Risale-i nur’u anlama teknikleri

sarýklý genç

Active member
RİSALE-İ NUR’U
ANLAMA TEKNİKLERİ

“Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir.” (Barla Lahikası: 260)
“Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a'saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.”
( Mektubat: 26. mektup. 4. Mebhas 2. Mesele )
RİSALE-İ NUR’U ANLAMA TEKNİKLERİ

—Risale-i Nuru anlamanın, biri teknik, diğeri manevi olmak üzere 2 yolu vardır.

BİRİNCİ KISIM:

1- Lügat Bilgisi:

Risaleleri okurken hiç bir kelimeyi anlamadan geçmemek.
Birçoklarının Risale-i Nur için “okudum anlamadım, dili çok ağır ” dediklerini görüyoruz. Dilinin ağırlığının Risale-i Nurun anlaşılmasını güçleştirdiği doğrudur. Çünkü Risale-i Nur bundan seksen sene öncesinin diliyle yazılmıştır. Risale-i Nur yazıldığı yıllarda anlaşılıyor ve bu cihette bir güçlükte hissedilmiyordu. Zaten müellif sözler kitabının başında “avam lisanıyla” yani halk lisanıyla, yazıldığını ifade eder. Aradan geçen seksen sene içerisinde, dilde yapılan muazzam tahribatın neticesinde bu eserler nispeten anlaşılmaz bir hale gelmiştir. Fakat bu hal yalnızca Risale-i Nurun değil, bundan yüz sene önce yazılmış bütün kitapların bir kaderidir.
Dil alanında yapılan tahribatlar neticesinde, bizler kendi tarih ve kültüründen koparılmış bir millet haline getirildik. Maalesef bu bir vakıadır.
Böyle bir durumda, Risale-i Nurları öğrenmek isteyen kimseler olarak bize düşen vazife nedir?. Ya Risaleleri anlamak için sadeleştireceğiz ki bu hal eserin orijinaliğini bozacağından ve birçok manaların da değişmesini ve yok olmasını netice vereceğinden pek isabetli bir yol değildir. Veyahut ta biz risalelerde geçen ve bizim kültürümüzün, bizim tarihimizin bir yadigârı olan o kelimeleri öğreneceğiz.
Birçok insanın hem para hem de vakit harcayarak yabancı dil öğrenmesini yadırgamayan, hatta tasvip ve teşvik edenlerin, dünya ve ahiret saadetleri için risalelerde geçen kelimelerin öğrenilmesini yadırgamamaları gerekir.

2- Risale-i Nura muhatap olmak:

Risale-i Nuru ilk önce - başkaları için değil - kendi nefsimiz için okumak.

3- Gayeli okuma:

Risale-i nurun gayesini ve hedeflerini, kendimiz için gaye ve hedef kabul etmek. ( bu bahsi müstakil olarak ele alacağız)

4- Kısımlara Ayırmak:

Şu rakamı ezberleyebilirmisiniz: 107114531571.
Birde şunu deneyin: 1071, 1453, 1571.
Birinci şıktaki rakamları ezberlemekte zorlanır, belki de ezberleyemeyiz. Fakat ikinci kısımdakileri çok kolay bir şekilde ezber edebiliriz.
Fark ettiyseniz yukarıdaki rakamlarla, aşağıdakiler aynı. Fakat birincisi kısımlara ayrılmadığı için zihinde tutmak zor. İkincisi kısımlara ayrılmış olduğu için ezber etmek kolay.
Zihnimizin rakamlar hakkındaki fonksiyonu, metinlerde de caridir. Yani uzun metinleri anlamak ve akılda tutmak zor olurken, kısımlara ayrılmış metinleri anlamak ve akılda tutmak kolay olmaktadır. Aynı zamanda bu yöntemle kısımlar arasındaki bağlantı ve metnin bütünlüğü de daha iyi anlaşılmaktadır.
Eğitimciler bir metni en güzel şekilde anlayabilmenin onu (bütün - parça - bütün) metoduna göre okumakla olabileceğini söylemektedirler. Risale-i Nuru ve Risale-i Nur eczalarını kolay bir şekilde anlamak içinde bizim yapacağımız şey bu usule göre okumak olmalıdır. Bu usule göre okumak, risalelerin, daha kolay anlaşılmasına vesile olur.

5- Risale-i Nur Eczalarını kısımlara ayırırken bazı noktalara dikkat etmek:

Risale-i Nur Eczalarını kısımlara ayırırken bazı noktalara dikkat etmek gerekir. Şöyle ki:
Risale-i Nur eczaları ( Hüküm - Misal - Hakikat - Hisse ) olmak üzere 4 kısma ayrılır. Umumiyetle metnin ilk cümlelerinde bir HÜKÜM ortaya konulur. MİSALlerle bu hüküm tavzih edilir, anlaşılır bir hale getirilir. Daha sonra HAKİKAT bu misaller üzerine bina edilerek ispat edilir. En son olarak anlatılan mevzudan bizim çıkarmamız gereken ders, HİSSE ortaya konulur. ( Küçük sözleri karşılaştırınız)
Bu dört kısım bazı yerlerde açık bazı yerlerde ise zımni olarak mevcuttur. Dikkatli bir bakışla bunu fark etmek mümkündür. Mesela küçük sözlerde bu çok açık olarak görünür. Pencereler risalesi, 33 penceredir ve mevzu tevhiddir. Her pencerenin başında zımni olarak “Allah vardır” hükmü mevcuttur. Mukaddimede bu zikredildiği için diğer yerlere lüzum görülmemiştir.

6- Kısımlara ayırın ve numaralandırın:

Mevzuları her zaman –ama mutlaka- kısımlara ayırın. Bazı yerlerde bu taksimatı yaparken metni numaralandırın.
Mesela 6. pencere 12 maddedir ve müellif her bir maddenin başında “nasıl ki” “öylede” ifadeleriyle buna işaret eder. ( 6. pencereyi ilkönce numaralandırmadan sonrada numaralandırarak okuyun.)
Ayet-el kübranın “cevvissema”dan bahseden kısmı 4 maddedir ve buna “sonra” kelimeleriyle işaret edilir.
Reşhaların sonunda kuranın tekraratı 5 maddede zikredilir ve “hem” kelimesiyle buna işaret edilir. (hem’ler ekseriyetle paragraf başlarıdır)
Misalleri çoğaltmamız mümkündür. Başta da dediğimiz gibi metni kolayca anlamanın şartı metni kısımlara ayırmaktır. Aksi halde metni anlayamayız veya az anlarız.

7- Anahtar Kelimelere Dikkat Etmek:

Dikkat edilecek başka bir hususta, Risalelerde çokça geçen anahtar niteliğindeki kelimelerdir. Bu kelimelere dikkat etmekte mevzuun daha iyi anlaşılmasına yardım eder. Bu kelimeler: Şöyle ki, Nasıl ki, Mesela, Ezcümle, Öylede, ( veya aynen öylede ) Evet, Hem, Madem-Elbette, İşte, Demek, Elhasıl kelimeleridir..
a. ŞÖYLEKİ: Kendisinden önceki mübhem, kapalı bir cümlenin açıklanacağına işarettir.
b. NASILKİ - MESELA: Bu iki kelimeden sonra daima misal gelir.
c. EZCÜMLE: Anlatılan mevzuya dair bir kaç misalin anlatılacağını ifade eder.
d. AYNEN ÖYLEDE: Misallerden hemen sonra gelen bu kelime, hakikate geçileceğine işaret eder.
e. EVET: Bir iddiadan sonra, bu iddianın izah veya ispat edileceğine işarettir.
f. HEM: Hemler ekseriyetle paragraf başı veya madde başlarıdır.
g. Madem – ELBETTE: Her hangi bir şey ispat edileceği zaman mademlerle deliller
( öncüller ) ortaya konulur. Elbette kelimesinden sonra iddia ispat edilir. (netice )
h. İŞTE: Bazen misal ve hakikat arasında, bazen de neticenin beyan edileceği zaman kullanılır.
ı. DEMEK – ELHASIL: İkisi de neticeyi gösterirler.

8- Fihrist ve Şemalar:

Herhangi bir şeyi anlamak, idrak edebilmek ancak onu ihata etmekle mümkündür. İhata edilemeyen bir şey anlaşılmaz veya anlaşılsa da nakıs ve cüz’i olur. Büyük, uzun risaleler çokları tarafından ihata edilemediği için anlaşılmaz olarak nitelendiriliyor veyahut bu risaleleri okuyanlar onun bütününden değil, ancak bir kısmından istifade edebiliyorlar. Bu tarz risaleleri ihata edebilmek, ancak bu risalelerin fihristlerini veya şemalarını çıkarmakla olur. Ayrıca risalelerde geçen bazı uzun karışık gibi görünen mevzularında tablolarını yapmak gerekir. Haritalar sayesinde ihata edemediğimiz büyük kara parçalarını, devletleri tanıyabiliriz. Fihrist ve şemalarda, bizim ihata edemediğimiz risaleleri, ihata etmemize, kavramamıza vesile olur. (Bu çalışmamızda yer yer buna misaller verilmiştir.)

9- Bazı nükteler:

İhlâs risalesinin başında ihlâsın 9 hassasından bahsedilir. Dikkat edilirse ihlâs risaleside 9 maddedir. 4 ihlâsın düsturu, 2 ihlâsı kazanma yolları, 3 de ihlâsı kıran şeyler.
İktisat risalesi 7 nüktedir. Birinci nüktede iktisadın 7 özelliğinden bahsedilir.
25. Söz kuranın 40 vecihle mucize oluşundan bahseder. Baş tarafta ise kuranın tarifi vardır. Bu tarife dikkat edilirse onun da 40 madde olduğu görülür.
30. Lem’ada İsmi Hay’dan bahsedilir ve baş tarafta İsmi Hayyın 29 hassasından bahsedilir. Gavsı A’zamın ismi A’zamı olan (يا حي ) lafzının ebcedi değeride 29 dur.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Bu tarz ince işaretler risalelerde kesretle mevcuttur.
Aşağıdaki ibarede ise başka bir nükte vardır:
Unsuru Akide’de üstad, felsefe ve israiliyattan bahseder ve mevzuyu şöyle bağlar:
“Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâgatin keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.” (Muhakemat. “Unsuru Akide”nin son kısımları)
Burada belagati Arabiyyenin ehemmiyeti vurgulanır ve kuranın mucizevî sırlarının ancak bu şekilde anlaşılacağı belirtilir. Yalnız dikkat edilirse üstad bu ibarelerde arab edebiyatının, belagatin şaheserleri niteliğinde olan kitaplara da işaret eder. Şöyle ki, Delaili i’caz ve Esrarı Belaga, Abdulkahir El-Cürcani’nin eserleridir. Miftah, Sekkaki’nin, Keşşaf ise Zemahşerinin eseridir.
Münazaratta da buna benzer yerler var.

10- Mütalaa, Müzakere, Münazara:

Belli günlerde beş on arkadaş bir araya gelerek bir risaleyi beraber mütalaa etmek yetişmek öğrenmek için en mühim esastır. Bu çalışma esnasında herkesin elinde aynı risale olmalıdır.
Başkalarıyla beraber mütalaa sizin ilim öğrenme şevkinizi artırır. Aynı zamanda bilmediklerinizi öğrenmenize veya bildiklerinizi paylaşmaya sebeptir. Yalnız başınıza mütalaa ettiğiniz zaman bazı şeyleri yanlış, eksik veya çok güzel anlamış olabilirsiniz. Başkalarıyla beraber mütalaa ettiğiniz zaman bu yanlış ve eksiklerinizi görür aynı zamanda sizin bulduğunuz güzel bir nüktede başkalarına faydalı olur.
Üstadın “ihlâs” risalesinde tesanüdden bahsederken söyledikleri, aynı zamanda beraber yapılan mütalaalar içinde geçerlidir. Şöyle der üstad :
Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. (21. Lemadan)

Müzakerelerin ehemmiyeti hakkında İbni Haldun mukaddimesinde şunları söyler:
İlimlerde meleke sahibi olmak için en kolay usul müzakereler ve ilmi münakaşalardır. Meleke tahsilinde en faydalı usül talebenin birbiriyle derslerini ve ilmi konuları çok ve derin olarak müzakere etmesi ve münazaralarda bulunmasıdır. Batı Afrika’da talebe ezberciliğe fazla önem vermekte ve ezberciliğin düşkünüdür. Bu ezberciliğin bir sonucu olarak, tahsil etmek maksadıyla çok vakit ve ömür sarf edildiği halde, talebe ilim meclislerinde ilmi münakaşalar sırasında söz söylemekten acizdir. Tahsillerini ikmal etmiş görünenlerin dahi ilimde meleke hâsıl etmemiş oldukları anlaşılmaktadır. (…) . Bunlar ilimde meleke sahibi olmak yolunun kitapta yazılanları ezberlemek sanırlar. Yukarda anlattığımız gibi bunlar melekenin ilmi münakaşalar ve münazaralarla konuları ve meseleleri zihinde yerleştirmek suretiyle kesbedileceğini unuturlar. Batı Afrika’da talebenin medreselerde ilim tahsil etme müddeti resmen 16 yıl olduğu halde Tunus’ta 5 yıl olması da bunu gösterir.
( Mukaddime: c.2.s.446–447)
İbni Haldunun dediği gibi münazara talebelerinin şevkini artırır, ilmi meselelere karşı dikkat, ciddiyet ve merakı tahrik eder. Fakat münazaraların tehlikeleri de yok değil. Bazen münazaralarda işin içine hissiyat ve nefis girerek mevzu ilmi bir meselenin anlaşılması iken sen ben kavgasına dönüşebilmektedir. Bizler münakaşa, münazara değil müzakere ve müdavele-i efkâr tarzında meseleleri ele almamız gerekir.
Kardeşlerle aramızda münazaralar olduğu takdirde de insafı elden bırakmamak, hissi ve nefsanî olmamak gerektir. Enaniyet ve nefsi emmareye itimad edilmez. Bazen tartışmalar kalp kırmağa uhuvvet ve muhabbetin yok olmasına sebep olduğu için ayet ve hadislerce de yasaklanmıştır.
Bu hususta üstad şöyle der:
Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. (…)Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû'-i telakkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünkü bilmediği şey'i öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla bir şey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var. (Mektubat)
Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslektaşına taraftar olmak. Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara'nın uleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, taraftar çıkar, memnun olur.
İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci' sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.
20. Lema’dan






11-Soru cevap usulü:

İslambola geldim gördüm ki sair şuubata nispeten medaris terakki etmemiştir. Bunun da sebebi kitaba nazarla istinbatı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikame olunmuş... Ve talebelerde ademi münazara ve sual ve cevap sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intaç etmiş... Bunun da ya bir himmeti âli veya bir tevağğulu tam veya müsabakayı muntiç olan sual ve cevap gibi bir şevki kasri ve harici lazımdır. (Asarı Bediiyye.s:326)
Dikkat edilirse üstadda İbni Haldunun bahsettiği aynı şeylerden bahsediyor. Eğitimde motivasyonun (teşvikin) ehemmiyeti büyüktür. Eğitim zevkli, eğlenceli bir hale getirilirse öğrenen şahsiyetlerin daha iyi, daha çabuk öğrendiği görülür. Müzakere ve münazara gibi soru cevap usulünün de insanları şevklendiren bir özelliği vardır. Bir metni mütalaa ettikten sonra, o mevzu hakkında mütalaanın hemen arkasından veya daha sonraları yapılacak soru cevap usulü hem şahısları teşvik eden, hem de mevzunun anlaşılıp anlaşılmadığını ortaya çıkaran bir yöntemdir. Eğitimde ölçme ve değerlendirmenin ehemmiyeti büyüktür ve bu ancak soru cevap usulü ile olur.
Soru cevap risalelerden çıkarılan çeşitli meselelerden adeta bir genel malumat tarzında olabilir. Veya daha önce değindiğimiz gibi bir metni mütalaadan sonrada olabilir.
Bir metni incelerken şu mevzular üzerinde durunuz:
a) Konunun ana fikri ne? Hangi mesaj verilmek isteniyor? Bunu anlamaya çalışınız.
b) Bilemediğimiz kelimelerin manalarını öğreniniz.
c) Metinle ilgili sorular çıkarınız ve kendi aranızda imtihanlar yapınız.

12-Anlatım:

Çinliler şöyle demiş “sana bir balık ziyafeti çeksem, yarın senin karnın yine acıkır. Ben sana balık tutmasını öğreteyim, karnın acıktığında balık tutup yersin.”
Risale-i Nur eğitiminde de bir kısım insanlar balık tutup ziyafet çekiyor, bir kısımda balığı afiyetle yiyor. Fakat çoğunluğun balık yiyenler olduğu da bir gerçek. Uzun yıllar risaleleri tanıdığı halde, hala balık yemekten başka bir şey bilmeyenler maalesef bir hayli fazla. Aslında herkesin balık yiyen değil de balık tutan olmaya çalışması gerekir. Olması gereken, ideal olan budur. Fakat bunun pratiğe aktarılması da gerçekten zor.
İnsanların ekseriyetinin hizmeti imaniyye ve kuraniyyede aktif olmayışının birçok sebepleri vardır. Bunların bir kısmının haklılık payı elbette vardır. Ama çoklarının pasif olmasının temelinde onların tembelliklerinden başka bir şey yoktur. Elbette her insanın durumu bir değildir. Fakat biz elden geldiği kadar eğitime aktif olarak katılanların sayısını artırmamız gerekir. Kabiliyetli olanları açmaya çalışmadığımız takdirde onları da pasifliğe iteriz. Eğitimde pasiflik ise verimi düşürür. İstifadeyi azaltır.
İşte anlatım metodu eğitime katılanların aktif hale gelmesinin en mühim bir sebebidir. Fakat bu metot (eğitimin her alanında olduğu gibi) kolaydan zora, azdan çoğa doğru bir seyr takip etmelidir. Aksi halde bunu uygulamak ve devam ettirebilmek zor olur. Başlangıçta üç kişiye kısa birer konu verilir. Çalışmaları için belli bir süre tanınır. Daha sonra bir araya gelindiğinde, sırayla herkesin konusunu beş dakika da anlatmaları istenir. Anlatmada ifrat ve tefrite kaçmamakta bir esas olmalıdır. Anlatmanın sonunda bir değerlendirme (anlatanları kırmadan, rencide etmeden) yapılmalıdır. Böylelikle eksikler ve güzellikler tezahür eder.
Bu anlatım başlangıçta beş dakika olursa kolay olduğu için tatbik edilebilir. Daha sonra bu süre on, onbeşe de çıkarılabilir. Şahıslar olarak da başlangıçta kabiliyetli birkaç kişi bunu yapar ve tutturulabilirse, bu hal diğerlerini de kamçılar, onlarda bu tarz çalışmaya aktif olarak katılmak isterler. Başlangıçta bazı hatalar olabilirse de onların cesaretlerini de kırmamak gerekir.
İsti’datlar, tecrübeyle inkişaf eder. Anlatım metodu talebelerin hitabet kabiliyetini geliştirir ve isti’dadlarını inkişaf ettirir. (Mal vermekle azalır, ilim vermekle çoğalır.). Kullanılmayan bilgiler ise çok çabuk unutulur.
Aynı zamanda anlatılan mevzu hem anlaşılır, hem de akılda daha çok kalır. Aynı zamanda bu öğrenmeyi zevkli bir hale getirir.

13-Ev dersi:

Ayeti kerimede “Ey iman edenler! Nefsinizi ve ailenizi yakacağı insanlarla taşlar olan bir ateşten koruyun” (Tahrim: 6) buyrulmuştur. İslam âlimleri de bu “koruma”nın “kişinin İslamı öğrenmesi, yaşaması ve aile efradına öğretip, onlarında yaşamasına vesile olmasıdır” diye izah ediyorlar. Bu hususta peygamberimiz (asv) da “hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz” buyurmuştur. Bu ayet ve hadistende anlaşıldığı gibi, her anne, her baba kendi çocuğuna dinini öğretmekle mükelleftir.
Günümüzde islami şuura sahip bir kısım anne ve babalar bile bu mevzuda ihmalkâr olabiliyor veya işi başkalarına havale edebiliyorlar. Tabii bunun yanında ifrat ederek baskıcı zora dayalı bir üslupla çoluk çocuğunu dinden imandan nefret edecek bir hale getirenlerde yok değil. Müslüman olarak biz ailemize İslami bir eğitimi vermekle mükellefiz. Başta bunu başkalarına havale edilemeyecek kadar önemli bir vazife telakki etmeliyiz. Fakat bu vazifeyi tatbik ederken önce yaşayarak, ikincisinde ise ikna ederek ve sevdirerek yapmamız gerekir.
Her anne her baba evinde bir ders faaliyeti başlatabilir. Mesela evde haftada birde olsa bu yapılabilir.
Üstad “Hanımlar Rehberi” adlı kitabında şöyle der:
Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak "Ne için imanımı kurtarmadınız?" diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur.

14-Üç Çeşit Okuma:

Risale-i Nur üç şekilde okunabilir (okunmalıdır).
Birincide anlaşılsa da anlaşılmasa da sırf okumuş olmak için okuma. Bu tarz okuma faideden hali değildir. Günde 10 sahife okuyan şahıs senede 3650 sahife okumuş olacaktır. 5 sahife okuyan 1825 sahife okumuş olacaktır ki hiçte az değil. Bu tarz okuma risale mevzularının tazeliğini zihinde daima korumasına yardımcı olur. Veya unuttuğumuz şeyleri hatırlamaya vesile olur.
İkinci okuma tarzı da, mevzu araştırması şeklindedir. Mesela “Risale-i Nurda nefis terbiyesi” nasıldır. Tevhid, risalet ilh. Her bir mevzu bir araştırma mevzuu (tez) olarak ele alınarak bu mevzuun derli toplu bir hale getirilmesine çalışılabilir. Bu tür çalışmalar kafamızdaki mevzuların dağınıklıktan kurtulmasına vesile olur.
Üçüncü tarz okuma ise, bazı imani risaleleri vird edinme şeklinde okumaktır. “Ayet El-Kübra” “Haşir” “Münacat” gibi imani risaleler, ehli tarikatın yaptığı gibi vird edilerek okunduğu takdirde çok büyük feyzlere ve imanın inkişafına vesiledir.
Ehli tarikat zikrin 3 mertebe olduğunu söyler. Onlara göre birinci mertebede mürid “diliyle” zikreder. Bu esnada zihin başka yerlerdedir. Fakat bu zikre devam ede ede neticede “dil” ve “kalp” birleşir. Dil “Allah” derken kalpte dağınıklıktan kurtulmuş bir halde dile refakat ederek o da “Allah” der. Bu zikre devam neticesinde ise artık “zikr” kalbe yerleşir. Zaten zikirden gayede bu hale erebilmektir. Bu merhalede “dil” sussa bile, kalp devamlı zikr üzeredir. Dünyevi haller onu zikirden alıkoymaz. Nakşibendî tarikatında “halvet der encümen” “kalabalığın içinde Allah ile beraber olma” esası da bu zikre işaret eder. Nur suresindeki “Öyle erler (ki) mallar ve alış veriş onları Allah’ı zikirden alıkoymaz” ayetini bu hale delil olarak zikrederler.
Risale-i Nurun imani bahislerini de vird ederek okumak, bize daha çabuk ve daha geniş iman halini telkin eder. Birinci derecede belki okurken “gözlerimiz” okur, zihnimiz başka yerlerde olur. Fakat bu okumayı her gün (veya gün aşırı) devam ettirirsek, neticede zihnimiz toparlanır, gözümüz, aklımız ve kalbimizle okumaya başlarız. Buna da devam ede ede neticede artık öyle bir hale geliriz ki, okuduğumuz şeyler bir metin, bir kitap olmaktan çıkar zihnimizin bir hali olur. Risalelerin anlattığı şeyleri zevk eder, onları aklen değil vicdanen hissederiz. Okuduğumuz şeyler üstadın anlattığı şeyler değil, artık bizim kendi hissiyatımız, kendi düşüncelerimiz olur.
Hülasa bu tarz okumanın fevaidi ve mertebeleri pek çoktur.

15-Yaylalarda Kalmamak:

Bu maddede bahsedeceğimiz mevzu risaleleri yeni okumuşlar için değil. Risaleleri uzun bir müddet okumuş ve onun ne olduğunu ve ne olmadığını anlamış kimselerle ilgilidir. Şöyle ki;
Eğitimciler ve psikologlar öğrenim esnasında öğrenim görenlerin belli bir öğrenim devresinden sonra bir duraklama dönemine girdiklerini, fakat bunun geçici olduğunu, yine bir müddet sonra öğrenim görenlerin tekrar öğrenimde mesafe kat etmeye başladıklarını söylerler. Psikologlar bu duraklama dönemini “yayla” olarak isimlendirirler.
Risale-i nur öğreniminde de adeta böyle “yayla” tabir edebileceğimiz hallere rastlıyoruz. Bazen bazı kimseler belli bir zaman risaleleri okuduktan sonra, artık “ben biliyorum, bilmediğim şey kalmadı, bundan sonraki okuyuşum lüzumsuz ve gereksiz” gibi bir duyguya kapılırlar ve risalelerle iştigali bırakırlar. Hatta meşgul oldukları zaman bir bıkkınlık haline bile düçar olurlar. Bazıları bu dönemden sonra inişe de geçebilirler. Devam edenler ise büyük bir hazine kazanırlar.
Vazgeçenleri aldatan Risale-i Nuru yalnızca akla hitap eden, basit diğer kitaplar gibi zannetmeleridir. Hâlbuki Risale-i Nur insanın yalnızca aklına değil, ruhunun bütün latifelerine hitap eden fevkalade bir tefsirdir. Onu bir iki kere okumakla insan elbette çok istifade eder, fakat inceliklerini, sırlarını bir kere okumakla da kavrayamaz. Ondan istifade etmenin şartı ona mahrem olmakla mümkündür. İffetli hanımlar kendilerini namahremden nasıl gizliyorlarsa, risalelerde kendilerini namahreme vermez, mahrem olmanızı isterler. Ona mahrem olmakta ciddiyet ve sabırla, onu mütalaa etmek ve vazgeçmemekle olur.
Aşağıya risalelerde bu mevzuuyla ilgili bazı yerleri alıyoruz.
Sure-i İhlâs’ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza... Git gide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tetkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi' olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve âlem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile kelâmullah ve tekellüm-ü İlahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır.
(26. mektup. 4. mebhasın 8. meselesi.)

Risale-i nur kuran hakikatlerini tefsir ettiği için kuranın hakikatlerindeki hal risaleyede aksetmiştir. Risale-i nur insanın yalnızca aklına hitap etmez. Elbette hep akli şeyler arayanlar diğer latifelerin fonksiyonlarını unutanlar belli bir zaman sonra bıkkınlık hissederler. Hâlbuki risaleyi tefekküri bir ibadet niyetiyle veya huzur-u daimiyi hissetmek için okusalar durum farklı olurdu. Üstad gençlik rehberinde şöyle der:

“İman hakikatlerinin izahı olduğu için; hem ilim, hem marifetullah, hem huzur, hem ibadettir. Şayet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir. (Gençlik Rehberi: )
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşâallah o cümledendir. (Barla Lahikası: 260)
Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif a'saba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. ( Mektubat: 26. mektup. 4. mebhasın 2. meselesinden. )
Onuncu Söz'ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi' ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celb etmeyi ruhum arzu ediyordu.
( Barla: s. 310)
Şu Otuz üç Pencereli olan Otuz üçüncü Mektup, imanı olmayanı inşâallah imana getirir. İmanı zaîf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünkü senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh her bir pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.
(Mektubat: Pencereler)













İKİNCİ KISIM:

Risale-i Nuru Anlamada Manevi Cihet:

1- Risale-i Nur’dan a’zami derecede istifade edebilmenin birinci şartı ihlâstır:

Üstad ihlâsın hassalarından bahsederken “en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd” olduğunu söyler. Başka bir yerde de “velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır” der. İlim öğrenmede ihlâs bir esas olduğu gibi, en büyük yardımcıdır da. İhlâslı olanlar Allahın inayetlerine mazhar olurlar ve Allah onlara kolay ve kısa yoldan ilim öğretir.
İbni haldun meşhur mukaddimesinin son kısımlarını eğitime ayırmıştır. Orada ilim taliplerine güzel tavsiyelerde bulunur. 31. fasılda şöyle söyler: “sen böyle bir hale düçar olur, duraklar veya şüphelerden dolayı akıl ve fikrinde bir karışıklık husule gelirse, akıl ve fikrinden, zihnini perdeleyen bu sözlerin engellerini ve mantığı bir tarafa atarak düşüncenin yaratılışından gelen ve tabii olan fiilinin hükmüne ihlâsa başvur. Senden önceki büyükler gibi temiz kalp ve ihlâsla Allahın yardımına sığın. Allah onlara ilham ettiği ve bilmediklerini bildirdiği gibi, senin kalbini de aydınlatır. Bu aydınlık sayesinde istediğini elde edersin, bu düşüncenin gerektirdiği vasıta sana ilham olunur. (…). Sen buna dikkat et. Ne zaman sana meseleleri anlamak güçleşirse, o zaman sen Allahın yardımına başvur. O sana doğru yolu gösterecek ve aydınlatacak olan nurları sana bağışlayacaktır. O doğru yolu göstermek suretiyle kullarını rahmetine kavuşturur, ilim ancak onun tarafından bağışlanır. ( c.3.s.150. cd.534–6.ar)

2- Risale-i Nur’dan a’zami derecede istifade edebilmenin ikinci şartı Güzel Ahlaktır:

Kur’anı Kerimde "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimi anlamaktan çevireceğim." (A’raf: 146.) buyrulmuştur. Bu ayet gösteriyor ki Kuranı hakkıyla anlayabilmek ancak güzel ahlakla mümkündür. Bu ayete dayanarak, bazı âlimler Kuranı tefsir edecek bir kimsede güzel ahlakın olmasını şart koşmuşlardır. (El-itkan: c.2.s:463).
Risale-i Nurda Kur’anın bir tefsiri olması hasebiyle güzel Ahlaka sahip olmayanlar, ihlâs hasletinden uzak olanlar da, Risale-i Nuru anlamaktan mahrum kalırlar. Tabii ki bunu söylerken bütünüyle, hiç anlamazlar manasında söylemiyoruz. Elbette herkes -hatta dinsiz bile- kendince bir şeyler anlar, ama onu bütün yönleriyle, bütün incelikleriyle anlamaktan mahrum kalırlar. Bu hususta Şamlı Hafız Tevfikin Risale-i Nurda anlattığı hadiseyi aşağıya alıyoruz:
"Ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i Kur'aniyedeki kemal-i ihlâs ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak affetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Hâlbuki Kur'an-ı Hakîm'in ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.
İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da "Bu neden böyle oluyor?" diye esbap arıyorduk. Şimdi kat'î kanaatimiz geldi ki: O hakaik-i Kur'aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlerinin meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum ki: Bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu' ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.
Pür-kusur
Şamlı Hâfız Tevfik

3- Risale-i Nur’dan a’zami derecede istifade edebilmenin üçüncü şartı İlmiyle Amil Olmaktır:

“Kırk gün helal yiyenin kalbini Allah nurlandırır ve hikmet kaynaklarını, pınarlarını kalbinden lisanına akıtır.” (İhya. C.2.s235.) İbrahim Edhemde şöyle demiştir “kemale erenler ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmiştir. (ihya. C.2.s239.) bir velide şöyle der “haram lokma yiyenin a’zaları isyan eder. Yediği helal olanın da azaları kendisine itaat eder ve hayırlı işleri yapmağa muvaffak olur. (İhya: c.2.s.240)
Bir hadisi şerifte “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediğini de öğretir” buyrulmuştur. Bu hadisi takviye eden ayetler de vardır aşağıya bu ayetleri alıyoruz:

Enfal: 29- Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, size Furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir, kötülüklerinizi örter ve size mağfiret eder. Allah büyük ihsân sahibidir.

Hadid: 28- Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Resûlüne iman edin ki, O size rahmetinden iki kat nasip versin ve sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve size mağfiret etsin. Allah gafûrdur (mağfiret eder), rahîmdir (merhamet eder).

Yusuf suresi -22- (Yusuf’un) gücü kemâle erince, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de biz böyle mükâfatlandırırız.

Kasas–14- Musa’nın gücü kemâle erip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de böyle mükâfatlandırırız.

Son iki ayete dikkat edilirse Allah hem Musa as hem de Yusuf as’a hikmet ve ilim vermiş ve muhsin olanlarada aynı şekilde hikmet ve ilim vereceğini, vaad etmiştir.
Muhsin için iki mana verilmiş biri “Allah’ı görüyor gibi ibadet etmek” diğeri de “insanlara iyilik etmek”. Başka bir tarifle şunu söyleyebiliriz: insan üzerinde hukukullah ve hukuku ibad olmak üzere iki “hak” vardır. Hukukullah yani Allah’ın hakkı ona iman ve ibadettir. Hukuku ibad yani kul hakkı ise kuranın bahsettiği ahlak esaslarıdır. Muhsin bu iki hukuka riayet ederek onlara tecavüz etmeyen ve onların bizden talep ettiği fiilleri işleyen demektir.
Bizde (muhsin) olursak bu va’dı ilahiye göre hikmet ve ilme mazhar oluruz. Diğer ifadeyle, hem Risale-i Nuru anlama hem de daha başka ilmi eserleri anlama cihetinde inayetlere mazhar oluruz.







4- Risale-i Nur’dan a’zami derecede istifade edebilmenin dördüncü şartı üveysiliktir :

Üveysilik, Veysel Karanî Hazretleri gibi, sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olan, muhabbet ve bağlılık ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzıdır.
Ebul Hasan Şazeli şöyle der: “evliyadan bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, ruhaniyetleri vasıtasıyla ilahi emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun… kabrinde iken müridini yetiştirir. Müridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebul Hasan-ül Harkani şeyhi Eba Yezidi Bestamiden bu şekilde feyz almıştır.”
(Rabıta-i şerife: s.19)
Üstad Bediüzzaman hazretleri imam-ı Ali (ra) ve Abdulkadir Geylani hazretlerine bağlı üveysi bir zattır ve onların manevi feyz ve irşadlarına mazhar olmuştur.
"Risale-i Nur'un mesleği tarîkat değil, hakikattir; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır." Risale-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkil ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyn'in (R.A.) ve Gavs-ı A'zam'ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünki Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur'dan haber verdiği gibi; Gavs-ı A'zam (K.S.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur'dan haber verip tercümanını teşci' etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşâallah bir vakit size gönderilebilir. (…) Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A'zam'dan (K.S.) ve Zeynelâbidîn (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir. ( Emirdağ: 69)
Bu husus 8, 18 ve 28. lemalarda bahsedilmiştir. Arzu edenler oradan tafsilatlı bir şekilde okuyabilirler.
Risale-i Nur talebeleri de üstadları gibi, üveysidirler. Onlarda bazı şartlar dâhilinde hem İmam Ali, hem Abdulkadir Geylani, hem de bizzat üstadları Bediüzzaman hazretlerinden manevi feyz ve ilim devşirebilirle...
O şartlarda ihlâs, risaleleri kuran harfleriyle yazmak ve okumak ve üstadlarına dua etmektir.
Üstad bu hususta şöyle der:

Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim!
Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani' teşkil etmez. Biri şarkta, biri garbda, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksad için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. (23. mektubun başı)
Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddid defalar görüyorum ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatın sohbetine zaman, mekân mâni' olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur. ( Kastamonu Lahikası. Birinci mektup)

Şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervâhı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor. (Sözler. 29. söz. Ruh bahsinden)


Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki her bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder. (Kastamonu Lahikası: )

Üstad hayatı boyunca kimseden hediye kabul etmemiştir. Hâlbuki yukarda “yazılan risalelerin kendisine büyük bir hediye” olduğunu söylüyor. Yani üstad böyle bir hediyeyi can-ü gönülden kabul ediyor. Bir önceki paragrafta ise “ölmüş zatlara bizim manevi hediyelerimizin gittiğini, onların manevi feyizlerinin de bize geldiğini” ifade ediyor. Buna göre bizim yazdığımız yazılar manevi bir hediye olarak vefat etmiş olsa bile üstada takdim edilir, ona ulaştırılır ve bunun karşılığında yazan şahıslarla üstad arasında manevi bir münasebet tesis edilir ve ondan manevi feyzler de gelir.
Buraya kadarki kısımda üstadla talebeler arası manevi irtibatla ilgili yerleri kaydettik. Bundan sonraki kısımda ise İmam Ali ve Gavsı A’zam’ın nur talebeleriyle olan manevi bağlarına işaret edeceğiz. :
Üstad İhlâs risalesinde şöyle der:
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu'cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A'zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlasa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, onların bu teveccühleri, ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz [FONT=&quot]v¬Z¬KS²9«!ö|«V«2ö«–:I¬$ÌY<ö«—sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız.[/FONT]

5- Risale-i Nur’dan a’zami derecede istifade edebilmenin beşinci şartı üstadın devamlı okuduğu vird ve duaları okumaktır:

Zikir ve duanın faziletine dair ayetler ve pek çokta hadisi şerifler vardır. Biz burada yalnızca mevzuumuzla münasebettar bir ikisini kaydedelim.
Ayeti Kerimede “siz beni zikredin, bende sizi zikredeyim” (Bakara:152) buyrulmuştur. bu ayete “siz bana itaat etmek suretiyle beni zikredin, bende yardımım ile sizi zikredeyim” manası da verilmiştir. Bu manaya göre zikir Allahın inayetini celbeder. Bu hususta şöyle bir hadiste vardır. “Allahı zikret. Çünkü o talep ettiğin şey için sana yardımcıdır.” Kenzül ummal: Hn: 1755. bundan yola çıkarak Allahı zikretmek –her şeyde olabileceği gibi – ilim öğrenmekte de büyük bir yardımcıdır.
Bir başka hadis te şöyledir “Allahı zikretmek kalpler için şifadır.” (Kenzül ummal: c.1.s.414. hn.1751.) hasta adam yediği yemeğin lezzetini alamadığı gibi manen hasta olanlarda maneviyatın lezzetini alamazlar. Zikri ilahi kalplere şifa olur ve maneviyatı ve maneviyatın lezzetini kalplere hissettirir.

Üstad Cevşen, Celcelutiyye, Sekine gibi virdlere devam etmesiyle ve onların feyzi ile bu risalelerin tezahür ettiğini söyler. Madem risalelerin telifinde bu virdlerin feyzi mühim rol oynamıştır öyleyse risalelerin anlaşılmasında da aynı faideyi gösterirler.

Aşağıya bu mevzu ile ilgili kısımları kaydediyoruz.

Namaz tesbihatı
17. sözün zeylinde üstad namazdan sonraki tesbihatı talebeliğin şartlarından gösterir. Şöyle der : “Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta'dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.” (Sözler: )

Sekine duası:
18. lemadan
Hz. Ali (r.a.) keremallahü vechehü ecnebi hurufuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid'aya taraftarlık eden bir kısım ulemaü's-su'a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hz. Cibril'in tabiriyle Sekine ismi verilen ve İsm-i Âzam sandukçası olan Esma-ı Sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor. İşte o Esma-i Sittenin devamından tereşşüh eden ve Esmanın lemeatı olan Risale-i Nur, ve o Risale-i Nur kendi şakirtleri ile lâakal yüzer kalemle yüz parça Risale-i Nur'un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı huruf-u Kur'âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hz. Ali'nin (r.a.) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden elbette Hz. Ali'nin (r.a.) (Ya eyyühel ihvan – ey kardeşlerim) diye tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.
28. lemadan.
Hem madem o iki kasidesinde takip ettiği en mühim esas ve en büyük ders ism-i Âzamdır. Ve ism-i Âzam ile meşgul olanlar ile konuşur, teselli ve teşci' eder.
Hem madem Hz. Ali'nin (r.a.) kudsi Üstadından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders ve bu iki kaside-i gaybiyesinin mevzuu ve esas ve ruhu olan Sekine'yi ve ism-i Âzamı bu zamanda herkesten ziyade kendine vird eden ve on üç seneden beri ism-i Âzamla beraber binbir Esma-i İlahiye içinde bulunan Cevşenü'l-Kebir ile ve o Esma ile ulûm-u Kur'âniyenin hazinesini açan yüz yirmi risaleyi o Esma'nın feyzi ile Kur'ân'a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yetmiş defa Sekine ve ism-i Âzam denilen Esma-i Sitte-i Meşhureyi bin üç yüz mükerrer âyetle okuyan ve Âl-i Beytin mânevî ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü'l-Kebir'i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazan üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir.
Elbette bu mezkûr dokuz hakikat gayet kat'i bir surette netice verir ki Hz. Ali (r.a.) Ercüze ve Celcelûtiye'sinde Risale-i Nur'u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.
Risale-i Nur'un Cevşen-ül Kebir'den ve Celcelutiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle.. (Emirdağ. 72)
Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı A'zam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidîn (R.A.) -hususan Cevşen-ül Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım- ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali'den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşen-ül Kebir'le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım. (Emirdağ.210)
 

guftepira

Well-known member
Çok hoş bir yazı olmuş sağ olasın..

Risale-i Nuru ilk önce - başkaları için değil - kendi nefsimiz için okumak.

bunun altını şiddetle çizmek isterim..
üstad bile herkezden ziyade kendisini muhtaç görürken, bizim bu eserlere, hakikatlara ne şekilde yapışmamız gerektiği ortada sanırım..

belki bu husus bir konu olarak değerlendirilebilir..
keza zübeyir ağabeyde hizmet orjinli değilde ihtiyaç bilerek okumamız gerektiğini söylüyor..
 

GÖNÜLSIZIM

Well-known member
Cevap: Risale-i Nur'dan nasıl daha fazla istifade edebiliriz - 1

Allah razı olsun kardeşim...Rabbim hakkıyla okuyabilmeyi ve okuduklarımızı hayatımıza geçirebilmeyi nasip etsin inşeAllah..
 

Zuhr

Talebe
Risale-i Nur'dan nasıl daha fazla istifade edebiliriz - 5 - (Misal)

Buraya kadar anlattıklarımızı Yedinci Söz üzerinde gösterelim:


YEDİNCİ SÖZ

1. HÜKÜMŞu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan
[آمَنْتُ بِاللّهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ]
(Allaha ve ahiret gününe iman ettim) ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşâ olduğunu ve sabır ile Hâlikına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua ne kadar nâfi ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur'an'ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek ebedü’l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdâr bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:[1]

2. MİSALBir zaman bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverârında pek müdhiş bir vaziyete düşer. ŞÖYLE Kİ:
Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hâli ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor.
O bîçare, şu dehşet içinde, meyusane düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur. Ona der:
“Meyus olma.
Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istîmal etsen; o arslan, sana müsahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner.
Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istîmal etsen; o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen latif çiçeğe inkılab ederler.
Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu bir günde kesersin. İşte eğer inanmıyorsan bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın."
Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti. Evet ben, yani şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünki biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm. Bundan sonra birden gördü ki: Sol cihetinden Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı bir adam, çok zînetler, süslü sûretler, fantâziyeler, müskirler beraber olduğu halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi:
-Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız sûretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şa tatlı yemekleri yiyelim.
Sual: Hâ hâ, nedir ağzında gizli okuyorsun?
Cevap: Bir tılsım.
-Bırak şu anlaşılmaz işi. Hâzır keyfimizi bozmayalım.
S- Hâ, şu ellerindeki nedir?
C- Bir ilâç.
- At şunu. Sağlamsın, neyin var? Alkış zamanıdır.
S- Hâ, şu beş nişanlı kâğıt nedir?
C- Bir bilet. Bir tâyinat senedi.
- Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der. Herbir desise ile onu iknaa çalışır. Hatta o bîçâre, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.
Birden sağ cihetinden ra'd gibi bir ses gelir. Der: "Sakın aldanma. Ve o dessâsa de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları defedip, peşimdeki yolculuğu menedecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus, hey sersem! Tâ Hızır gibi bu zât-ı semâvî dediğini desin."

3. HAKİKATİŞTE ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim!
Bil! O bîçare asker ise, sensin ve insandır.
Ve o arslan ise, eceldir.
Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır ki; gece gündüzün dönmesinde her dost vedâ eder, kaybolur.
Ve o iki yara ise, birisi müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elim, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırat’tan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.
Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakk'a îmân ve âhirete îmandır.
EVET, şu kudsî tılsım ile ölüm; insan-ı mümini, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna, huzur-u Rahman'a götüren bir müsahhar at ve burak sûretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.
Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâl'in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mûcizât-ı nakşını, havarık-ı kudretini, tecelliyat-ı Rahmetini, Kemâl-i lezzetle seyr ve temaşaya vasıta sûretini alır. EVET, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.
Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır, öyle mi?
EVET. Emr-i [كُنْ فَيَكُونُ]’e mâlik bir Sultan-ı Cihân'a acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne pervası olabilir? Zira en müdhiş bir musibet karşısında
[اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ]
deyip itminan-ı kalb ile Rabb-ı Rahîm'ine îtimad eder.
EVET ârif-i billâh, aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. EVET havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zâfımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir.” Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lema-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçi yapmışlar.
Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm'in rahmetine îtimaddır, öyle mi?
EVET. Bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvâd-ı Kerim'in misâfirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha sûretini alır. İştiha gibi fakrın tezyîdine çalışır. Onun içindir ki kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.
Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak edâ-yı ferâiz ve terk-i kebâirdir. Öyle mi?
EVET. Bütün ehl-i ihtisas ve müşâhedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd yolunda zâd ve zahîre, ışık ve Burak, ancak Kur’an’ın evâmirini imtisâl ve nevahîsinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, sanat ve hikmet o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.

4. HİSSEİŞTE ey tenbel nefsim!
Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri terketmek ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın.
Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa söyle, dinleyelim. Yoksa sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur'an kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidâyetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. EVET, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak'tan gelip, Hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.




-------------------------------------------------------
[1] Hüküm kısmında Allah’a ve ahirete iman 2 tılsım, tevekkül ve dua 2 ilaç, Kur’an’a itaat ve namaz bir bilet olmak üzere 5 madde zikredilmiştir. Misal, hakikat ve hisse kısımlarına dikkat edilirse oralarda da 5 madde zikredildiği görülür.




Kaynak:
Risale-i Nur'un Mahiyeti ve İstifade Yolları
İdris Tüzün
 

Zuhr

Talebe
Risale-i Nur'dan nasıl daha fazla istifade edebiliriz - 8 - nükteler

9- Bazı nükteler
Risâle-i Nur’un has talebelerinden ve şairlerinden Halil İbrahim, bir yazısında Risâle-i Nur’u şöyle tavsif ediyordu:

“Risâle-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevahir ve menba-ı envardır. Risâle-i Nur bir bahr-i hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü'l-maarif ve bahrü'l-mekârimdir.”

Hakikaten Risâle-i Nur, hakikatler denizi, marifetler hazinesi ve cevahirler sandukçası, bir başka ifadeyle Hazinetü’l-Esrar (Sırlar hazinesi)dir.

Fakat Risâle-i Nur sırlarını, inceliklerini herkese açmaz. Çünkü sırlar herkese söylenmez. Bu sırlara muttali olabilmek için Risâle-i Nur’a mahrem, emin dostlar olmak iktiza eder. Kendini Risâle-i Nur’a vermeyene Risâle-i Nur da kendini vermez.

***

Bazı risalelerin giriş kısmında o risalelerin fihristi veya kaç kısım olduğuna dair şifrevari işaretler vardır.

İhlas Risalesi’nin başında ihlasın 9 hassasından bahsedilir. Dikkat edilirse İhlas Risalesi de: 4 ihlasın dusturu, 2 ihlası kazanma yolları, 3 de ihlası kıran şeyler olmak üzere 9 maddedir.
19. Lema İktisad Risalesi 7 nüktedir. Birinci nüktede iktisadın 7 özelliğinden bahsedilir.
25. Söz Kur’an’ın 40 vecihle mûcize oluşundan bahseder. Baş tarafta Kur’an’ın tarifinden bahsedilen yere dikkat edilirse, onun da 40 madde olduğu görülür.

30. Lema’da Allah’ın “Hayy” ismi şerhedilir. Risalenin baş tarafında “Hayy” isminin 29 özelliğinden bahsedilir. Abdulkadir Geylani’nin de ism-i âzamı da olan, “Ya Hayy!” (يا حي ) lafzının ebcedî değeri 29 dur.

***
Bazı risalelerin kısımları da sıra numaralarıyla aynıdır. Yalnızca Lemalardan bazı risaleler:

4. Lema, Minhacü’s-Sünne Risalesi, 4 nüktedir.
7. Lema, Fetih suresinin son 3 ayetini tefsir eden 7 maddedir.
11. Lema, Sünneti Seniyye bahsi, 11 nüktedir.
13. Lema, Hikmetü’l-İstiaze Risalesi, 13 nüktedir. Hikmetü’l-İstiaze (حكمة الاستعاذه) terkibinde 13 harf vardır. Bu risale, Felak ve Nas Surelerinin tefsiri mahiyetindedir. Bu iki sure ise, ‘besmele’lerle beraber 13 ayettir.
25. Lema, Hastalar Risalesi, 25 devadır.
28. Lema, Eskişehir hapsinde Üstadın talebelerine yazdığı kısa kısa 28 fıkradır.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Bu tarz ince işaretler risalelerde kesretle mevcuttur.

***

Bir başka husus da, risalelerin çok yerlerinde ayetlere telmihlerin olmasıdır. Birçok numuneden bazılarına işaretler edelim:

Peygamberimizden bahseden 19. Söz’de (Reşhalarda) peygamberimizden “O nuranî burhan-ı tevhid” (Tevhidin nurani delili) diye bahsedilir. Bu ifadeye göre peygamberimiz hem “Nur” hem de “Burhan”dır. Burada iki ayete telmih vardır:

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (peygamber) geldi ve size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa 174)

“İşte size Allah’tan bir nur (peygamber) ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.” (Maide 15)

Bir diğer misal:

“Bir sultan-ı mûcizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki; büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: O zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak.”

10. Sözün 9. Hakikat’inde geçen bu temsilde Kur’an’ın bazı ayetlerine işaretler vardır. Şöyle ki: “Dağları kaldırır” derken Bakara Suresinde Tur Dağı’nın İsrailoğulları’nın üzerine kaldırılması; “Memleketleri tebdil eder” derken bir çok kavimlerin helak olup onların yerine başka kavimlerin yaratılmasına işaret olmakla beraber, yine Bakara Suresindeki Üzeyr (as) kıssasına işaret vardır. “Denizi karaya çevirdiğini” derken de Musa (as)’ın İsrailoğullarıyla beraber, Kızıldeniz’den geçmelerine telmih vardır.

Aşağıdaki ibarede ise başka bir nükte vardır:

Muhakemat eserinde Unsur-u Akide bölümünde Üstad, felsefe ve israiliyattan bahseder ve konuyu şöyle bağlar:

“Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.”[3] Burada belagat ilminin, arap edebiyatının ehemmiyeti vurgulanır ve Kur’an’ın mûcizevî sırlarının ancak Arapçanın belagatiyle anlaşılacağı belirtilir. Yalnız dikkat edilirse Üstad bu ibarelerde Arab edebiyatının, Arap belagatinin şaheserleri niteliğinde olan kitaplara da işaret eder. Şöyle ki, Delail-i İ’caz ve Esrar-ı Belaga, Abdulkahir Cürcani’nin eserleridir. Miftah Sekkaki’nin, Keşşaf ise Zemahşeri’nin eseridir.

Münazaratta da buna benzer yerler vardır.






[3] Muhakemat, Nesil yayınları, s. 2010. Âsâr-ı Bediiye, s. 221.



Kaynak:
Risale-i Nur'un Mahiyeti ve İstifade Yolları
İdris Tüzün


 

bimar

New member
Cevap: RİSÂLE-İ NUR’u Anlamada Manevi Cihet - 1 - Intisab

İslam tarihinde hiçbir kitaba biat edilmemiştir. Hiçbir kitaba da biat (intisab) istenmemiştir. Zira kitaba biat olmaz. İntisab Sünnet-i Seniyyedendir, şekli ve şartı vardır; Peygamberimizin huzurunda Ashab O'na intisab ederek, Peygamberimizin elinden tutarak mübarek huzurunda söz vermişlerdir. İntisabın şekli budur. Allah Teala da buyuruyor; Ashabın sana intisab (biat) ederken sen onların elinden tutmuştun ya; o sıra Allah'ın kudreti sizin eliniz üzerindeydi; yani Ashabın senin elinle Allah'a intisab ediyordu demektir.

Alimlere, Meşayıha intisab olur. Eserlere değil. Yazılı esere biat olsaydı Ashab bizzat Resulullah efendimize değil; Kur'an-ı Kerime intisab eder, o mübarek Mushafın huzurunda söz verirlerdi. Öyle olmadığı açıktır. Temel Kaynaklarımızı okuyanlar bu konuyu bileceklerdir. Ya da biat ve intisab konusu özel olarak kaynaklarımızdan bakılırsa anlaşılacaktır.
 

þiraze

Active member
Cevap: Risale-i Nur'dan nasıl daha fazla istifade edebiliriz - 10 - Mutala

tabıkı burda anlatılanlar kesınlıkle dogru

yalnız tek basına okuma durumu konusunda ben oyle dusunmuyrum

elbette beraber okundunda daha ıhlaslı ve anlasılır olur ama

mecbur kalan kardelrmızde şunu untmamlı ki her kıtab bır saıd

ama kesınlıkle beraber ookumalardan yanayım
 

Zuhr

Talebe
Cevap: Risale-i Nur'dan nasıl daha fazla istifade edebiliriz - 10 - Mutala

bir arkadaşımın bu konuya çok hoş bir yorumu var :)

bakis_acisi.png
 

Zuhr

Talebe
Cevap: RİSÂLE-İ NUR’u Anlamada Manevi Cihet - 1 - Intisab

İslam tarihinde hiçbir kitaba biat edilmemiştir. Hiçbir kitaba da biat (intisab) istenmemiştir. Zira kitaba biat olmaz. İntisab Sünnet-i Seniyyedendir, şekli ve şartı vardır; Peygamberimizin huzurunda Ashab O'na intisab ederek, Peygamberimizin elinden tutarak mübarek huzurunda söz vermişlerdir. İntisabın şekli budur. Allah Teala da buyuruyor; Ashabın sana intisab (biat) ederken sen onların elinden tutmuştun ya; o sıra Allah'ın kudreti sizin eliniz üzerindeydi; yani Ashabın senin elinle Allah'a intisab ediyordu demektir.

Alimlere, Meşayıha intisab olur. Eserlere değil. Yazılı esere biat olsaydı Ashab bizzat Resulullah efendimize değil; Kur'an-ı Kerime intisab eder, o mübarek Mushafın huzurunda söz verirlerdi. Öyle olmadığı açıktır. Temel Kaynaklarımızı okuyanlar bu konuyu bileceklerdir. Ya da biat ve intisab konusu özel olarak kaynaklarımızdan bakılırsa anlaşılacaktır.


Risale-i Nur akli deliller ile iman hakikatlerini açıklamayı hedefler ve izn-i İlaji ile bunu başarır.
akıl ve mantık çerçevesinde yapılan bir açıklamayı anlayıp uygulayabilmek için, bu açıklamanın yazılı metnini okumak yeterince istifade sağlayabilir. namazın neden beş vakitte kılındığı sorusunun cevabını bulmak için bir, bu sorunun cevabının okunması yeterli olur. neden namaz kılındığını öğrenmek isteyen kişi de yine bu sorusunun cevabının yazılı olduğu bir metni okuduğu zaman aklındaki soru işaretlerini kaldırabilir.
okuduğu şeyn doğru olduğuna emin olması, aklındaki vesveselerin giderilmesi için yeterlidir.

Risale-i Nur'a intisab etmek, orada yazılanların doğruluklarına emin olmaktır. Aklına takılan soruların net cevaplarını bu kaynaktan alabileceğine emin olmak ve bu şekilde bu eserleri okumak mütala etmek tefekkür etmektir. bu şekilde şüphelerden arınan akıl, vehimlere, vesveselere, şüphelere yenik düşmez ve kalp bu vesveselerden korunur. ve dinin emrettiği daire içinde yaşamaya devam edebilir, dinin gereği olan nefis terbiyesini yapabilir ve sair.

bu zamana kadar bir kitaba intisab istenmediği doğrudur. ve bu zamana kadar küfrün bu kadar yaygın olmadığı, küfrün şimdiki silahlarla saldırıda bulunmadığı da ayrı bir gerçektir. küfür yayılmak için hangi silahı kullanıyorsa, bizimde onu durdurmak için ona uygun silahları kullanmamız gerekir.

toplar tüfeklerle de savaşılabilir, nitekim Fatih İstanbulu o zor şartlar altında toplarla tüfeklerle feth etmiştir. ama Bizans kimyasal silahlar kullanıyor olsaydı, nükleer silahlar kullanıyor olsaydı, Fatih ordusunu sadece top ve tüfekle donatmazdı.
ve biz ona diyemezdik ki neden sadece top tüfek kullanmıyorsun.

Ashab, Efendimize a.s.m biat ederken, Kur'an-ı Kerim'e de biat etmiştir. haşa yaşayan Kur'an Efendimiz a.s.m a biat edip, kitabı ayrı tutmamışlardır.
Risale-i Nur'a intisab da yine risalelerin kaynağı olan Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeye intisabdır.

kavram karmaşasına sebebiyet vermenin, hizmetimize bir faydası olmayacağı gibi, derdimize bir dermanı davamıza bir katkısı da olmaz.

 
Üst