İdealsiz Nesiller

nuriye

Well-known member
Nesiller kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler. Otlar, ağaçlar, hatta tabiattaki bütün varlıklar canlı kaldıkları sürece çiçek açar, meyve verir ve faideli olabilirler. İnsan ise ancak; yüksek idealleri, aksiyon ve mücahedeleriyle canlı kalır ve varlığını sürdürebilir. Hareketsiz bir uzvun kireçlenip kuruması, kullanılmayan bir madenin paslanıp çürümesi mukadder olduğu gibi; hedefsiz, gayesiz, dolayısıyla de hareketsiz kalan nesillerin, delik deşik olup gitmesi de mukadderdir.

Bir cemiyet, üzerinde kurulup geliştiği felsefe ve manevî değerlere sımsıkı bağlı kaldığı müddetçe ihtişam ve dinamizmiyle payidar olur. Kendine has bu diriltici iklim ve bu esaslı kaidelerden uzaklaşmağa başladığı andan itibaren de, içten içe kokuşup çürümeye ve dağılıp gitmeye yüz tutar. Onun içindir ki; millî vahdetimiz adına, millet fertlerinin, bir mihrab gibi her zaman etrafında toplanıp durdukları yüksek mefkure ve mukaddes prensiplerin korunup kollanmasına ve "ilelebet" devam ettirilmesine milletçe gayret gösterilmelidir.

Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, herşeyden evvel, nesillerin gönüllerini bu yüksek mefkure ve ideallerle donatarak onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve idealsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki herşeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hiyanet ve cefâdan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçde başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...

Gelecek günlerde, nelerin bizleri beklediğini söylemeye ve bâtılı tasvir ederek saf düşünceleri ümitsizlik içinde boğmaya gerek yok; millete, kendini yenileme yolları gösterilmeli ve istikbâli omuzunda bayraklaştıracak genç kuşaklar, ulvî hedeflere, yüksek ideallere irşad edilerek gayesizlikten kurtarılmalıdırlar.

Bu yüce vazife, mektebden mabede kadar, bütün millî müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve
imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalb izdivacına muvaffak olmuş aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. Zîra, mürşid ve muallim evvela kendi ruhunda hakikate eren, sonra da sinesinde tutuşturduğu ilham kıvılcımlarını çıraklarının gönüllerine boşaltan olgun insandır. Evet, kâinatın dört bir bucağından gelen ilâhî tayflarla dimağını aydınlatamamış ham ruhların, kitleleri insanlığa yükseltme yolunda yapacakları hiçbir şey olamayacağı gibi, düşünce dünyası itibariyle etrafını saran şüphelere "pes" demiş derbeder gönüllerin de, talebelerine verecekleri herhangi bir şey yoktur. Olsa olsa böyleleri; kuvvetin temsil edildiği müesseselerde geçmişe ait destan ve türkülerle teselli olur; dinî hayat adına folklor ve merasimlere sığınır ve insanoğlunun Yüce Yaratıcı'sıyla olan münasebetlerinde başkalarına ait menkıbelerle gürler, onlarla kendilerinden geçerler; ama katiyyen, ilhamları coşturucu, ruhları kanatlandırıcı ve yüreklere fer verici olamazlar.

Başkalarının destan ve menkıbeleriyle coşup teselli olmak, ferdî ve içtimaî sorumluluğunu yerine getirememiş, âciz ve aşağılık duygusuna kapılmış kimselere has marazî bir keyfiyettir. Bu hastalığa mübtela olmuş bir cemiyette, fatih-ruh yerini, geçmişi destanlaştıranlara, sırf eskiye ait türküleri mırıldananlara ve marşlara gömülüp gidenlere bırakır. Böyle bir toplumda dînî düşünce ve dînî mükellefiyetler, aşk ve heyecan mahrumu sefil bir güruhun inhisarında, folklor haline getirilerek yığınları eğlendirici ve dinlendirici bir festival halini alır. Ve yine böyle bir cemiyetde, kalb ve ruhun derece-i hayatına (1) giden bütün yollarda söz ve devran; görüşleri sığ, düşünceleri fakir, himmetleri meflûç, iç dünyaları karanlık ve başkalarının yaşadığı harikaları hikâye etmekle teselli olan bir kısım haddini bilmezlere kalır.

Evet, mâzi en üstün hislerle yâd'a getirilerek, atalarımıza ait kahramanlık türküleri gönülden heyecanlarla tekrar edilmeli; ruhuyla bütünleşerek başı yüce âlemlere ermiş kudsîler, sinelerimize taht kurup oturmalı; ama herşey bundan ibaret sayılmamalı ve hele kat'iyyen mezarlar ve mezar taşlarıyla teselli olunmamalıdır.

Yiğitlik, önce serhadlarda destanlaşır, sonra türkülerin ruhuna siner; Hak eri olma, aşk ve heyecanla kanatlanıp sonsuzla münasebete geçenlerin elde edebileceği bir, pâyedir; gerçeğe inanmışlık, dînî mükellefiyetleri, en tabiî bir ihtiyaç şuuruyla ve hayatın gayesi, yaratılışın neticesi olarak kabul etmekle tahakkuk eder.

Evet, hayâllerimizde ihtişama ulaşan geçmişle alâkalı her tablo, yeniden bizleri, bir ulu millet olma yolunda harekete geçiriyor, saye şevkimizi kamçılıyorsa mukaddesdir. Yoksa, günümüzle hesaplaşırken mâziyi imdada çağırma gibi bir garabet arzedecektir ki, bu da ancak bir aldanma olur.

Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme, idealizme susamış, boşlukdaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek bütün hususiyetleriyle millî ruh nağmesi olmalıdır.
 
Üst