Nur’un büyük kahramanı: Bekir Berk

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
bekirberkbyk.jpg


“Mazlumların Avukatı” olarak bilinen ve Bediüzzaman Said Nursi’nin de avukatlığı yapan Bekir Berk için, laikliği dinsizlik olarak anlayıp o şekilde uygulayanların zulmüne maruz kalan masum ve mağdur insanları müdafaa etmek hayatının en büyük gayesi oldu. Bu uğurda büyük bir hukuk mücadelesi başlattı. Yanında taşıdığı kefeniyle Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna sayısız kilometreler kat etti.

Bediüzzaman Said Nursi’nin kendisine “Nurun En Büyük Kahramanı” diye iltifat ettiği, iman davasının yılmaz savunucusu merhum Avukat Bekir Berk’in vefat yıldönümünde kendisini bir kere daha rahmet ve mağfiretle anıyoruz.
Bekir Berk’ten, gençliğinden beri hayal ettiği Komünizmin bitişinin sembolü olan Berlin Duvarı’nın yıkılışında hazır bulunduktan sonra Köln’de bir dost meclisinde, inananları savunmakla geçen ömründe yaşadığı ilginç hatıralardan birkaçını anlatmasını rica ederler. Bekir Berk, bunun üzerine onlara aşağıdaki iki hatırasını anlatır. Bekir Berk’in bu hatıralarını kendi ifadeleriyle takdim ediyoruz. Bu hatıraları okudukça, böyle bir savunucuya halen ülkemizin ne kadar muhtaç olduğunu bir kere daha anlayacak, ona olan minnet borcumuza karşı dualarımızı tazeleyeceğiz.
Ruhun şad olsun büyük mücahit; kabrin nur olsun, “Nur’un En Büyük Kahramanı!”

İslam’a hizmet vazifemiz
Trakya’da TCK aleyhine hareket ettikleri iddiası ile bir Kur’an kursunun kapatılması için dava açılır. Oradaki arkadaşlar bana haber vererek, “Bizim davamıza girer misin?” diye sordular. “Girer misin” ne demek, benim vazifem o, mümini, Müslüman’ı müdafaa, İslam’a hizmet vazifemiz... Arkadaşlar vekâletname çıkardılar, bana gönderdiler. Ben müsait bir günde arkadaşlarımla beraber Çerkezköy’e gidip dosyayı inceledim, aleyhine dava açılanlarla görüştüm ve duruşma gününü aldım.
Duruşma günü geldi, mahkemeye girdim, sorgu yapıldı, savcı ayağa kalktı. Söz isteyerek bir talebi olduğunu söyleyip, “Efendim, biz bu Kur’an kursu hakkında dava açıyoruz, ama Kur’an kursları Türkiye’nin birçok yerine dağılmışlar, yurtlar açmışlar, kurslar açmışlar. Bunların hepsi ve bu kurs açanların hepsi Anayasa’nın laiklik esaslarına aykırı olarak kurulmuştur. Laik bir memlekette laik bir devlette Kuran kursu ve yurdu olamaz. Bu anayasanın laiklik ilkesine, prensiplerine aykırıdır. Bu sebeple evvelemirde Kur’an kurslarıyla ilgili maddenin, buna müsaade eden maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne müracaat edilmesini, dosyanın oraya gönderilmesini talep ediyorum” dedi.
Savcı böyle söyleyince iş değişti. Önce küçük bir bölgedeki dava iken bütün Türkiye’deki Kur’an kurslarını, Kur’an hizmetinde bulunanları hedef alan bir dava haline girdi ve tam bir iman-küfür savaşı haline dönüştü.
O zaman ben şunları söyledim:
“Sayın savcı laiklik prensiplerine dayanarak Kur’an kurslarının bu prensibe aykırı olduğunu ve bu sebeple onlara bu hakkı tanıyan maddenin iptalini istiyor. Devlet laiktir, fakat laiklik iki nevidir: Biri; Rus tipi laiklik, komünist tipi laiklik, dine harp ilan eden laiklik... Dini, dindarı, Kur’an’ı hedef alan, onları imha etmeye çalışan laiklik. Bir de Garp tipi laiklik vardır. Din ve dindarlar kendi hizmetlerini yapar, devlet de kendi hizmetini yapar ve birbirlerine müdahale etmezler. Sayın savcı hangi tip laikliğe dayanıyor? Komünist tipi laikliği mi benimsiyor, yoksa Garp tipi laikliği mi benimsiyor? Önce bunu açıklaması icap eder. Onun talebi komünist tipi laikliğe uygun bir taleptir, fakat Türkiye Cumhuriyeti laiktir ama bu laiklik aynı zamanda din ve vicdan hürriyetini tanımıştır; vatandaşın vicdan hürriyeti vardır, din hürriyeti vardır, dini öğrenme hürriyeti vardır, dini yayma hürriyeti vardır. Bu Garp tipi laiklik anlayışını benimseyen ülkede Anayasa’nın din ve vicdan hürriyetiyle ilgili, din hürriyetiyle ilgili maddeleri karşısında Kur’an kursları ve dershaneleri ve bunlara bu hakkı tanıyan hükümler hiçbir şekil ve surette Anayasa’ya aykırı değildir. Dava burada görülecektir; bu kanuna aykırı bir hal var mı yok mu bize onu sorunuz, biz onun cevabını verelim, müdafaamızı arz edelim. Savcının davanın Anayasa Mahkemesi’ne havale edilmesi ve Kuran kurslarının iptaline karar verilmesine kapı açılması talebinin reddini talep ediyorum.”
Hâkim bunun üzerine duruşmaya ara vererek savcı ve beni içeri çağırdı. Savcı iddia ediyor, biz müdafaa ediyoruz. Hâkim, “Ben kararımı yazdım, önce ara kararımı okuyorum” dedi ve şunları okudu: “Gereği düşünüldü; her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti laikse ve Anayasa’da laiklik hükümleri varsa, aynı anayasada din hürriyeti ile ilgili, vicdan hürriyetiyle ilgili hükümler de vardır ve bu kurslar da bu hükümlerin dâhilinde faaliyet göstermektedir. Bu bakımdan savcılığın Kur’an kurslarının iptalini temin bakımından Anayasa Mahkemesi’ne iptal davasının açılması talebinin reddine karar verilmiştir.”
Daha sonra bize, “Aksi takdirde müdafaalarınızı yapın” dedi. “Biz zaten diyeceğimizi dedik. Din, vicdan hürriyeti, fikir hürriyeti biçiminde vicdani ve dinî görevimizi yapıyoruz. Kur’an kursunda Kur’an dersleri anlatılıyor, öğretiliyor. Müvekkillerimin bütün faaliyetleri bundan ibarettir. Bu bakımdan davanın reddine, mazlumların beraat kararını talep ediyorum.” dedim.
Hakim, “Gereği düşünüldü. Mazlumların hareketlerinde cemiyetler kanununa aykırı bir cihet görülmemiştir. Kursların kanuna aykırı bir faaliyeti müşahede edilmemiştir. Savcının bu minvaldeki mazlumların tecziye talebinin reddine, mazlumların beraatına karar verilmiştir” dedi.

Dört günde dört şehirde
Pazartesi günü İstanbul’da, salı günü Rize’de, çarşamba günü Çanakkale’de Perşembe günü de Bitlis’te davam var. Şimdi dört dava ama birbirine arapsaçı gibi girmiş, birine gitsem birine gidemeyeceğim. Eskiden imkânlar da kısıtlı...
Yetişip yetişememek benim elimde değil; Allah’ın kudreti dâhilinde... Pazartesi günü İstanbul’daki davaya girdim. Ardından Rize’deki davanın dosyasını aldım, Ankara uçağına bindim, Ankara’da hemen Samsun uçağına bindim. Samsun’da Hamdi Sağlamer karşıladı beni. Otobüse bindik, gece yarısı Trabzon’a vardık. Trabzon’da Müslüm Selçuk’un arabasıyla Rize’ye gittik. Gece Rize’de bir otelde yattım, sabah mahkemeye gittim. Hâkime, “Yarın Çanakkale ağır cezasında davam var. Erken saate alır mısın?” dedim, kabul ettiler. Davalı da Kuran kursunda vaaz vermiş bir hoca efendi... Davaya girdik, savcı müdafaasını verdi, ben müdafaamı yaptım, mahkeme beraat kararını verdi, tahliye etti. Ben de ondan sonra Rize’den ayrıldım.
O sırada sahil yolu yapılıyordu, yol dinamitlendiği için bazı zamanlar trafiğe izin verilmiyor. İşçiler “Dur” diye kırmızı bayrak salladılar, dinamit patlatılacak. Trabzon’daki uçağa yetişmemiz lazım, “Bas gaza!” dedim. Adamlar arkadan bağırıyor, dinamitler patlamaya başladı. Dinamit patlıyor biz gaza basıyoruz, patlıyor biz gaza basıyoruz... Trabzon’a vardığımızda uçak motorlarını çalıştırmış kalkmaya hazırlanıyor. Uçağa bindim, ver elini Ankara. Ankara’dan İstanbul’a. Cağaloğlu’nda yazıhanede dosyalarımı değiştirdim, Sirkeci’ye indim. Otobüsler o zaman Sirkeci’den kalkıyordu. Eceabad’a kalkan bir otobüse bindim, tangır tungur, tangır tungur sabaha kadar devam ettik bu şekilde. Eceabad’da deniz çok dalgalı, karşıya geçilmiyor, ne yapacağız derken, büyük bir motor “Ben geçiririm sizi” dedi ama kimse binmeye cesaret edemiyor; motor denizde bir iniyor bir kalkıyor. Bindik, Allah’ın izniyle geçtik Çanakkale’ye. Orada otelde 1,5 saat dinlendim, ardından mahkemeye girdim. Müdafaamı yaptım, beraat kararı çıktı.
“Nereden geldin?” diye sordular; “Rize’den...” “Nereye gideceksin?” “Bitlis’e...” “Sakın bunu başkalarına söyleme” diyorlar. Kimse inanmıyor gidebileceğime. Allah’tan o gün Çanakkale’den İstanbul’a uçak var. Haftada iki gün uçak var, o güne rastlamış. O uçağa bindim, İstanbul’a; İstanbul’dan uçakla Ankara’ya, Ankara’dan Diyarbakır uçağına yetiştim. İndim Diyarbakır’a... Orada Fikret Özdemir Bey karşıladı. Otobüsler dolmuşlar gece vakti gitmiyor Bitlis’e, yolda eşkıya var. Bir taksi ayarladılar, silahlarını da aldılar, bindik taksiye, sabah namazına Bitlis’e yetiştik. Saat dokuzda adliyeye vardık. Savcı mütalaa verdi, ben şiddetli bir müdafaa yaptım ve mahkeme mağdurun tahliyesine karar verdi, ben de ayrıldım.
Şimdi bakın, dört gün içinde ne oluyor... Bu bir insanın yapabileceği bir şey değil; bu, Allah’ın inayetidir. Allah hükmederse, inayet ederse yetiştirir.
 
Üst