Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Huseyni

Müdavim
On Dokuzuncu Söz
Risâlet-i Ahmediyeye dâirdir.


b859.gif
"Ben sözlerim Muhammed'i (a.s.m.) övmüş, güzel göstermiş olmadım; aksine Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdan bahsetmekle sözlerimi güzelleştirmiş oldum. (İmam-ı Rabbanî, Mektubât, 1: 58.)"


Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.



On Dört Reşahâtı tazammun eden On Dördüncü Lem'anın

BİRİNCİ REŞHASI:
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:



Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Zîrâ, o "La İlahe İllâlah" "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. (Saffât Sûresi: 35; Muhammed Sûresi: 19.)" der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurânî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile mânen "Sadakte ve bil hakkı Netakte" "Doğru dedin ve söylediğin haktır." derler.



Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın.




1. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber... Bu tabirleri açıklar mısınız?


2. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Bu cümleyi izah eder misiniz?










 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

1. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber... Bu tabirleri açıklar mısınız?


Burada Peygamberimizin manevi azamet ve büyüklüğüne işaret ediliyor. Bütün dünya bir mescit kabul edilmiştir. Malum olduğu üzere, İslamda, temiz olan her yer mescit sayılmıştır. Bu durum peygamberler içinde, sadece peygamberimize ve ümmetine mahsustur. Diğer dinlerde, kilise ve havranın dışında ibadet yasaktır.

Mekke ise bu mescidin mihrabıdır. Yani, Peygamberimizin(sas), bütün ümmetine imamlık ettiği mevkidir. Diğer bir mana ise, ibadetin kıblesi olan kabeye işaret ediliyor.

Medine ise, minberdir. Yani, bütün insanlığa Peygamberimizin hakkı ve hakikati beyan edip, hitap ettiği yerdir.Dinin esasını ve teferruatını Medineden insanlığa duyurmuştur.




Selam ve dua ile...
Sorularla Risale-i Nur Editör



2. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Bu cümleyi izah eder misiniz?


Ehli imana imam olması, Onun son peygamber, son nebi olmasıdır.

Bütün insanlara hitap etmesi ise, onun nübüvveti, sadece kavmine olmayıp, bütün insanlığa olmasına işarettir.

Bütün enbiyaya reis olması ise, fazilet ve kulluk noktasında hepsinden ileri olmasına işaret eder.

Bütün evliyaya seyyid olması ise, onun sünneti dışında hak bir yolun olmadığına, Allah’a dost ve evliya olmanın yolu, onun sünnetine tabi olmaktan geçtiğine işarettir.

Bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri olması ise, bütün kainat, bütün enbiya, bütün evliya, büyük ve geniş bir kulluğun halkasıdır. Bu halkanın başı ve temsilcisi ise hazreti Peygamberimizdir (s.a.v.)

"Bütün enbiya, hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mucizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar."



Burada, nübüvveti, nurani bir ağaca benzetirsek; kökleri, ondan önce gelmiş bütün peygamberlerdir. Onun gelmesine zemin hazırlıyorlar. İnsanlığı ona hazırlıyorlar ve nebilik kurumunu tesis edip mucizeleri ile teyit ediyorlar ki, insanlık geleneği o kuruma yabancı kalmasınlar.

Evliyalar ise, o nurani ağacın tatlı ve hayatlı meyveleridir. Bir ağacın hayatlı ve sağlam olmasına en büyük delil, meyvesindeki taravet ve tazeliktir. İslam ağacının taze ve taravetli meyveleri ise, milyonlar evliyalardır. Her birisi, kerametleri ile buna şahitlik etmişlerdir.

İşte, geçmişteki nebiler, gelecekteki evliyalar, o mübarek gövde olan hazreti Peygamberimizin müjdecileri ve meyveleri olursa, onun manevi azameti ve Allah katında habibiyet makamını almasının manası bir parça anlaşılır.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale-i Nur Editör



Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar.

O öyle bir ışıktır ki O’nunla zulümât dağılmış, O’nun rehberliği ile medeniyetler meydana gelmiştir. ‘Öyle ise, O’ndan sonra gelen asırların o Zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim.

Bak arkadaş! Bütün bu asırlar, o Asr-ı Saadet'in güneşinden Ebu Hanife, Şafiî, Ebu Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî, İmam Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Ebu Hasen-i Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam Rabbanî (Radıyallahü anhüm ecmaîn) gibi binlerle nuranî ziyadar yıldızlar ayrılıp, âlem-i beşeri tenvir etmişlerdir.’

(Bediüzzaman, Mesnevi, s. 26)




 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

2. Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiyâ hayattar kökleri, bütün evliyâ tarâvettar semereleri bir şecere-i nurâniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizâtlarına istinad eden bütün enbiyâ ve kerâmetlerine itimad eden bütün evliyâ tasdik edip imza ediyorlar. Bu cümleyi izah eder misiniz?


...Nübüvvet zincirinin son ve en önemli halkası Hz.Muhammed (a.s.m.) ise bütün insanlığı, geçmiş ve geleceği kuşatacak bir nebilik konumunda dünyaya gelmiştir. Nübüvvet yoluyla saadet asrı öncesine ulaştırılanlar Onda (a.s.m.) vahyin beşeri ifadesi, Rabb-ı Kerim’in insanlara kendilerine benzer bir örnek olarak ulaştırdığı güzelliklerin, yine aynı türden örneklerle kendi asırlarına ve insanlarına taşınmasıdır.



Hazret-i Adem’den Hazret-i İsa’ya diğer bütün nebiler nübüvvet ağacının özü ve çekirdeği olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.)’ın kendi dönemlerindeki en parlak temsilcileri ve o ağacın en güzel meyveleri olmuşlardır.



“Şimdi, şu ikinci bürhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatu Vesselamı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
“Evet, o bürhanın şahs-ı manevisine bak:
“Sath-ı arz bir Mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber; o bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzakiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir davasını, mucizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Nursi, Sözler, 19. Söz, 214)



Bütün insanlığı geçmişi ve geleceği ile bir mescidde toplayan ve bütüne bakışı kolaylaştıran bu ifadeler çok çarpıcıdır. Burada, Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselamın ve dolayısı ile sonuncusu olduğu nübüvvet zincirindeki diğer bütün halkaların konuşan delil şeklinde ifadesi ile “konuşmak” fiili ön plana çıkarılmıştır.

Konuşmak, insani fiillerin en önemlilerindendir. Pek çok yerde, “insan, konuşan hayvandır” şeklinde tariflerle karşılaşırız. Konuşmak ve insanlık arasındaki bu sıkı bağı hayatımızın pek çok safhasında da hissederiz. Konuşmak, iletişimdir. Manalar iletişimle oluşur.

Rabb-ı Rahim’in kulları ile en açık iletişim şekli nübüvvettir. Yani konuşan deliller olan nebiler vasıtasıyladır. İletişimin gerçekleşebilmesi için dilin anlaşılabilmesi gereklidir. Bu ise nebilerin insanlar içinden ve onlar gibi konuşan, onlar gibi yaşayanlardan olmasını gerekli kılar. Bu durumda nebilerden alınan ders aynı mescidde Kur’an öğrenen talebeler şeklindeki kolay idrak edilir hale dönüşür.

Ayrıca enbiya ve evliyanın konumu da bir bütünlük içinde ifade edilmiştir. Hazret-i Muhammed Aleyhissalatu Vesselam nübüvvet ağacının çekirdeği, diğer nebiler maziye, varisler olan veliler ve alimler ise müstakbele uzanan, ana gövdeden ikiye ayrılmış iki büyük dalıdırlar. Yani, nübüvvet insanlığın mazi ve müstakbelini içine alan Hazret-i Adem’le başlayıp, Peygamberimiz Aleyhissalatu Vesselam’ın öğrettiklerini günümüze taşıyan, bütün İslam alimlerinin, velayet yolu temsilcilerinin devam ettirdiği müstakim bir caddedir.

Bu istikamet içinde düşünülmediği sürece O Zat’ın konumunu anlamak, arz mescidi içinde bir imam olarak görebilmek mümkün değildir. O konumda algılanmayınca da beşeri yaşantısı ile nübüvvet bağlantısı kopmaktadır...


Hakan YALMAN
koprudergisi.com

 

sadsad

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

abi birinci dersini sohbette kopyaladım çok beğendiler. rabbm razı olsun. bi çocuk var adı damla.hususi dua ediniz onun için . aeolunuz.saygılar
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

İKİNCİ REŞHA:
O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin Haşiye yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkâniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gâliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.





Haşiye: Hüseyin-i Cisrî "Risâle-i Hamidiye"sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihât varmış.




3. Bu paragrafın izahı...
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

İKİNCİ REŞHA:
O nurânî bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenâhın icmâ ve tevâtürüyle teyid ediliyor; öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyenin Haşiye yüzler işârâtı ve irhâsâtın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşârâtı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve Şakk-ı Kamer gibi binler mu'cizâtının delâlâtı ve Şeriatın hakkâniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâyâ-i gâliyesi ve kemâl-i emniyeti ve kuvvet-i imânını ve gayet itminânını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.





Haşiye:Hüseyin-i Cisrî "Risâle-i Hamidiye"sinde yüz on dört işârâtı o kitaplardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihât varmış.




3. Bu paragrafın izahı...



İ’lem: Tevhide delil olan ve beşeri ona irşad eden şu nuranî burhan, her iki cenahın kuvvetiyle teyid edilmiştir ki, bunlar nübüvvetin ve velâyetin icmâ ve tevatürüdür.

Aynı şekilde, semâvî kitapların işaretleri; Tevrat, İncil, Zebur ve suhufların beşaretleri onu tasdik ediyor.
Keza, meşhud olan pek çok irhasatın rumuzatı onu tasdik ediyor.
Keza, birçok hâtifin şöhret bulmuş beşaratı onu tasdik ediyor.
Keza, kâhinlerden tevatürle nakledilen şehadetler onu tasdik ediyor.
Keza, Ayın yarılması, parmaklarından kevser gibi suyun akması, çağırdığı ağaçların ona gelmesi, duâ ettiği anda yağmurun yağması, pek az bir yemekle pek çok kimsenin doyması; kertenkele, kurt, ceylan, deve ve taşların konuşması gibi, güvenilir râvilerin ve muhakkik hadisçilerin bildirdiği, sayısı bine ulaşan mucizeleri onu tasdik ediyor.
Ve keza, iki cihan saadetini tazammun eden şeriatı da onu tasdik ediyor.


Geçmiş derslerde, onun iki cihan saadetini neşreden şeriatının güneşinden bazı şuâları görüp işitmiş bulunuyorsun. Eğer gözün perdeli ve kalbin paslı değilse bu kadarı sana yeter; onun için kısa kesiyoruz.


Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:

Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.


Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir.





DÖRDÜNCÜ REŞHA:
Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.


Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Mekke bir mihrab, Medîne bir minber;
Öncelikle Allah sizden ebeden razı olsun...
Üstad'ın bu veciz ifadesinde Mekke'yi mihrap, Medine'yi minber olarak gösterme sebeplerinden biri; islamiyetin Mekke'de gizli Medine'de aleni tebliğ edilmesi olabilir mi?
 

guftepira

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

mihrab ile gizliliği, minber ile açıklığı, aleniyeti nasıl ilişkilendirdiniz açıklayabilirmisiniz?

birde mekke döneminin tümü gizlilik içindemi geçmiştir? yoksa ilk yıllarmı gizliliktedir?

çok ilginç bir benzetme yaptınız devamını lütuf buyurursanız memnuniyet hasıl olur efendim.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

mihrab ile gizliliği, minber ile açıklığı, aleniyeti nasıl ilişkilendirdiniz açıklayabilirmisiniz?
birde mekke döneminin tümü gizlilik içindemi geçmiştir? yoksa ilk yıllarmı gizliliktedir?
çok ilginç bir benzetme yaptınız devamını lütuf buyurursanız memnuniyet hasıl olur efendim.
Mihrap:Camilerin kıble duvarında bulunan ve imamın namaz kıldırırken durması için ayrılmış olan girintili yerdir değil mi?
Minber:Camilerde hatibin, yarısına kadar çıkıp hutbe okuduğu merdiveni ve üstü külahlı bir sahanlığı olan aynı zamanda İmam-Hatiplerin cuma ve bayram hutbesi okudukları basamaklı yüksekçe yerdir galiba siz daha iyi bilirsiniz..
Mekke döneminde İslamiyetin ilk yıllarında tebliğ gizli yapılıyordu diye okumuştum kaynaklardan, İlk açıktan tebliğ Medine'de yapıldı diye yine okumuştum.
Bende buradan yola çıkarak böyle bir bağlantı kurdum doğru mu diye sordum...
Elbetteki sizin kadar risalelere vakıf olamadığım için, birde sığ aklımdan ötürü böyle kısır bir soru olmasını çok görmezsiniz heralde....
Sizde detaylı açıklarsanız bizde öğrenmiş oluruz...

 

guftepira

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Mihrimah kardeşim allah razı olsun farklı bir bakış açısı sundunuz ben herhangi bir bilgiye vâkıf olduğum için demedim. biraz daha açarsanız mutlu oluruz demek istedim.

karaelmas kardeşim buraya nurları getiriyor allah razı olsun, ama istiyorki bizler soru soralım bir tartışma ortamı olsun fikirler paylaşılsın. efkarımız sizin farklı örneğinizi dinlemekti sadece. yokasa ihvanlar okuyorlar ama yorum yazmıyorlar.

keşke sizin gibi niceleri bir cümle koysa burda sayfalarla yorumlar olur ne hoş bir paylaşım olur değilmi..

o açıdan bizde konu devam etsin mefkure paylaşılsın istedik.

ve orjinal bulduğum örneğinizi gayet dikkatle düşündüğümüzü belirtmek isterim.

sağ olasınız.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

Mihrimah kardeşim allah razı olsun farklı bir bakış açısı sundunuz ben herhangi bir bilgiye vâkıf olduğum için demedim. biraz daha açarsanız mutlu oluruz demek istedim.
karaelmas kardeşim buraya nurları getiriyor allah razı olsun, ama istiyorki bizler soru soralım bir tartışma ortamı olsun fikirler paylaşılsın. efkarımız sizin farklı örneğinizi dinlemekti sadece. yokasa ihvanlar okuyorlar ama yorum yazmıyorlar.
keşke sizin gibi niceleri bir cümle koysa burda sayfalarla yorumlar olur ne hoş bir paylaşım olur değilmi..
o açıdan bizde konu devam etsin mefkure paylaşılsın istedik.
ve orjinal bulduğum örneğinizi gayet dikkatle düşündüğümüzü belirtmek isterim.
sağ olasınız.
Öncelikle estf...
Üstad gerçekten çok mükemmel ifadelere yer vermiş, her bir cümlesi düşündürü..
Eğer bu gibi benzetmeler yer almışsa muhakkak onun sonunda bizi tefekkür yoluyala farklı buudlara taşıyan bir sebebi vardır.
Bende bu konuyu ilk okuduğum zaman kendi kendime sormuştum; Neden Mekke mihrap Medine minber, pekala Medine minber Mekke mihrap olabilirdi muhakkak bunun altında başka bir şey vardır diye düşündüm. Çok araştırdım, çok istişare ettim ve sonunda elbetteki başka bir açıklaması da vardır ama benim araştırmalarım sonunda vardığım nokta; İslamiyeti'in ilk yıllarında Mekke'de gizli tebliğ olduğu için Mekke'yi mihrap olarak beyan etmiş, İlk açıktan tebliğ Medine'de olduğu için de Medine'yi Minber olarak göstermiş.
Dediğim gibi illaki başka sebepleri de vardır ben bukadarına ulaşabildim..

Dikkatimi çeken başka bir cümle ise;
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem'a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o bürhanın şahs-ı mânevîsine bak:
Evet..Kainat, Kur'an-ı Kerim ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesselem...
Bu üçü arasında tercihi yine Efendimiz aleyhisselatu vesselam olmuş, haşa diğerlerine önem vermediğinden değil lakin neden Efendimiz aleyhisselatu vesselam ???
Kişi ciddi konsantra olup kendini o deryaya bırakınca anlamaması mümkün değil diye buyuruyor büyüğümüz...
Ben bu sığ aklımla kainatı ele alarak hayat boyu düşünsem Allah cc bulamazdım, kaldıki bu sadece benim için değil tüm insanlar için geçerli. Allah'ı aklıyla bulan peyganberi hepimiz biliyoruz inşALLAH.
Kuran-ı Kerim'e gelince; Şimdi bu kadar tefsir olduğu halde, meal kitapları olduğu halde yine de hala inanmamakta direten insanlar var. Bunlar bir yana dursun ben bile bazı ayetlerde takılıyorum birkaç tefsire başvuruyorum anlamakta güçlük geçiyorum bu da demek oluyor ki Sadece Kur'an-ı Kerim ile de bulunamaz. Örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Gelelim kainatın incisi, insanlığın iftihar tablosu, gönüllerin sultanı, Alemlere rahmet, Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vessellem Efendimize...
Bana kainatı sırrıyla öğreten kim, Kuran-ı Kerim'i en güzel anlatan kim, nasıl bir insan olmam gerektiğini anlatan kim, yaradılış hilkatinin gayesini açıklayan kim, ebedi hayatın varlığını bildiren kim, edep, haya öğreten kim, Allah'ın ahlakını en güzel şekilde temsil eden kim, kim, kim, kim, binler kim sayılır siz ufkunuzun genişliğine göre çoğaltabilirsiniz ama sadece bir tane cevabı vardır bu soruların oda; Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vessellem.
Tabi sorum bununlada kalmadı madem ilk O'nun nuru yaratıldı peki neden son peyganber olarak Efendimiz aleyhisselatu vesselam gönderildi?
bunu cevabıda ;http://www.tevhid.gen.tr/sorularla-risale-i-nur/4552-neden-son-peyganber-efendimiz/
bunlar sadece birkaçı:)
 

guftepira

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

yazınızdan hasıl olan fehmimizi doğrulatmak maksatlı yazıyorum. başka bir niyetim yoktur efendim.

şimdi, bize allahı tanıttıracak ve hakiki manada onu bildirecek üç adet sanatı-ı ilahi mevcutdur. ve bunlar içerisinde belki bize en yakın bir tarzda hitabda bulunacak olan ise peygamberimizdir diyorsunuz. bu veciz ifadenizden sonra,

karaelmas kardeşimizin son yazısındaki parçalarıda bu şekilde değerledirir isek;

"Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir. "

bu paragrafıda bu çerçevede düşünürsek. aslında bizim bu mühim sullere bu üç eserde cevap bulmamız mümkündür?

demekki insanlığın ism-i azamı hükmünde olan peygamber efendimiz, kainatın fihristesi hükmünde olan kuran-ı kerim vede mevcudat bir nur ile birbirlerine bağlanmıştır ve dahi birbirlerinin aynıdır denilebilirmi?

birbirlerini iktiza edenler birbirleri ile ifade olunmaları gerektiğinden biz bu üçünü bir kabul edebilirmiyiz?

yine son yazılan parçada geçmekte olan;

"Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, ...."

evvel risalelerde verilen örnek gibi elektrik düğmesinin kapatılıp bir anda karanlığa çevrilen odanın hali gibi o muhammedi (as) nur ile kainat aydınlatılmaz ise bunun sonuçlarının tüm mevcudatı öldürmek olduğunu ifade etmesi misillü;

acaba kuranıda allah kelamı olarak işitmemek vede bilmemek neticesi bu pencerede değerlendirilebir mi?

"Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi."

bu son paragrafda da bize rabbimizi tanıtan bu üç sanatın bir araya gelmesi ile ancak ve ancak hakikatin nihayet kemale ulaşabileceği anlatılmakta mıdır, yoksa sizlerin fark ettiği başka remizli bir ifade mevcutmudur? keza diğer iktibas buyurduğumuz paragraf içinde aynı sualimiz geçerlidir, bir fikriniz var ise vede bizimle paylaşırsanız memnun olacağız.
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye


DÖRDÜNCÜ REŞHA:
Bak, öyle bir ziyâ-i hakikat neşreder ki, eğer onun o nurânî daire-i hakikat-i irşâdından hariç bir sûrette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir mâtemhâne-i umumi hükmünde ve mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.


Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, mâtemhâne-i umumi, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebî, düşman mevcudât, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi.


Dördüncü Reşha'da tıpkı Kur'andaki gibi bir tablo var karşımızda. Nasıl Hz Nuh, hz. Musa, hz. Salih, gibi peygamberlerin toplumları zulumat, karanlık içinde tasvir edilir, öyle de Peygamber Efendimiz'in S.a.v asrında da aynı zulumat görünür. Zulumattan kasıt bir damla sudan yaratılan insanın apaçık düşman kesilivermesi gibi nefislerin cemaat halinde Halıklarından gafil olmalarıdır. Kendilerini, mevcudatı, her şeyi sahipsiz bilirler,haşre inanmazlar. Akıl şüpheleriyle, nefis arzularıyla hep karanlığa bürünmüştür. Ataları böyle yaşadıgı gibi belki torunlarına da bunu bir küll halinde geçirerek mutemadiyen ubudiyetten uzak, fani 60-70 senelik, maddi bir ömürle yaşarlar. Bu karanlık içinde, yağmur kuru bir şekilde yağar, güneş tesadüfi olarak şuursuz döner, yeni doğan kız çocukları sadece ölmek için dünyaya gelirler. Zayıfların köle, güçlülerin efendi olduğu bir durum hakimdir. Hayatın binler gayesi bu şekilde kendileri adına da Rableri adına da bire iner.

İşte böyle karanlıklı bir devirde Peygamberimiz öyle bir hakikatle ortaya çıkar ki tebliğ ettigi hakikat, beşerin filozofları, siyasileri, hükümdarları gibi kuru bir sistemden, lafızdan ibaret değildir. Söylediği her sözün, getirdiği her hükmün teminatı; tebliğ ettiği dinin delilleri, bürhanlarıyla beraber, şahsiyet-i maneviyesidir. Çünkü tebliğ ettiği esaslara, imanın kemaliyle ilmel yakin aynel ve hakkalyakin olarak şahiddir.

Dolayısıyla şahid olduğu mesleğiyle, şeriatıyla her şey aslına döner, nura inkilab eder. Şuursuz sanılan güneş şeriat-ı fıtriyenin bir memuru, yağmur rahmetin, rızkın ve hayatın müjdeleyicisi, ömür ve kabir, baki bir hayatın kapısı, birbirini tanımayan nebatat ve hayvanat ve cisimler, her biri birbirini tanır birer vazifeli olurlar.


Alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Eğer istersen gel, Asr-ı Saadete, Cezîretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak:

Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisânında hakâikâşinâ bir hitâb, bütün benîâdem'e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudâta karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.


Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acîbânesini hall ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını feth ve keşfederek, bütün mevcudâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş suâl-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suâllerine muknî, makbul cevap verir.



İ’lem: Zaman ve mekân itibarıyla muhîtin insan muhakemesi üzerinde büyük tesiri vardır. İstersen gel, bu asrın, bu zamanın ve muhîtimizin hayalâtını başımızdan çıkarıp atalım, şu kirli elbiseden soyunalım, sonra da akıp giden şu zaman denizine dalalım; orada, asırlar ve çağlar arasında, yemyeşil Asr-ı Saadet adasına çıkıncaya kadar yüzelim.

İşte, o zamanın adasında, Arap Yarımadası denen, dağı taşı ak ve aydınlık şehre bakıyoruz. Üzerimize de, bizim için o zamanın dokuyup o muhîtin diktiği elbiseyi geçiriyoruz. Böylece, hayalen de olsa, Risalet dairesinin kutbu olan zâtı vazife başında iken ziyaret ediyoruz.

Şimdi gözünü aç ve bak:
Bu memlekette ilk olarak gözümüze çarpan şey, fâik bir hüsn-ü suret ve halis bir hüsn-ü siret sahibi harika bir zattır ki, elinde pek değerli ve mucizeli bir kitap, lisanında veciz ve hikmetli bir hitap ile bütün Âdem oğullarına, hattâ bütün insanlara ve cinlere, hattâ bütün mevcudata bir hutbe-i ezeliyeyi okuyup tebliğ ediyor.

Hayret! Acaba ne diyor?

Pek büyük bir işten söz ediyor, pek büyük bir haberden bahsediyor. Âlemin yaratılış sırrına dair o acib muammâyı çözüp şerh ediyor, kâinatın hikmetine dair tılsım-ı muğlâkı açıyor.

Akılları hayretler içinde meşgul eden üç müşkül sualden söz ediyor ve bunları açıklıyor ki, bütün mevcudattan sorulan o sualler “Kimsin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sualleridir.


Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

BEŞİNCİ REŞHA:
Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.


Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar.


O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.



ALTINCI REŞHA:
İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün.


İşte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?
 

Tarihci

Marmara Tarih
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

BEŞİNCİ REŞHA:
Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.


Kainattaki hareket devinim işleyiş ancak nur ile anlam kazanıp, boşluktan manasızlıktan abesiyetten kurtulur. Böylelikle Allah ın sıfatlarının tecellisi, Allah ın tekvini(yaratılış- yani yaratılan herşey Allah ın tekvini ayetleridir) ayetlerinden olur.



Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar.

İnsanın hayvanlarla aynı zaruretleri ihtiyaçları acziyetleri vardır. Üstelik insanda, hayvanlarda ve yaratılmışların hiçbirinde olmayan eskiyi geçmişi yaşananları hatırlayabilme, kederleri hatırlama özelliği vardır. İnsan aklı ancak nurla aydınlandığı vakit bu elemlerden kurtulup bütün hayvanların ve yaratılmış herşeyin üstüne çıkar. Burda nurla nurlandığı vakit demek, yaratılış gayesine uygun yaşarsa Rabbini bilir ve tanırsa ve Rabbine kulluk ederse demektir.




O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.

Nurlanan yani vazifelerinin bilincinde olan insan yeryüzüne halife olur. İnsan aklı nur olmadığı takdirde hayvanlık derecesinden ve anlamsızlıktan kurtulamaz. Dünyada kainatta insanın yaratılış gayesi için yaratılan herşey de hiçe iner değersiz olur. Bu ebedi kainat bu muazzam sistem elbetteki hiç için değilidir ve bir Hakim lazımdır.
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

BEŞİNCİ REŞHA:
Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüât, tebeddülât, tegayyürât, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubât-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-i esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi birer kitâb-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.


Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar.


O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır; yoksa, kâinat ve eflâk olmamalıdır.


O nuranî şahsiyete bak ki, nasıl nurlu bir ziya-yı hakikat ve ziyadar bir nur-u hak neşrediyor. Öyle ki, o neşrettiği nur ile beşerin gecesini gündüze, kışını bahara çeviriyor. Kâinat şekil değiştirip eski haşin ve belâlı halinden çıkıyor, mesrur ve mütebessim bir âlem oluyor.

Eğer onun nuruyla aydınlanmazsak, kâinatta bir matem-i umumî görürüz.
Bütün mevcudat birbirine yabancı ve düşman kesilir; tanışmak bir yana dursun, tecavüz vaziyetini alır. Câmid mevcudat müthiş cenazelere döner; insanları ve hayvanları zeval ve firak darbeleri altında ağlayan yetimler halinde görürüz. Kâinat harekâtıyla, tenevvüatıyla, tegayyüratıyla ve bütün nakışlarıyla birden mânâsız, ehemmiyetsiz, abesiyete mahkûm bir tesadüf oyuncağına döner.

İnsanı da görürüz ki, baş belâsı aczi, usandıran fakrı ve mazinin kederleriyle istikbalin korkularını getirip başına toplayan aklıyla, bütün hayvânâtın en aşağısı ve en hüsranlısı olmuştur. İşte, o zâtın nuru altına girmeyen bir kimsenin nazarında kâinatın mahiyeti bundan ibarettir.

Şimdi onun nuruyla, dininin rasathanesinden ve şeriatının dairesinden kâinata bak, neler göreceksin:

İşte, âlemin şekli birden değişiverdi. O umumî matemhane bir fikir ve zikir mescidine, bir şükür ve cezbe meclisine döndü. Birbirine yabancı ve düşman mevcudat ahbab ve kardeş halini aldı. Suskun ve ölmüş câmidat, lisan-ı haliyle Hâlıkının âyetlerini okuyan mûnis birer canlıya, musahhar birer memura dönüştü. Ağlayıp sızlayan canlılar ise, tesbihatları içinde zakir veya vazife paydosundan şakir suretine girdi. Kâinatın harekâtı, tenevvüat ve tegayyüratı da abesiyetten, ehemmiyetsizlikten, tesadüf oyuncaklığından kurtulup Rabbanî mektuplara, âyât-ı tekviniye sayfalarına, esmâ-i İlâhiye aynalarına dönüştü. Ve âlem bir hikmet-i Samedaniye kitabı mertebesine yükseldi.

Şimdi de insana bak: Zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, fakrının sevkiyle, ihtiyacının şevkiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şulesiyle, aklının haşmet-i imanıyla, evvelce içinde bulunduğu âciz, fakir ve zelîl bir hayvaniyet çukurundan çıkıp nasıl hilâfet zirvesine terakki ediyor! Ondan sonra gör, evvelce düşüş sebebi olan aczi, fakrı ve aklı, bu nuranî zâtın nuruyla aydınlanınca onu nasıl yüceltiyor!

Sonra, karanlıklar içinde bir büyük mezar suretindeki maziye bak, enbiya güneşleri ve evliya yıldızlarıyla nasıl aydınlanmış! İstikbale bak, zulümat içinde en karanlık bir gece iken, Kur’ân’ın ziyasıyla nasıl nurlanır da ondaki Cennet bahçeleri gözler önüne serilir!

Elhasıl, bu zat olmazsa, kâinat, insan ve herşey adem mesabesine düşer, hiçbirinin kıymet ve ehemmiyeti olmaz. Onun için, bu güzel ve benzersiz kâinata böyle üstün, harikulâde ve hakikatli bir tarif edici lâzımdır. Eğer o olmazsa kâinat da olmamalıdır; çünkü bizim için bir mânâsı kalmaz. Sözü hak olan Mülk Sahibi ne kadar doğru söylemiştir:

لَوْ لاَكَ لَوْ لاَكَ لمَاَ خَلََقْتُ اْلأَفْلاَكَ "Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım" Ali el-Kàri, Şerhü'ş-Şifâ, 1:6; Aclunî, Keşfü'l-Hafâ, 2:164.


Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye


ALTINCI REŞHA:
İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rubûbiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan, yani ubûdiyeti cihetiyle, onu bir misâl-i muhabbet, bir timsâl-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin; şöyle baksan, yani risâleti cihetiyle, bir bürhan-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesîle-i saadet görürsün.


İşte, bak: Nasıl berk-i hâtif gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer onun hediye-i hidâyetini kabul edip hırz-ı cân etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illallah'ı, bütün merâtibiyle beraber kabul etmesin?


SUAL: “Kimdir bu gördüğümüz zat ki, kâinatın güneşi olmuş ve diniyle kâinatın bütün kemâlâtını meydana çıkarmıştır? Ve ne söylüyor?”

CEVAP: Şimdi bak ve ne diyor, dinle. İşte, bir saadet-i ebediyeden haber veriyor ve onu müjdeliyor. Sonsuz bir rahmeti gösterip ilân ediyor ve insanları o rahmete çağırıyor. O, saltanat-ı Rubûbiyetin güzelliklerini gösteren dellâlı ve gizlenmiş esmâ-i İlâhiye hazinelerinin keşşâfı ve tarif edicisidir.

Ona vazifesi cihetinden bak; bir burhan-ı hak, sirac-ı hakikat, şems-i hidayet, vesile-i saadet göreceksin.

Bir de şahsiyeti yönünden bak; onu muhabbet-i Rahmâniyenin misali, rahmet-i Rabbaniyenin timsali, insaniyet hakikatinin şerefi, hilkat ağacının en parlak ve en nurlu meyvesi olarak göreceksin.

Sonra da bak, onun dininin nuru nasıl berk-i hâtif sür’atiyle şarkı ve garbı ihâta etmiş ve arzın yarısı ve nev-i beşerin beşte biri, ruhlarını fedâ edercesine bir teslimiyetle ve iz’ân-ı kalble onun hidayet hediyesini kabul etmiştir.

Hiç mümkün müdür ki, böyle bir zâtın dâvâlarına, hele bütün meratibiyle bütün dâvâlarının esası olan “Lâ ilâhe illâllah” dâvâsına, nefis ve şeytan mugalâtasız bir surette karşı çıkabilsin?


Tercüme: Ümit ŞİMŞEK
 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Açıklamalı Risale-i Nur Dersleri - Ondokuzuncu Söz - Nübüvvet-i Ahmediye

YEDİNCİ REŞHA:
İşte, bak: Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.


SEKİZİNCİ REŞHA:
Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.


İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?
 
Üst