cidden ve sa­adet-i dâ­reyni temin eden bütün düsturları görür, gös­terir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasü­bünü idame edip, o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur’ân’ın bir i’câz‑ı mâ­nevîsi neş’et eder.

İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulema-i ilm-i kelâm, Kur’ân’ın şakirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye dair binler eser yaz­dıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettik­leri için, Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuhla ifade ve ka­t’î ispat ve ciddî ikna ede­memişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin niha­yetine kadar silsile-i esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat hük­münde olan marifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü’l-Vücudu ispat eder­ler.

Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıt­tırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fi­ilen ispat edilmiş ve göstermişiz.

İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sün­net-i seniy­yeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yol­dan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, ha­kaikın tenasübünü, mu­vazene­sini muha­faza edemediğin­dendir ki, böyle bid’aya, da­lâ­lete dü­şüp bir cemaat-i be­şeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün acz­leri, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzını gösterir.» (Sözler sh: 441)

9- «Bütün mucizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi Kur’ân’ın bir mucizesidir ki, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zu­huruyla herbir kelimesi bir mu­cize olur. Çünkü, o vakit birtek kelime, bir çekirdek gibi, bir şecere-i hakaikı mânen tazammun edebilir. Hem mer­kez-i kalb gibi, hakikat-i uzmânın bü­tün âzâ­sına münasebettar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye isti­nad ettiği için, huru­fuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevki­iyle hadsiz eşyaya bakabi­lir. İşte, şu sırdandır ki, ulema-i ilm-i huruf, Kur’ân’ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar bul­duklarını iddia ederler ve dâvâlarını o fennin ehline is­pat ediyorlar.» (Sözler sh: 443)

10- «İslâmiyetin dairesine Selef-i Sâlihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imti­sali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemaldir ve tekem­müldür. Yoksa, za­ruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi ha­yat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i mad­diye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boy­nun­daki şer’î zinci­rini çıkarmaya vesiledir...

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye ya­par, se­mâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâ­viyedir ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ah­kâm-ı mesturesini iz­har ettiğin­den, semâviye­dirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrı­dır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir icaba, icada me­dar değildir. İllet ise, vücuduna medardır...

Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dün­ye­viyeye ba­kıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uh­reviyeye bakar ikinci derecede, âhirete vesile olmak do­layısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın na­zarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyleyse şe­riat namına iç­tihad edemez.» (Sözler sh: 482)

11- «Şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, he­vesîdir, felsefîdir semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, se­mâvat ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâ­dâtına müdahale ve o Hâlıkın izn-i mâ­nevîsi ol­mazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.» (Sözler sh: 483)

12- «Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edeme­diği gibi, o kı­sım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri ta­bir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya” denilen veraset-i nübüvvet mu­hakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktık­ları zaman, kitap ve sünnetin ir­şa­dıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmiş­ler.» (Mektubat sh: 81)

13- «Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, de­rece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhu­duna istinad eden bir kısım ehl‑i velâye­tin ihatasız keş­fiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikî­nin, şuhuda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, iha­talı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâm­larına yetişmez.

Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve mü­şahe­datın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsi­yeleri ve asfiya-i mu­hakkikînin kavânin-i had­siyeleridir.» (Mektubat sh: 83)

14- «Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalış­tığı bir za­manda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gu­rurun­dan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kal­bim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan se­râya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin mesele­leri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıble­nâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde bi­rer düğme hük­münde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok taz­yikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vazi­yette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vazi­yete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bü­tün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimi­yetle, tereddütlerden ve vesve­seler­den, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişe­lerden kurtulu­yordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakı­yordum, tazyi­kat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol ay­dın­laşıyor, selâ­metli yol görünüyor, yük hafifleşi­yor, tazyikat kalkı­yor gibi bir hâlet hissediyor­dum. İşte o za­manlarımda İmam‑ı Rabbanînin hük­münü bilmüşahede tasdik ettim.» (Lem’alar sh: 50)

[FONT=OptimaT&#376]İşte birkaç kısa nümuneler olarak nakledilen yuka­rı­daki ifade ve beyan­larda sarahaten görülüyor ki, dinde, te­’­vil kaldır­maz ve bağlayıcı bazı hüküm ve düs­turlar ve mu­karrer kaideler, muhkemat[/FONT] ve esaslar var­dır. Bunlara iman ve teslimiyet şart ve zaruridir. Aksi halde şerî’at daire­sinden çıkmak tehlikesi do­ğar. Teferruat sayılan hükümler ise bu esaslara ters düşe­mez.

[FONT=OptimaT&#376]İşte bu gibi esaslarda bütün müslümanların itti­fakı[/FONT] mecburî olduğundan bu esaslar sağlam bir İslâm birliğini tahakkuk ettirir.

[FONT=OptimaT&#376]Dinî cemaatler[/FONT]de sözü geçerli olan şahıslar, bu gibi esasları ve bu esas­larda birleşmenin zaruret ve el­zemiye­tini tekraren be­yan ve telkin etmeleri icab eder.
[FONT=OptimaT&#376]Dinî cemaatler de aynı kaide ile, yani meşru mes­lek esas­ları[/FONT]nda ittifak etmeyi esas almalıdırlar. Çünkü başka meşru bir ittifak yolu yoktur.

[FONT=OptimaT&#376]Esaslara muhalefet edenlerle hak ve şer’i mânâda it­ti­fak et­mek ve hizmet beraberliğinde olmak, aynı ha­tayı des­teklemekle aynı suça ortak olmayı netice verdi­ğinden ittifak edilemez.[/FONT]
[FONT=OptimaT&#376]Ezcümle: Hazreti Üstad Bediüzzaman, Eğirdir Müftüsü[/FONT]ne yazdığı (Son İhtar) yazısında diyor ki:

15- «Zatınız, herkesten ziyade hizmetimize taraf­tar ve hara­retle himayetkâr olmak lâzım gelirken, ma­atte­es­süf, meçhul se­bep­lerle, aksimize tarafgirâne ve bize karşı soğukça rakîbane bak­tığı­nızdan, oğlunuzu bu köyde yer­leştirip ona dost-ahbap buldur­mak için çalıştı­nız. Neticesinde, burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahi­yetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor. Çünkü, Es-sebebü ke’l-fâil kaidesince, bu vaziyetten ge­len günah­lardan, seyyi­attan siz mes’ulsünüz.

Zehire tiryak namı vermekle tiryak olmadığı gibi, zendeka hissiyatını veren ve dinsizliğe zemin ihzar eden bir heyetin vaziye­tine, ne nam verilirse verilsin, Genç Yurdu denilsin, hattâ Mübarekler Yurdu denilsin, ne de­nilirse denilsin, o mânâ değiş­mez. Başka yerlerde, Genç Yurdu ve Türklük Meclisi, Teceddüt Mahfeli gibi isim ve ünvan­larla bulunan heyetler, başka şekillerde zararsız bir surette bulunabilirler...

...İşte, sizin ilminize ve makam-ı içtimaînize ve men­sab-ı fet­vanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlât hakkındaki müfrit şefkatinizden gelen teşvikkâ­râne mu­avenetinize istinad ederek, bu­rada hem beni, hem seni pek ciddî alâkadar edecek bir vaziyet vü­cuda geli­yor.

Ben kendim burada muvakkatım ıslahına da mü­kel­lef deği­lim belki bir derece mesuliyetten kurtulabili­rim. Fakat zatınız hem sebep, hem nokta-i istinad oldu­ğunuz­dan, o vaziyetten gelen müt­hiş meyveler defter-i a’mâli­nize geçmemek için, herşeyden evvel bu vaziyeti ıslah etmelisiniz. Veyahut oğlunu buradan çek. O da­imî senin mânevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye ça­lış.» (Barla Lâhikası sh: 196)

[FONT=OptimaT&#376]Aynı mesele ile alâkadar diğer birkaç kısa nümu­neler de şöyledir:[/FONT]
16- «Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın ha­rekâ­tına fiilen veya iltiza­men veya iltihaken taraftar olma­sıyla mâ­nen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebe­biyet ve­rir.» (Sözler sh: 172)

17- «Bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.» (Şualar sh: 202)

18- «Zulme rıza zulümdür taraftar olsa, zâlim olur.
Meyletse [7]âyetine maz­har olur.» (Kastamonu Lâhikası sh: 207)
[7] Hûd Sûresi, 11:113.

19- «İKİNCİ NOKTA
âyet-i kerimesi ferma­nıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.» (Mektubat sh: 361)


20- «Küfre rıza küfür olduğu gibi dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir.» (Em.L.-ll sh: 175)


21- «Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderun­luğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek ha­seneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi ta­raftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseri­yetin hatâsına terettüp eden musibet-i âm­menin de­va­mına ve idamesine, belki teşdidine ka­der-i İlâhiyeye fetva verirler “Biz buna müstehakız” derler.» (Kastamonu Lâhikası sh: 25)


[FONT=OptimaT&#376]Bunlar gibi hayli ifade ve beyanlar açıkça göste­riyor ki, şe­r’î kaidelere muhali[/FONT]f düşen faaliyetlerde bu­lunanlarla beraberlik veya taraftarlık yapılamıyor.




22- «Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden ce­ma­atlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muha­faza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet ver­meye çalış­mamak birinde hatâ bulunsa, müfti‑i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 9)
 
Üst