Kur’an ve tasavvuf

mihrimah

Well-known member
İslami ilmlerin diğer dallarında olduğu gibi, tasavvuf sahasında da orjinal ve enteresan şeyler söylemek oldukca zor. Bunu, “Kur’an ve Tasavvuf” konulu bir tebliğ hazırlamam istenip de, tasavvuf ile ilgili bazı eserleri gözden gaçirme ihtiyacını hissedince bir kere daha anladım. Çünkü ümmetin büyükleri ve alimleri o kadar çok şey yazmış ve söylemiş kineredeyse söylenecek şey bırakmamışlar. Yeni ve orjinal bir şey ortaya koyabilmek için ya gerçekten geçmişi hazmetmiş, onun üzerine yeniyi bina edecek kadar güçlü ve derin bir alim olmalı; ya da geçmişte söylenmiş şeyleri bilerek veya bilmeyerek yeni diyesunmalı; yahut da sorumsuz bir şekilde davranıp, sorumlu davranmamıza sebeb olan dini-imanı bir tarafa bırakıp, bir filozof gibi, dinin özüne uyup uymadığına bakmadan, Allah katında din adına konuşmanın vebalini düşünmeden aklımıza estiği gibi fikirler üretmeliyiz. Buna rağmen asırlar boyu insanlığın söylediklerini ve yazdıklarını tam bilebilsek belki de yeni ve orjinal diye söylediğimiz şeylerin, bizden çok önce söylendiğini görürüz.Dolayısıyla benim sunacağım şeyler de eskiyi kendi anlatımımla tekrardan ibaret olacaktır. Sözlerimin basitliğine bir mazeret olmak üzere bunları ifade ettikten sonra bir diğer hususa işaret etmek istiyorum:
Rahmetli babam, ehl-i tarik idi ve gerçekten imrendiğim bir ibadet hayatı vardı. Genellikle sıhhatli, huzurlu ve rahat yaşadı. Hep rahatını, ibadetlerine borçlu olduğunu söyler, Cenab-ı Hakka sonsuz şükürler ederdi. Yani o, halkımızın ifadesi ile “ibadet dirisi” idi. Şimdi o da, çok sevdiği ve saydığı şeyhi de dar-ı bekadalar ve inşaALLAH umduklarına nail oldular.

Hasta olduğu son zamanlarını bir tarafa bırakır isek, halim-selim bir insan olduğu için, ondan aldığımız ilk dini bilgi ve şuurumuzu, baskı ve dayakla değil, sevgi, şefkat ve saygı ile aldık. Bu yüzden zaman zaman, değişik konularda, ilmi manada ve tatlı bir şekilde tartışırdık. Bana hak verdiği de olurdu, ama hak vermediği konularda fikirlerini kabule zorlamazdı.

Karekterim mi uymadı, kabiliyetim mi yetmedi, nasibim mi yoktu bilemiyorum, bir türlü tasavvufa intisab edemedim. İmam-Hatib Okulu ve Fakülte yıllarında, değişik islami ilimlerle ilgili olarak okuduğumuz dersler, gerçekten çok şeyler öğrenmemizi sağladı. Öğrendiğimiz şeylerle, bir ölçü kazandığımızı düşünerek, belki biraz acemice ve acelece her şeyi bu ölçüye vurmaya ve hükmünü vermeye başladık. Ama yeni yeni şeyler öğrendikce, düşünce ufkumuz genişledikce, hükümlerimizden bazıları değişti. Bu yüzden o günlerde tasavvufi bazı konular ile ehl-i tasavvufun bazı halleri, rahmetli babamla tartıştığım ve üzerinde konuştuğum konulardandı. Bugün de anlayamadığım, izah edemediğim kabullenemediğim, bilebildiğim kadarı ile Kur’an ve Sünnet ölçüsüne vurduğumda içinden bir türlü çıkamadığım tasavvufi konu ve davranışlar var. Ama babamın bir defasında anlattığı şu hatırası karşısında bir şey söyleyemedim ve hiç unutmadım: “O, tarikata girdikten uzunca bir müddet sonra, şeyhinin halifesine, her zamanki saflığı ve temiz kalbliliği ile sorar: “Efendim, şu kadar zamandır tarikatın içindeyim ve vazifelerimi aksatmadan yapıyorum, kendimde bir keşf ve keramet göremedim.” O zat “Şu kadar zamandır, gece namazına kalkıp, sabahlara kadar ibadet ediyor, namazlarını hep cemaatla-camide kılıyorsun; Halbuki daha önce böyle yapamıyordun. Bundan büyük keramet olur mu?” diyerek, hem tarikatlarındaki esas maksadın, keşf ve keramet olmadığını, hem de tarikatın onda meydana getirdiği değişikliği haber veriyor. Dede Ömer Ruşeni’nin dediği gibi,

“Keramat satmamaklıkdır keramet
Keramettir denilmiş, terk-i adet
Muhibb-i mahbubın ey sahib-i saadet
Görüp söyleşmedür keşf ü keramet” (Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.43, Dergah Yayınları, İstanbul, 1990.)

Tasavvuf ve tarikat müntesibi olmadığım gibi, aleyhte hissi eser yazanlar gibi körükörüne bir aleyhtarlığa da sahib değilim. Ama ehli tarik bir ailede yetişmiş olmam hasebiyle tasavvufa kalbi bir yakınlığım olduğunu, bu yola girmiş samimi müslümanların bazı hallerine ve ibadetlerine imrendiğimi, onlar gibi olamadığım için üzüldüğümü de itiraf etmeliyim. Bütün bunları anlatmamın sebebi, tefsir ilmi ile karınca kaderince meşgul olan birisiolarak, Kur’an ve tasavvufa birarada bakıp, değerlendirme yaparken, beni ne şekilde dinlemeniz gerektiğine işaret etmektir.

Hepinizin bildiği ve inandığı gibi Kur’an-ı Kerim, yaratıcımız, rezzakımız, sahibimiz, malikimiz, efendimiz olan Allah Teala’nın, biz insanlara ve cinlere fermanıdır. Ferman sizin gibi bir insan olan padişahtan gelirse ve işinize gelmezse, “Ferman padişahın ise dağlar bizimdir.” deyip, onun elinin, gözünün ve gücünün ulaşamayacağı bir yere kaçıp kurtulursunuz. Ama Rabbu’l-Alemin’den kaçmak ve saklanmak mümkün değil. O zaman, Allah’ın göğe ve yere “İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma-fermanıma) gelin.” dediğinde, o ikisinin, “İsteyerek geldik.” (Fussilet,11) dediği gibi, “Rabbimin fermanına boynum kıldan incedir.” deyip itaat etmek; eşkiya gibi, yahut Nuh(a.s.s)’un oğlu gibi dağlara sığınmanın fayda vermeyeceğini (Hud,43) bilmek gerek.

Kur’an, ne olduğunu, nereden geldiğini bildirdiği gibi, niçin geldiğini de açık bir şekilde bildirir: O, Allah’ın sözüdür; O’nun katından gelmektedir; insanlara ve cinlere bir açıklama ve uyarıdır: Onlara ne olduklarını ve niçin yaratıldıklarını açıklamasının yanısıra, yaratılış maksadlarına uygun davranmadıkları takdirde, yüyüze gelecekleri felaket ve tehlikeler hususunda onları uyarır.

Kur’an’a göre, insanın yaratılış maksadı “ibadet”, yani “Allah’a güzel bir şekilde kul olmak”tır. Bunun yolu da, Allah’a tek ve kamil ilah olarak inanmak(mü’min olmak); emir ve yasaklarına boyun eğip, teslim olmak (müslüman olmak); bu iman ve teslimiyette samimi olmak, nifaka ve riyaya sapmamak (muhlis olmak); bu ihlası ve samimiyeti zedeleyip de Rabbisinin gazabını haketmekten korktuğu gibi, sevgisini kaybedeceğim endişesi ile müthiş bir endişe ve buna paralel bir dikkat- bir gayret içinde olma (muttaki olmak); dolayısıyla imanına, islamına, ihlasına, takvasına, bir diğer ifadesiyle Rabbinin şanına uygun işlerde ve hallerde olmak (salih olmak)tır. Kur’an bütün bunları “ibadet” kelimesi ile anlatır ve cinlerin ve insanların ibadet için, yani Allah’a iyi kul olmaları için yaratıldıklarını bildirir(Zariyat,55). Bunun yolu da öncelikle Allahı bilmek ve tanımak olduğu için, Kur’an, çoğu ayetinde Allahı insana tanıtır.

Kur’an, Allah Teala’nın yanısıra insandan, hayattan ve kainattan bahseder(Serinsu, Ahmed Nedim, Kur’an Nedir, s.91, Şule Yayınları, İstanbul, 1996), insana, yaratıcısını, kendisini ve içinde yaşadığı dünyayı tanıtır, fıtratına uygun insan modelini sunar(A.g.e., s.129). Ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını, nelerden sakınması gerektiğini bildirdiği gibi, bütün bu hususlarda en güzel bir örnek de sunarak, işini kolaylaştırır ve “Andolsun ki Allah’ın peygamberinde sizin için, (yani) Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, en güzel bir örnek vardır.”(Ahzab,21) buyurur. Binaenaleyh insandan, örneği olmayan bir şey istenmez ve o peygamber gibi olması tavsiye edilir. Ayrıca Kur’an seçkin ve örnek bir nesil olarak Hz.Peygamber(a.s.)’in ashabından bahseder; Allah’a kullukta Resulullah’ı örnek gösterirken, Resulullah’a ümmet oluşda da, ashabı örnek gösterir. Direkt olarak değilse de dolaylı olarak bizden Resulullah gibi kul; ashab gibi ümmet olmamız tavsiye edilir; onlar peygamberlerine nasıl ittiba etmiş, nasıl saygı ve sevgi göstermiş ise, bizim de onlar gibi uymamız, saygı ve sevgi göstermemiz, ilmi, irfanı, ahlakı, samimiyeti ile peygamber varisi olan büyüklerimize ve alimlerimize onlar gibi saygılı olmamızı istenir.
Konumuzun bir tarafında Kur’an, diğer tarafında tasavvuf var. Kısaca Kur’an’dan bahsettiğimize göre, tarifleri, mahiyeti ve gayesi açısından tasavvuftan da bahsederek, benzer mi benzemez mi olduklarını görmeye çalışalım; Tasavvuf’un, hangi kökten geldiği ve kelime olarak aslının ne olduğu, şimdi bizim için önemli değil. Bu yüzden onu geçiyor ve erbabı tarafından yapılan tariflerine bakıyoruz. Çünkü bir şeyi, kendisinin ve taraftarlarının nasıl tarif ettiği önemli.
Erbabına göre tasavvuf, “Allah Teala’nın hoşnutluğunu kazanmak ve edebi saadete ermek için, nefisleri temizleme, ahlakı tasfiye, içi ve dışı tenvir,suret ve sireti tezkiye hallerinden bahseden bir ilimdir.”(Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar,s.62, Marifet Yayınları, İstanmbul,1990).

Cüneyd-i Bağdadi’ye göre tasavvuf, “Sulhu olmayan bir savaştır; Dağınık olmayan bir zihinle Allah’ı zikretmek, sema ile vecde gelmek, sünnete uygun bir şekilde amel etmek, maddi şeylerden ilgiyi keserek, Allah ile beraber olmak, vakitleri muhafaza etmektir... Halka uyma kirinden arınmak, süfli huylardan ayrılmak, beşeri ve adi vasıfları söndürmek, nefsani davalardan uzaklaşmak, ruhani vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, daima en uygun olana göre hareket etmektir... Allah’a elest bezminde verilen söz üzere samimiyetle durmak, Resulullah’a ve şeriatına uymaktır.”.

Nasrabazi’ye göre tasavvuf, “Kitab ve sünnete dört elle sarılmak, heva-heves ve bidatlara tabi olmamaktır...”.

Ebu Hüseyin Nuri’ye göre tasavvuf, “Hürriyettir, fütüvvettir, cömertliktir. Ünvan ve bilgi işi değil, ahlaktan ibarettir.”.

Müzeyyin’e göre tasavvuf, “Hakka boyun eğmektir; şeriatın ahkamı önünde eğilmek ve ona riayet etmektir.”.

Semnun Muhib’be göre tasavvuf, “Hiçbirşeye sahib olmaman, hiçbirşeyin de sana sahib olmamasıdır.. Nefse kul, şeytana zebun olmamaktır.”.

Sühreverdi’ye göre, “Başlangıcı, ilim; ortası amel; sonu, mevhibedir.”.
Gazali’ye göre, “Kalbi Hakka bağlayıp, masiva ile ilgiyi kesmektir.”.
Seyyid-i Şerif Cürcani’ye göre tasavvuf, “Şeriatın zahir ve batınını, ahkam ve adabını bilip yaşamaktır.”

Yine yapılan birçok tarifine göre tasavvuf, “Cömertlik, zariflik, temizliktir; kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır;
Kıymetliyi alıp, hakiri terk etmektir;
Şehveti ve arzuyu bırakmaktır;
Mütevazi olmak, yedirip-içirmek, ikramda bulunmaktır;
Sadakattır, Hakk ile muvafakattır, vefadır;
Dünyaya “eksik” olarak bakmaktır, ateş-i aşk ile suzan olmaktır;
Cümle ehl-i derde derman olmaktır;
Kali(sözü), hale tebdil eylemektir;
Cümle zerrat-ı cihanda Hakkı görmektir;
Alem-i akla Süleyman olmaktır;
Urvetü’l-vüska yükün can ile çekmektir;
Cami-i ahkam-ı Kur’an olmaktır;
Canı, canana verip azade olmaktır;
Hak yolundan çıkmamaktır; kimse gönlün yıkmamaktır;
Kıl-ü kali terketmektir;
Kalbi Hakka bağlayıp, yüreği aşk ateşiyle dağlamaktır;
Güzel ahlak ve edebdir;
Gül-i gülizar olup, har olmamaktır; Geçen ömre teessüf edip, vakti ganimet bilmektir;
Gönlü arıtıp, saf hale getirmektir;

Zühd ve takvanın özüdür.” (Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.31-43).

“Tasavvufun hedefi de marifetullah olarak belirlenmiştir. Bunun Kur’ani ifadesi, “hakka’l-yakin”dir. Kelam ve islam felsefesinin bir yere kadar getirdiği “marifeti”, zevk ve manevi tecrübe ile daha ileriye götürme işini, tasavvuf üstlenmiştir. Binaenaleyh tasavvuf, Allahı isbatı aşıp, seyr-u suluk yoluyla, “arınma” ile Allahı hissetmeye, isimden müsemmaya geçmeye çalışmaktır.”( Düzen, İbrahim, Türkiye 1.İslam Düşüncesi Sempozyumu,İstanbul, Ekim,1996).

“Tasavvuf, Allah Teala’nın insana “şah damarından daha yakın olan” yakınlığını ve “Attığın zaman sen atmadın” ayetindeki inceliği taddırmak ve hissettirmektir.” (Uludağ, Süleyman, Türkiye 1. İslam Düşüncesi Sempozyumu, İstanbul, 1996).

Yapılan bu tarifler, kelimeleri farklı olsa da özde aynı manayı ifade etmektedirler. Seçerek aldığımız bu tarifler dışında daha pek çok tarif bulunmaktadır ve onların da özde manaları, aynıdır. Her biri konuyu, farklı bir açıdan ele almakta, farklı bir yönünü anlatmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in mahiyet ve gayesi ile, yapılan tarifler çerçevesinde tasavvufun gayesi arasında bir fark görünmemektedir. Normalde farklılık olması da düşünülemez. Çünkü tasavvuf kendini, “cami-i ahkam-ı Kur’an olmak.”, “Kitab ve sünnete dört elle sarılmak.”, “Şeriatın zahir ve batınını, ahkam ve adabını iyi bilip yaşamak.” gibi şekillerde tarif ederken, Kur’an ve Sünnet dairesinde olduğunu, gayesinin bu ikisini, yani İslamı samimi bir tarzda hayata geçirmek olduğunu vurgulamaktadır. Kur’an’ın ve onun vasıtasıyla Rabbimizin istediği de budur.

Kur’andaki emir ve yasaklarda, insanın zahiren bunları yerine getirmesi hiçbir zaman yeterli ve makbul sayılmamakta, mutlaka yapılan işlerin içinin ihlasla doldurulması istenmektedir. Batınında ihlas, samimiyet, iyi niyet bulunmayan işler, sahibi için vebalden başka bir mana taşımamakta ve “riya” diye isimlendirilerek, ağır bir ilahi tehdit konusu olmaktadır. Rabbimiz Kur’an’ında, bir taraftan fermanlarını bildiririken bir taraftan da bunların sırf kendi rızası için yerine getirilmesi gerektiğini sık sık vurgular. Binaenaleyh her emrin içinde, her seferinde söylenmese bile, o işin sırf Allah rızası için ve dolayısıyla Allaha yakışır şekildeyapılması gereği vardır. “Namaz kılın.”, “Zekat ve sadaka verin.”, “Adil olun.”, “Hacca gidin.”, “Kötülüğün açık olanından da, gizli olanından da sakının, uzak durun.”, “Ölçü ve tartıda hile yapmayın, insanları aldatmayın.”, “Faiz yemeyin, zinaya yaklaşmayın, bekarlarınızı evlendirin.” gibi görünen dünya hayatımızla ilgili emir ve yasakların istisnasız herbirinin, dıştan bakıldığında mükemmel olarak yerine getiriliyor görünmesi yeterli değildir ve ihlasla yapılmadıkları takdirde, o işler kendilerinden beklenen kemali sağlamamaktadırlar. Bu yüzden de Allak katında makbul sayılmıyorlar.

İnsanın, iman, ahkam ve adabı ile İslamı bir bütün olarak yaşamasına Kur’an, “ibadet”, yani kulluk diyor. Bu kulluğun gayesi ve yararı da elbette insana yönelik. Kur’an’ın açık ifadesi ile, Rabbimizin bizim kulluğumuza ihtiyacı olmadığı gibi, isyanımızdan da bir zararı yoktur. Kulluğun insana yönelik faydası “tekamül”, yani “kemale ermek, kamil insan olmaktır. Hak Teala her insanı “kemal” potansiyeli ile yaratır. İnsanın bu potansiyelini harekete geçirip, kemal mertebelerinde yükselmesini sağlayacak olan şey, Rabbisinin ona bildirdiği reçetedir. O da Kur’an’daki kulluktur. Bu reçete ancak ciddi ve samimi şekilde uygulanırsa fayda veriri, insan için yükselme sağlar. Zahiren reçeteyi uygular görünmek, boşuna gayretten başka birşey değildir.
İnsanın bir dış dünyası, bir de iç dünyası var. İnsan bu iki dünyasında birden yaşar. Dış dünyasına ibretle bakması gerektiği gibi, iç dünyasına da ibretle bakmalıdır. Çünkü Allah Teala’nın ayet, alamet ve delilleri, dış dünyamız gibi iç dünyamızı da süslemekte ve Rabbimiz, “Biz onlara afak ve enfüsteki, yani dış dünyalarındaki ve iç dünyalarındaki ayetlerimizi göstereceğiz ki o(Kur’an’)ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun...”(Fussilet,53) buyurarak buna işaret etmektedir. Binaenaleyh insan sırf dış dünyasında değil iç dünyasında da kulluk yapmakla mükelleftir ve bu açıda iki dünya birbirini tamamlamaktadır. Kur’an sırf dış dünyasında ilahi emirlere uyup, iç dünyasını şirkin, küfrün ve isyanın hakimiyetinden kurtarmaya gayret etmeyenleri “münafık” olarak nitelemekte ve bunu iki dünyası da inkara boyun eğmiş olanların halinden daha vahim saymaktadır. Binaenaleyh tevhid ehli, işte bu açıdan da bir tevhid, “birleme” içindedir. Çünkü onlar hem iç, hem dış dünyalarını imanın hakimiyetine vererek, içi-dışı, zahiri-batını bir hale gelmişlerdir. Böylece onlar Allah’ın fermanlarını, iç alemleri ve dış alemleri bir olduğu halde yerine getirmektedirler. Zaten onlardan istenen de bu...
Kur’an insanı bu şekilde iki boyutlu kabul edince, emir ve yasakları da iki boyutlu olarak gelmiştir. Her emir ve yasağın bir zahiri şekli var ise, mutlaka insanın iç dünyasına yansıyan bir batıni hali de vardır ve, batıni dünyada bulunup, dış dünyaya yansımayan fiiller Allah Teala yanında değerli olduğu halde, batıni hali olmayan fiil geçersiz ve tesirsizdir. Tesirsizdir çünkü, insanın potansiyelinde bulunan kemale erme gücünü ortaya çıkarmak bir yana,onu köreltir. Bu açıdan baktığımızda Kur’an’ın bütününün, hem dış dünyamıza, hem iç dünyamıza yönelik olduğunu ve “şunlar dış dünyamızla, şunlar da iç dünyamuzla ilgili” diye ayetleri, emir ve yasakları arasında bir ayırım yapmamızın doğru olmadığını söylemeliyiz. Kolaylık olsun diye yapılan taksim ve ayırımları da, biribirinden tamamen ayrı şeyleri anlatan ayırımlar değil, biribirini tamamlayan ve bütünleyen ayırımlar olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla mesela biz tefsircilerin “fıkhi ayetler”, “itikadi ayetler”, “ahlaki ayetler”, “kevni ayetler”, “kıssa ayetleri” gibi ayırımlarımız, bu ayetlerin konularını hiçbirzaman birbirinden kopuk konular olarak gördüğümüz manasına gelmemelidir. Aynı şekilde ilimleri kelam, fıkıh, tefsir, hadis tasavvuf şeklinde ayırışımız da ihtisas ihtiyacına binaen olmuştur. Yoksa bunlar birbiri ile ilgisiz şeylerden bahsediyor değiller. Bazı cahillerin bu inceliği gözardı ederek, sanki bu ilimler ve bu ilimlerin mensubları arasında bir düşmanlık ve rakabet varmış havası vermeleri bir hatadır.
Meşhur hadisde, Kur’an’ın zahiri manalarının yanısıra, batıni manalarının da olduğu bildirilmiştir. Aslında dış dünyamız ile iç dünyamız; dış dünyamızda yaptığımız “cihad-ı asğar”ımız ile, iç dünyamızda yaptığımız “cihad-ı ekber”imiz nasıl birbirinin tamamlayıcısı ise, Kur’an’ın zahiri manaları ile batıni manaları da birbirinin devamı ve tamamlayıcısıdır. Bu yüzden zahiri mana ile irtibatını koparan, zahirle hiç alaksı olmayan batıni manalar reddedilmiş, gayr-i makbul sayılmıştır. Zahir ve batın arasındaki ince alakayı yakaladığımız zaman , tefsirde de tevhide/ iki dünya birliğine ulaşmış oluruz. Bu bakımdan zahirin batından, batının zahirden farkı yoktur. Bundan dolayı “Tasavvuf, suret-i şeriattan, hakikat-ı şeriata varmanın yoludur.” (Karaman, Hayreddin “Kur’an ve Sünnette Tasavvuf”, M.Z.Kotku ve Tasavvuf-Sempozyum konuşmaları, s.28, Seha Neşriyat, İstanbul,1995) şeklindeki bir tarif, meselenin bu yönünü güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ben meseleye böyle baktığım için, “Kur’an-ı Kerim’in hangi ayetleri veya kelimeleri tasavvufu alakadar eder?” şeklindeki bir soruya, “Kur’an’ın, tasavvufu alakadar etmeyen hiçbir tabiri ve ayeti yoktur.” cevabını vermeyi doğru buluyorum. Tasavvuf kitablarında sayılan bazı Kur’ani tabirleri, ancak yukarıda bahsettiğim tarzda bir ayırımın neticesi sayabiliriz. Mesela tasavvuf ile meşgul olan bir kardeşimiz haklı olarak tevbe, zühd,sabır, tezkiye, tefekkür, takva, haşyet, gözyaşı, tevekkül, teslimiyyet, zikir, tesbih, ledünn, aff, akıl, amel, arş, azab, batın beka, cehd, cihad, cömertlik, cimrilik, dehşet, dua, edeb, emanet, fakr, fena, feyz, feth, fısk, fitne, gaflet, gayb, gayz, gına, gıybet, hakikat, hal, halvet, hamd, haşr, haya, hayret, helak, heva-u heves, hicret, hilm, huşu, hürmet, hüzün, iftikar, ihsan, ilim, iman, irade, irfan, irşad, istidrac, istikamet, itikad, kabz, kahr, kalb, kanaat, kasvet, keramet, kesret, keşf, kıllet, kibir, kurb, levm, muhabbet, mahv, makam, marifet, masiva, mekr, mirac, muahede, muhlis, murad, murakebe, mücahede, mürid, nefs, niyet, rabıta, reca, riya, ruh, rüya, sabır, sahv, samt, sefer, sekr, seyahat, seyr, sıdk, şefaat, şirk, şükür, tenzih, teslimiyyet, ucb, uzlet, vahdaniyyet, vakt, vasl, veli, vucud, zahir, zuhur kelimelerini, Kur’an-ı Kerim’de bulunan, tasavvuf ile ilgili ıstılahlardan bazıları olarak veriyor(Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s.49-61).

Zaten dikkat edilirse bu tabirlerin geçtiği ayetler hemen hemen Kur’an’ın bütününü kapsamaktadır. Binaenaleyh “ “tasavvuf” kelimesi sonradan olsa da, mahiyet ve manası itibarı ile, Kur’an ayetlerinde ve Kur’an’ın pratiğe aktarılması demek olan Hz. Peygamberin hayat ve düşüncesinde nüve ve tohum olarak bulunmaktadır.” (Süleyman Uludağ, Türkiye 1.İslam Düşüncesi Sempozyumu, İstanbul, 1996). Hem sonra sadece Hz.Peygamber(a.s.)’in hayat ve düşüncesinde değil, “geçmiş peygamberlerin Kur’an’da geçen kıssalarında da tasavvufi hayat ve tecrübenin bariz özelliklerini, veciz bir anlatım içerisinde görebiliriz. Bundan hareketle bütün semavi dinlerde tasavvufi boyutun bulunduğunu söyleyebiliriz.” (Uludağ, Süleyman, 1. İs. Düş. Sem.) Bu neticeye mantık yolu ile de ulaşabiliriz. Çünkü aklen, Allah Teala’nın bizden önceki insanlara, batınında ihlas ve samimiyet bulunmayan bir ibadetle mükellef tutan şeriatlar gönderdiğini düşünmek abes olur.
Kur’an’da bulunan tasavvufi tabirler sadedinde sayılanlar arasında namaz, oruç, hacc, zekat gibi daha çok fıkhı alakadar eden kelimeler yok. Ama bunların tasavvufla alakası olmadığını söyleyebilir miyiz? Bir fakih namazdan bahsederken, şartlarını sıralarken, sözlerini “Siz namazı bu şartlarda kılın da, gerisi ne olursa olsun geçerlidir.” manasında söylediğini varsayabilir miyiz? Namazdaki ihlası, huşuyu, namazın iç dünyamızdaki halini önemsemediğini düşünebilir miyiz? Elbette hayır... O sadece dış dünyamızdaki görünen şekli ile namazı anlatmaktadır ve bu da önemlidir. Bu açıdan, eğer “şeriat”ı, dinimizin ve imanımızın, dış dünyamıza yansıyan kısmı olarak tarif ediyor isek, tasavvuf da iç dünyamıza yansıyan kısmıdır ve biribirinin mütemmimidirler. Yok eğer şeriatı, dinin bütünü olarak görüyorsak, tasavvufun taa kendisidir. Her iki açıdan da, şeriat ve tasavvuf, diğer ifadesi ile tarikat, birbirinin zıddı, karşıtı değil, kardeşi-arkadaşıdır. Her ikisinin de hedefi, inancı, ibadeti ve ihlası ile kamil insanlar yetiştirmektir.

Nasıl bir sanayi mahallesinde ustaların, kimileri elektirirkci, kimileri rot-balanscı, kimileri tekerci, kimileri frenci, kimileri boyacı, kimileri kaportacı ve kimileri motorcu ise ve bir arabanın sağlam ve işe yarar olması için yerine göre bunların hepsine ihtiyaç varsa; aynı şekilde insanın zahiren ve batınen sağlıklı ve kamil olarak yürümesi için, inancını tamir edecek kelama ve kelamcılara; ibadetlerinin dış yüzünü güzelleştirecek, tabiri caiz ise kaborta ve boyasını tamir edecek fıkıhcılara, ihlasını tamir edecek tasavvufculara ihtiyacı vardır.Motoru ne kadar sağlam olursa olsun, kaborta ve boyası düzgün olmayan arabalara pek kimse kıymet vermediği gibi, kaborta ve boyası güzel olsa bile, motoru çalışmayan arabalar da para etmemektedir. Motor herşeyden önce ve önemli diye düşünmek de hatalıdır.Çünkü motoru sağlam olup, tekerlekleri patlak araba da hiçbir işe yaramaz. Bu yüzden insan, arabasının eksiksiz olmasını ister. Neyi eksik ise onun için o anda önemli olan odur. Bu benzetmeyi ilimler arasında üstün, daha üstün; önemli, daha önemli ayırımıyapmanın yanlışlığına dikkat çekmek için; bu tür yarışların bu ilimlerin taraftarları arasında gereksiz çekişmelere sebeb olduğunu anlatmak için yapıyorum. Meseleye böyle bakınca tasavvuf, islam için ve insan için önemli bir disiplin ve önemli bir konudur.

Fakat tasavvufu, gerçek mutasavvıfların anladığı ve yaşadığı şekilde görürsek, bu böyledir. Çünkü herşeyde olduğu gibi, tasavvufta ve sufilik iddiasında da hakikisi ve sahtesi sözkonusudur. Bu ikisini ayırdetmenin yolu, hakikat terazisi ile ölçmektir. Konu islam olunca, terazi Kur’an ve sünnettir. Ama bir insan “Ben, kendi başıma, insanı terbiye metod ve yolu geliştirdim.” derse, biz onun metodunu başka terazi ile ölçmeyiz. “Beğenip alanlar hayrını görsün(!)..” deriz. Bir filozof, mesela J.J. Ruso, “Emil” ile bir terbiye metodu sunmuştur. Bizim buna karşı islami niçinler ileri sürmemizin mantığı yoktur. Çünkü o, sadece aklı ile hareket ederek, kendisini herhangi bir şeyle sınırlı saymadan bunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla ortaya koyduğu metodun mesela cemiyetinin dini olan hristiyanlıkla uyuşmadığını söyleyip tenkid edemeyiz. Ama kendini müslüman sayan ve islam adına konuşan, yorumlar yapan, insanlara rehberlik yapanları, ister istemez Kur’an ve sünnet terazisinde tartmak zorundayız. İslami bir disiplinolarak tasavvufun uygunluğunu da bu terazi ile aramak zorundayız. Fakat bu noktada sorulması gereken hayati bir soru var: “Kur’an ve sünnetin hangi anlaşılışına göre, tasavvuf veya yaptıklarımız, bu ikisine uygun olacak?”. Çünkü herkes, düşüncesinin, inancının, yorumunun ve yaşantısının Kur’an ve sünnete uygun olduğunu iddia etmektedir. Bunun bir ölçüsü olmalı ve iddialar bu ölçüye vurularak ayıklanmalı ve tek olan gerçek belirlenmeli. Zannediyorum ki burada ölçü önce samimiyet, sonra ilimdir. Sahibinde samimiyet olmayan bir ilim, çoğu zaman gerçeğin değil heva-ü hevesin, dünyevi menfaatın emrinde olmaktadır. İlmi olmayan samimiyet de yeterli olmamakta, sahibini kolayca aldanışlara sürüklemektedir.

İslam tarihine ve günümüzde İslam alemine bir bakın: Kendisini veya düşüncesini veya metodunu veya yaşantısını Kur’an ve sünnet dışı sayan bir mezheb, yol ve gurup var mı? Kendisinin Allahın peygamberi olduğunu ve Allah’dan vahiy aldığını iddia eden, Kur’an’da uydurma ayetler bulunduğunu iddia eden, Kur’an’daki hükümlerin “tarihselliği”nden bahseden, dolayısıyla çoğu ahkamın biz 20. asır insanı için değil, o günkü araplar için ve onların gelenek ve göreneklerine göre olduğunu iddia eden, Peygamber efendimizin de -haşa- bizim gibi basit bir insan olduğunu iddia eden, yerlerin ve göklerin tasarrufunun şeyhinde olduğunu iddia eden, efendisine, Hz. Peygamber(a.s.)’de olmayan özellikler ve yücelikler nisbet eden, İslamın laik, humanist, feminist hatta biraz sosyalist olduğunu iddia eden, imanın tek başına yeterli olup, ibadet etmese de inanmış insanın cennete gireceğini iddia eden, kaderi inkar eden, kader probleminden kurtulmak için neredeyse Allah’ın ilmini inkar eden, Peygamber(a.s.)’in en yakınındaki insanları zulümle, hatta küfürle itham eden, büyüklerini masum ilaneden, Hz. Ali’nin, hakeme başvurduğu için kafir olduğunu iddia edenler, buna karşı Hz.Ali’nin peygamberliğini, hatta bazan uluhiyetini iddia edenler vs. vs. hep Kur’an’a dayanarak bu iddialarını isbata çalışmışlardır ve Kur’an’ı en doğru okuyan ve anlayanların, kendileri olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu iddiaların hepsinin aynı anda doğru olamayacağı açıktır. Çünkü sayılanlar ve çok dahası sayılabilecek olan bu misal iddialar, biribirine zıt şeylerdir. Halbuki Cenab-ı Allah “Eğer bu Kur’an Allah’dan başkası katından olsaydı, onda çok ihtilaflar, yani birbirini tutmaz, biribirine ters ve zıt şeyler bulurdunuz.” (Nisa,82) buyuruyor. Binaenaleyh Kur’an’ın doğrusu birdir ve iddialardan biri o doğru ile uyuşmaktadır. Diğerleri iddia olmaktan öte gitmemektedir. O doğruyu tesbit etmek, zor birşey değildir. Bunun için Kur’an’a samimiyetle yaklaşmak yeterlidir. Çünkü o, “mübin”, yani çok açık ve net bir kitabtır. Ama samimiyetten uzaklaşıp, ona arzu ettiğmiz şeyleri söyletmek istersek, süslü sözlerin ve aldatıcı mantık oyunlarının içine yerleştirdiğimiz tefsirlerle cahil ama samimi insanları veya dinin fazla mükellefiyet yüklemesini istemeyen ve bunun çoğu zaman farkında olmayan insanları rahatlıkla aldatabiliriz, Kur’an’la hiç veya çok az alakası olan şeyleri Kur’an vegerçek islam diye yutturabiliriz. Hak mezhebler de batıl mezhebler de onu dayanak olarak kullanırken, elbette farklı yollardan hareket etmektedirler. Ehl-i Sünnet tabiri içinde yer alan hak mezhebler, Tefsir Usulü dediğimiz ve Kur’an ile Hadislerden çıkarılmış metodu kullanırlarken, diğerleri keyiflerine göre belirledikleri, aslında bir dili anlamaya çalışırken kullanılan akıl ve mantık kaidelerine uymayan metodlarla hareket etmektedirler ve kendi düşüncelerini Kur’an’a söyletmektedirler; Kur’an’ın ne söylediği onları fazla enterese etmektedir. Dolayısıyla Kur’an’a dayanmada, insaflı, adil, tutarlı ve saygılı davranmamaktadırlar.

.Günümüzde ve cemiyetimizde her sahada bir bozulma ve yozlaşma yaşanmaktadır. Tasavvuf da bundan nasibini alıyor. Bundan kurtulmanın yolu silkinmek ve tarihimizde olduğu gibi bir ihya hareketine başlamaktır. İmam-ı Gazali’nin İhya-u Ulumi’d-Din”indeki ihya aslında, tasavvufi manada bir ihya hareketi değil midir? Binaenaleyh günümüzde tasavvufda da bir ihya ve temizlik hareketine ihtiyaç yok mudur? Tasavvufta sık sık vurgulanan Kur’an’a ve sünnete bağlılık iddiası, havada kalmamalı; bu, yeniden hayata geçirilmeli; böylece tasavvuf ve tarikat adı altında din istismarı yapanlara, bu yolla menfaat elde etmeye çalışanları, saf ve iyi niyetli , ama cahil insanların aldatılmasına engel olunmalıdır ve de “mustasvife”nin yani sofi geçinenlerin hallerine ve kaallerine bakarak, onlardan bolca örnekler getirerek tasavvuf düşmanlığı yapanlara fırsat verilmemelidir.

Tarihte de mutasavvıf olduklarını söyleyen bazı kimselerin sözlerinde ve hayat tarzlarında görülen samimiyetsizlik ve sapmalar, hakiki mutasavvıflar tarafından şiddetle eleştirilmişlerdir. Mesela Hasan Basri, kendisine sofi süsü verip sof (çuha) giyenler hakkında, “Bunlar kibri kalblerine gizlediler; tevazuyu ise elbiselerinde teşhir ettiler..” demiştir (İbn Haldun, Şifau’s-Sail-Tasavvufun Mahiyeti, Ter.: S.Uludağ s.303, Dergah Yayınları, İstanbul, 1977). Kitabında bu konuya bir fasıl ayıran İbn Haldun bakın ne diyor: “Sufi olmadıkları halde sufilik iddia edenler elinde tasavvuf, içi boş bir zarf haline geldi, dünya malı elde etmenin bir vasıtası olarak görüldü... Ebu Muhammed Sehl bu hususta şöyle diyordu: “Hicri 11. asırdan sonra, bizim şu tasavvuf ilmimiz konusunda söz söylemek helal değildir. Çünkü bu asırda ahlaklı geçinen ve güzel sözlerle süslenen yeni bir zümre ortaya çıktı. Bunlar elbiselerini vecd, sözlerini ahlak, karınlarını da ilah haline getirmişlerdir.”...Doğruluk ve samimiyet vasıflarını kaybeden sufilerin söyledikleri sözler ve yaptıkları işler ve nasihatlar artık dinleyicilerin ruhları üzerindeki tesirini kaybetmişti. “İlk sufilerin sözleri, neden bizim sözlerimizden daha faydalı ve daha tesirli idi?” sorusuna Hamdun el-Kassar şu cevabı vermişti: “Çünkü onlar İslam’ı aziz kılmak, ruhların kurtuluşunu sağlamak ve rahmeti bol olan Allah’ın rızasını kazanmak için konuşuyorlardı. Biz ise nefsimizi aziz kılmak, dünya malı kazanmak ve halk nazarında itibar sahibi olmak için konuşuyoruz.” (İbn Haldun, Tasvvufun Mahiyeti, s.303-305).
Günümüze gelirsek, durumun çok farklı olmadığını, hatta daha ileri olduğunu görürüz. İnsanlarımızın temel dini bilgilerden yoksun oluşu, bunula birlikte insan olarak az veya çok hissettikleri ruhi ihtiyaçlarını tatmine yönelmeleri, onları, geçmiş devirlerdekinden daha fazla istismara açık hale getirmektedir. Hele memleketimizde bir dönemde tekke ve zaviyelerin kapatılarak, na-ehillere fırsat verilmiş olması kanaatımca problemi daha da büyütmüştür. İnsanların ruhi ve manevi ihtiyaçları devam ettiği için, tekkelerin kapatılması hiç bir meseleyi çözmemiş ve insanlar bu ihtiyaçlarını herhalukarda tatmin etme yollarını aramışlardır. Ekonomide ihtiyaç duyulan bi malı yasakladığınızda veya sınırlandırdığınızda nasıl, insanlar, onu karaborsadan daha pahalı ve kimi zaman kaliteli, ama çoğu zaman kalitesiz olarak elde ediyorlarsa, tasavvufda da sanki aynısı oluyor. Böylece fırsatcı ve istismarcılara imkan tanınmış oluyor. Günümüz Türkiyesi’nde, tasavvufun içinde olmasam da körükörüne karşısında da olmayan bir insan olarak şahsen müşahede ettiğim budur. Tasavvuf karşıtı insanların söyledikleri ve yazdıklarına bakınca, tamamen haksız olmadıklarını görüyoruz. Geçmişe baktığımızda benzeri tenkidlerin, hatta daha ileri sözleri, Mehmed Zahit Kotku efendi dahil bizzat samimi mutasavvıflar tarafından yapıldığını görüyoruz (Geniş bilgi için bakınız: Mustafa Kara, “Sufilerin Tenkidleri ve Tasavvufu İhya Hareketleri” başlıklı tebliğ, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf-Sempozyum tebliğleri, s.67-90, Seha Neşriyat, İstanbul,1991.)

Niyeti üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olan tenkidleri ve karşı oluşları tasvib etmiyorum. Bu noktada en azından, tabirimi mazur görün iyi-kötü bir tarikata bağlanmış kişiler yaşantılarında az-çok bir değişiklik yaparken, bu gibi insanların hayatlarında islamiyetin daha çok söz olarak yer aldığını müşahede ediyoruz. Binaenaleyh tenkidlerinin bir kısmında haklı olsalar da sırf karşı olmak için karşı olanları bir tarafa bırakarak samimi tenkidlere kulak verilmesi gerektiği kanaatındayım. Çünkü bunların bir kısmı konuyu az bilmek, tecrübeye dayalı hususlarda tecrübe etmeden konuşmak (Tasavvufi tecrübe konusunda bkz., Muhammed İkbal, İslamda Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, Tre.. Sofi Huri, s.35 vd., İstanbul, 1964) ve yanlış anlamalakdan kaynaklanan yanlış değerlendirmeler varsa da, isabetli hususlar da bulunmaktadır.

Acizane ve samimi kanaatıma göre, günümüzde tasavvufda da yeni bir ihya hareketine ihtiyaç var ve bu tabii ki normal olarak Kur’an ve sünnete dayalı bir hareket olacaktır: Kur’an-ı Kerim’i ve sünneti, özellikle Resulullah’ın siretini, sanki şimdi nazil oluyormuş ve sanki şimdi yaşanıyormuş gibi tekrar tekrar okuyarak, tarikat-ı Kur’aniyeyi ve tarikat-ı Muhammediyeyi, çağın gittikce artan baskısına karşı bir iksir olarak insanımıza sunmalıyız. Bir diğer ifade ile gerçek tasavvufu, sahtesinden ayırdedecek ölçüleri Kur’an ve Sünnetten alıp göstererek, çare diye olmadık kişilerin peşine takılanları kurtarmalıyız. Çünkü her ne olursa olsun, ölçüsü yoksa, gerçek oluşunun isbatı da yoktur. Tasavvuf islami bir hareket olunca, her islami olan gibi elbette, onun terazisi\ölçüsü de Kur’an ve Sünnet olacaktır. Tasavvuf tecrübeye dayalı yönleri olsa bile, yine bu tecrübelerin, şeytanın karışmalarından salim olup olmadığını anlamanın ölçüsü de yine Kur’an’dır(İkbal, Muhammed s.35). Bu, tesbiti çok zor bir ölçü de değildir. Herşeyin başı iyi niyet ve samimiyettir. Bu nazarla Kur’an’da ve Sünnette istediğimizi fazlasıyla buluruz. Ama peşin fikirlerimizi ve saplantılarımızı ona söyletmek istersek, ortaya çıkan sadece ve sadece bizim boş heva-u heveslerimiz olur. Bunun da Allah katında hiçbir değeri olmadığı gibi, insan için büyük bir vebaldir. Yine acizane kanaatıma göre tasavvufu felsefe haline getirmekten ziyade, pratiğe bakan tarafını öne çıkarmalıyız. Çünkü felsefelerde bir bulanıklık ve şahsilik bulunmaktadır. Kur’an’ın “mübin” vasfının bir neticesi olarak açık-seçik mesajını, yine felsefeleştirmeden açık-seçik olarak aktarmalıyız.

Konu Kur’an’ın mesajını aktarmak olunca ister istemez tefsire girmek; tasavvufi boyutu söz konusu olunca da, tasavvufi tefsirlerden bahsetmek gerekir:Kur’an mesajının Alimlerimiz Kur’an-ı Kerimi tasavvufi bakış ile yapılan tefsirleri iki kısma ayırarak, insaflı ve tutarlı olana işaret etmişlerdir: Bunlardan biri, “nazari, yani teorik tasavvufi tefsir”; diğeri de dir. Nazari tasavvufi tefsir, tasavvufunu birtakım felsefi öğretiler “işari veya feyzi tasavvufi tefsir”ve teorik konular üzerine bina etmiş olan mutasavvıfların, bu öğreti ve teorilerinin tesirinde kalarak yaptıkları tefsirdir. Feyzi veya işari tasavvıfi tefsire gelince o da “Kur’an-ı Kerim ayetlerini, seyr-i sulük erbabının gönlüne doğan ve ayetlerin zahiri manalarına ters düşmeyip, zahiri manalar ile uyuşması mümkün olan bazı gizli işaretlere göre yapılan tefsirdir.”Bu ikisi arasındaki fark şudur: Nazari tasavvufi tefsir, önceden sufinin aklına gelen bazı ilmi mukaddimeler ( tabiri caizse ön yargılar, peşin fikirler) üzerine bina edilmekte ve Kur’an sonra buna uydurulmaya çalışılmaktadır. İşari tefsirde ise, önceden belli ilmi mukaddimelere(nazariyelere) dayanılmayıp, sufinin nefsini ruhi bir riyazata sokarak, ibarelerin/kelimelerin, sözlerin zahiri mana perdelerinin gerisindeki kutsi işari manaları görmesini sağlayan keşf mertebesine ererek yorumlar yapılmaktadır. Dolayısıyla bunda peşin bir fikir ve saplantı bulunmamaktadır. Ayrıca nazari tasavvufi tefsiri yapan, kendi tefsirinden başka bir mananın ayetlerde bulunabileceğini de kabul etmezken, işari tefsir yapan mutasavvıf, ayetin, ilk okunuşunda akla gelen zahiri manasının, kendi tefsirinden önce olduğunu ve öncelikli mananın zahiri mana olduğunu, kendi tefsirinin de ayetten kastedilen manalardan biri olabileceğini kabul etmektedir. Bu tür işari tefsirlerin yapılabileceğine ve ayetleri böyle işari derinliklerinin olabileceği hususunda ayetlerden ve hadislerden bir çok delil bulunmaktadır.

Bununla birlikte işari tasavvufi tefsirin makbul sayılması için dört şart ileri sürülmüştür:
1) İşari tefsirin, Kur’an’ın(ilgili ayetin) zahiri manasına ters olmaması;

2) O işari manayı destekleyen şer’i bir şahidi/ delilinin bulunması;

3) O işari manaya ters şer’i veya akli bir delilin(hususun) bulunmaması;

4) İşari tefsiri yapan, yaptığı bu tefsirin, o ayetin yeğane manası olduğunu iddia etmemesi, zahiri mananın bütün manalara önceliği olduğunu kabul etmesi ... (ez-Zehebi, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve’l-Müfessirin, II/339-378, Mısır, 1976).

Tasavvufi tefsirle ilgili olarak bu açıklamaya yer vermemizin sebebi, tasavvufi açıdan da Kur’an’a dayanıp, Kur’an’dan deliller getirmenin de değişik usulleri olduğunu ve bu noktada her iddianın geçerli ve tutarlı olmadığına dikkat çekmektir. Ehl-i Sünnet alimlerinin düşünüldüğünde son derece isabetli olduğu görülecek olan bu gibi tasniflerine ve makbul tasavvufi tefsir için ortaya koydukları şartlara uyulduğunda, kıyamete kadar manaları tükenmeyecek olan Kur’an’dan, gerçek mutasavvıfların günümüz insanın ruhi ve fikri açlığını giderecek, kimi istismarcıların yüzünden düşmanlarının körükörüne muhalefetinden bunalan tasavvufa soluk aldıracak yeni yeni “işaretler” bulacağında, şüphe yoktur.

Prof.Dr. Lütfullah CEBECİ
A.Ü. İlahiyat Fakültesi-Erzurum
 
Üst