İman üzerine konuşsak mı ne dersiniz????

bardak

Well-known member
GÜLENLER VE AĞLAYANLAR
iki kişi, hem zevk, hem ticaret için seyahate gider. Birisi, ken­dini beğenmiş, bıkkın, şikayetçi; diğeri haddini ve hakkını bilen, ümitlidir.
Birincisi, bir memlekete gider. Ona oradaki canlı cansız her şey ağlıyor, inliyor gibi görünür. Hiç kimse birbirini tanımamak­ta, herkes bir diğerine zarar vermek için fırsat kollamaktadır. Sofralar ancak güçlü olanlar içindir. Fakat onlar da tatsalar bile doyamamakta, lokmalar daha midelerine inmeden sofradan ko­vulmaktadırlar. Tadanlar tattığına pişmandır. Her şey ayrılık azabıyla korkunç bir boşluğa düşüyor gibi vaveyla koparmakta­dır.
Diğeri, ümit ve sevinç insanıdır. O varlıklardan her biri, biri­nin askeridir ve onun verdiği önemli görevlerde şevk ve istekle çalışmaktadır. Herkes birbirinin vazifesini tamamlayan yardım­cılardır. O sesler vaveyla, ağlama, inleme değil; varlık ahengin-den çıkan sevinç türküleridir. O sofrada en güçlüler, çocuklar gi­bi en zayıfların hizmetçisidir. Burada ziyafet sofrasının numune­lerinden tadanlar, hakikî, geniş sofralara davet edilmektedir. Ayrılık yok, vazifeden terhis ve kavuşmak vardır.
O iki kişiden birincisi kafirdir ki, ona göre varlık başını taş­tan taşa vuran, avare mahluklardır, ikincisi ise mü'mindir ki, onun nazarında bütün mevcudat bir merhametli sultanın kıy­metli ve sevinçli misafirleridir, her şeyin ipi onun elinde, her ha­zinenin anahtarı onun yanındadır.
İmanda cennet çekirdeği, küfürde cehennem tohumu saklıdır.(2.Söz)

ANTİKA SANAT
İnsanın kıymetini ortaya çıkaran imandır. Üzerinde tecelli eden ilahî sanatlar ve Rabbani isimlerin nakışlan iman ile orta­ya çıkar. Küfür, o irtibatı koparır, o nakışlan karartır. İnsanın kıymetini sadece maddi değerine düşürür.
İçerisine ışığın nuru girmemiş bir avizenin ne üzerindeki na­kışlar ve ne de kendisi hakikî manası ile görünür.
İnsanların sanatları içerisinde de maddenin kıymeti ile sana­tın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen eşit, bazen madde daha kıymetli, bazen de maddenin kıymeti bir ise sanatın kıymeti milyondur.
Beş kuruşluk bir demir, demirciler çarşısında ancak o kadar değer ifade ederken, antikacılar çarşısında üzerindeki sanattan ve sanatkârına nispetten otururu beş milyar kıymet kazanabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ki, kâ­inata bir fihriste suretinde yaratılmıştır. Küfür ile o intisap ke­silir ise, kıymeti ancak hayvanı maddesi itibari iledir ki, mahlukatın en acizi, en kederlisi, en muhtacı derecesine tefessüh eder. Elmas iken kömür olur.(23.SÖZ 1. Mebhas 1. Nokta)


İMAN GIDADIR .

İnsan ekmeksiz yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.
Evi olmayan bir adama yapılacak şey, odaların süslenmesin­den, tozların alınmasından bahsetmek değil, hane sahibi olması­na yardımcı olmaktır.
İmansız cennete giden yok, fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Tasavvuf meyvedir, hakikat-ı İslamiye gıdadır.
Eskiden kırk senelik bir ruhanî seyir ile iman hakikatlerindekî şüphesiz marifete ancak çıkılabilirdi. Kırk dakikada o haki­katlere çıkmaya bir yol bulunsa ona karşı lakayt kalınmaz. Es­kiden kırk senede gidilen bir yola, dört saatte götüren bir uçağa ilgisiz kalınamayacağı gibi...
Onun içindir ki, bugün, nur eczalarına gördürülen bu vazife­ye, yani iman ve İslam'a ait hakikatlerin izah ve takviyesine bü­tün gayretlerin sarf edilmesi gerekir. Eğer, İmanı-ı Rabbani (r.a.), Şeyh Abdulkadir Geylanî (ra), Nakşibendî (ra), gibi zatlar, bu zamanda yaşasalardı, bütün himmetlerini bu işe sarf edecek­lerdi.(5. Mektup)

AKLIN AZABI
Bir hayalî vakıada, birbirine bakan iki yüksek dağ gördüm. Dağların arasına bir köprü kurulmuştu ve ben üzerindeydim. Köprünün altından derin bir dere geçiyordu. Dünyayı koyu bir karanlık istila etmişti. Sağ tarafta büyük bir mezarlık, sol taraf­ta korkunç fırtınalar ve karışıklıklar vardı. Köprünün altı uçu­rumdu. Bu dehşet içerisinde cebimdeki zayıf ışıklı feneri çıkar­dım. Nereye tuttu isem canavarlar, ejderhalar, aslanlar çıktı. "Eyvah, bu fener başıma bela imiş" dedim, fenerimi taşa çarpıp kırdım. Birden o fenerin kırılması ile dünyayı aydınlatan bir elektrik lambasının düğmesine dokunmuşum gibi, o karanlık da­ğıldı, her şeyin hakikati göründü. Baktım ki, o köprü, muntazam bir ovada mükemmel bir cadde, o mezarlık, insanların sevinçle yaşadığı bir meclis, sol taraf, enfes bir seyir ve ziyafet yeri, cana­varlar, itaatkar hizmetçilermiş.
Allah'a imandan gelen huzur ile ayetler okuyarak o hayali va­kıadan ayrıldım. İman olmayınca aklın azab olduğunu anladım.
O iki dağ, dünya ve ahîret, o köprü hayat yolu, sağ, geçmiş, sol, gelecek, o fener ise, bencillik ve vahiyden mahrum kuru akıl­dır.
Evet, el feneri ezelîışığı bulmada kullanılmalıdır.(23.Söz 2.Nokta)

İSBAT KOLAY
Bir adam, "Nar diye bir meyve yoktur." dese, semanın katla­rından, denizin derinliklerine, yeryüzünün bütün bahçelerine kadar her yeri dolaşmalı ve sonra da "Yok." dememeli, sadece "Bulamadım." demelidir. Zira, belki vardır da o bulamamıştır.
"Nar var!" diyen adam ise, bir tane nar getirip gösterse, ar­tık dünyayı dolaşmasına gerek kalmadığı, kati hükmünü "var!" şeklinde söyleyebildiği gibi, binlerce insanın "Yok!" veya "Bula­madım!" demesi de onun davasına zarar vermez.
Onun içindir ki, bir isbat edici, çok reddediciye tercih edilir.(13.Lem'a 13.İşaret 3-Nokta)

BİN KAPILI SARAY
Bin kapılı bir sarayın bir kapısı açık ise o saraya girilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık ise, o saraya girileme­yeceği söylenemez. Veya, bir iki kapısı, bir adamın bulunduğu yerden kapalı gibi görünüyorsa, bu o kapıların gerçekten de ka­palı olduğunu göstermeyeceği gibi, saraya girilmesine de zarar vermez. Belki o adamın gözü zayıftır veya kendi gözündeki per­deyi kapının üzerinde zannediyordun
İşte iman hakikatleri o saray gibidir. Her bir delil, bir anah­tardır. İspat eder, kapılan açar. Şeytan, ya gaflet ya cehalet se­bebi ile o adam için kapalı kalan bir kapıyı gösterir, bütün diğer delilleri nazarından silmeye çalışır. Hatta," O saraya girilmez!" derken, sarayın varlığını ve güzelliğini inkar ettirmeye bile çalışır. Bin kapılı sarayda, bir kapı ile aldatmak İster.
İnsan, suallerinin cevabım öğrenerek, kendisine kapalı görü­nen kapı bırakmamalıdır.(13. Lem'a 13. İşaret 3. Nokta)

AKİSLER VE RESİMLER
Cenab-ı Hakkın en açık sanat şaheserlerinden olan akislere ve resimlere bakınca onun kudretinin emsalsizliği bir kez daha görülür. Mesela, bir ayna semaya karşı tutulduğu zaman, sema­nın derinliğiyle, nakışlarıyla, yıldızlarıyla aynanın içine aksetti­ği görülür.
Sınırsız semayı, insanlar adedince göz bebeğine sıkıştırmak sonsuz kudrete ait taklit edilmez bîr sanattır. Elbette, ne ayna­nın yüzü kendi kendine, ne göz bebeği kendi kudretiyle bütün se­mayı içine alacak kudrete sahiptir. İkisi de neyin olup bittiğinin farkında bile değildir. Olsa olsa zahirî sebep olabilirler, yapan ve yaptıran olamazlar.(İşarat-Bakara-İbadet Hakkında)

GÜNEŞİ GÜNEŞTEN
Dünyaya sırf yaratıcısını bulmak için gelen seyyah, aklına: "Biz her şeyden Halikımızı sorduk, en güzel cevaplan eksiksiz aldık. Şimdi ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarının göründüğü, isimlerinin cilveleri olan eserlerine bakarak, 'Güneşi güneşten sormak lazım' misalindeki gibi davranacağız ve dünyaya başka bir nazarla bir seyahat daha yapacağız" dedi.(I5.Şua 2.Makam l.Numune)

YOL
O seyyah, ikinci bir cereyan olan dalalet ehli gibi dünya gemi­sine bindi. Kur'an'ın hikmetlerine tabi olmadan, fen ve felsefegözlüğü ile baktı. Coğrafya fenninin gözüyle dünyanın, sınırsız bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir daireyi, yani küçük bir cismin aynı yolu yirmi bin senede alacağı bir mesafeyi, top güllesinden yetmiş defa daha süratli bir hareketle gezdiğini gör­dü. Eğer bir dakika yolunu sasırsa veya bir serseri yıldıza çarp­sa, parçalanarak sınırsız fezada kaybolacağını, biçare yolcuları­nı, bütün canlıları yokluğa, hiçliğe dökeceğini düşündü. "Gazabı­na uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil-Fatiha Sure-si-7" ayetinin haber verdiği dehşetli hali, "Yahut onların amelle­ri, derin bir denizin karanlıklarına benzer- Nur Suresi-40" ayeti­nin ihtar ettiği boğucu karanlığı hissetti.
"Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bun­dan kurtulmak çaresi nedir?" diyerek felsefenin kör gözlüğünü kırdı. "Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberle­rinin ve onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet-Fatiha-7" hakikatinin tesirine girdi.
Birden Kur'an'ın hikmetleri aklına hakikat yolunu gösteren dürbününü verdi. "Şimdi bak!" dedi. Baktı, "Göklerin ve yerin Rabbi-Ra'd Suresi- 16-, Üzerinde gezin ve Allah'ın verdiği rızıklardan yiyin diye, yeryüzünü sîzin emrinize veren Odur- Mülk Suresi- 15"ayetleri önünü güneş gibi aydınlattı.
Memleket-i Rabbanîyede, Halık-ı Zülcelâl'in misafirlerini gezdirdiğini anladı.(I5.Şua 2.Makam 2.Numune)

DIŞARDA YANGIN VAR
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında de­ğilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseli­yor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangı­nı söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!"(Isparta Hayatı-Tahliller-Eşref Edip)

YOK VAR VAR YOK
Nefislerim firavunlaştırmış insanlar, ellerinde küçük bir ira­deden başka bir şey olmadığını, hiçbir şeyi yok edemedikleri gi­bi, hiçbir şeyi de yoktan icad edemediklerini, çok güvendikleri ta­biatın elinde de bir şey olmadığını görünce, "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz." diyerek, batıl anlayışlarını Kadir-i Mutlaka teşmil etmek isterler.
Her senede yüz binlerce türü yeniden icad eden, semayı ve ar­zı altı günde yaratan, her baharda kâinattan daha sanatlı ve hikmetli bir kâinatı inşa eden kudret ve ilimden, bîr yazıyı gös­termek için sürülen madde gibi, ilim defterindeki varlıkları kud­ret defterinde cisimleri ile göstermesini ve bu kadar varlık var edilmişken, yoktan var etmesini uzak görmek ahmakça ve cahil­ce bir anlayışsızlıktır.
Var olduğu halde "Yoğu var edemez." diyen adam, yok olmalı!(23.Lem'a Hatime 3.Sual)

FITRATIN GAYESİ
Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (20. Mektub)

ALLAH'TAN BAHSETMEK
Mükemmel bir eczahanenin her kavanozunda, harika ve hassas ölçülerle hazırlanmış ilaçlar vardır. O eczahanedeki ilaçlar, maharetli, kimyager, maksatlı bir eczacının varlığına ve özellik­lerine şahittir.
Bitkileri, hayvanları, havası, suyu, gıdası ile bu dünya ecza-hanesi, çarşıdaki eczaneden ne kadar büyük ve mükemmel ise, o derecede kendi eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'e şahittir. Onu ta­nıtır ve tarif eder.
Binlerce çeşit kumaşı basit bir fabrikadan dokuyan makine nasıl maharetli makinistini ve fabrikatörünü tanıtırsa, yüz bin başlı, her başında binlerce mükemmel fabrika bulunan bu sey­yar makine-i Rabbani de, ustasını ve sahibini bildirir, tarif eder.
Gayet mükemmel bir erzak deposunun, sahibini; onun güç ve kuvvetini tanıtması gibi, bir senede yirmidört bin senelik mesa­fede seyahat eden ve yüz binlerce çeşit ayrı ayrı erzak isteyen misafirlerinin ihtiyaçlanna cevap veren, bahan büyük bir vagon gibi binlerce çeşit ayrı ayrı yiyeceklerle doldurarak kışta erzakı biten biçarelere getiren bu Rahmani iaşe amban da, Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır.
İçerisinde yüz bin çeşit milletten; silahlan, elbiseleri, talimle­ri, terhisleri ayrı yüz binlerce askerin hiçbirisinin hiç bir ihtiya­cım şaşırmadan ve karıştırmadan yerine getiren bir ordu, onun muhteşem kumandanına şahittir ve o kumandam taktirlerle sevdirir.
Öyle de, bu zemin yüzü ordugahında bitkilerden ve hayvan­lardan müteşekkil milletlerin, yüz binlerce ayrı nevinin, hiç biri­sinin elbise, erzak, silah, talim ve terhisinin hiç karıştırılmadan, şaşınlmadan yapılması ve her baharda yeniden silah altına alı­nan milyonlarca askerden hiç birinde, hiçbir karışıklık çıkma­ması, küre-i arzın Kumandan-ı Azam'ım hayretler ve takdislerle bildirir, hamdler ve teşbihlerle sevdirir.
Muhteşem elektrik lambalarının elektrikçiyi göstermesi gibi, dünyadan milyon defa daha büyük ve süratli, yanmak maddele­ri tükenmeyen lambalar da Sanii'ni tanıtır ve hayran bırakır. Bir satınnda, bin kitap kadar bilgi bulunan, ince kalemlerle yazılan bir kitabın yazarına şehâdeti gibi, her biri bir harf, bir kelime, bir sayfa, bir kitap olan mahlukat da Katibine, Nakkaşı­na şahittir.
Fenler ve ilimler Allah'dan bahseder, onlara kulak veren sa­hibim bulur.

ECZAHANE
Bir eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddele­rin her birisinden çok ince bir hesapla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır. Eğer, birinden bir iki dir­hem fazla veya noksan alınsa o ilaç hususiyetini kaybeder, belki zehir olur.
Hiç mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde bulunduklarışişelerin devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/ diyecektir.
işte o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir ec­zacıya şahitlik ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse, o kadar kendi eczacısını ta­nıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen adam, "Oilaçlar ve ambalajlar şişelerin devrilmesi ile olmuş." diyen adam­dan daha ahmaktır.

0 SARAYI YAPAN

En mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir kısmı sadece Çin'de, diğer kısmı En­dülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'da ve hakeza dün­yanın değişik yerlerinde bulunur. Bina yapılırken, aynı gün içe­risinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubun­dan o cevherler ve kıymetli taşlar kolayca getirilse, katiyen an­laşılır ki o sarayın sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.
işte, her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli ve o kasırlann en hayranlık uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âle­minden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî Mahfuzdan, bir kıs­mı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış, emelleri göklerin ve yerin her menzil ve tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere ve göğe birer sayfa, ezel ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir. Öyleyse insanın ma­budu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden, dünya ve ahiretin diz­ginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir.(17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)

OLMAYAN VEREMEZ
Birisi, bir başkasına para veriyorsa, kendisinde para olması lazımdır, olmasa veremez. Işık verenin, ışıklı olması, nurlandıranın nurlu olması gerekir. İhsan gınadan, lütuf latiften gelir. Aynen öyle de, var olmayan varlığı, görmeyen gözü, işitmeyen
kulağı, güzel olmayan güzelliği veremez. O, Basildir ki, biz gö­rüyoruz, O, Semi'dir ki, biz duyuyoruz.
Suyun üzerinde parıldayan ışıklar gibi, gelip geçici güzellik­ler, Şems-i Sermediye, Ezelî olan Allah'a şahittir.(32.Söz 3. Maksat 3. Remiz 4.Hüccet)

FABRİKA KAPICISI
Bir fabrikanın girişindeki küçük kulübesinde oturan kapıcı­ya, küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde verilir. Da­ha sonra onlan veren adam aynı kulübeciğe gelir ve mahsulâtı almak ister. Kapıcı ona, tonlarca şeker, top top kumaş, binlerce mücevher, mükemmel dikilmiş elbiseler, leziz yiyecekler verir. 0 adam ve ahmak olmayan herkes anlar ki, o kadar az şeyden, bu kadar çok ve güzel şeyi, o kapıcı yapamaz ve yapmamıştır. Hem o küçük kulübe de buna müsait değildir. Orası sadece bir kapı­dır. Onun ötesinde, görünmeyen muhteşem tezgahlarda, o şeyler dokunmuş ve hazırlanmıştır.
Aynen misaldeki gibi, toprağın zerreleri, küçücük bir çekir­dekten, o kadar çok şey dokuma işini kendisi yapmaz. Belki o, sadece rahmet hazinelerinin bir kapıcısıdır.
Havanın zerreleri de, bu kadar önemli ve çeşitli icraatı ken­dileri yapamaz.
O zerreler, Sani-i Zülcelâl'in, emrini, iznini, tercihini ve kuv­vetini ilan eder.(.Söz 2.Maksat l.Nokta l.Mebhas)


[1] (11. Şua 6. Mesele)
[1] (23. Lem'a L Yol Birincisi)


DEĞİŞENLER DEĞİŞMEYENDEN
Yerdeki aynaların değişmesi, gökteki güneşin değiştiğini de­ğil, aksine, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, daimi, her açıdan mutlak kemalde ve Zatında kendine yeten, başkasına benzemeyen ve dayanmayan, maddeden mücerred, me­kandan, kayıttan, imkândan münezzeh, beri ve yüce olan Zat-ı Akdesin değişmesi ve yenilenmesi muhaldir. Bütün bu gelip geçen, yıkılıp bozulan şeyler, yıkılmayan! gösterir. Akıp giden bir nehirde parlayan ve karanlığa girince kaybolan, yeni gelenlerde parıltısını devam ettiren ışıkçıklar, gökteki güneşin devamına şahittir. O gelip gidenler, gelip gitmeyeni, daimiyi gösterir.
Değişmek ve yenilenmek ihtiyaçtan, başkasına dayanmak­tandır. Allah, Vacibül Vücud, yani Vücudu Zatındandır. Kendi­ne yeten değişmez ve başkasına dayanmaya, yenilenmeye muh­taç değildir.(Lem'a 6.Nükte 4. Şua)

PERDELER
Hz. Azrail (a.s), insanların canım alması hususunda Cenab-ı Hakka demiş ki: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar."
"Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki, esbab ellerim çeksinler tesir-i hakikîden."(Lem'a 5.Nükte 2.Remiz)

BİZ UZAK O YAKIN
Allah (c.c), mahlukatma şah damarından daha yakındır.
Onun, Nur isminin tecellisine mazhar olan güneş, iliklerimi­ze kadar ısısı ve ışığıyla yakın, biz ona uzağız. Güneş girdiği her yerde hazır ve nazırdır. Azametinin gereği olarak, büyük küçük hiçbir şey onun ihatası dışına çıkamaz. Her zerre kabiliyeti nis­petinde güneşin akislerini gösterir. Güneşin tecellileri, hem ge­niş, hem çabuk ve hem de onun için kolaydır. Zerre ile seyyare emrine karşı eşittir. Denizin yüzüne yaydığıışıklarım zerreye de aynı nizam ve ahenk ile yayar.
O'nun bir mahluku olan güneş, O'nun Nur ismi yanında çok kesif, karanlık ve cansız iken, O'nun Nur ismine ayinedârlığı ile bu kadar yakın ise; O'nun yakınlığı, ihatası, hakimiyeti pihayet-sizdir. O'na ait olan mahlukata, 0, o mahlukatm bizzat kendisin­den bile daha yakın ve hakimdir. (14.Söz Dördüncüsü)

DELİLLER SİLSİLESİ
Mükemmel, süslü, nakışlı bir saray, mükemmel dülgerliğe delildir. Mükemmel fiil olan o dülgerlik, mükemmel bir faile, bir ustaya "nakkaş" gibi bir unvan ve isimle delildir. 0 mükemmel isim, mükemmel sıfata delildir. 0 mükemmel sanat ve sıfat, us­tanın kabiliyetine delildir. O mükemmel kabiliyet, ustanın zatına ve zatmdaki yüceliğe delildir. Aynen öyle de, bu kâinat sarayı, mükemmel efale delildir. Kemal-i Ef al, bir Fail-i Mükemmele, o Failin kemal-i esmasına, ya­ni, Musavvir, Müzeyyen, Hakim, Rahim gibi isimlerin kemaline delildir, isimler, o Failin kemal-i sıfatına delildir. O evsafın ke­mali, şuunat-ı zatiyenin kemaline, o da, Zat-ı Zişuunun kemali­ne delildir.
O Zat'ın, kemalinin ziyası, şuun, sıfat, esma, efal ve asar per­delerinden geçtiği halde bu kadar güzel ve mükemmeldir.(32.Söz S.Maksat S.Remiz l.Hüccet)

ZIDDIN MÜDAHALESİ
Bir şeyin kemali, kıymeti zıddı ile bilinir. "Mesela, sıcaklığın nispî lezzeti ve fazileti soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nispî lezze­ti, açlık eleminin tesiriyledir."
Fakat, böyle bir kemal hakikî kemal değil, nisbî, kıyaslanabi­lir kemaldir. Zira, bu meziyet ve faziletlerde, zıddı ortadan kay­bolursa, onlar da kaybolur, sukut eder.
Halbuki, hakikî fazilet ve kemal zıddın müdahalesine bina edilmez. Zatında bulunur. Mutlaktır. Kusurdan ve nakıstan mü­nezzehtir. Kararsız değildir.
Allah'a ait esma ve evsaf-ıîlahî; mesela vücut, ilim, kudret, cemal, rahmet, şefkat, gayr olsun olmasın değişmez. Kemalatı hakikîdir, zatidir.(32. Söz S.Maksat 1. Remiz)

İKİ ZIT
İki zıt şey bir arada bulunmaz. Mutlak Kudret, Allah'ın zatı­na ait bir hususiyettir. Kudretin zıddı olan acz, O Zatta yoktur.
Zati ve Hakikî Kudret'de mertebe olmaz. Acz o kudretin içine giremez, onu derecelendir emez. Fakat, mahlukatta kudret zatî olmadığı için, zıtlar birbirine girebilir. Ve o şeylerin derecesi, zıd­dı ile bilinir. Mesela, sıcaklığın bilinmesi, soğuğun onu derece­lendirmesi, ona tesiri iledir. Ezelî Kudret'te mertebe olmadığı için, en küçük ile en büyük, o kudrete göre birdir.
insandaki bütün vasıflar, asılları itiban ile kendisine ait ol­madığı için nispidir. Allah'a (c.c), ait bütün vasıflar ise hakikîdir.(29.Söz 2.Maksat S.Esas l.Mesele)

CİLVE VE SANAT
Harika ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan garba bir anda uçabilen, şimalden cenu­ba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane nakışlı ve sanatlı­dır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o kuşun yüksek mertebe­lerine uçmak isterler.
Birisi, tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine ba­kar. Çok sever. İnce tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve şevke tu­tunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar her gün değişip, kaybo­lur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir nakkaşın nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir ki, onun sanatkarı onun içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğin­den her dakikada başka bir güzellik görünür" der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın ese­ridir, iradesiz cilve, tercihsiz görünme olmaz. Evet, tavusun ma­hiyeti güzeldir, fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip, onun içinde olamaz. 0 nakışlar, onun ka­leminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet, kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yara­tanın yaldızlı birer mektubudur.(9.Lem'a Zeyl l.Nükte)

MUKADDES MEMNUNİYET
Gayet merhametli, zengin ve cömert tir zat, fıtratmdaki yük­sek karakterlerin gereği olarak, çok fakir ve muhtaç insanlan mükemmel ziyafetlerle donattığı büyük bir gemiye bindirip, de- nizlerde dünya turana çıkarır. Kendisi de, onlara yüksek bir pen­cereden bakar. Muhtaçların minnettarlıklarından, karınlarını doyurmalarından, lezzet almalarından memnun olur, sevinir. Bir insan, asıl sahibi kendisi olmadığı, ancak Rahmet hazine­lerinden gelen nimetleri dağıtan bir kepçe vazifesi gördüğü hal­de bu kadar memnun ve mesrur olursa, bütün hayvanları, insan­ları, melekleri, cinleri ve ruhları sefme-i Rahmani olan dünya ge­misine bindirerek, zeminin yüzünde hadsiz sofra-i Rabbaniyi açan, kâinatın değişik tabakalannda seyahat ettiren ve dar-ı be­kada Cennetlerinden her birini bir daimi sofra şeklinde yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ait "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen salta­natın hakikati, daimi faaliyeti ve mütemadi yaratıcılığı gerekti­rir.(Lem'a 6.Nükte 4.Şua)

VARLIĞIN DERİNLİĞİ
Varlığın mahiyeti ve dereceleri farklıdır. Âlemleri ayrıdır. Onun içindir ki, kendi içinde derinliği olan bir zerre, başka bir tabakadaki bir dağ kadar olabilir, o kadar yükü taşıyabilir. Me­sela, maddîâlemde, beyinde bir hardal tanesi kadar yer işgal eden hafıza kuvveti, manevîâlşmde bir kütüphane kadar vücu­du içine alabilir. Ve maddîâlemdeki tırnak gibi bir aynaya, mi­sal elemindeki koca bir şehir sığabilir. Bir göz aynasına koca se­manın yıldızlan ile sığması gibi... Eğer o aynanın ve o hafızanın şuura ve icat kuvveti olsaydı, o bir zerrecik kuvvetleri ile mana âleminde çok geniş tasarruflar yapabilirlerdi. Demek ki, vücut derinlik kazandıkça kuvveti artar. Ve eğer vücut, tam bir derin­lik kazanarak maddî urbasından sıyrılırsa, kayıt altına girmez­se, o zaman küçük bir cilvesiyle koca âlemleri çevirebilir. İşte, bu temsillerin çok ötesinde, şu kâinatın Sani-i Zülcelâli, Vacib-ül Vücuddur. Onun vücudu zatîdir, zevali muhaldir ve vü­cut tabakalarının en rasihi, hakimi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. O derece Vücud-u Vacib, varlığı o derece ötenin ötesinde, o derece hakikatlidir ki, sair varlıklar Ona nispeten son derece hafif ve zayıf, gölgenin gölgesinde kaldıklarından, Müh- yiddin-i Arabi gibi bir hakikat eri, varlığın vücudunu hayal dere­cesine indirmiştir. Yani, "Vacib-ül Vücuda nispetle, başka şeyle­re vücudu var denilmemeli, onlar vücud unvanına layık değiller." diye hükmetmiştir.

(20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü 1. Sır)

****** *******

Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:

"- Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı.

Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim.

Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum.

Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım.

Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.

Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:

"- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?"

Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.

- Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?"

- Söylediğim gibi, ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum.

Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi."
 
Üst