Feryat II

GÜLEFÞAN

Active member
Ankara’da meclisin açılmasından bir süre sonra Mustafa Kemal tarafından Ankaray’a davet edilir. Başkanlığa verilen bir teklif üzerine, bütün meclis adına kendisine “hoş geldiniz” merasimi yapılır.

Ülkenin içinde bulunduğu durumla ilgili genel bir değerlendirme isteyen milletvekillerine, Mecliste yaptığı bir hitabede yine konuyu, ayak seslerini hissettiği ve ancak meclisin gafil bulunduğu şark meselesine ve ülke birliğine yönelik tehlikeye getirir. Çare olarak ta, daha önce temeli atılıp, ancak patlak veren savaşla birlikte yarım kalmış olan üniversiteyi gösterir.

Yüz altmış üç millet vekili bu üniversite projesine destek için yüzeli liranın verilmesine onay verir. Ancak arkasını dine ve maneviyata, yüzünü ise körü körüne taklit ettiği Avrupay’a dönmüş olan olan diğer millet vekilleri, Bediüzzamanın endişelerini yersiz ve projelerini de gereksiz görüyorlardı.

Bediüzzaman ise projesini detaylı anlatma ihtiyacı hissetmiş ve meclise anlatmıştı. Çünkü o, medenilere galebe çalmanın ikna ile olabileceğine inanıyordu. Ancak mimsiz medeniyetin esiri olanların bu kaideden hariç olacağını burada, acı bir tecrübeyle öğrenecekti ki, daha sonra yazdığı bir eserinde: Mimsiz medeniyet: medeniyetteki maksudu hakiki olan istirahatı umumiyeyi ve saadet-i beşeriyeyi şahsi menfaatlere feda etmekle, insanlığın huzur ve saadetini bozmuştur. Diyecektir.

Evet Bediüzzaman doğu hakkındaki projesini meclise anlatmaya başlar:

Birincisinin acilen, diğerlerinin ise onu takiben faaliyete geçmesini istediği üniversitelerin, eğitime başladıktan sonraki maddi gelirlerinden, ders verecek hocaların durumundan, derslerin muhtevasına ve öğretilmesi gereken lisanlara kadar, bütün ayrıntılar tespit edilmişti. Biz bunlardan bazılarını buraya alalım:


BİRİNCİSİ: Kurulacak olan üniversitenin yeri olarak, öncelikle ve özellikle: Van, Bitlis ve Diyarbakır üçgenini önerir. Ortadoğu, Asya ve Türkiye’nin doğusundaki farklı milletleri içine alan bir coğrafi konumu itibarıyla, kaynaştırma ve bütünleştirme vazifesi yapacaktı. Zira bu bölgelerin öğrencileri aynı üniversite potasında eriyerek birleştirici rol oynayacaklardı.

İKİNCİSİ: Bu üniversitede, din ilimleri ile fen ilimleri birlikte okutulacaktı. Zira “Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi aydınlatan din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde; birincisinden şüphe ve inkar, ikincisinden de taassub ve cehalet çıkar. ”

Böylece, birbiriyle düşman yapılmaya çalışılan din ile fenni barıştırmakla büyük bir kutuplaşmanın önüne geçilecekti. Bu kutuplaşmanın ileride, nelere mal olduğunun acı tecrübelerini halen görüyoruz. Ve meğer, ileri görüşlülük neymiş deyip kaybettiğimiz bu fırsata üzülmekle yetiniyoruz.

Yalnız din veya yalnız fen ilimlerinin nasıl kutuplaşmaya sebep olduğuna yakından şahit olmuş biri olarak duyduğum bir anekdotu aktarmadan geçemiyeceğim
Doğu illerimizin birinde, Bir akşam vakti, köy odasında, bir düğün yemeğinde toplanan köylü, ilk kez köy öğretmeni ile köy imamını bir arada görünce hayretlerini gizleyemezler ve sorarlar: Neden birinizin geldiği bir yere, diğeri gelmemek için özel bir gayret gösteriyor? Diye.

Köy öğretmeni önce cevap verir: “Sebebini anlamanız için hocanıza bir soru sormam gerekiyor.” Der ve sorar hocaya: Ağrı dağının yüksekliği ne kadardır? Diye. Hoca bilemeyince, öğretmen, işte şimdi anladınız mı benim, bu cahil ve yobaz hocadan niçin kaçındığımı? der.

Kızarıp moraran hoca, şimdi de müsaade ederseniz ben bir soru sormak isterim der ve islam’ın şartlarını sorar. Bu kez öğretmen bilemez. Ve Hoca lafı yapıştırır. İşte şimdi anladınız mı benim bu kafirden niçin kaçtığımı. Bu kez de öğretmen kızarıp morarır ve köyde kutuplaşmanın başını çeken iki lider olurlar.

Bediüzzamanın tahlilini bu tablo üzerinde daha iyi okuduk kanaatindeyim.

Din ve fen ilimlerinin birlikte okunmasına karşı çıkan bazı milletvekilleri, Bediüzzaman’a itiraz ederler. Hadisenin ayrıntılarını Bedüzzaman’dan dinleyelim:

“Bazı mebuslar dediler: "Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Avrupalılara benzemek lâzım."

Dedim: "O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fen ilimleri yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.

Başka vilâyetlerde sırf fen ilimlerini okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı yardımlaşma ve dayanışmaya mecburuz." Diyen Bediüzzaman, eskiden, bir talebesi ile yaşadığı önemli bir olayı da delil getirir:

“Hattâ o zamandan evvel Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem din ilimlerinden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: "Salih bir Türk elbette fâsık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır."

Sonra aynı talebe, talihsizliğinden sırf fen ilimlerini okumuş. Ben dört sene sonra tekrara onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: "Ben şimdi dinsiz bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim." Ben de "Eyvah!" dedim. "Sen ne kadar bozulmuşsun." Bir hafta çalıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine çevirdim.

Sonra Meclis-i Meb'usandaki bana muhalefet eden meb'uslara dedim: O talebenin evvelki hali Türk milletine ne kadar lüzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum.

Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilâyetlerinde din tedrisatına âzamî ehemmiyet vermek lâzımdır

Bu millet-i İslâmın cemaatleri, çendan bir cemaat namazsız kalsa, fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında suçlu sayılır. Diyen Bediüzzaman, yaşadığı bir anekdotu da şöyle anlatır:

Bir zaman, Beytüşşebab aşiretinde isyan vardı.
Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki:
"Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?"
Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

O vakit bana muhalif meb'uslar da çıkıp o lâyihamı 163 meb'us imza ettiler.”

Bu ifadelerden sonra, doğudaki terör olaylarının liderliğini yapanların, ülkemizin önemli üniversitelerinde okuduklarını hatırlayacak ve hayretle kendimize şunu soracağız. Bu üniversitelerde ne eksikti ki, üniversiteyi bitirenler, acımasızca, ülkenin bağrına, milletin kalbine hançer sapladılar. Ve saplıyorlar? Diyecek ve ardın da “ne vicdansızlar varmış, ne kalpsizler varmış” ifadelerini söylemek isterken, “ Kalbi aydınlatan din ilimleridir” ifadelerini bir kez daha hatırlayıp, neyi ihmal ettiğimizin farkına varacak ve Bediüzzamana hak vereceğiz.

Hala bu gerçeği görmezden gelenlerin ve gözlerini kapayanların da bu hançerin bir tarafından tuttuklarının bilmem farkındalar mı?

ÜÇÜNCÜSÜ ise:”Lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak”
Devlet yetkililerinin ve sosyal bilimcilerin daha yeni yeni fark ettikleri ve hemen uygulamak lazım diyerek geç kalmanın zaman kaybı olacağını söyledikleri konuyu Bediüzzaman bir asır öncesinde fark etmişti. Ama ne yazık ki, istismar edilip ayrılık ve tahriklerin en önemli silahı olarak kullanıldıktan sonra.
O Ortadoğu ve Asya’nın ortak dili olan Arapça’yi mecburi, Türkçe’yi gerekli ve Kürtçe gibi etnik dilleri de serbest bırakmayı öneriyordu.

Bir makale hacmini aşmamak için şimdilik bu üç önemli madde üzerinde durmuş olduk. Dini kisvesinden dolayı, diyar diyar sürgün edilen, bir cani gibi muamele gören ve bir an önce ölsün gitsin diye yirmi bir kez zehirlenen Bediüzamanın bir vatan ve millet dertlisi olduğunu anlatmak gerçekten çok zor.

Bediüzzamanın anlaşılması gerektiğini vicdani ve milli bir görev bildiğimden bu yazıyı kaleme aldım. Zira, Bediüzzamanın eserlerindeki tespitler sayesinde, gerek içinde bulunduğumuz ve gerekse gelecekte bizi bekleyen daha bir çok milli meselenin rahatlıkla çözülebileceğine inanıyorum. Hakikatler er yada geç, güneşin karanlıkları yarıp çıkması gibi oraya çıkarlar. Bediüzzaman da bu ülkenin kadirşinas gençliği ve ilim erbabı tarafından anlaşılmaya başlamıştır. Ve anlaşılacaktır.

Gönül ister ki, bütün bir milleti ilgilendiren milli meseleler, acı ve yakıcı tecrübelerden değil de, ilmin ve alimin rehberliğinde daha kolay ve zararsız bir yoldan halledilsin. Unutulmamalı ki, zarara rızası ile girene merhamet edilmez.
Alıntı
 
Üst