Mehmet Kırkıncı Hocaefendi

Sergerdan

Well-known member
attachment.php


Erzurum'daki hocalardan eğitim alarak kendisini yetiştiren Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, Bediüzzaman'la tanışmak üzere Erzurum'dan yola çıkar.

Trabzon üzerinden Ankara ve oradan da Isparta'ya geçecektir. Ancak o zaman, Samsun'da askerliğini yapmakta olan Bediüzzaman'ın talebesi Mustafa Sungur'u da görmek ister. Ancak elinde ne resim ne de adres vardır. O sırada, camiye namaz kılmaya gelen birisiyle karşılaşır: "Ona 'Sen Sungur Ağabey olmayasın?' dedim."

-Nasıl tanıdınız onu?

Kırkıncı Hocaefendi, Samsun'da bir hafta kadar kalır. Mustafa Sungur, kendisine 'Samanpazarı'nda Atıf Ural, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu Sözler'i basıyorlar. Git, orada misafir ol. Onlardan adres alır, Isparta'ya gidersin' diyerekten bir de mektup vererek Ankara'ya gönderir onları: "Orda gece sabaha kadar matbaada çalışıyorlar. Sabah namaza beraber durduk. Sabahtan ikişer-üçer çay içiyoruz, öğle vakti de her gün şehriye çorbası içiyoruz. Akşam da bir yerde yatılıyor ki, tahtakurusundan yatmak mümkün değil. Neyse oradan bir forma verdiler bize, bunu götürün Üstad'a diye." O zamanlar basılan bütün eserler Bediüzzaman'ın kontrolünden geçmektedir. Onun için basılan her nüsha Said Nursi'nin bulunduğu yere gönderilip, bizzat kendisi tarafından tashih edildikten sonra ancak basıma gönderilmektedir.

İşin içinde Bediüzzaman'ı da görmek olduğundan, bu iş için gönüllülerin sayısı oldukça fazladır: "Said Özdemir, Üstad'ın talebelerinden Rüştü Çakın'ın adresini verdi, 'Ona gidin, o sizi üstad'a götürür' dedi. 'Ama herkese sormayın' dedi. O da bizi iyice korkuttu. Öylece Isparta'ya indik. 'Yahu kime sorsak?' 'Buna soralım.' 'Yok yok, ne olur ne olmaz' 'Buna bak, iyi adama benziyor.' 'Yok yok kardeş.' 'Bak bu sakallı.' 'Sakallı olmaktan mı...?' Sonra dedim Zekeriya Efendi'ye 'Gidelim kuşluk namazlarını kılalım bari de orada sorarız.' Namaza durduk, baktım üç kişi geldi, ama onlar namaz kılmadılar. Bir tanesi 'Sizin bu zatı anladığınız yok, size nasıl anlatayım? Nebi gibi bir adam' diyor. Kulak kabarttım. O da Üstad'ı anlatıyor.

Namazı kıldım, selam verdim, hemen onların yanına gittim. Sustular, katiyyen konuşmuyorlar. Benim onlardan şüphem yok, onlar benden şüphe ediyorlar. Dedim 'Merhaba Efendim...' İşte 'Merhaba... Nereden geldin sen?' dedim 'Erzurum'dan.' Anlattık, anlatınca da 'Haa hoş geldin' deyip bizi Rüştü Çakın Efendi'ye götürdüler. Ben de, bizim oralarda meşayıhlar sakallı, minderlerde oturuyor. Zannediyorum ki, bunlar da öyle. Neyse gittik, Rüştü Çakın Efendi'nin dükkanına, boya dükkanı var. Başında şapka. 'Rüştü Ağabey sen misen? Rüştü Çakın sen misen?' 'Evet.' Allah Allah. Hayalimdeki Rüştü Çakın ile gördüğüm arasında tezat var bende. Neyse 'Üstad'ın yanına şimdi gitme' dedi. 'Keçiler var' diye de ilave etti. Keçi ne? Sonradan öğreniyoruz tabii."

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, ikindiye kadar orada bekledikten sonra yola çıkar: "Tahiri Ağabey açtı kapıyı. Zübeyr Ağabey falan var içeride. Biraz sonra kapı açıldı, baktık Üstad Hazretleri. Zannettim bulutların üzerinde... Rüyadaki gibi."

 
Üst