nükte-i i'caziye

mihrimah

Well-known member
nükte-i i'caziye işarat'ül i'caz


اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرً وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ *

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Gayet kısacık bir meali: Yani "Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terketmez. İmanı olanlar, onun Rablarından hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir diyorlar. Allah onun ile çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalâlete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki; Allah'ın taatinden hurucla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah'ın akrabalar arasında veya mü'minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsaddır; dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır."

Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihât-ı nazmiyesi üçtür. Maahâza, bu âyetin meâli; hem mâkabline, hem mâba'dine, hem Kur'anın tamamına bakıyor.

Mâba'dine olan vech-i irtibatı: Evet, vaktâ ki Kur'an-ı Azîmüşşan; sinekten ankebuttan misâl getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti; müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki:



sh: » (İ: 156)

"Allah azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler." Kur'an-ı Kerim bu âyetle ağızlarını vurarak kapattı.

Mâkabline cihet-i nazm ve irtibatı: Evet, Kur'anın ihtiva ettiği sıfât ve mezâyânın hiçbir kelâmda, hiçbir kitabda, hiçbir şahısta bulunmadığı sure başında isbat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvveti de Kur'anın i'cazıyla isbat edildi. Kur'anın i'cazı dahi tahaddi ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına davet etmekle isbat edildi. Çünkü muarazaya yapılan davet, sükût ile cevablandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılâbı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur'an-ı Kerim'in bu isbatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kur'an her hususta hadd-i kemale baliğ olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır. Ezcümle: كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاءِ gibi âdi, kıymetsiz misâllerden Kur'anın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beyn-en-nâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar, diye mugalâta ile halt etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak îcab eder. Onların pek vâhî ve zaîf şübheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş'et etmiştir. O vehimler de, bazı mugalâtalardan husule gelmişlerdir.

Onların Kur'anın kemalini tenzil etmek için, Kur'anın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri, "kıyas-ı maalfârık"tır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları mugalata ile bu kıyasa sevkeden noktalar:

1- Onlar her şeye, me'luflarına baktıkları nazar ile bakıyorlar.

2- Onlar insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem'inin cüz'î olduklarını ve cüz'î olduklarından, kasden ve bizzat iki şeye beraber taallûk edemediklerini nazara almışlardır.

3- Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani yüksek şeylere



sh: » (İ: 157)

ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştigal edenin himmeti alçaktır.

4- Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zaîf, küçük birşey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.

İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden Cenab-ı Hakk'ı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: "Allâh celâl ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz'î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?" Acaba o süfeha takımı; Allah'ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şamil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki; Cenab-ı Hakk'ın azametine mikyas, ancak mecmu' âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki; Cenab-ı Hakk'ın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki; eşcar kalem, denizler mürekkeb olsa, o kelimatı yazıp bitiremezler.(Haşiye) Meselâ: Şems; âkıl, ihtiyar ve irade sahibi farzedilse, ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı "Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meşgul oldu ve ne

___________________________

(Haşiye): Bu mealdeki âyette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikata, vakıa bakılırsa ziyadelik yoktur. Çünkü; "kelime", bir manayı ifade eden şeye denir. Amma Nahvîlerin lâfz ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet; biri kal, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kalin kelimatı elfaz ise, lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şâirinوَفِى وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌا dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık'ın azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir. Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkeb, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de, onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza, herbir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hâl böylece ilâ-gayr-ın nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk'ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk'ın azametine delâlet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatta اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır.

Mütercim Abdülmecid



sh: » (İ: 158)

için ona ziyasını verdi" diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok. Binaenaleyh gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san'at ile ve büyük bir ihtimamla halkettiği gibi, cevher-i ferd ile tâbir edilen zerre de onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i san'atıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında cevahir-i ferd, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah'ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır. Zât-ı Akdes'e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tegayyürleri yok ki, mertebeleri olsun. Maahâza acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, Kudret-i İlâhiyede zerre ile şems arasında fark yoktur. Meselâ terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farzedilse, aralarında müsavat ve müvazene bulunduğundan hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur; ikisi de birdir. Kezalik mümkin olan bir şeyin tarafeyni, yani vücud ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre.. bu hususda hepsi de birdir.

Hülâsa: Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlık'ın halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dâhil oldukları bedihîdir. Bu itibarla onlardan bahsetmekte bilbedahe müşahhat (münakaşa etmek) yoktur. Kur'an-ı Kerim اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani halkeden Hâlık, mahlukunu bilmez mi ve bilmemesinin imkânı var mı? Öyle ise mahlukundan ne için bahsetmesin, ne için mahlûkiyla konuşmasın?

İkinci Mugalâta: Onlar, "Kur'anın üslûbları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür" diyorlar. Çünkü Kur'anda bahsedilen âdi işler ve hakîr şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu câhil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki, söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur'anın muhatabı beşerdir. Kur'anın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belâgatın iktizası üzerine Kur'an beşerin hissiyatıyla memzuc olan üslûblarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin. Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat-pat söylediği

sh: » (İ: 159)

sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alış-verişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve i'talar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i'ta edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer kat'iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.

S- Hakikaten, eşyanın hakareti, hısseti; kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafîdir?

C- Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik; eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nâzırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zâhiriye vaz'edilmiştir ki, sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti, yani iç yüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taallûk ettiği bu cihette, hiçbir şey kudretin taallûkundan hariç değildir. Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zâhiriyenin vaz'ını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahâza bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur'an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur'andan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Haşiye-1) bir sivrisineğin yaratılışı, san'atça filin hilkatinden dûn değildir. Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.

S- Şu temsillerde görünen hakaret-i zâhiriye neye aittir?

C- O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne şeye temsil getirilmişse, ona aittir. Zâten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, "Padişah iyi yapmadı" diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından; Cenab-ı Hak sineği (Haşiye-2) onlara musallat kılmıştır; ve ibadetleri

(Haşiye-1): Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galib ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh hilkatça dûn ise de, cesaret hususunda faiktir.

Mütercim Abdülmecid

(Haşiye-2): Bir A'rabînin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki, bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَاْسِهِ demekle, sanemi kırmış atmış. Demek sanemlerin hakaretinden, yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.

Mütercim Abdülmecid



sh: » (İ: 160)

de o kadar çirkindir ki, نَسْجُ العَنْكَبُوتِ ile, yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.

Üçüncü Mugalâta: Onlar diyorlar ki: "Hakikatı izhar etmekte, aczi îma eden bu gibi temsilâta ne ihtiyaç vardır?"

Elcevab: Kur'anı inzal etmekten maksad, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nâs, çıplak olan hakaiki göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak lûtuf ve ihsanıyla hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:

Evet اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi onların îrad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.

1- Allah'ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahr ve itab etmekte ve onlardan şikayet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki; âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir te'siri vardır.

2- İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerin getirilmesi... Zira bu Kur'anın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.

3- Kelâmın arkasında, üslûbların arasında insanın timsali görünür.

4- Hakaik, temsilâtla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar etmekten âciz olduğuna delalet eder.

5- Getirilen temsiller, âdi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni inhisar altında olduğuna emaredir.

6- Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zaif olduğuna delildir.

7- Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından; terki zikrinden evlâdır.



sh: » (İ: 161)

8- Bilhassa, ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.

Kur'an-ı Kerim bu itiraz silsilesini, اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا ilââhir cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır.

1- Eşyanın iç yüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celâle münafî olmadığı gibi, Ulûhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, Ulûhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, tebaasından Çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.

2- Belâgat ve hikmetin iktizası üzerine, hakîr manaları ifade için hakîr temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.

3- Âdi temsillerde bir beis yoktur, terbiye ve irşad öyle ister.

4- İnayet-i İlahiyenin iktizası üzerine, hakaik temsilâtla tasvir edilir.

5- Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslûbları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır.

6- Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk'ın insanlar ile konuşması zarurîdir.

Hülâsa: Cenab-ı Hak, insanlara cüz'-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef'ale masdar yaptı. O âlem-i ef'ali bir nizam altına almak üzere Kelâmını, yani Kur'anını da o âlem-i ef'ale gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir proğram, itirazlara mahal olamaz.

فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبّهِمْ

Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince: Evvelki cümledeki hükmü isbat için bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def'ediyor. Şöyle ki:

Her kim inayet-i ezeliye ile Rububiyet-i İlahiyeyi gözönüne getirip Allah cânibinden, kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَةً ve emsaliyle



sh: » (İ: 162)

getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak'tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar. Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüd etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır. Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.

Hülâsa: Allah'ın sun'una, ef'aline, kelâmına, temsilâtına, üslûblarına; inayet ve Rububiyetini mülâhaza etmekle beraber Allah'ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz'î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaîf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı'nı gözün rü'yetinden men'eden sineğin kanadı gibi; zaîf, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder.

وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا ilââhir. Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı: Evet temsilât-ı Kur'aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkûr temsilâttaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:

Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur'aniyeye bakan olursa; tabii o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımiyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddüdlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur'an-ı Kerim, ihtisar



sh: » (İ: 163)

ve kinaye tarîkıyla onların inkârı tazammun eden istifhamlarına, مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için, burada لاَ يَعْلَمُونَ nin zikri lâzım iken مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً ilââhir denilmiştir.

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرً وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا : Bu cümle, onların temsilâtının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevabdır. Fakat Kur'an-ı Kerim usûl ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilâtın akibetini yani temsilâta terettüb eden dalâlet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalâlet ve hidayet, temsilâta illet olamaz. Eğer illet olsa, cebr olur. Ancak temsilâtın sebeb ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar "Ne için böyle oldu? Ne için i'caz bedihî olmadı? Ne için Allah'ın kelâmı olduğu zarurî olmadı? Ne için bu temsilât yüzünden vehimlere meydan verildi?" diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kur'an-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:

O temsilâtı nûr-u iman ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkid hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünki nazarîdir, bedihî değildir. Evet, bu temsilât, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları neşv ve nemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede ile bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.

S: Diyorsun ki:''Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?''



sh: » (İ: 164)

C: Cenab-ı Hak verdiği cüz'-i ihtiyarî ile ef'al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev'in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.

S- İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebeb olur ki, "Şeriat rahmettir" diyorsunuz. Halbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

C- Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünki bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sünbüllenip ağaç olmasına sebeb olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet etmiş olur. Veyahud bir maden ateşte eritilse, beşte biri altun, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebeb olur. Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebeb ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terkettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalâlet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalâletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin



sh: » (İ: 165)

îmanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne âmilidir.

وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ : Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti: Evet Kur'an-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinde dalâlete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sâmi' korktu. "Acaba o dalâlete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur'anın nurundan zulmet nasıl geliyor?" diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır ki: "Onlar, fâsıklardır. Dalâlete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâb eder." Evet şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbad olur.

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ

Bu cümlenin evvelki cümle ile vech-i nazmı: Evet, bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:

Fısk; haktan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş'et eder. Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhûd-u İlahiyye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak'la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan râbıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan وَيَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ cümlesiyle işaret edilmiştir.



sh: » (İ: 166)

Ve keza dünyanın nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ cümlesiyle işaret edilmiştir. Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikâdâta âit Rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla, fâsıklar hem nev'inin zararına, hem Arz'ın fesadına çalışmış olur.

اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda te'kididir. Şöyle ki:

Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, Arz'da fesad yapmak gibi fâsıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdid ve korkuyu te'kid için, fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir:''O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalaletle tebdil eden kafasız adamlardır.''

Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

Evvelâ bunu bilmek lâzımdır ki, Kur'an-ı Kerim'in âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri; saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir âyet bir maksadı takib ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takib ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor: عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُYani: ''Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar." Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'in selaseti ve yüksek belâgatı ve nakşındaki inceliği tabaka-i i'caza vasıl olmuştur.

اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا



sh: » (İ: 167)

Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:

اِنَّ kelimesi, hem hükmün hakikata bağlı olduğuna, hem hükümde vâki olan tereddüd ve inkârların def'ine delâlet eder. Öyle ise bu اِنَّ , âyetin başında zikredilen müteselsil tereddüdlere işarettir.

اَللّه kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani "Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah'ı mümkinata kıyas ediyorsunuz, Allah ünvanını taşıyan zât, mümkinata kıyas edilebilir mi?"

S- لاَ يَسْتَحْيِى Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte faide yoktur. Binaenaleyh لاَ يَسْتَحْيِى yerinde لاَ يَتْرُكُ denilmiş olsaydı, muhaliyete mahal kalmazdı?

C- بَعُوضَةً ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karşı temsili terketmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyle ise o temsili terketmeye aslâ sebeb bulunmadığına işareten, لاَ يَسْتَحْيِى kelimesi لاَ يَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünki لاَ يَتْرُكُ kelimesi, bu manayı ifade edemez. Yahud يَسْتَحْيِى nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri اَمَا يَسْتَحْيِى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ yani "Muhammed'in Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?" diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيِى kelimesine müşakelet



sh: » (İ: 168)

ve müşabehet içindir. Kur'an-ı Kerim belâgatça kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ üslûbuna binaen, onların kullandıkları يَسْتَحْيِى kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından اَنْ يَضْرِبَ yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasib olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, lâtif bir üslûba işarettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasıl ki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur. Yahut اَنْ يَضْرِبَ ile paranın darbına îma edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke; gümüş ve altuna kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def'etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid'a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet durub-u emsal, malûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan ضَرْبٌ masdarı üzerine اَنْيَضْرِبَ nin fiil sîgasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzât temsil olmayıp, بَعُوضَةً hakareti olduğuna işarettir. Çünki temsiller haddizâtında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sâbit olmadığından, sanki lâtiftir. Mütekellimin kasdı onda durmuyor, mef'ule geçiyor. Masdar olanضَرْبٌ ise, isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdını cezbedip, mef'ule vermemesi ihtimali vardır.

Binaenaleyh اِنَّ اللّهَ لاَ يَسْتَحْيِى ضَرْبَ الْبَعُوضَةِ مَثَلاً denilmiş olsaydı;



sh: » (İ: 169)

اِسْتِحْيَا mahalli, ضَرْبْ olurdu. Halbuki istihyânın mahalli, بَعُوضَةً dir.

مَثَلاً : Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan birşeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir. مَثَلاً deki tenkirden anlaşılır ki, burada medar-ı nazar, bizzât meselin zâtıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.

مَا ta'mimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki, cevab yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.

بَعُوضَةً : Pek çok küçük ve hakîr şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً tahsisi, ind-el büleğa temsil için isti'mali çok olduğuna binaendir.

فَمَا فَوْقَهَا Yani: Kıymet ve belâgatça baûdanın (sinek) mâfevki veya küçüklükte baûdanın madûnu veyahud hem kıymette hem küçüklükte baûdanın madûnu olan şeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tabiri, küçük şeyin belâgatça daha garib, hilkatça daha acib olduğuna işarettir.

فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا اَرَادَ اللّهُ بِهذَا مَثَلاً

Bu cümlenin evvelki cümleden teferru' ve teşa'ub ettiğini ifade eden (ف) , bu cümleyi her iki şıkkıyla intac eden zımnî ve gizli bir delile



sh: » (İ: 170)

işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:

Cenab-ı Hak, temsili terketmez. Zira belâgatın iktiza ettiği bir temsildir. Belâgatın iktiza ettiği şey terkedilmez. Öyle ise Cenab-ı Hak bu temsili terketmez. Binaenaleyh insafı olan, o temsilin belîğ, hak ve Allah'tan olduğunu bilir. İnad ile bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer. Hülâsa: Mü'min, insaflı olduğu için Allah'tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inadcı olduğundan, "Bunda ne faide var?" der.

اَمَّا : Bu اَمَّاşart edatıdır. Dâhil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım; veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar. Evet bu اَمَّا , iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz'edilmiştir. Binaenaleyh burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ cümlesinin اَلَّذِينَ آمَنُوا cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder. Yani imanı olanın şe'ni, onun hak olduğunu bilmektir.

Kendisinden daha kısa olan اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine bedel اَلَّذِينَ آمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu bilmek îman olduğuna işarettir.

Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasib olan اَنَّهُ الْبَلِيغُ cümlesine tercihan اَنَّهُ الْحَقُّ denilmesi, onların itirazlarından kasdettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onların maksadları, Allah'dan olduğunu nefyetmektir. اَنَّهُ الْحَقُّ hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız بَعُوضَةً temsilidir. بَعُوضَةً gayrısı ve بَعُوضَةً daha iyisi, ayıblardan hâlî olsa bile, belâgatça بَعُوضَةً yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıblardan selâmet, kemale delil olamaz.



sh: » (İ: 171)

مِنْ رَبِّهِمْ : O temsilin, Rablarından nâzil olduğunu ifade eden bu kayıd, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.

وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا : Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve te'kidi ifade ediyor. اَلَّذِينَ كَفَرُوا nun اَلْكَافِرُونَ kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkârı, kalblerinde rüsuh peyda eden küfürden neş'et ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.

Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ nin mutabakatı için burada فَلاَ يَعْلَمُونَ denmesi münasib iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir. Takdir-i kelâm: "Küfrü olan adam, hakikatı bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür." Ve keza kendileri dalalette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalâlete sürüklediklerine işarettir.

يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا : Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذِينَ آمَنُوا mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasib olan يَهْدِى بِهِnin takdimi lâzım iken, يُضِلُّ بِهِ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelâmdan maksad, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen يُضِلُّ بِهِ kesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştır.

S- ''Dalâlet'' yerine يُضِلُّ , ''hidayet'' yerine يَهْدِى yani masdardan fiile olan udûlden maksad nedir?

C- Fiil-i muzari teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden; yirmiüç



sh: » (İ: 172)

sene devam eden nüzul-ü Kur'anın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü'minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir. Ve keza, bu cümle مَاذَا اَرَادَ اللَّهُ ilââhirihi cümlesiyle işaret edilen istifhama cevab olduğu için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek îcab etmiştir. Ve bu îcaba binaen, masdara tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir.

كَثِيرًا : Evvelki كَثِيرًا den kemmiyet ve adedce çokluk irade edilmiştir. İkinci كَثِيرًا den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur'anın nev'-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir. Evet insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur'anın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taşıyan az olsa da, çok görünür.

وَمَا يُضِلُّ بِهِ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ : Evvelki cümlede mutlak ve mübhem olarak zikredilen كَثِيرًا den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddüdleri bu cümle ile şöyle def'etmiştir ki: ''Dalâlete gidenler, fâsıklardır. Dalâletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise, kesbleridir. Suç onlarda olup, Kur'anda değildir. Dalâleti halketmek, yaptıklarının cezası içindir.''

Yine bilinmesi lâzımdır ki; bu cümlelerin herbirisi mâkablini şerh ve beyan eder; mâba'di de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâba'dine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz:

1- Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü O temsili terketmez. Hem o temsil, belîğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah'ın kelâmıdır. Bunu da, mü'min olan kimseler bilir.

2- Allah münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden hayâ etmez. O münkirler, "O temsilin terki lâzımdır" diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler, hem "Bunda ne faide var" derler. Hem, inkâr ediyorlar, zîra hakîr görüyorlar. Hem işitmeleriyle dalâlete girdiler, zîra Kur'an onları dalâlete attı. Hem onlar, fıskla kabuklarından çıktılar, hem Allah'a



sh: » (İ: 173)

olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi kestiler, hem arz'da Allah'ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah'ın gazabıyla ebedî bir azab içinde kalan onlardır.

اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ

Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki; Kur'an-ı Kerim'in i'caz ve nazmında şek ve şübheleri îka' eden fâsıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur'an-ı Kerim diyor ki: "Kur'an-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i'cazını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların; Kur'an-ı Kerim'in de nazm ve i'cazında tereddüdleri ve kör gözleriyle i'cazını göremeyip inkâr etmeleri, baid ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülât-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur'anın mu'ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.''

يَنْقُضُونَ : Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak manasını ifade eden نَقض tabiri, yüksek bir üslûba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk'ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva'ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev'-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini cüz'-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz'-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delâil-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidatları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.



sh: » (İ: 174)

وَ يَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ Bu cümledeki emir, iki kısımdır:

Birisi, teşriîdir ki, sıla-i rahm ile tabir edilen akraba ve mü'minler arasında şer'an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvinîdir ki, fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Meselâ; ilmin i'tası, manen ameli emrediyor; zekânın i'tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer'an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Meselâ akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü'minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.

وَ يُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ : Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa, hafif olur. Ve keza bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit o şahıs, tam manasıyla Arz'da yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

S- Bir fâsıkın fıskıyla Arzın müteessir olması akıldan uzaktır?

C- Madem ki arzda nizam var, müvazene de olmalıdır. Hattâ nizam müvazeneye tâbidir. Binaenaleyh bir makinenin dişleri arasına küçük bir şey düşerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılır iken, terazi müvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse müvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, arzın müvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.

اُولئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : اُولئِكَ üç şeyi ifade ediyor. Birisi ihzar, ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklıktır. Demek bu اُولئِكَ gaib olan o fâsıkları ihzar eder, mahsûs bir şekilde gösterir.



sh: » (İ: 175)

S- Onların ihzarını îcab eden sebeb nedir?

C- Sâmi'in taleb ve isteğidir. Evet onların pis ahvalini işiten sâmi', onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için; hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, tâ "Oh! oh!" demekle kalbi rahat olsun. Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولئِكَ ile mahsûs gösterilmeleri; gûya pis ahvâlleri, habis sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde baliğdir ki, herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsûs bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasârete mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.

O fâsıklara raci' olan اُولئِكَ nin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarîk-i haktan uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarîk-i hakka rücu'ları mümkün olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire müstehak olduklarına işarettir.

Hasrı ifade eden هُمْ , hasâretin onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ mü'minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayılmaz; ve yine mü'minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki olan zararları hasaret değildir.

اَلْخَاسِرُونَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikatı ifade eder. Yani: ''Hüsran görenlerin hakikatını, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın''. Ve keza onların meslekleri mahz-ı hasarettir, başka hasaretlere benzemiyor.

خَاسِرِين : Hasâretin mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid edilmemesi, hasâretin bütün enva'ına şamil olduğuna işarettir. Meselâ: Vefa-i ahidde nakz ile hasâret ettiler, sıla-i rahmde kat' ile, ıslahda ifsad ile, îmanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasaretler gibi.

 
Üst