O bilsin yeter

Livza

Well-known member
Yüce Mevlâmız'ın rahmeti bitmez, verdikçe hazineleri tükenmez. Bir şey vereceği zaman O'na kimse mani olamaz, vermezse kimse zorlayamaz. Cennet ve cehennem O'nun elindedir. Hüküm sadece O'na aittir.

Yüce Allah, kendisini tanımayanlara bile dünyada nimetler ikram etmektedir. Böyle cömert bir Rabbimiz, kendisine yönelen ve O'nun rızasını biricik hedef haline getiren bir kulunu mahrum bırakır mı? O, kendisini seveni üzer mi?

Karşılığı hasenatın içinde

Dinimizin temeli ihlâstır. İhlâs bir sırdır; gönüllerde saklıdır. Bu sır, kalbin Yüce Rabbi ile tanışmasıdır. İhlâs, gönlün Yüce Allah'a aşık olmasıdır. Her işte O'nu bilmek, O'nu görmek, O'nu sevmek, O'na yönelmek, O'nun için olmak ve ölmektir.

İhlâslı kula “muhlis” denir. Muhlisin ana sermayesi, ilâhi muhabbettir. O bu muhabbet içinde sadece Yüce Sevgili'yi bilir, halini O'nun bilmesiyle yetinir, O'na güvenir, O'ndan bekler.

Yüce Allah'ı tanıyan kimse, yaptığı amele, zikre, ibadete, hizmete, hayırlara bir karşılık beklemekten haya eder. O bunları yaparken, ücretini zaten içinde hazır bulur. Çünkü bizim varlığımız hazır bir nimet ve baştan verilmiş bir ücrettir. Yok olsak, yoklukta bırakılsak, yahut bir taş veya hayvan olarak yaratılsak, kim ne yapabilirdi! Şükür ki, O bize varlık vermiş, insanlık hediye etmiş, bizi muhatap almış, dostluğuna ve kulluğuna seçmiş, bizlere bu kainatta iş olarak ibadetini, sevgisini, zikrini, güzel ahlâkı, duayı, hizmeti, şükrü seçmiş. Bu ne güzel bir tercih, bu ne şerefli bir vazife! Bu işe razı olmayıp hayvanlara ve başka varlıklara özenen kimseye ne denir?

Evet; Yüce Allah'ın bu kainatta edebe, sevgiye, secdeye ve hizmetine bizi seçmesi en büyük ücrettir, şereftir, saadettir. Bununla birlikte Yüce Rabbimiz ihlâslı kullarına rahmetini, mağfiretini, cennetini ve cemalini hazırlamış, vaadetmiş ve müjdelemiştir. İşte Allah için bir amel eden, hayır yapan mümin, kendi ameline değil, Yüce Allah'ın bu rahmetine güvenip müjdesine gönül bağlar. Bu, Allah'ın vaadine itimattır.

O'na hiçbir şey gizli kalmaz

Kul, yaptığını unutur, belki küçük görür, basit bulur; fakat Yüce Allah kendisi için yapılmış zerre kadar amele bile kıymet verir, onu unutmaz, ihmal etmez, karşılıksız bırakmaz. Hz. Lokman a.s., kalp terbiyesiyle meşgul olduğu oğluna bu mühim gerçeği şöyle hatırlatmıştır:

“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi kadar küçük bile olsa ve o bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu senin karşına getirir. Hiç şüphesiz, Allah her şeyi en ince noktasına kadar bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman, 16)

Güzel amel yaparken, ne kadar yaptığından çok, kim için yaptığına bakmalıdır. Allah rızası için yapılan hiçbir amele az, küçük, basit ve kıymetsiz denmez. Hadislerde belirtildiğine göre, bir kere ihlâs ile Allah demek, insana cennet kapısını açabilir. Bir fakirin gönlünü alıp yüzünü güldürmek, ebediyyen yüzümüzün gülmesine sebep olabilir. Gelip geçene zarar vermesin diye yoldaki bir taşı veya dikeni Allah rızası için alıp kenara koymak, affımıza vesile olabilir.

Bir adam, çöldeki susuz bir köpeğe iki avuç su verdiği için affedilmiştir.

Halk arasında söylenen “Sen bir hayır yap at denize, balık bilmezse, hâlık/yaratan bilir.” sözü, gerçek iman terbiyesiyle söylenmiş bir sözdür.

Bir zerre bile ziyan olmayacak

Allah için yapılan zerre kadar hayır zayi olmaz.

Bir gün Hz. Aişe r.a. Validemiz'e bir dilenci geldi, bir şeyler istedi. Annemiz üzerini yokladı, cebinde sadece bir tane kuru üzüm tanesi buldu, onu dilenciye uzattı. Dilenci, verilenin bir üzüm tanesi olduğunu fark edince, almaktan çekinir gibi davrandı. Kendine göre, Annemiz'in bu kadar küçük bir şeyi sadaka vermesini hoş bulmadı. Etrafındakiler de durumu biraz yadırgadılar. Hz. Aişe r.a. Validemiz elindeki üzüm tanesini uzatıp:

“Al onu! Eğer kabul edilirse, onun içinde Yüce Allah'ın sayıp ahirette amel terazisine koyacağı nice zerreler var.” buyurdu. (Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensur; Sühreverdî, Avarif)

Hz. Aişe validemiz kullara değil, Yüce Allah'a bakıyordu. İhlâs sahibiydi, insanlar ne der diye düşünmüyordu, elindeki imkan ile yapacağı hayrı Allah için yapıyor ve O'nun zerreleri bile hesaba katacağını yakinen biliyordu.

Bu olaydan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Hayır işte nefsin keyfine bakılmaz. İhlâslı kullar, şu hayrı yaparım bunu yapmam demezler; hayırlı olduktan sonra hiçbir işten çekinmezler.

Camide Kur'an okumak gibi caminin tuvaletlerini temizlemek de hayırlı bir iştir. Niyeti Allah rızası olan bir mümin, her ikisini de Allah için severek yapar.

Allah dostları, yaptıkları iyi işler halk tarafından bilinmedikçe, hatta iyilikleri kötülük gibi görüldükçe sevinirler. Onlar, gelmeyene gitmeyi, vermeyene vermeyi, sevmeyeni sevmeyi, kendilerine kötülük edene iyilik etmeyi en güzel amel görürler. Çünkü onlar ne yapsalar Allah için yaparlar; yaptıkları bilinmedikçe rahat ederler. Güzel kullar, Rabbim bilsin, sevsin ve razı olsun yeter, derler.

Kalbimiz ne diyor?

Şunu kesin olarak bilelim ki, Allahu Tealâ, kalbimizin karar kıldığı ve tercih ettiği şeyi bir gün önümüze çıkarır. Kalbi Allah diyen Allah'ı bulur, güzel düşünen güzellik görür. Niyeti hayır olanın akıbeti hayır olur.

Niyetimiz güzel olsa da insanlar bizi kötü bilseler, bunun bize ciddi bir zararı olmaz. Ancak herkes bizi güzel bilse fakat içimiz güzel olmasa, sonumuz kötüdür. Tevbe edip güzel niyet ve edebe dönmeliyiz. Allah korusun, aksi halde ebediyet aleminde hem Hak hem halk yanında rezil oluruz. Yüce Allah şöyle buyurur:

“Bugün, (imanında) sadık olanlara, sadakatlerinin fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebediyyen kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” (Maide, 120)

Bir adam, Allah dostu Zünnun Mısrî k.s. Hazretleri'ne gelerek:

- Efendim bana özel olarak dua eder misiniz? diye rica etti. Hazret adama şu cevabı verdi:

- Sen gönlünü Allah'a bağla, imanında sadık, dininde samimi ol, sana dua eden çok bulunur. Allah samimi kullarına dua etsin diye meleklerini ve velilerini görevlendirmiştir. Allah'a yönelen kula bütün varlıklar dua eder. Sen samimi ve edepli ol yeter!

Her şey Allah'tandır

Zamanın İrşad Kutbu buyurdular ki:

“Allahu Tealâ ile aranızı güzel yapın. İnsanlara bakmayın. İnsanlar, kendi başlarına bir fayda vermezler. Her şey Allah'ın elindedir. Siz Yüce Allah'ın nazar ettiği yere bakın. Allah kulunun kalbine ve niyetine bakmaktadır. Onun için devamlı iyi niyetli olun. Hep Allah'ın razı olduğu işleri yapmayı düşünün. Yapamasanız da düşünün. Bu, Allah'ın hoşuna gider. Yüce Allah hayır düşünen kulu sever. İyi niyete hemen bir sevap yazılır. Amel edilirse, en az on sevap yazılır. Sonsuza kadar gider.

Kötü niyette hemen günah yazılmaz. Kul kötü işi yaparsa, tevbe etmesi için yirmi dört saat beklenir. Sağ tarafta iyilikleri yazan melek, sol tarafta kötülükleri yazan meleğin amiridir, o yaz demeden yazmaz. Günah işleyen kimse arkasından tevbe eder veya bir güzel iş yaparsa, o kötülük yine yazılmaz; bu güzel işlerle temizlemiş olur.

Amellerinizi sadece Allah bilsin yeter. Melekler bile bilmesin. Hem melekler bilse bile ne fayda verecekler ki? Bütün fayda Allah'tandır. Allah dilerse veliler ve melekler kula fayda verirler. Allah dostları, müttaki insanlar, yaptıkları güzel işleri meleklerin bile bilmesini istemezler. Onlar sırf Allah için amel ettiklerinden, kimsenin bu amellerini bilmesinden hoşlanmazlar. Ancak insan konuşunca ve bir iş yapınca görevli melekler yazarlar. Melekler kalbin içini ve kalpten geçenleri bilmezler. Hadis-i şerifte şöyle anlatılmıştır:

Kıyamet günü olduğunda Allahu Tealâ bütün halkı hesap için toplar. Amelleri yazan melekler yazdıkları ne varsa getirir ortaya koyarlar. Allahu Tealâ onlara:

- Bakın hele, kul için yazmadığınız bir şey kaldı mı? diye sorar. Melekler de:

- Rabbimiz! Biz bu kulun bildiğimiz ve gördüğümüz her şeyini yazdık, derler O zaman Allahu Tealâ o kula:

‘Senin bizim yanımızda gizli muhafaza edilmiş bir dosyan/defterin var. Onu melekler bilmezler. Onu ben yazdım, karşılığını da ben vereceğim. O senin yapmış olduğun gizli zikirdir.' buyurur. (Ebu Ya'lâ, İbnu Hacer, Heysemî)

İşte Allah dostları bu özel deftere amel yazdırmak için çalışırlar.”

***

Sadakatin sonucu

Sahabeden Şeddâd b. el-Hâd r.a. anlatıyor:

Bir adam Rasulullah s.a.v.'e geldi. İman edip ona tabi oldu. Sonra Rasulullah s.a.v.'e “sizinle hicret etmek istiyorum!” dedi. Efendimiz de onu sahabilerden birisine havale etti, onunla ilgilemesini istedi.

Daha sonraları bir savaş oldu. Rasulullah s.a.v. bu savaşta bir miktar ganimet ele geçirdi ve onu savaşa katılanlar arasında taksim etti. Bir miktar da o adama ayırdı ve payını vermesi için yine sahabilerden birisine teslim etti. Çünkü adam askerin gerisinden geliyor, yolda düşen ve kalanları gözetiyordu. Orduya yetişince ganimet payını kendisine verdiler:

- Bu nedir? diye sordu. Oradakiler:

- Bu ganimet payıdır, Rasulullah senin için ayırdı, dediler. Adam payını eline alarak Rasulullah s.a.v.'e geldi ve:

- Bu nedir ey Allah'ın Rasulü? diye sordu. Efendimiz s.a.v.:

- Senin için ayırdım, buyurdu. Adam:

- Ben sana böyle dünya malı için iman edip tabi olmadım. Ben sadece seninle cihad ederken şu boğazıma bir ok atılıp saplansın ve öylece ölüp cennete gideyim diye tabi oldum, dedi. Rasulullah s.a.v. Efendimiz adama:

- Eğer Allah'a karşı bu niyetinde samimi isen, O seni tasdik eder, yalancı çıkarmaz, buyurdu.

Biraz sonra, düşmanla tekrar savaşa girildi. Savaştan sonra adam elde taşınarak Rasulullah'ın huzuruna getirildi. Hakikaten tam işaret ettiği yerinden boğazına bir ok saplanmış ve şehit düşmüştü. Rasulullah s.a.v. onu görünce:

- Bu, o adam mıdır? diye sordu:

- Evet, dediler. Efendimiz:

- O Allah'a karşı niyetinde sadık ve samimi oldu, Allah da onu doğru çıkardı, buyurdu.

Sonra onu kendi cübbesiyle kefenledi, namazını kıldı. Namazda şöyle dua ediyordu:

- Allahım! Bu senin kulundur. Senin yolunda hicret edip, şehit oldu. Ben de bunun şahidiyim. (Nesaî)

Dr.DİLAVER SELVİ
 
Üst