Mevlana'dan Bediüzzaman'a sema

nurunalanur

Well-known member
MEVLÂNÂ'DAN BEDİÜZZAMAN'A SEMA'


Miladi 13. yüzyılda yaşayan Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin imanî hakikatleri anlatmak için kullandığı tasavvuf yolu ve sema’, bugün sınırlarımızı aşarak tüm dünyada kabul görüyor. Aynı şekilde 20. asırda yaşayan Bediüzzaman Said Nursî’nin imanî hakikatleri anlattığı eseri Risale-i Nur da tüm dünya tarafından okunuyor, sempozyumlarla anlamaya ve anlaşılmaya çalışılıyor.
“Sema’” sözlükte “işitmek” manasına geliyor. İşitmek… Kâinattaki ahengi... Renklerdeki cıvıltıyı... Güneşin, yıldızların, ayın deveranını, parıltısını, ışığını, aydınlığını... İlahî sanatlardaki ince hikmetleri, nurlu feyizleri... Hem kendi etrafında, hem serzâkirinin etrafında aşkla, sadakatle, itaatla dönen zerrelerle birlikte gök cisimlerini işitip eşlik etmek.
İşitip kendinden geçmek... Bir mûsikî korosu olan varlıklar âlemindeki sayısız tonlardaki sonsuz nağmelerini dinlerken vecde gelip kendinden geçmek, ardından aşk-ı İlahî ile dönmek, dönmek, dönmek…
Geçmişten günümüze Mevlevilik
Sema’ denilince aşk çağlayanı Mevlânâ akla gelir. Mevlânâ deyince de aşkın dışa yansıması, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişi ve kulluğu idrak edip “İnsan-ı Kâmil”e doğru yönelişi içinde barındıran sema’ hatırlanır.
Sema’ı sema’ yapan, hatta din, dil, millet ve renk ayırt etmeksizin 21. asrın insanınca tanınmasına vesile olan gelişmelerin ilk adımı Hz. Mevlânâ zamanında atılmıştı.
Miladi 13. yüzyılda 30 Eylül 1207 yılında doğan ve asıl adı Muhammed olan Celâleddîn-i Rûmî’ye, “Efendimiz” mânâsında Mevlânâ lakâbı verildiği için onun tasavvufta takip ettiği yola zaman içinde “Mevleviyye” veya “Mevlevîlik” adı verildi.
Yaşadığı zaman içinde bir tarikat kurmak gayesi ve teşebbüsü olmamakla birlikte, vefatının ardından “Mevlevîlik” adını alacak olan yolun temel esaslarını ortaya koymuştu Mevlânâ.
Mevlânâ, manevî vecd ve isitiğrakın, İlâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kutsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde tamamen İlâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti.
Başta belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesilesiyle icrâ edilen ve zamanla “Âyin-i Şerif” olarak adlandırılan sema’, sonradan Sultan Veled ve onun oğlu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alındı, sıkı bir nizâma bağlandı. Böylece Mevlevîlik kendine has kuralları, törenleri olan bir tarikat durumuna geldi.
Sonraki dönemlerde Mevlânâ âşıkları, muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar inşâ ettiler; insanların gönüllerine ışık götürdüler. Mevlânâ âşıkları Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlevîhânelerde toplandılar. Küçük kasabalarda bile Mevlevîhâneler kurulduğu gibi Mevlevî köyleri de oluşmuştu. Oradan Arap Yarımadası’na, Asya ve Avrupa’ya yayıldılar.
Günümüz dünyasında gerek Mevlânâ gerek Mevlevîlik çoktan sınırlarımızı aşmış, dünyanın dört bir yerinde bulunan üniversitelerde onun adına kürsüler kurulmuş, sempozyumlar, konferanslar, seminerler düzenlenmiş ve düzenlenmekte. Her vesileyle anma törenleri, yurt içi ve dışında sema’ gösterileri yapılıyor. Yerli ve yabancı binlerce kitap basılmış ve basılıyor.
1991 yılında kurulan Kültür Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu ve sema’ grubu ile gerek yurtiçi gerekse yurtdışı programlar da icra edilerek sema’ resmî bir hüviyet kazanmış durumda.
Ahir zamana Bediüzzaman damgası
Miladî 19. asrın sonlarında, ömrü iman ve Kur’an hakikatlerinin neşri ile geçen bir kişi dünyaya geldi. Kur’an’ın ilk emrini, “Oku! Yaratan Rabb’inin adıyla oku” emr-i İlahîsini okudu, anladı, kavradı ve okudu. Kâinatı okudu, onda Kur’an’ı gördü; Kur’an’ı okudu, onda kâinatı gördü. Bu yüzden ona “Zamanının En Harikası” mânâsına gelen “Bediüzzaman” unvanı verildi.
Ömrü okumak ve okutmakla, akıl ile kalbi birleştirmekle, fen ilimleriyle din ilimlerinin meczedilmesi gayretleriyle geçti. Bulunduğu her ortamda bu davayı öne çıkardı, bu davaya hizmet etti. Yaşadığı dönemde Kur’an’ın ve İslâm’ın maruz kaldığı tehlikeleri bütün açıklığıyla görmüş; bu tehlikelerin bertaraf edilmesi ve yaşanan sıkıntıların çözümlenmesi için aradığı tüm çarelerin kaynağı olarak yine Kur’an’a sarılmıştı. Buradan hareketle, hayatını ve ilmini, bütün insanlığın karşılaştığı problemleri bu kaynaktan istifade ederek çözmeye başladı.
Rusya’dan yayılıp bütün dünyayı saran ve Anadolu insanını tehdit eden dinsizlik taununa karşı, doğrudan Kur’an’dan aldığı bir reçete ortaya koydu. Risale-i Nur Külliyatı’nı telif etti. Bu eserlerle, kalplerde sönmeye yüz tutan iman ateşini yeniden tutuşturdu. Buna karşılık sürgünler ve hapislerle dolu bir hayat geçirdi.
Çok ağır şartların ve dayanılmaz zorlukların ürünü olan Risale-i Nur, ilk ortaya çıktığı andan itibaren imana susamış gönülleri etrafında topladı. Köylüsünden kentlisine, cahilinden âlimine herkes onu okudu, onu yazdı. Bu okuyuşlar başka okuyuşları getirdi. Bir cihetten bu okumalar ve okutma gayretleri sahradan ummana kavuşmanın sevinci, neşvesi ve cezbesiyle ateşlenmişti.
Kur’an-Kâinat-Risale üçlüsü en âliminden en âmîsine kadar herkesi harekete geçirdi Anadolu’da. Bir dönem yüzlerce el, yüz binlerce Risale’yi yazıp çoğalttı. Bir dönem teksir makineleri döndü, durmadan risale bastı. Bir dönem de matbaa makineleri Türkiye’nin dört bir köşesine risale yetiştirmek için çalıştı. Derken, okuma ve okutma gayretleri ülke sınırlarını da aştı. Yaklaşık 40 dile tercüme edildi. O da yetmedi, dünya çapında sempozyumlar, konferanslar, seminerler düzenlendi. “Oliver’ler, John’lar, Thomas’lar” onda kendilerinden birer parça buldular. Onu okudular, ondan ders aldılar. Böylece tüm dünya profesörlerle ilkokul mezunlarının diz dize oturup, ders aldığı bir üniversiteye dönüştü.
Bediüzzaman’ın sema’ı
“Dün, dünle gitti cancağızım. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım” diyen Mevlânâ’dan 7 asır sonra, “Sema’” misyonu Bediüzzaman ve Risale-i Nur Külliyatı’nda makes buldu. Mesnevî-i Şerif’teki mesaj, sanki ete-kemiğe bürünmüş, 20. asrın insanına Risale-i Nur olarak sunulmuştu.
Tıpkı Mevlânâ gibi zamanın yeni şeyler söyleme zamanı olduğu gerçeğinden hareketle hep yeni şeyler söyledi Bediüzzaman. Tıpkı Mevlânâ gibi sema’ı yaşadı, anlattı ve öğretti. Ancak Bediüzzaman’ın sema’ı tefekkür yoluyla gerçekleşti. Onun sema’ında zerre ile güneş, dünya ile sayısız gezegenler sema’ın en güzellerini, en tatlılarını ve en zevklilerini dile getirirler. Kâinat tek bir vücudun azâları olarak dönerler, döndükçe İlahî aşk ve cezbe ile zikrederler. “Zerrat” yani atomlar ordusundaki her bir nefer meczup Mevlevî gibi sürekli ve inanılmaz bir hızla dönerler. Hem dönerler, hem zikrederler, hem kendilerine verilmiş milyarlarca, katrilyonlarca görevi aynı anda yaparlar.
Etrafındaki gezegenleriyle, milyarlarca yıldızlarıyla uzayın dalgaları arasında dağıtmadan, maddî cezbe ve câzibeyle sema’a kalkan güneşin, kendisi gibi yüz milyarlarca güneşin sema’ına şahit olmak, zikirlerine kulak vermek nasıl bir nimettir?
İşte Bediüzzaman’ın sema’ı böyle bir sema’ idi.
İşte bu yüzden Mevlânâ eğer bu asırda gelseydi böyle bir sema’ı ifa ederdi.
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz
“Mevlânâ, hem Hakk’a hem de halka sevgi diliyle hitap etmiştir”
Hz. Mevlânâ hem âlim hem de ârif bir insan. Zâten diğer âlimlerden farkı da burada. Mevlânâ, Şems’i tanımazdan önceki dönemde Konya medreselerinde müderrislik ve câmilerinde vâizlik yapacak ilmî bir birikime ulaşmıştır. Mevlânâ’da Şems ile tanıştıktan sonra gönül dünyasında bir takım değişiklikler olduğunu görüyoruz. Şems-i Tebrizî, ondaki istidâdı fark ederek, özellikle ilâhî aşkını gördükten sonra onun gönül volkanına bir kibrit çalmıştır. Mevlânâ bu tanışma ve beraberlikten sonra: “Hamdım, piştim, yandım” demiştir. Bu noktadan sonra gönlünde bir diğergamlık duygusu, başkalarının farkında olma heyecanı hissetmiş ve başkalarına ümid aşılayan bir gönüller sultanı olmuştur.
Mevlânâ, İslâm dünyasının savrulduğu bir dönemde yaşamıştır. Gerek doğudan gelen Moğol istilâlarıyla, gerek batıdan gelen Haçlı savaşlarıyla ve içerdeki bir takım problemlerle birlikte gelen sorunlar sonucu insanlarda istikbâle âid bir takım endişeler oluşmaya başlamıştı. Mevlânâ, böyle bir dönemde hem Hakk’a hem de halka sevgi diliyle hitap etmiş; halkı Hakk’a çağırarak tutunacak dalın “Allah” olduğunu hatırlatan üslûbuyla insanları fânîye değil Bâkî’ye çağırmıştır. İnsanlara ümid aşılamıştır. Onun bu ümid aşılayan, yaratılanları Yaratan’dan ötürü sevmeyi hedefleyen konuşmaları etrafındaki insanlara ayrı bir duygu ve heyecan vermiştir. O, her insanı potansiyel bir Müslüman olarak gördüğü için insanlara sevgiyle, şefkatle bakmayı vazife telakkî etmiştir. İslâm’ın güler yüzü olmuş bir insandır. İnsan olması özelliğiyle, çocuk, genç, ihtiyar, kadın demeden herkese şefkatle yaklaşmıştır.
Mevlânâ’nın en önemli özelliği, söylediklerini yaşayan bir insan olmasıdır. Peygamberlerin ve âriflerin en önemli özelliği budur. Batıda bir kısım filozoflar: “Fikirler iştirak edilip yaşanırsa değerli olur” diyorlar. Mevlânâ, düşüncelerini bizzat yaşayan bir insandır.
Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı dönem zor bir dönemdi. Müslümanların çelişkiye düştükleri dönemdi. Böyle bir durumda ise insanlar ümid arar. İşte Hz. Mevlânâ bunu yapmıştır. Mevlânâ, herkese kurtuluş için bir melce/sığınak olduğunu göstermiş, onları Allah’a yönlendirmiştir. Allah’a sığındıkları zaman dünya ve âhiret bakımından başarıya ulaşabileceklerini onlara anlatmıştır.
Bir de Hz. Mevlânâ, fantezilerden çok hayatın içinden olan şeyleri ortaya koymuştur. Mevlânâ’nın üslûbunda Kur’an üslûbu hâkimdir. Onun Mesnevî’si konulu tefsîr mahiyetindedir. Kıssalarla, hikâyelerle, nasîhatlerle karşısındakilere hem Kur’an’ı anlatır hem de hayatın problemlerini sergiler.
Mesnevî’yi okurken bir şiir kitabı gibi okumamak lazım. Kendisi de zaten maksadının şiir yazmak olmadığını, tek amacının Kur’an ile, İslâmiyet ile insanları buluşturmak olduğunu belirtir. Dolayısıyla Mesnevî’yi bir şiir gibi algılamaya çalışarak okumamak gerekir. Telmihte bulunduğu âyet ve hadîslerle onu bir bütün olarak anlamaya çalışmak lâzım. Mevlânâ her hikâyeden sonra gerekli nasîhatlerde bulunmaktadır. İnsanlar Mesnevî’yi o gözle okurlarsa daha çok istifâde ederler.
 
Üst