Fiilî dua dedikleri…

kayýp_gül

Well-known member
Fiilî dua dedikleri…






Bediüzzaman Said Nursî’nin duanın farklı yönlerine temas ettiği risalelerinde şuur sahiplerinin bir tarz-ı ubudiyeti olan duayı iki kısma ayırdığını görürüz. Fiilî dua ve kavlî dua olarak sınıflandırılan bu ‘sırr-ı ubudiyette’, Cevâd-ı Mutlak’ın isim ve unvanına en kamil manada bakar yönü itibariyle “dua-i fiili”nin özellikle sabırsızlığımız ve hazır lezzetlere olan düşkünlüğümüz itibariyle bizler yanında ayrı bir ehemmiyeti vardır.
Elbette Bediüzzaman bu tesbitini “Duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile O’na ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri O’na bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli” sınırları dahilinde ifade etmiştir. Lakin modern zamanların, hatta ehl-i dinin de maruz kaldığı kendinden menkul bir güç tasavvuru telkiniyle, “birey” olarak bir rey’e sahip olduğumuz düşüncesi, eşya ve hadiselere olan müdahalemizde ‘müstakil bir güç’ hissetmemiz yanlışına kadar sürükler bizi. Ve bizler ubudiyetin bu en nafiz şekline bile acz farkındalığı yerine şirk-i hafi bulandırıveririz!
Dua-i fiilinin dua-i kavli ile olan ilişkisinde zihnimizde bir derecelendirme yapmak istesek, muhtemelen fiilî duanın hem tesiri hem de kabule daha yakın olduğu gibi bir delillendirme ile, kavlî dua ikinci sırada yer alır. Bunun, yukarıdaki sınırlar dâhilinde özellikle Bediüzzaman’ın da ifade ettiği şekliyle bakıldığında, olumsuz bir tarafı yok gibidir. Lakin farkında olalım ya da olmayalım dua-i fiilinin tesirine ilişkin kafamızdaki bu derecelendirme, hemen ardından “Biz bize düşeni yaparız, gerisini Cenabı-ı Hakka havale ederiz” önermesinde bir itikadi problem şeklinde ortaya çıkarıverir. Farkında olmadan bir işin süreci ve sonucuna dair bir bütünü iki parçaya ayırır; “Buraya kadar benim iktidarımla, bundan sonrası ise Cenab-ı Hakkın iktidarı ile meydana gelecek” gibi hâşâ kendimizde de sabit gerçekliği olan müstakil bir gücü ihsas eder tarzda bir etkenlik tasavvur ederiz. Oysa insanın çok cüz’i bir cüz-i ihtiyari sahibi olduğu hakikati özellikle itikadi bir düstur olarak kelam sahası içerisinde ifade edildiği gibi, doğru ve salim bir mantıkla izlendiğinde bu dahlimizin ancak bir tercihten ibaret olduğunu da fark edebiliriz.
Dolayısıyla işin hakikatine bakıldığında dua-i fiili ile dua-i kavli arasında bizim açımızdan tesir bakımından bir fark gözükmemektedir. Peki o zaman dua-i fiilinin tesiri diğerine göre neden daha azimdir?
İnsan akıl itibariyle “zahirci” bir varlıktır. Gözüyle gördüğünü kendi aklıyla onaylamadıktan sonra çok da tatmin olduğu söylenemez. Her ne ki ona dokunur, onu görür, onunla zahir alemde ilişki kurar, kalbi ona karşı daha bir mutmain olur. Ona daha yakini surette teveccüh ve itimad eder. Dua-i fiilinin tesirinin altındaki azim sır da bu noktada açıklığa kavuşur sanki. İnsan bir hedef için hangi şeye elini atsa, onun elinde kalıverdiğini bu suretle fark etmeye başlar. Uzaktan bakıldığında, yıldızla ateş böceği arasındaki olmayan fark gibi, gücünün yeteceği vehmiyle elini uzattığı herşeyin aslında kendisinin harcı olmadığını dua-i fiili vesilesiyle fark eder. Neticeye ermeye ramak kalan anlarda bile dikkatle baktığımızda sonuçla aramızda uçurumlar olduğunu en çok gayretlerimiz esnasında fark etmez miyiz? Bir işe koyulurken küçük dünyamızda hesapladığımız engellerin aşılmasının bile çoğu zaman yine bizle sonuç arasındaki uçurumu örtmediğini fark ettiğimiz onca sorun çıkıvermez mi karşımıza? İşte vehim gözlüğünü takmış cüz’i akıl sahiplerinin kendi gerçeğiyle yüzleştiği an, güneş gibi aşiyandır o zaman. Kulun Kendi sınırlarının farkındalığıdır bu an.
Yani, gücünün sınırını yahut sınırsız muhtaciyetini en kâmil manada anladığı en müessir vesiledir dua-i fiili… İnsanın acziyle Rabbine sığındığı anın adıdır. Ve işte o acz bir Kadir-i Rahim’in dergâhında insana en makbul bir şefaatçi olur. Ve insan ulaştığı onca nimet hazinesinin anahtarının ona başka yükler taşıtmayan kendi acz kamburundan ibaret olduğunu fark eder o zaman. Tükettiği nefesin bir yakarış, alınterinin ise güçsüz bedeninin gözyaşlarından ibaret bir haykırış olduğunu bilir. Aczinin sırrına erenler mi? Kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Hâsıl-ı kelam, dua-i fiilîde aczini en kâmil manada anlamaktır aslolan.




 
Üst