İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ...

nurhadimi

üye Sorumlusu
“İnsan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder. Meselâ:

İnsan ruhu, derinliğine erişilmez ve genişliğine akıl ermez bir manevî ummandır. İnsan kalbi, bütün İlâhî isimlerin tecellilerinden bir nakış, bir işaret taşır.

İnsan ruhundaki bazı hisler inkişaf etmişler, yaniharici alemle ilgi kurmuşlar, bazıları ise etmemişlerdir. Bu ikinci kısımda harici alemle temas kurmak yerine “his ve hassasiyet suretinde galeyan” söz konusudur. Bunların bütün faaliyetleri iç âlemde görülür. Coşmaları da içerdedir, sakinleşmeleri de. İçeride genişler, içeride derinlik kazanır, içeride yükselir ve alçalırlar.

Ruhtaki görme sıfatı, göz vasıtasıyla dış âlemdeki eşyayı görmekte ve insan ruhuna, semaları, denizleri, dağları seyrettirmektedir. Kulak, sesler âlemiyle, dil ise tatlar âlemiyle ilgi kurar ve ruhu o âlemlerde gezdirir.

Ruh, inkişaf eden bu hislerle âlemleri dolaşırken, inkişaf etmeyen hisleriyle, çok daha ulvî mânâlara yönelebilmekte, yaratılış gayesi olan, iman ve marifet sahasında çok daha yüksek hedeflere yürüyebilmekte, uzanabilmektedir.

İşte yukarıda verilen hakikat dersiyle, insanın bu engin sermayesine işaret edilmekte ve kendini bu mânâda değerlendirmesi için de kılavuz olacak bazı kaideler oraya konulmaktadır.

Otuzuncu Söz’de, insandaki sıfatlar âleminin nasıl değerlendirileceği ve bu sıfatlardan İlâhî sıfatlara nasıl intikal edileceği açıklanır. Burada ise, daha çok İlâhî şuunata dikkat çekilir.

Bize verilen bu zengin sermaye ile İlâhî sıfatlar ve şuunat sahasında bir derece marifet kazanmak istediğimizde, şu iki şartın mutlaka yerine gelmesi lazımdır.

- Zât-ı Akdes’in kudsiyetine
- Gına-yı mutlakına münasib ve lâyık olması.
Bu iki şart üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Zât-ı Akdes’in kudsiyetine münasip ve layık olma şartı: Biz, meselâ, ‘sevmek’, “memnun olmak” dediğimizde hemen kendi sevgimizi ve memnuniyetimizi ölçü alır ve Allah’ın sevgi ve memnuniyetini bunlarla anlamaya çalışırız. Halbuki, insanın aklı gibi, hayali ve his dünyası da mahluktur. Ve Allah’ın bir sıfatı ‘Muhalefetü’n-lil-havâdis’tir. Yani, Allah, kendi yarattığı mahlukatına hiçbir cihetle benzemez.

‘Havâdis’, hadis olanlar, sonradan yaratılanlar demektir. Allah ise Kadîmdir, Ezelîdir. Ezelî olanın, ne zatı, ne de sıfatları hâdis olanların zatlarına ve sıfatlarına benzemez.

O halde, insan kendi sıfatlarının mahluk ve sınırlı olduklarını ve İlâhî sıfatların bunlarla bilinmekten ve anlaşılmaktan münezzeh ve mukaddes olduğunu, öncelikle, dikkate almalıdır.

Bizdeki sıfatlar İlâhî sıfatların ancak varlıklarını bildirebilir, mahiyetleri hakkında hiç mi hiç fikir vermez.

Sıfatlar için söylenenler, şuunat için de aynen geçerlidir. Allah’ın ne sevmesi bizim sevmemizse benzer, ne de memnuniyeti bizim memnuniyetimize.
“Gınayı mutlaka münasipve lâyık olma şartı: Allah mutlak Ganidir, yani mahlukatın hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur. Zira o şeylerin hepsini yaratan kendisidir. Yaratanın, yarattığına muhtaç olması ise düşünülemez.

Allah, güneşin ışığına muhtaç olmadığı gibi, kalbin imanına ve muhabbetine de muhtaç değildir. İftihar etmek, müferrah olmak gibi mânâları düşünürken, bunların, bizde olduğu gibi, bir ihtiyaçtan doğmuş olamayacağını, Allah’ın her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve Gani olduğunu özellikle dikkate almamız gerekiyor.

İşte insan, bu iki şarta riayet ettiği takdirde kendi ruh âlemindeki birçok histen, duygudan ve mânâdan İlâhî şuunata karşı marifet yolları bulabilir.
Bu şartları taşımayan bir düşünce, insanı ancak sapıklığa, dalâlete sürükler.


30. lema
 
Üst