Feryat

GÜLEFÞAN

Active member
BİR ASIRLIK FERYAT-I

“Beni anlamıyorlar veyahut anlamak istemiyorlar” der ve hıçkıra hıçkıra ağlar. Yan koğuşlardan ağlama sesini işitenler gelip sorarlar. O ise; “beni kendi halime bırakınız ve gidiniz” der. Ancak yine de bir kez daha anlatmayı ihmal etmez;

“Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı, sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa idi”. Belki beni anlardınız. Der.

Yani, Bizlerin televizyon ekranlarında geçmiş olayları izlediğiniz gibi, O da manevi bir sinema ile elli, yüz sene sonraki olayları izliyordu. İzlediği her tablo sinesine bir hançer gibi saplıyor ve onu inletiyordu.

İnandırmak için vurgu yapmayı da ihmal etmez:: “Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil” der.

Kim bilir, belki, bu gün, bütün bir vatanın ağladığı şehitlerine ağlıyordu, kardeşin kardeşi nasıl hunharca katlettiğine inliyordu. Bediüzzaman.

Çıkarıldığı hiçbir mahkemede kendini savunmaz. İman der, vatan der, gençlik der, birlik ve berberlik der. Başka bir şey demez.

Kendisine “niçin mahkemelerde kendini savunmuyorsun, her seferinde “ülkenin istikbali, milletin ahvalı” deyip inliyorsun ” diyenlere, şu anlamlı ve duygulu cevabı verir.

Çünkü evladım yoktur ki yalnız onu düşüneyim... Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâmın kıtas¨yla, hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki vatandaşlarımın, dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum. Der.

Ve yine mahkemenin birinde şöyle seslenir: “Beni serbest bırakınız, el ele verelim, komünizmin doğurduğu anarşi ve terörle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, hizmet edelim” der. Ama dinleyen kim. Her haykırışı için “bir irtica yaygarasıdır” derler ve Kulaklarını tıkarlar.

Ancak O, mahkeme koridorlarını inletircesine sesini yükseltir ve devam eder: Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle uğraşıyorsunuz? Katiyen size haber veriyorum ki: Ben, sizinle değil mücadele, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir.

Ben şimdikileri değil, elli sene sonra gelen nesl-i atiye(gelecek nesil) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir uçurumdan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorum.

Yazdığım eserlerle, bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarma gayretindeyim. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden çıkan bir Müslüman, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Elli sene sonra, gençlerin büyük bir çoğunluğu şahsi ve nefsi menfaalerine tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare arayışı, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan katiyen menetmiştir” der.

Fakat ne çare, bütün bu haykırışlar, hapishane duvarlarında yankı yapar ama muhataplarda en ufak bir etki yapmaz. Zira onlar, hüküm ve kararlarını mahkemeden çok daha önce vermişlerdi.



Evet Emirdağ Lahikası adlı eserinden yaptığımız bu alıntılar, içinde yaşadığımız milli problemleri televizyon ekranlarında izlemekten daha net ve doğru teşhislerin ifadesidir. İlmin ve alimin değerini bilmeyen toplumlar, problemleri ancak, yürekleri yakan acı manzaralı faturalarda okuyabilirler. İçinde yaşadığımız Milli felaketin ayak seslerini feraseti ile gören, acısını ise kalbinde hissedip inleyerek ve avazı çıktığı kadar bağıran bu adamın ikametgahı afyon hapishanesi, verilmek istenen makam ise, idam sehpasıydı.

Ancak o bütün bu tehditlerin farkında bile değildir. İsterseniz kendisinden dinleyelim:
Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?'diyorlar.Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor. O yangını söndürmeye koşuyorum. O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise(tutuklanması ve verilen sıkıntılar demektir) bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..


Evet Bediüzzaman, milli bir tehlikeyi tam zamanında fark etmişti. Ancak fark edileni, nasıl fark ettirecekti, zira O, Büyük kafaları gaflet içide görüyordu. Neden diye soranlara ise?

“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Ancak yetkililer, kendi medeniyetinin köklü ve sağlam dinamiklerini bir tarafa itip, garbın, çürümüş, kokmuş ve tefessüh etmiş batıl formülleri ile karşı koymaya kalkışıyorlar” cevabını veriyordu.

Cumhuriyet yetkililerini bu şekilde değerlendiren Bediüzzaman, aslında bu milli tehlikenin ayak seslerini çok daha önceleri sezmişti. Sezmekle de kalmamış. Bu milli hastalığın reçetesini de yazmış ve tedavi için devlet desteğini almak üzere, Sultan İkinci Abdülhamide ve ardında da Sultan Mehmet Reşada sunmuştu. Kendisini çok iyi anlayan ve Bediüzzamanın projesini tam yerinde bulan Sultan Reşat, bu projenin maddi alt yapısını gerçekleştirmek üzere yirmi bin altın tahsis eder.

Böylece, Van, Dıyarbakır ve Bitlis üçgeninde yapmayı tasarladığı medresenin temelini Van Edremit’te atar. Ancak, birinci dünya savaşı patlak verir. Bu kez, “şimdi bize vatanı savunmak düşer.“ Der ve talebelerini alır cepheye koşar. Bir çok talebesini şehit verdikten sonra, kendisi de Ruslara esir düşer. İki yıllık esaret hayatından sonra bir şekilde kurtulup İstanbul’a gelir.
 
Üst