Nefsin ayiplarini öğrenip hastaliğini teşhis etmek

Livza

Well-known member
Bil ki, vücûdun, elin, ayağın ve gözün sağlığı gibi şeyler ne için yaratıldı iseler, ona tamamıyle muktedir olmaları, yani gözün güzel görmesi, ayağın güzel yürmesi ve elin güzel tutmasıyle mümkün olması gibi, kalbin sağlığı da, özelliği ne ise, ve niçin yaratıldıysa, ona kolay gelmesi ve fıtratın, aslında tabiat olan şeyi layıkıyla sevmesiyle mümkündür, Bu da iki şeyde belli olur: Biri irade, diğeri de kudrettir.


İradede belli olan: Hiçbir şeyi, Allah’tan çok sevmemektir. Zira yemek bedenin gıdası olduğu gibi marifet de kalbin gıdasıdır. Yemek arzusu olmayan, yahut zayıf olan beden muhakkak hastadır. Bunun için Hak Teâlâ buyurur: «De ki, eğer babalarınızı, çocuklarınızı, mallarınızı, ticaretlerinizi, kabilenizi, akrabanızı ve malik olduğunuz herşeyi Allah’tan, Resulünden ve onun yolunda gaza etmekten daha çok severseniz, Allah’ın (azab) emri gelinceye kadar sabır edin.»

Kudretle belli olan: Allah’ın emrine itaat etmek kalbe kolay gelir. Ona tekellüf ve zahmetle emre itaat ettirmeye gerek olmaz. Belki Allah’ın emrini dinlemek kalbin lezzeti ve rahatı olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.): «Gözümün nuru kalbimin neş’esi namazdır» buyurur.

O halde, kalbinde bu iki mana, yani, irade ve kudretin Hakk’a bağlılığının bulunmaması, hasta olduğuna doğru bir işarettir. O halde tedavisiyle uğraşmalıdır. Bazen kişi kendinde iyilik halini zanneder; halbuki, iyilik alametinden uzaktır. Bu halden çok kaçınmak gerekir. Zira kişi kendi ayıbını bilemez. Ayıbını bilmesi dört yolla olur:

1 — Hakikat ve tarikat ehli pişkin bir pirin yanına gidip gelmekle olur. O bilgin pir ahvalinin aynasına bakıp ayıblarını ve kötü ahlâkını ona gösterir. Bu zamanda böyle pirler az bulunur.

2 — Bir şefkatli dostunu yoldaş ve sırdaş edinir. Bu dostu, mizacına uyarak aybını örtmez ve kıskanarak da aybını abartmaz. Gerçi böyle arkadaş da az bulunur. Davud-i Taiy’e: «Niçin insanlarla arkadaşlık etmezsin?» dediler. «Benim aybımı benden saklayan insanların arkadaşlığını ne yapacağım», dedi.

3 — Düşmanlarının sözüne kulak verip onları ta’n ve kötülemesini dinlemelidir. Zira düşman yalnız ayıb görür. Gerçi düşman, düşmanlığı sebebiyle ta’n ve ayıblamada aşırı gider, fakat sözünde doğruluk payı vardır. ’

4 — İnsanların haline bakıp onlarda gördüğü ayıblardan kaçınmalı ve ayıbın kendisinde mevcut olduğunu düşünmelidir.

İsa (a.s.) ya: «Edebi kimden öğrendin?» dediler. «Hiç kimseden öğrenmedim, fakat başkasında gördüğüm çirkin ve yakışıksız şeylerden kaçınırdım» buyurdu.

Bil ki, ahmaklığı fazla olan kimsenin kendine hüsnü zannı da fazla olur. Aklı ve zekası fazla olanın kendine su-i zannı fazla olur. Mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.) Hz. Huzeyfe’ye (r.a.): «Resûlüllah münafıkların alâmetinden sana anlatmıştır. Bende münafıklık alametlerinden ne görürsün?» diye sordu.

Demek ki, herkes kendi ayıbını öğrenmek istemelidir. Zira hastalık bilinmeden, tedavi imkânı olmaz. Bütün ilâçlar nefsi arzulara muhalefet etmekle olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: «Kim ki Allah’ın makamından korkup nefsini havadan menederse, şüphesiz onun ebedi yeri cennettir.» Peygamberimiz gazadan gelince ashabına: «Küçük cihaddan döndük, büyük cihada başlayalım» buyurdu. Ashabı: «Büyük cihad hangisidir ya Resûlallah?» .dediklerinde: «Büyük cihad, nefis cihadıdır» buyurdu.

Yine buyurdu ki: «Azabın acısını nefsinizden uzaklaştırın. Nefsinizi hevaya yeltendirip günaha düşürmeyin. Çünkü yarın size hasım olup lanet edecektir. Hatta bütün azalarınız birbirine husumet edip lanet edeceklerdir.»
Hasan-ı Basri der ki: «Hiçbir serkeş at, nefis gibi sıkı dizgine lâyık değildir.»

Sırr-i Sekati der ki: «Kırk yıldır, nefsim balla cevizi birbirine karıştırıp yemek ister, hâlâ arzusunu vermedim.»
İbrahim-i Havas (r. h.a.) der ki: «Lübnan dağında çok nar gördüm. Birini koparıp yemek istedim. Baktım ki, ekşimiş, vazgeçtim, yoluma devam ettim. Birden bir kimse gördüm ki, düşmüş yatıyordu ve onun başına çok arılar üşüşmüş, kimi iğnesiyle, kimisi de dişiyle onu sokuyorlardı. Selâm verdim.» Aleykümü’s-Selâm, ya İbrahim dedi. «İbrahim olduğumu nerden bildin?» dedim. «Allah’la olan kimseden hiçbir şey gizli kalmaz» dedi. «Öyle anlaşılıyor ki, Allah ile bir ilişkin vardır. Öyleyse niçin Hakkın dergâhından bu eziyet verenlerden kurtulmayı istemiyorsun?» dedim. «Ya İbrahim senin de Allah ile ilişiğin vardır, öyleyse niçin Hakkın dergâhından nar arzusundan kurtulmayı istemiyorsun? Oysa nefis, azabı, o dünyada (ahirette), an azabı ise bu dünyada olur» dedi.

Gerçi nar mubahtır ama, takva ehli helâl ve haram arzusunu bir görürler. Çünkü nefse mubah kapısını kapamayıp zaruret miktarından fazla verirsek, cür’et bulur, haram şeyleri de istemeye başlar, derler. Bu sebebten mubah olan şeylerde de nefsi, arzusundan menederler ki, mutlak olarak arzudan kurtulsunlar. Nitekim mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.): «Bir harama düşmek korkusundan dolayı yetmiş çeşit helâlden vazgeçtim» demiştir. Diğer bir sebeb de, nimetlere düşkün ve dünyanın mubah olan şeylerini seven nefis, dünyaya gönül bağlar. Dünya onun cenneti olur. Ölüm ona çok zor gelir, ondan (dünyadan) şaşkınlık ve gaflet doğar. Öyle ki, zikir ve münacatın lezzetini; tesbih ve duaların tadını bulamaz. Mubah arzuları menettiği zaman, kırılır, rencide olur, gönül yaralanır, üzülür, dünyadan nefret eder ve ahiret nimetlerinin hevesine, düşer. Üzüntü ve kırık halinde bir tesbih getirmek, nimetler içinde yüz misli tesbih getirmenin yapamayacağı tesiri yapar.

Nefis, doğan kuşu gibidir. Onu eğitip yetiştirmek istedikleri zaman gözünü kapayıp ıssız bir yere koyarlar, ki tabiatında olan vahşet (yabancılık) zail olsun. Ondan sonra sahibine alışıp itaat etmesi için ona azar et verirler.

Nefsin durumu da böyledir. Onu bütün adet ve huy edindiği şeylerden kesmedikçe, kulak, gör ve dilin yollarını kapamadıkça ve açlık, uzlet ve uykusuzlukla ona riyazet çektirmedikçe Cenab-ı Hakk’a ünsiyet ve yakınlık peyda etmez. Bu husus başlangıçta nefse çok zor gelir. Tıpkı ana sütünden kesilen çocuk gibi, önce zor gelir, fakat kesildikten sonra hiç istemez, hatta zorlasalar da yine içmez.

Bil ki, herkesin riyazeti, sevdiği şeyi bırakmakla, çok arzu ettiği şeyin aksini yapmakla olur. O halde makam ve debdebeyi seven onları bırakmalı, mal ile sevinen malını harcamalıdır. Böylece Allah’tan başka bir tesellisi olan, onu zorla kendinden uzaklaştırıp hiç kendisinden ayrılmayacak şeye çalışmalıdır. Vedalaşacağı zaruri olan şeye . erkenden vedalaşma, nefsin ebedi beraber kalacağı Hakk’ın dergahıdır. Nitekim Hak Teâlâ vahiy gönderip buyurdu ki: «Ya Davud! Sana lâzım olan benim. Benimle kal» Peygamber buyurdu: «Cebrail (a. s.) Kalbime şunu söyledi: «Dünyadan kimi istersen sev, muhakkak ondan ayrılacaksın.»


KİMYA-YI SAADET

İMAM GAZALİ
 
Üst