Afyon hayatı

mihrimah

Well-known member
Yedinci Kısım
Afyon Hayatı

BEDİÜZZAMANIN TEVKİFİ

1947 senesinin son aylarında, Afyon'dan üç sivil polis memuru, güya memleket çapında gizli bir dinî cemiyetin faaliyetine âşina olmak için Emirdağı'na gelmişlerdi. Başta Said Nursî olarak Nur Talebelerini tesbit etmeğe çalışıyorlardı. Sudan bahaneler icad etmeğe tevessül ettiler. Bir nümunesi şudur:
Bir sivil memur, bir kâğıda yazıyor: "Said'in hizmetçisi buradan Said'e rakı aldı." ve rakıcı dükkânında sarhoş ve aklı yerinde olmayan bir adama bu kâğıdın altına imza atmasını teklif ediyor. O adam diyor:
-Tövbeler olsun, bu yalanı kim imza eder? Sonra o kâğıdı imzalatmağa çalışan, fakat muvaffak olamayan memur; aynı gece acib bir hadisede, işlediği hatasının tokadını yiyor. Şöyle ki:
Beraber rakı içtiği adamlarla dere kenarında gezerken aralarında bir kavga cereyan eder. O bedbaht adama orada bir güzel dayak atıyorlar ve tabancasını da alıyorlar.
* * *
Üstad, faytonla kıra çıktığı zaman dört beş gün müddetince beş tayyare Üstadı takib ediyor. Üstad, evine girdiği zaman onlar da Emirdağı'ndan çekiliyorlar. Üstadın sırf îmanî, uhrevî hizmet-i Kur'aniyesine yanlış manalar verdirerek aleyhte propaganda yapılıyor ve yukarı makamlara yanlış aksettiriliyor.

Risale-i Nurun teksir makinesiyle intişarı ve Anadolu'da Nurların gittikçe inkişafı karşısında bu îmanî hizmeti durdurmak maksadıyle harekete geçen gizli dinsiz komiteler, hükûmete evham verdirerek, aleyhte tahrikât yapıyorlar. Emirdağ, Isparta, Kastamonu, Konya, İnebolu, Safranbolu, Aydın gibi daha birçok vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nurcuların evlerinin aranmasına emir veriliyor. Nihayet 1947 senesinin son ayında Üstad Said Nursî ve onbeş kadar Nur talebesi Emirdağ'dan alınarak Afyona getirilir ve sorgularını müteakip tevkif ediliyorlar. Ve diğer vilâyet-

(Orjinal Sayfa:517)
lerdeki Nur Talebeleri de tevkif edilerek Afyona celbediliyor. Böylece Üçüncü Medrese-i Yûsufiyye hayatı başlıyor.
BEDİÜZZAMANIN AFYON MAHKEMESİ
Bediüzzaman, her girdiği hapisteki mahpusları irşad eder, hapisteki bazı câniler, koyun gibi bir hâl alır. Hapiste dahi tecrid-i mutlak içinde bırakıldığı halde, hapishane bir Nur mektebi vaziyetine girer. Bunun için, girdiği hapishanelere "Medrese-i Yûsufiyye" der. Hattâ Denizli Hapishanesinde bir kısım gençler Medrese-i Yûsufiyye'den ayrılmak istemeyerek, "Bediüzzaman daha burada kalırsa, biz kendimizi suçlu gösterip ceza alacağız, ondan ayrılmayacağız, Risale-i Nurdan ders alacağız" demişlerdir.
Denizli Hapsinde "Meyve Risalesi" isimli eser te'lif edildikten sonra, hapishanede tesirli bir ıslahat müşahede ediliyor. Bu vaziyet, düşmanları dahi takdire sevkediyor.
Risale-i Nurun mahiyetini dikkat ve tefekkürle okuyarak anlayıp tahkikî bir imana sahib olan halis Nur talebeleri; ölümden, hapisten, zindandan ve hiçbir beşerî eza ve cefadan korkmazlar. Mukaddes Kur'an ve îman hizmetiyle, vatan ve millet ve Âlem-i İslâm ve beşeriyetin ebedî kurtuluşuna çalışırken, dinsizlerin düçar ettiği bir zulüm ve musibetle karşılaşırlarsa, asla fütur ve ümidsizliğe düşmezler; hapislere iftihar ve memnuniyetle girerler. Onların tek bir istinad noktaları vardır. O da, sırf rıza-yı İlahî için, ihlâsla, Kur'an ve îmana hizmetleridir. -Mâsum ve mazlumların muhafızı Cenab-ı Haktır. Hiçbir mâniaya ehemmiyet vermiyerek, Risale-i Nuru okumağa ve neşretmeğe kahraman Üstadları misillü feragatla çalışırlar. Bunun içindir ki, yirmibeş senelik müdhiş bir istibdad-ı mutlak içinde Nurlara çalışan Nur Talebeleri, îman ve İslâmiyet hizmetinde sarsılmamışlardır. "Zâhirde zararlı gibi görünen şeyler, hakikatta nimettir. Zahmette rahmet vardır. İman hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır. Biz başımıza geleceği düşünmekle mükellef değiliz; hizmet-i Kur'aniye ile mükellefiz. Biz, Rabb-i Rahîmimizin dâima inayeti altındayız; ölsek şehidiz, kalırsak Kur'anın hizmetkârıyız. İslâmiyet düşmanları bizi müebbed dünya hapsine de mahkûm etseler, bizler yine Risale-i Nurun hizmetindeyiz." diye îman et-
(Orjinal Sayfa:518)
mişler ve fakat sâdece îmanla kalmamışlar, bilfiil de amel etmişlerdir; meydandadır.
Bu dindar ve vefakâr millet, Bediüzzamanın doğruluk ve büyüklüğünü ve kahramanlığını bilerek ona o derece itimad etmiştir ki; onun aleyhinde ne propaganda yapılırsa yapılsın inanmıyorlar. Bediüzzamana yapılan zulüm ve işkenceleri işittikçe, ona karşı kalblerinde daha ziyade bir sevgi ve bağlılık husule gelmektedir. Ve diyorlar ki: "Bediüzzaman gibi bir din kahramanını ve öyle büyük ve mübarek bir zâtı hapislere koymak, onun eserlerinin serbest okunmasına mani olmak, dini, Anadolu'dan kaldırmağa çalışmanın ve İslâmiyeti yıkmağa çabalamanın bir ifadesidir." diye, komünist ve dinsizlerin yaptırdıkları işkence ve zulümlerin düşmanı kesiliyorlar. Bunun için, hükûmet, her işten evvel hükûmet aleyhinde çevrilen bu plânı akîm bırakmak için, Bediüzzamanı tamamen serbest bırakması lâzımdır. Yoksa, Bediüzzaman ezildikçe, halk, hükûmet aleyhtarı (Hâşiye) olacaktır. Din, vatan ve milletin selâmeti namına bu hakikatı ihbar etmeyi bir vecibe biliyoruz.
Evet, Bediüzzaman bin dokuz yüz kırk dörtte Denizli Mahkemesinde beraet ettiği halde, Afyon Vilâyetine bağlı Emirdağ Kazasında ikamete memur ediliyor. Orada, kendi âhireti ve Risale-i Nur'la meşgul olurken, bin dokuz yüz kırk sekiz senesinde; gizli din düşmanları, yapılan zulümler az geliyormuş gibi aynı nakarat ile, "Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor; ihtiyarladıkça artan enerjisiyle, kuvvetiyle, rejimi yıkmağa çalışıyor. Mustafa Kemal'e, İslâm Deccalı, Süfyan! diyor" gibi bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur Talebesiyle birlikte Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor ve hapse konuluyor.
Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar... nihayet, mahkeme -güya kanaat-i vicdaniye ile- Bediüzzaman'a yirmi ay; ve müdakkik bir âlime onsekiz ay; yirmiiki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de, "Bunlar Bediüzzamanı büyük
__________________________
(Hâşiye): Bu Hakikat 1950 seçimlerinde tamamen tahakkuk etmiş; Bediüzzamanı, yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm ve müdhiş işkenceler içinde bırakan din aleyhtarı eski hükûmet, büyük bir ekseriyet tarafından yıkılmış ve dinimizin üzerindeki zulüm ve istibdadı kaldırmakta olan Demokrat Parti iktidara getirilmiştir.
(Orjinal Sayfa:519)
bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derunî boşluğu doldurmak için Risale-i Nuru okumuşlar" diye beraet veriyor. Hüküm alanları da, "Bediüzzamanın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler!" diye cezalandırıyor. Hükmü derhal infaz edip hepsini tevkif ediyorlar.
Tabiî, mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda tedkikatını bitirerek, "Mâdem, Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, temyizin tasdikinden geçen bir dâva tekrar taht-ı muhâkemeye alınamaz." diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bozuyor. Bunun üzerine yeniden mahkeme başlıyor. Maznunlardan ne istedikleri soruluyor. O, tamamen mâsum olan Nur Talebeleri, temyiz Mah-

(Orjinal Sayfa:520)
kemesinin kararına uyulmasını istiyorlar. Afyon mahkemesi, temyizin kararına uyulup uyulmıyacağını uzun uzadıya düşünüyor.. nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da, noksanların ikmali için çalışmağa başlıyor. Fakat, bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor ve mahkeme mütemadiyen talik ediliyor. Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm kat'iyyet kesbetmeden verilen ceza müddetini hapishanede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir. Yukarıda anlatıldığı veçhile, mahkeme üç seneden beri uzatılmaktadır. (Hâşiye).

Milyarlar defa yazıklar olsun ki; vatana, millete ve gençliğimize ve Âlem-i İslâma en mukaddes îman hizmetini yapan, beşerin bütün manevî ihtiyacını karşılayacak derecede hârikulâde ve muazzam eserler veren bu dâhi ve misilsiz zât; mahkemelerden mahkemelere sürüklenmede, hapishanelerde çürütülmeye çalışılmaktadır.
Bediüzzaman; yirmi senede olduğu gibi, şu üç-dört senede de o kadar emsalsiz bir işkenceye maruz kalmıştır ki, tarihte hiç bir ilim adamına bu kadar câniyane bir su-i kasd yapılmamıştır. Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı, Afyonda bir günde çekmiştir! Kendisine, bütün bütün kanunsuz muameleler yapılmıştır. Hapishanede tam yirmi ay kışın, çok soğuk olan gayr-ı muntazam bir koğuş içinde yalnız bırakılarak, tecrid-i mutlak içinde imha olmasına intizar edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde, hapishane pencerelerinin iki milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş; ihtiyar, çok hasta haliyle, aylarca ızdırab çektirilmiştir. Mübarek yatağında, bir taraftan bir tarafa dönemiyecek bir hale geldiği zamanlarda bile, hizmetine, bir talebesi olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerait altında, kendi kendine ölüp gitmesi beklenmiştir. Hastalığı o kadar şiddetlenmiştir ki; günlerce, birşey yiyememiş ve gıdasız kalmış ve çok zaif bir vaziyete gelmiştir. Böyle olduğu ve çok sıkı bir tarassud ve tazyikat altında bulundurulduğu halde, Risale-i Nur'un te'lifinden geri kalmamış, her hapiste olduğu gibi, burada da gizli olarak eser te'lif etmiştir. Mahpuslar; gizli gizli Risale-i Nuru elleriyle yazıp çoğaltmışlar ve hapishaneden dışarı da çı-
____________________________________
(Hâşiye): Bu Afyon mahkemesi sonra iki defa beraet vermiş; ve nihayet 1956da bütün Risale-i Nur Külliyatını ve umum mektubları bilâistisna Bediüzzamana iade etmiştir.

(Orjinal Sayfa:521)
kararak neşrini temin etmişlerdir. Bediüzzaman, hapiste olduğu günler dahi Risale-i Nurun neşriyatı durmamış, perde altında yüz binlerce nüshaları eski yazı ile neşretmeye -Nur Kahramanı Hüsrev gibi- Nur Talebeleri muvaffak olmuşlardır.
Hapishanede -zehirlenerek- ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: "Belki hayatta kalamayacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!"
Bediüzzaman'ın hapishaneye gelmesiyle çok müstefid olan hapislerden birisi pencereden selâm verdiği zaman, "Sen Bediüzzaman'a neden selâm verdin? Neden onun penceresine bakıyorsun?" diyerek, dayak atılmıştır. Çok mübarek ve çok sevgili Üstadlarının hasta ve çok elîm vaziyetinde gizlice fırsat bulup görüşmeye çalışan talebeleri, yakalandıkları zaman falakalara yatırılarak dayaktan geçirilmiştir. Fakat onlar bu mezalimden asla yılmamışlar, imandan ve izzet-i İslâmiyeden gelen bir salâbetle, o zalimler vurdukça, onlar da her vuruluşlarında "Vur! Vur!" diye bağırmışlardır. "Düşmanın çizmesi boğazımıza bastığı zaman onun yüzüne tükür! Ruhun kurtulsun.. cesedin ezilsin." hakikatını matbuat lisaniyle da beyan eden Üstadları Bediüzzaman'a ittiba etmişlerdir.
İşte, böyle türlü türlü işkence ve tazyikatlarla, gerek hapishane dahilinde gerek haricinde hizmetini dahi yaptırmamaya çalışmışlardır. Dünyada hiçbir kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet Bediüzzaman'a yapılmıştır. Nihayet 20 Eylül 1949 günü ceza müddetini hapishanede tamamlayarak tahliye edilmiştir. Bütün hapishanelerde hapisler resmî mesai saatlerinde tahliye edilirken Afyon hapishanesinde de saat onda âdet iken, Bediüzzaman'ı fevkalâde bir tezahürat ile karşılamağa hazırlanan halkın istikbaline mâni olmak için, şafak vakti ile sabah namazı arasında hapishaneden tahliye etmişlerdir.
* * *
Bediüzzaman Hazretleri Afyon'da bir müddet ikamet etmiştir. Bu esnada cezasını çektiği ve temyiz mahkemesi mahkûmiyet kararını tamamen lehine bozduğu halde, üç polise, kapısı önünde geceli gündüzlü nöbet beklettirilmiştir. Hapisten çıktığına pişman etmişler ve zulüm ve tazyikat devam ettirilmiştir. İki sene-

(Orjinal Sayfa:522)
lik ezici ve eritici bir hapisten çıktığı halde, hastalığını sormak için gelenler dahi yanına bırakılmamıştır. Tarihçe-i hayatında görüldüğü gibi; Rusya'da, Rus kumandanı ona serbestiyet verdiği halde, öz vatanında ve bu mübarek ve muazzez millet-i İslâm için her şeyini feda eden Bediüzzaman'ın bayram ziyaretine gelenler dahi, resmî memurlar tarafından ziyaretten menedilmiştir. Hattâ hizmetçisiyle konuşanlar görülünce, "Sen, Bediüzzaman'ın hizmetçisiyle konuştun!" diye tazyikat yapılarak hüviyetleri tesbit edilmiştir. Bütün böyle kanunsuzluklar, halkı Bediüzzaman'a bir kat daha yaklaştırmış, eserlerini arayıp bulmak hususunda âdeta bir kamçı tesiri husule getirmiştir. Bediüzzaman aleyhinde propaganda yapan ve yaptıranlardan ise fersahlarca uzaklaştırmıştır. Bediüzzaman'a olan teveccüh-ü âmme kırılmağa çalışıldıkça, millet ve gençlik, hususan yüksek tahsil gençliğinin hürmet ve bağlılığı artmıştır. Bediüzzaman aleyhtarlığı yapıldıkça, bu bağlar pençinleşmiştir. Menfî propagandalardan maksad, milletin Bediüzzaman'a olan teveccühünü kırarak, şahsını çürütüp, Risale-i Nur'un neşriyatını durdurmaktır. Hâlbuki Risale-i Nur, müellifin şahsiyle bağlı değildir. Risale-i Nur, Kur'ânın malıdır. Risale-i Nur, başka eserlere benzemez. Risale-i Nur, başlıbaşına hüccet ve bürhan hazinesidir; yâni bizatihî bürhan ve hüccettir. Risale-i Nur'u okuyan, müellifin şahsına bakmaz; doğrudan doğruya eserin içindeki hakikatlara, bürhan ve delillere hasr-ı nazar eder. Bu ve daha birçok hakikatlara binaendir ki; Bediüzzaman'ın aleyhinde yapılan çok dehşetli resmî propagandalar dahi akîm kalmıştır. Ve akîm kalmaya da mahkûmdur.
Evet, bu Millet-i İslâmiye, vatan ve millete bu derece hadsiz istifade temin eden, Kur'ân ve iman hizmetini görülmemiş bir feragat-i nefisle ve fedakârlıklarla yapan bu büyük müellif ve mütefekkirin, bu derece mahkemelerde sürüklendiğine, milyarlar teessüfler yağdırıyor. Vatan ve milletin maslahatı nâmına haber veriyoruz ki: Bu iş bir an evvel neticelendirilmeli ve mahkemelere son verilmelidir. Zira Bediüzzaman'ın yaptığı Kur'ânî hizmet, İslâm dünyası genişliğinde ve cihanşümûl bir çaptadır. Bediüzzaman Said Nursî hakkında takdim ettiğimiz gayet yüksek hakikatlar ve gayet âlî kıymetler, delilsiz değildir; içinde mübalâğa yoktur. Şübhe edenler, henüz hayatta olan Bediüzzaman'ı yakından tanımakla ve Risale-i Nur'u sebat ve devamla ve niyet-i hâli-

(Orjinal Sayfa:523)
sane ile okumakla farkına varacaklardır ki; biz, bu tarihçe-i hayatta naklettiğimiz hakikatları ifade ederken, söz ve ifadelerimiz çok sönük olmuştur. Hem kendilerinin, ihlâsla, bizden ziyade idrak edecekleri kanaatleri, bütün beşeriyete ilân etmek iştiyakına da sahib olacaklardır.
Bütün dünya mahkemeleri, gizli din düşmanlarının yaptıkları ithamlara nazaran Bediüzzaman'ı mahkûm etmeye çalışsalar, o mahkemeler delile istinad ettikçe, Bediüzzaman'ı mahkûm edemezler!
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, İslâmiyet düşmanları tarafından zehirlemelerin hastalıklarıyla daimî yatak içerisinde gün geçirmekte ve şöyle demektedir: "Kabir kapısını bekliyorum." Fakat biz Cenab-ı Haktan bütün kudret ve kuvvetimizle dua ve niyaz ediyoruz ki, o büyük din kahramanına daha çok uzun ömürleri lûtuf buyursun. Zira o gibi Kur'ânın fedai ve muhlis bir hâdimine, o gibi yüksek bir dâhîye, o gibi büyük bir mütefekkire, o gibi bir hakikat kahramanına, o gibi nazirsiz bir İslâm hakîmine, bütün Âlem-i İslâm ve bütün cihan muhtaçtır.
* * *
Bediüzzaman'ın Emirdağ ve Afyon Hayatını kendi kalemiyle belirten Onbeşinci Rica, Lem'alardan alınmış olup, buraya dercedilmiştir.

Onbeşinci Rica : (Hâşiye)
Bir zaman Emirdağı'nda ikamete memur ve tek başıma menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. Ve «Hapis ve kabir, bu tarz-ı hayata müreccahtır» diye ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inayet-i İlâhiyye imdada yetişti; kalemleri teksir
________________________________
Hâşiye: Nurun te'lif zamanı üç sene evvel bitmiş olmasından bu Onbeşinci Rica, ileride bir Nurcu tarafından İhtiyarlar Lem'asının tekmîline -te'lifine- me'haz olmak üzere yazıldı.

(Orjinal Sayfa:524)

makinesi olan Medresetüz-Zehra şâkirdlerinin ellerine, yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden Nur'un kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalem ile beşyüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, «Hadsiz şükür olsun» dedirtti. Bir miktar sonra Risale-i Nur'un gizli düşmanları fütuhat-ı Nûriye'yi çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inayet-i Rabbâniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar, onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkid yerinde takdire başlamalariyle Nur Dershanesi çok genişlendi; maddî zararımızdan yüz derecede ziyade menfaat verdi; sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi. Sonra, gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekâletini ehvamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtiyle o evham genişledi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şâkirdlerinin faaliyetine tevafuk geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle bir kısım resmî memurlar hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra, pek âdi bahanelerle zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken zâfiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken bir inayet-i İlâhiyye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen:

«Sen hapse, Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade, hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi; her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiyedeki musîbetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sı-

(Orjinal Sayfa:525)
kıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar, hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda, ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azab çekecekler. Sen, onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dinîyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun» diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle «Elhamdülillâh!» dedim. İnsaniyet damariyle o zalimlere acıdım. «Ya Rabbi! Onları ıslah eyle!» diye dua ettim. Bu yeni hâdisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğunu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler -asıl suçlu onlar olması gibi- öyle bahaneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalariyle, ehl-i insafa gösterdiler ki, Risale-i Nur'a ve şâkirdlerine ilişmeye kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar...

Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden memurlar, bir şey bahane bulamadıklarından bir pusla yazıp ki: «Said'in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış ona götürmüş.» O puslayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne, «Gel bunu imza et!» demişler. O da demiş: «Tövbeler tövbesi olsun! Bu acib yalanı kim imza edebilir?» Onları, puslayı yırtmağa mecbur etmiş.

İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdi ile, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitab vermeye söz vermiştim; tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, «O at kimindir?» diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Gûya büyük bir hâdise-i siyasîye ve asayişe temas eden bir vâkıadır. Hattâ bu mânasız soruşların kesilmesi için iki zat hamiyyeten biri, «At benimdir» diğeri, «Araba benimdir» dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nur'a ve şâkirdlerine ilişenler maskara olurlar...


(Orjinal Sayfa:526)
O nümunelerden lâtif bir muhavere: Benim tevkif kâğıdımda sebeb, emniyeti ihlâl suçu yazıldığından, ben daha o puslayı görmeden müddeiumuma dedim: «Seni geçen gece gıybet ettim.» Emniyet Müdürü hesabına beni konuşturan bir polise «Eğer bin müddeiumumî ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumîyeye hizmet etmemiş isem, üç defa «Allah beni kahretsin» dedim.

Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyika sevkedenlere fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inayet, imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki: İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlâhînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım. Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde, binler şükretmek lâzımdır.

Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlariyle onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tövbe ile, nefsine: «Bu tokada müstahak oldun» demelisin.

Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur'un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını onlardan almış. O, onlara yeter. En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkid niyetiyle bakmalarında ister istemez şüphesiz iman cihetinde istifadelerinin hatırı için وَالْكَاظِمِينَ اْلغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ düsturiyle; onları affetmek bir ulûvvücenablıktır. Ben de bu hakikatlı ihtardan kemal-i ferah ve şükür ile, bu yeni Medrese-i Yûsufiyede durmağa, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için kendime mûcib-i ceza zararsız bir suç yapmağa karar verdim.

Hem, benim gibi yetmişbeş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun

(Orjinal Sayfa:527)
vazife-i Nûriye'sini görecek yetmişbin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar. Ve bir dile bedel, binler dil ile hizmet-i imaniyeyi yapacak kardeşleri, vârisleri bulunan benim gibi bir adama kabir, bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü; haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini çekmeğe mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zatın, maslahata binaen hafif tahakkümlerini çekmeğe mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kadeşane taltifler, teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı, bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada zâfiyet ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmağa sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, «Neden ayakta beklemiyor?» ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemal-i şefkat ve uhuvvetle merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağılmıyorlar. Birden «İki Hakikat» ihtar edildi.

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nurun fütûhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı inayet-i İlâhiyye, Nurların îman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak alâkadarane sizi istikbal ve teşyî ediyorlar. Hattâ ikinci gün ben, müstantık dairesinde müddeiumumun suallerine cevap verirken hükûmet avlusunda mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemal-i alâka ile toplanıp lisan-ı hal ile «Bunları sıkmayınız!» dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir îman ve saadet-i bâkiyeye bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz

(Orjinal Sayfa:528)
şahsıma, îmana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.
İkinci Hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kasdiyle tahkirkârane aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatın ve nesl-i atinin takdirkârane alkışlamaları var diye ihtar edildi. Evet komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı Risale-i Nur ve Şâkirdleri, îman-ı tahkiki kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur Talebelirinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: «Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. Îman-ı tahkikî ile, Nur'u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.» Bunun bir nûmunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar, ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi girmesiyle, üç-dört ay zarfında ikiyüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hâl aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar, bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: «Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız; tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız. Onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.» İşte bu mahiyette bulunan Nur Talebelerini, emniyeti ihlâl ile itham edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmiyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal edip bizleri eziyetlerle ezmiye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür'at ve telâşla kafile kafile arkasında, toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i îman hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, îdam-ı ebedî dar ağacına çıkacak-

(Orjinal Sayfa:529)
sınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle aldığınız fâni zevkler, baki ve elîm elemlere dönecek.

Maatteessüf gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-ı İslâmiyete bazen «Tarikat» namını takıp ve o güneşin tek bir şuaı olan Tarikat meşrebini o güneşin aynı gösterip hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp hakikat-ı Kur'aniyeye ve hakaik-i îmaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur Talebelerine «Tarikatçı» ve «Siyasî cemiyetçi» namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar. Biz hem onlara, hem onları aleyhimizde dinliyenler, Denizli Mahkeme-i Âdilesinde dediğimiz gibi deriz:

«Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, Hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmiyecek ve vazife-i kudsîyesinden vazigeçmiyecekler. İnşâallah!»

İşte ihtiyarlığımın sergüzeştliğinden gelen ağrılara ve me'yusiyetlere, îmandan ve Kur'andan imdada yetişen kudsî teselliler ile bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan, hapiste farz namazını kılan ve tövbe edenin herbir saati, on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasiyle, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekliyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, o mânevî ihtardan bildim; «Hadsiz şükür Rabbime» dedim; ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünki: Ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevali elem olmasından, hem teessüf, hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zeval-i elem bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükür etmelidirler.

* * *
(Orjinal Sayfa:530)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN AFYON MAHKEMESİ
Afyon mahkemesini tertib ve iftiralarla açtıran gizli dinsizler, Bediüzzamanı idam etmek plânını çevirmişlerdir. Bu fevkalâde ehemmiyeti hâiz büyük müdafaât, böyle imhacı zâlim dinsizlere karşı onun ölümü hiçe sayarak haykırdığı hakikatlerdir. Neticede, temyiz mahkemesi mahkûmiyet kararını nakzetti. Ve aynı mahkeme iki defa Bediüzzamana beraet verdi. Nihayet bütün Risale-i Nur Külliyatı ve beşyüze yakın mektublar bilâkayd ü şart Bediüzzamana iade edildi.
* * *

BÜYÜK MÜDAFAATINDAN PARÇALAR

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ . وَبِهِ نَسْتَعِينُ

On sekiz sene sükûttan sonra -mecburiyet tahtında- bu istida mahkemeye ve sureti Ankara'ya makâmâta verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir.

Malûm olsun ki: Kastamonu'da, üç defa menzilimi taharri etmek için gelen iki müddeiumumî ve iki taharrî komiserine, ve üçüncüde polis müdürüne ve altı-yedi komiser ve polislere; ve Isparta'da Müddeiumuminin suallerine; ve Denizli ve Afyon mahkemelerine karşı dediğim ayn-ı hakikat küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. Şöyleki:

Onlara dedim: Ben, onsekiz-yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu'da sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassut ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri ettikleri halde; dünya ile, siyaset ile hiç bir tereşşuh, hiç bir emarem görülmedi. Eğer bir karışık hâlim olsaydı ve oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise; elbette benden ziyade onlar mes'uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi âhireti ile meşgul olan münzevilere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz? Biz Risale-i Nur Şâkirdleri, Risale-i Nur'u, değil dünya

(Orjinal Sayfa:531)
cereyanlarına belki kâinata da âlet edemeyiz.
Hem, Kur'an bizi siyasetten şiddetle menetmiş. Evet, Risale-i Nur'un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı îmanî olan hakikatlarla gayet kat'î, en mütemerrid zındık feylesofları dahi îmana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur'ana hizmet etmektir. Onun için, Risale-i Nur'u hiç bir şeye âlet edemeyiz.
Evvelâ: Kur'anın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-yı siyaset tevehhümiyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymetdar hakikatlara ihanet etmemektir.
Saniyen: Risale-i Nur'un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten menetmiş. Çünki tokada ve belâya müstahak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta ihtiyar masumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkûk olduğu halde, siyaset yoliyle idare ve âsâyişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle menedilmişiz.

Sâlisen: Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acîb zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir. «Hürmet, Merhamet, Haramdan çekinmek, Emniyet, Serseriliği bırakıp itaat etmektir.» Risale-i Nur, hayât-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur'un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilâyetleri buna şahiddir. Demek Risale-i Nur'un -ekseriyet-i mutlaka- eczalarına ilişenler, her halde bilerek veya bilmiyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hiyanet ederler. Risale-i Nur'un yüzotuz risalelerinin bu vatana yüzotuz büyük faidesini ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarında kusurlu tevehhüm edilen iki-üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zâlimdir.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hâdisede bazılarının dedikleri gibi derseniz: «Bu risalelerinle, medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun.» Ben de derim: «Dinsiz bir millet yaşa-

(Orjinal Sayfa:532)
yamaz.» dünyaca bir umumî düsturdur. Ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa, Cehennemden daha ziyade elîm bir âzâbı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi gayet kat'î bir surette isbat etmiş. O risale ise şimdi resmen tabedildi. Bir müslüman «El-iyâzübillâh» eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer, bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz; ve lezzet-i hayat noktasında, mâzi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünki, geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer îman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar: «Biz ölmemişiz... mahvolmamışız.» lisan-ı halleriyle diyerek, o Cehennemî hâlet Cennet lezzetine çevrilir. Mâdem hakikat budur. Size ihtar ediyorum! «Kur'ana dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz... O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur. (Hâşiye) O başka yere gider yine tenvir eder. Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem! Ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.»

Elhasıl: Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli birzehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı, otuz senedenberi köküyle kesen ve tabiiyyunun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeğe muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını hârika hüccetleriyle parlak bir surette isbat eden ve Kur'anın hakikat-ı arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dâva ediyoruz.. ve isbatına da hazırız.

Mâdem Cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanuniyle dinsizlere ilişmiyor.. elbette, mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmiyen ve âhiretine ve îmanına ve vatanına dahi nâfi bir tarzda çalışan dindarlara ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin senedenberi bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i zaruriyesi olan takvayı ve salâhatı, bu

___________________________________

Hâşiye: Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, «Yazık olur!» hükmünü isbat ettiler.

(Orjinal Sayfa:533)

mazhar-ı Enbiya olan Asya'da hükmeden ehl-i siyaset yasak etmez ve edemez biliyoruz. Yirmi senedenberi münzevî yaşıyan ve yirmi sene evvelki Said'in kafasiyle sorduğu bu suallerde, bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmiyen kusurlarına bakmamak insaniyetin muktezasıdır. Vatan ve millet ve asayişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim:

Böyle, bize ve Risale-i Nur'a az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden; vatana ve âsâyişe dindârâne menfaati bulunan pek çok zâtları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaatdar vaziyete girenler, yüzbinden çok ziyadedir! Hükûmet-i Cumhuriyetin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli müstakimâne bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir. Şekvamızı dinlemiyen ve bizi söyletmiyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor.

Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Mâdem «Beşinci Şua» ı hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler; elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak idarece zaruridir. Biz o risaleyi mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevab etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kablelvukû haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa müteaddid manâlarından bir manâsı muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubiyle o gaybî ihbarı ve mânâyı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı vatan ve millet ve âsâyiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi. Bu mes'elede, şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuriyle Risale-i Nur'a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur'ana bağlanmış, ve Kur'an da, Arş-ı Âzam'a bağlıdır. Kimin haddi var ki elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün! Hem, memlekette maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuzüç Âyât-ı Kur'aniyenin işârâtiyle ve İmam-ı Ali'nin (R.A.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzam'ın (R.A.) kat'î ihbariyle tahakkuk

(Orjinal Sayfa:534)
etmiş olan Risale-i Nur, bizim âdî ve şahsî kusurlarımızla mes'ul olmaz.. ve olamaz.. ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem manevî, telâfi edilmiyecek derecede zararı olacak.

Risale-i Nur'a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar İnşâallah bozulacaklar. Onun şâkirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmazlar, vazgeçirilmezler, Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur'an bizi menetmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şâkirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz'i ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin eğer mecburiyet-i kat'iyye derecesinde onlara zulüm edilse, elbette gizli zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar!..

Elhasıl: Mâdem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize ve îmanî hizmetimize bu derece ilişmesinler!

Evet biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız; evvelâ kendimizi sonra milletimizi îdam-ı ebediden ve dâimî berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı, Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır. Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünki ben kabir kapısında, yetmiş beş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur'un binler hüccetleriyle kat'i îmanın var ki; ölüm, bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zâhirî idam da olsa, bizim için bir saat zahmet ebedi bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz, ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan, hükûmeti bizimle sebebsiz meşgul eden insafsızlar! Kat'i biliniz ve titreyiniz ki; siz îdam-ı ebedî ile ebedî mahkûm oluyorsunuz, intikamımızı, sizden pek çok muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz.. hattâ size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatının, elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her mes'elesinin fevkinde, en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurisi ve kat'isidir. Acaba bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur Şakirdlerini ve o ça-

(Orjinal Sayfa:535)

reyi binler hüccetleriyle bulduran Risale-i Nur'u âdî bahanelerle ittiham edenler, ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor; divaneler de anlar.

Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakkın inayetiyle, dünyanın muvakkat şan ü şerefinin ve enaniyetli hodfüruşluğun ve şöhretperestliğinin ne kadar fâidesiz ve mânasız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur'anın feyziyle anlamış bir adamın; o zamandan beri bütün kuvvetiyle, nefs-i emmaresiyle mücadele edip mahviyet etmek; benliğini bırakmak, tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat'i bildikleri ve şehadet ettikleri halde; ve yirmi senedenberi herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zanna ve teveccüh-ü nas ve şahsını mehd ü senadan ve kendinin mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem, has şâkirdlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip o halis kardeşlerinin hatırını kırması ve yazdığı cevabî mektublarında onun hakkındaki medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kabul etmemesi ve kendini faziletten mahrum gösterip, bütün fazileti Kur'anın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve dolayısiyle Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevisine verip, kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'i isbat ediyor ki; şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde; onun rızası olmadan bazı dostları, uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhetmeleri, bir makam vermeleriyle acaba hangi kanun ile medar-ı mes'uliyet olur ki; o bîçare, hasta ve çok ihtiyar ve garibin münzevî odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak; hem evradından ve levhalarından başka bir bahane bulamamak, acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?..

Vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitablarının intişarına ve komünistlerin neşriyatına serbestiyet kanuniyle ilişilmediği halde üç mahkeme medar-ı mes'uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayât-ı içtimaiyesini ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi senedenberi çalışan ve milletin hakiki bir nokta-i istinadı olan Âlem-i İslâmın uhuvvetini ve bu millete dostluğunu iadeye ve o dostluğun takviyesine tesirli bir surette çabalıyan ve Diyanet Riyasetinin uleması, tenkid niye-

(Orjinal Sayfa:536)
tiyle, Dahiliye Vekilinin emriyle üç ay tetkikten sonra, tenkid etmiyerek tam kıymetini takdir edip: «Kıymetdar eser» diye Diyanet kütüphanesine konulan «Zülfikar ve Asa-yı Musa» gibi kabr-i Peygamberi (A.S.M.) üzerinde alâmet-i makbuliyet olarak Asa-yı Musa mecmuasını hacılar gördükleri halde, Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek; acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan hiçbir insaf buna müsaade eder mi?

* * *

AFYON HÜKÛMET VE ZÂBITASINA VE MAHKEMESİNE
BİR KAÇ NOKTA MARUZATIM VAR

Birincisi: Ekser Enbiyanın Şark'da ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i hükemanın Garb'da ve Avrupa'da gelmeleri kader-i Ezelînin bir işarettir ki; Asya'da din hâkimdir; felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya'da hüküm süren, dindar olmazsa da, din lenine çalışanlara ilişmemeli belki teşvik etmelidir.

İkincisi: Kur'an-ı Hakîm, bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eliyazübillâh; eğer Kur'an Küre-i Arzın başından çıksa, Arz divane olacak. Akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebeb olması akıldan uzak değildir. Evet Kur'an; Arşı, Ferş ile bağlamış bir zincir, bir Hablullahtır. Câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte, bu Kur'an-ı Azimüşşanın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi senedenberi tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlâhiyye ve sönmez bir mucize-i Kur'aniyedir. Hükûmet, ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki onu himaye etmek ve okunmasını teşvik etmek gerektir.

Üçüncüsü: Ehl-i îmandan bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret dualariyle ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalariyle yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim: «Mahkeme-i Kübrada milyarlar ehl-i îman olan dâvacılar tara-

(Orjinal Sayfa:537)
fından, Kur'an hakikatlerine hizmet eden Nur Talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki: Serbestiyet kanuniyle dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını, ölümün îdam-ı ebedisinden kurtarmağa çalışan Risale-i Nur Talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz!» diye sizlerden sorulsa, ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.. onlara demiştim. O zaman, o insaflı, adaletli zâtlar bizi beraet ettirdiler; adliyenin adaletini gösterdiler.

Dördüncüsü: Ben bekliyordum ki; ya Ankara, ya Afyon, beni sorguda pek büyük mes'eleler için, Nurların o mes'elelere hizmeti cihetinde bir meşveret dâiresine alıp, bir sual-cevab beklerdim.

Evet, üçyüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını ve mânevî yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki; en kuvvetli çâre ve vesile Risale-i Nur olduğuna delil şudur: Bu sene Mekke-i Mükerremede, gayet büyük bir âlim, hem Hind lisanına, hem Arab lisanına Nur'un büyük mecmualarını tercüme edip, Hindistan'a ve Arabistana göndererek, en kuvvetli nokta-i istinadımız olan vahdet ve uhuvvet-i İslâmiyeyi temine çalıştığı gibi; Türk Milletinin, dâima dinde ve îmanda ileri olduğunu Nur Risaleleri gösteriyor, demişler.

Hem beklerdim ki; vatanımızda anarşiliğe inkılâb eden komünist tehlikesine karşı Nur'ların tesirleri ne derecedir ve bu mübarek vatan, bu dehşetli seyelandan nasıl muhafaza edilecek gibi, dağ misillü mes'elelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiç bir medar-ı mes'uliyet olmıyan cüz'î ve şahsî garazkârların iftiralariyle habbe, kubbeler yapılmış mes'eleler için, bu ağır şerait altında, hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize, üç mahkemenin sorduğu ve beraet verdiği aynı mes'elelerden ve âdî ve şahsî bir iki mes'ele için manâsız sualler edildi.

Beşincisi: Risale-i Nur'la mübareze edilmez; o mağlûb olmaz! Yirmi senedenberi en muannid feylesofları susturuyor; îman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.
(Orjinal Sayfa:538)

Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlariyle beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek Risale-i Nur'a zarar vermez; belki bir cihette kuvvet verir. Çünki, benim bir fâni dilime bedel, Risale-i Nur'un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri binler kuvvetli lisanlarla, o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi kıyamete kadar devam ettirecekler.

Yedincisi: Sabık mahkemelerde dâva ettiğim ve hüccetlerini gösterdiğimiz gibi; bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal ve bir kısım erkânını evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevkeden resmî ve gayr-ı resmî muarızlarımız; ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış, veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir; veya İslâmiyet ve hakikat-ı Kur'ana karşı mürtedâne mücadele eden bir dessas zındıktır ki; bize hücum etmek için, istibdâd-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermekle; irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla; sefahat-i mutlakaya medeniyet namını takmakla; cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle manâsız meşgul eylediler. Onları, Kahhar-ı Zülcelâlin kahrına havale edip, kendimizi onların şerrinden muhafaz için حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ kal'asına iltica ederiz.
Sekizinci: Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlarla propaganda yapıp, «Ruslar, başka milletlerden ziyade Kur'ana hürmetkâr» diye Âlem-i İslâmı, din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeye çalıştığı aynı zamanda Risale-i Nur'un büyük mecmuaları; hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şâm-ı Şerifte, hem Mısır'da, hem Halep'de âlimlerin takdirleri altında kısmen intişariyle o komünist propagandasını kırdığı ve Âlem-i İslâma gösterdiği gibi; Türk Milleti ve kardeşleri, eskisi gibi dinine ve Kur'anına sahibdir vesair ehl-i İslâmın dindar büyük bir kardeşi ve Kur'an hizmetinde kahraman kumandanıdır, diye o ehemmiyetli kudsî merkezlerde o Nur Mecmuaları bu hakikatı gösterdiler. Acaba, Nur'un bu kıymetdar hizmet-i milliyesi, bu tarz işkencelerle mukabele görse zemini hiddete getirmez mi?,
 

mihrimah

Well-known member
Orjinal Sayfa:539)
Dokuzuncusu: Denizli müdafaatında izahı ve isbatı bulunan bir mes'elenin kısaca bir hülâsasıdır.


Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle, ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfi seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdi. Ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek, onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden; dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat olmasından, ben, kırk sene evvel beyan ettiğim gibi, bir Hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumiye dedim: «Gerçi onu, Hadîslerin ihbariyle kırıyorum; fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikâye ederim. Sen ise, bir tek dostun için, Kur'ânın bayrakdarı ve Âlem-i İslâmın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun!» dedim. İnşâallah o müddei insafa geldi, hatadan kurtuldu.
Onuncusu: Adliyede adâlet hakikatı ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki; İmam-ı Ali Radiyallahu anhu, hilâfeti zamanında bir yahudi ile beraber mahkemede oturup muhâkeme olmuşlar.
Hem bir adliye reisi; bir memuru, kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zalim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azletti. Hem çok teessüf ederek, dedi: «Şimdiye kadar, adâlet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.» Evet, hükm-ü kanunî icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hattâ, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse bir nevi katil olur, diye o hâkim-i âdil demiş.

İşte, mâdem mahkemede böyle halis ve garazsız bir hakikat hükmediyor; üç mahkeme bizlere beraet verdiği ve bu milletin yüzde -bilseler- doksanı, Nur Talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pek çok emarelerle şehadet ettikleri halde, burada, o masum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok muhtaç Nur Talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk, hiddetli muameleler yapılıyor. Biz, her musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden sükût edip, Allaha havale ederek, belki bunda da bir hayır vardır dedik. Fakat evham yüzünden garazkârların jurnalleriyle bu bîçare masumlara böyle muameleler, belâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur oldum. Zaten bu mes'elede bir kusur varsa benimdir. Bu biçareler, sırf îmanları ve âhiretleri için bana rıza-i





(Orjinal Sayfa:540)
İlâhi dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstahak iken, böyle muameleler, hattâ kışı dahi hiddete getirdi.

Hem medâr-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraet vermekle beraber, mabeynimizde böyle medâr-ı itham olacak hiçbir cemiyet, hiç bir emare mahkemeler, zâbıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun şâkirdleri ve Kur'an dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur Talebelerinde de bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla itham eden bütün esnaf ve mekteblilere ve vâizlere siyasî cemiyet nazariyle bakmak gerektir. Bunun için ben, böyle asılsız ve mânasız ithamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum. Yalnız; hem bu memleketi, hem Âlem-i İslâmı çok alâkadar eden; ve maddî ve manevî bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk eden Risale-i Nur'u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikat ile müdafaamı menedecek hiç bir sebeb yok. Ve hiç bir kanun ve hiç bir siyaset yasak etmez ve edemez. Evet, biz bir cemiyetiz.. ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her bir asırda üçyüz elli milyon dahil mensubları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiblerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî programiyle birbirinin yardımına dualariyle ve manevî kazançlariyle koşuyorlar. İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur'anın îmanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i îmana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebediden ve dâimî ve berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sâir dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiç bir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz! Ve dört mahkeme inceden inceye tetkikten sonra, o cihetde bize beraet vermiş.

Evet, Nur Şâkirdleri biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini göstermişim ki; şahsıma değil bir makam, şan ü şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve mânevî bir mertebe kazandırmak; belki bü-

(Orjinal Sayfa:541)
tün kanaat ve kuvvetimle, ehl-i îmana bir hizmet-i îmaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fânî makamatımı; belki lüzum olsa âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî ve bâki mertebeleri feda etmeyi, hattâ Cehennemden bazı bîçare ehl-i îmanları kurtarmaya vesile olmak için, lüzum olsa Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakikî kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette isbat ettiğim halde, beni bu ittihamla -Nur ve îman hizmetime bir ihlâssızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil etmekle- milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir. Acaba bu bedbahtlar.. dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi, «Dini ve îmanı dünyaya âlet ediyor» tevehhümiyle, dünyadaki ehl-i dalâlete meydan okuyan; ve hizmet-i îmaniye yolunda hem dünyevî, hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden; ve mahkemelerde dâva ettiği gibi, bir tek hakikat-ı îmaniyeyi, dünya saltanatiyle değiştirmeyen; ve siyasetten ve siyasî manâsını işmam eden maddî ve manevî mertebelerden -ihlâs sırrıyle- bütün kuvvetiyle kaçan; ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip, siyasete, îmanî meslek itibariyle tenezzül etmiyen; ve kendini, nefsi itibariyle talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet ve dua bekliyen; ve kendi nefsini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikad eden bir adam hakkında, bazı halis kardeşleri Risale-i Nur'dan aldıkları fevkalâde kuvvet-i îmaniyeye mukabil, onun tercümanı olan o biçareye, tercümanlık münasebetiyle, Nur'ların bazı faziletlerini hususî mektublarında ona isnad etmeleri; ve hiç bir siyaset hatırlarına gelmiyerek âdete binaen, insanlar, sevdiği âdî bir adama da «Sultanımsın, velinimetimsin» demeleri nev'inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan etmeleri; ve eskidenberi, üstâd ve talebeler mabeyninde câri ve itiraz edilmeyen makbul bir âdet ile teşekkür manâsında pek fazla medh ve senâ etmeleri; ve eskidenberi, makbul kitabların âhirlerinde mübalâğa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi? Kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab varken; insafsız çok muterizlere karşı, sırf yardımcıların kuvve-i mâneviyelerini takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalâğalı medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların bir kısım medihlerini Nurlara çevirip


(Orjinal Sayfa:542)

bütün bütün reddetmediği halde, onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i îmaniyesini dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmî memurların; ne derece hakdan, kanundan insafdan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm

لِكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رِاجِعُونَ dur.

* * *

Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskidenberi fıtratımdaki tahakkümü kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar manâsız, lüzumsuz tahakkümler içinde hayat bana gayet ağır gelmiş; yaşayamıyacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini çekmeye iktidarım yok. Bu tarz-ı hayattan bıktım! Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi taleb ediyorum! Şimdi kabir elime geçmiyor, hapisde kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasib ise sorunuz, cevab vereyim.

Evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi. Nur Şâkirdlerinin hâlis ve sırf uhrevî, Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına, dünyevî ve siyasî cemiyet nâmını verip onları mes'ul etmeye çalışanlar ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihetten bize beraet vermesiyle beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan Millet-i İslâmiyenin üssül-esası: Akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadârane irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mümin kardeşlerine karşı manevî fedakârane bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur'an hakikatlerine ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayât-ı içtimaiyeyi esa-

(Orjinal Sayfa:543)
siyle temin eden bu râbıtları inkâr etmekle; ve şimaldeki dehşetli anarşilik tohumunu saçan ve nesil ve milleti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle; ancak Nur Şâkirdlerine cemiyet namını verebilir. Onun için hakikî Nur Şâkirdleri çekinmeyerek, Kur'an hakikatlarına karşı kudsî alâkalarınıı ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkemenizde hakikat-ı hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavukluk ile ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenüzzül etmiyorlar.
AFYON MAHKEMESİNE, İDDİANAMEYE KARŞI VERİLEN
İTİRAZNAME TETİMMESİNİN BİR ZEYLİDİR
Evvelâ: Mahkemeye beyan ediyorum ki; iddianâme, Denizli ve Eskişehir Mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde, sathî ehl-i vukufların sathî ehl-i vukufların sathî tahkikatlarına bina edildiğinden mahkememizde dâva ettim ki: «Bu iddianamenin yüz yanlışını isbat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım!» İşte o dâvamı isbat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cedveleni isterseniz takdim edeceğim.
Saniyen: Ben, Denizli Mahkemesinde kitab ve evraklarımız Ankaraya gittiği sırada, aleyhimizde hüküm verilecek diye telâş ve me'yusiyetle beraber arkadaşlarıma yazdım ve bazı müdafaatımın âhirinde bulunan o yazdığım parça şudur: «Eğer, Risale-i Nuru tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum; çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nurun vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmiyerek hizmet-i imaniyeyi, hiç bir tarafgirlik girmiyerek yapmağa mükellefiz.»
İşte ey hey'et-i hâkime! Bu hakikata binaen, Risale-i Nurun cerhedilmez kuvvetli hüccetleri, elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş. Aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki, eşedd-i zulm ile bir eşedd-i
(Orjinal Sayfa:544)
istibdad tarzında, şahsımı, hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim; hattâ beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nurun mecmuaları benim mukabele edilmez müdafaanâmem ve cerhedilmez itiraznamemdirler. Medar-ı hayrettir ki; Mısır, Şam, Haleb, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme allâmeleri ve Diyanet Riyasetinin müdakkik hocaları o Nur Mecmuaları tetkik edip hiç tenkid etmiyerek takdir ve tahsin ettikleri halde iddianâmeyi aleyhimize toplayan zekâvetli (!) zât, Kur'anı, «Yüz kırk suredir» diye acîb ve pek zâhir bir yanlışiyle ne derece sathî baktığı; ve Risale-i Nur bu ağır şerait içinde ve benim gurbet ve kimsesizliğim ve perişaniyetimde ve aleyhimde dehşetli hücumlarla beraber, yüzbinler ehl-i hakikata kendini tasdik ettirdiği halde, daha Kur'anın kaç suresi var olduğunu bilmeyen o iddiacı zat: «Risale-i Nur, Kur'anın tefsirine ve Hadîslerin te'viline çalışmasiyle beraber, bir kısmında, okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî bir mahiyet ve kıymet taşımadığı görülmektedir.» diye tenkidi, ne derece kanundan, hakikatdan, adaletden ve hakdan uzak olduğu anlaşılıyor.
Hem size, şekva ediyorum ki: Kırk sahifeli ve yüzer yanlışı bulunan ve kalblerimizi yaralayan iddianâmeyi -tamamiyle- bize iki saat dinlettirdiğiniz halde, ayn-ı hakikat bir buçuk sahifeyi, ona karşı ısrarımla beraber iki dakika okumağa müsaade etmediğiniz için ona mukabil itiraznamemi tamamiyle okumamı adalet namına sizden istiyorum.
Salisen: Her bir hükûmette muhalifler var. Asâyişe ilişmemek şartiyle kanunen onlara ilşilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüz elli senede ecdadımızın mesleğinde ve Kur'anımızın dâire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüz elli milyon müminlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terkedip, gizli düşmanlarımızın icbariyle ve desiseleriyle, fani ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiç bir insan, bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez.

(Orjinal Sayfa:545)
Yalnız o muhaliflere deriz: «Bize ilişmeyiniz biz de ilişmemişiz.»
İşte bu hakikata binaendir ki; Ayasofyayı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfi, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde, siyasete karışmadık; idareye ilişmedik; âsâyişe dokunacak hiçbir vukuatımız kaydedilmedi. Ben, şahsım itibariyle hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım! Tahakküm altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida yazdım ki, herkese muhalif olarak, ben beraetimi değil, belki tecziyemi taleb ediyorum; ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum! Çünki; bu emsalsiz, acîb muameleden kurtulmak için ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından, şimdilik elime geçmediğinden, beş-altı ay tecrid-i mutlakında bulunduğum hapse razı oldum. Fakat bu istidayı, masum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

Rabian: Benim bu otuz sene hayatımda ve Yeni Said tâbir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nurda yazdıklarım, ve şahsıma temas eden hakikatlarının tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf zâtların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki; ben, nefs-i emmaremi, elimden geldiği kadar hodfüruşluktan, şöhretperestlikten, tefahurdan men'e çalışmışım. Ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan eden Nur Talebelerinin, belki yüz defa hatırlarını kırıp cerhetmişim. Ben, «Mal sahibi değilim; Kur'anın mücevherat dükkânının bir bîçare dellâlıyım.» dediğimi; hem yakın kardeşlerimin tasdikleriyle ve emarelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ve şerefi şahsıma kazandırmak, belki manevî büyük makamat - faraza- bana verilse de fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak, o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizden güya en büyük bir siyasî mes'ele gibi, bana karşı bazı kardeşlerimin Nur'dan istifadelerine manevî bir şükran olarak ben kabul etmediğim halde, pederinden çok fazla hürmet etmesini medar-ı sual ve

(Orjinal Sayfa:546)

cevab yaptınız; bir kısmını inkâra sevkettiniz ve bizi hayretle dinlettirdiniz. Acaba, kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı halde, başkalarının onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç tevehhüm edilebilir mi?

Hamisen: Kat'iyyen size beyan ediyorum ki; hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetler ile ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmayan Nur Talebelerini cemiyetçilik ve siyasetçilikle itham etmek, doğrudan doğruya, kırk senedenberi İslâmiyet ve îman ve aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi Bolşevizm namına bilerek veya bilmiyerek bizimle bir mücadeledir ki; üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur Risalelerinin beraetlerine karar vermişler; yalnız Eskişehir Mahkemesi, «Tesettür-ü nisa» hakkında bir küçük risalenin bir tek mes'elesini, belki bu gelen cümleyi «Mesmuatıma göre; merkez-i hükûmette bir kundura boyacısı, çarşı içinde, bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acîb edebsizliği yapması, tesettür aleyhinde olanın hayasız yüzüne şamar vuruyor.» diye, eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan onbeş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek, şimdi Risale-i Nuru ve şâkirdlerini itham etmek, o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve ihtam ve ihanet etmek demektir.

Sadisen: Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ulema-i İslâm, Kur'anın gayet hakikatlı bir tefsiri, yani hakikatlarının kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mu'cize-i maneviyesi ve şimalden gelen tehlikelere karşı, bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğundan, mahkemeniz, bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u âmme noktasında terğib etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz. Millete, vatana, asayişe muzır dinsizlerin ve bazı siyasî zındıkların kitablarına ve mecmualarına «Hürriyet-i ilmiye» serbestiyetiyle ilişilmediği halde, masum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlâktan kurtulmak için Nura Talebe olması; elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif dairesi teşvik ve takdir edecek bir halettir. Son sözüm: «Cenab-ı Hak hâkimleri, adalet-i hakikiyeye muvaffak etsin» âmin deyip

(Orjinal Sayfa:547)
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ . نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ . اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ dir.


* * *
SON SÖZÜM
Heyet-i hâkimeye beyan ediyorum ki: Hem iddianameden, hem uzun tecridlerimden anladım ki, bu mes'elede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maslahat görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, asayişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevî maksadlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum. Buna karşı, size bunu kat'iyetle beyan ediyorum: Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur'a ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymetdar olan şakirdlerini incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete manevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur.
Bunu da size kat'iyen beyan ediyorum: Şahsıma tahkir ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse; -Risale-i Nur'a ve şakirdlerine benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibariyle- kabule karar vermişim. Bunda da âhiretim için bir sevab var. Ve nefs-i emmarenin şerrinden kurtulmama bir vesiledir diye bir cihette ağlarken memnun oluyorum. Eğer bu bîçare masumlar benimle beraber bu mes'elede hapse girmese idiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım. Siz de gördünüz ki, iddianameyi yazan, bin dereden su toplamak gibi yirmi-otuz senelik hayatımda -mahrem ve gayr-ı mahrem bütün kitab ve mektublarımdan- cerbezesiyle ve kısmen yanlış mana vermesiyle güya umum onlar bu sene yazılmış, hiç mahkemeleri görmemiş, af kanunlarına ve mürur-u zamana uğramamış gibi onun ile benim

(Orjinal Sayfa:548)
şahsiyetimi çürütmek istiyor. Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat'î ile ders-i dinde bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikatı hiç bir şeye feda etmesin, hiç bir şeye âlet etmesin. Nefsine hiç bir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin, kanaat-ı kat'iye gelsin.
Evet hiçbir zaman, bu zeminde bu zaman kadar böyle bir ihtiyac-ı şedid olmamış gibidir. Çünki tehlike hariçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar.
Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüb ve hayret ile bakıyordum ve hiç bir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber bu teveccüh-ü âmmenin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:
Risale-i Nur'un hakikatı ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı -hizmet itibariyle binden bir hissesi ancak bulunduğu halde- o hârika hakikatın ve o hâlis muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-ı Nuriyenin ve şahsiyet-i maneviyesinin hesabına sükût edip o manevî zararlara razı oluyorum. Hattâ İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Azam (K.S.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlahî ile bu zamanımızda Kur'an-ı Hakîm'in mu'cize-i maneviyesinin bir âyinesi olan Risale-i Nur'un hakikatına ve hâlis talebelerinin şahs-ı manevîsine işaret-i gaybiye ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikata hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki; onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde tevil edip Risale-i Nur'a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, za'fiyetim ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılmaması ve sözlerime itimadı kazanmak için zâhiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim. Size ihtar ediyorum: Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeğe ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeğe de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur'la mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu

(Orjinal Sayfa:549)
mağlub edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirdlerini dağıtamazsınız. Çünki hakikat-ı Kur'aniyenin muhafazası yolunda kırk-elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdadlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-ı Kur'aniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarane kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar. Ve o hakikatın bir âyinesi olan Risale-i Nur'u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve asayişe zarar vermeyeceklerdir. Son sözüm:
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
* * *


BÜTÜN VEKÂLETLERE, DİYANET DAİRESİNE, TEMYİZ
RİYASETİNE GÖNDERİLEN BİR İSTİDADIR

Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlâhiye bir şekvadır. Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve Darülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler!

İşte, bu yirmiüç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil Hâkim-i Zülcelâlin dergâh-ı adaletine müştekiyane takdim ediyorum.

Birincisi: Ben, kusurlarımla beraber, bu milletin saadetine ve îmanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikata (yani Kur'an hakikatına) benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nurla çalıştım. Bütün zâlimane tâziblere karşı tevfik-i İlâhi ile dayandım; geri çekilmedim. Ezcümle:

Bu Afyon hapsimde ve mahkememde, başıma gelen çok gaddarane muamelelerden birisi, üç defa ve her defasında iki saate yakın aleyhimizde garazkârane ve müfteriyane ittihamnameleri bana ve adâletden teselli bekliyen masum Nur Talebelerine cebren

(Orjinal Sayfa:550)
dinlettirdikleri halde; çok rica ettim: «Beş-on dakika bana müsaade ediniz ki hukukumuzu müdafaa edeyim.» Bir-iki dakikadan fazla izin vermediler.
.........................................................................
Ben, yirmi ay tecrid-i mutlakta durdurulduğum halde, yalnız üç-dört saat bir-iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra, onlar da menedildi; pek gaddarârâne muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeinin -bin dereden su toplamak nev'inden- yanlış mânâ vermekle, ve iftiralar ve yalan isnadlarla, garazkârâne ve onbeş sahifesinde seksenbir hatasını isbat ettiğim aleyhimizdeki ithamnamelerini dinlemeğe bizi mecbur ettiler; beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim: «Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle tahkir eden ve Peygamberinizi (A.S.M.) ve Kur'anınızın kanunlarını reddedip kabul etmiyen; yahudi ve nasrani ve mecusilere, hususen şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted ve münafıklara, (Hâşiye) hürriyet-i vicdan, hürriyet-i fikir bahanesiyle ilişmediğimiz halde; ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta müteassıb, cebbar bir hükûmetin daire-i mülkünde ve hâkimiyetinde milyonlarla müslümanlar her vakit Kur'an dersiyle İngilizin bütün bâtıl âkidelerini ve küfrî düsturlarını reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği ve her hükûmetde bulunan muhalifler, alelen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektublarımı; hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, hem iki defa, belki üç defa mahkeme-i temyiz tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki-üç sene Risale-i Nurun mahrem ve gayr-ı mahrem bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icab edecek bir tek maddeyi göstermedikleri, hem
_____________________________
(Hâşiye): Ya Üstad! Değil yirmi milyon, üçyüz elli milyon insanların maddi ve manevi hukukunu, Kur'anın nuruyla Lillâh için müdafaa etmişsin, Lillâh için olduğuna delil, Cenab-ı Hak seni Kur'an'ın hizmetinde muvaffak eyledi. Musa Aleyhisselâm, Fir'avun'un zulmünden necat bulduğu gibi; Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm da, münafıkların lâşelerini görüp, hususan münafıkların reisini, mübarek kendi eliyle geberterek Cehenneme gönderdiği gibi; Risale-i Nur da, Eskişehir'de Risale-i Münacat; Denizli'de Meyve Risalesi ve Hücceti; Afyon'da bu arzuhal ile, zındıkanın küfr-ü mutlakının ve şakilerin canlarını Cehenneme gönderdi. Prensiplerini, rejimlerini yırtarak dünyanın her köşesinde intişar etti. Elhamdülillâh..
Küçük Ali

(Orjinal Sayfa:551)

bu derece zâfiyetim ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve ağır şerait ile beraber, ikiyüz bin hakikî fedakâr şakirdlere, vatan ve millet ve asayiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatlı bir rehber olarak kendini gösteren Risale-i Nurun elinizdeki mecmuaları ve dörtyüz sahife müdafaatımız mâsumiyetimizi isbat ettikleri halde; hangi kanun ile, hangi vicdan ile, hangi maslahat ile, hangi suç ile bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecridlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette Mahkeme-i Kübra-yı Haşirde sizden sorulacak!..

İkincisi: Beni cezalandırmak için gösterdikleri bir sebeb: Benim tesettür, irsiyet, zikrullah, taaddüd-ü zevcat hakkında Kur'anın gayet sarih Âyetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.. Onbeş sene evvel, Eskişehir Mahkemesine ve Ankara'ya mahkeme-i temyize ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki kararnamemde yazdıkları bu gelen fıkrayı; hem Haşirde Mahkeme-i Kübraya bir şekva, hem istikbalde münevver ehl-i maarif hey'etine bir ikaz, hem iki defa beraetimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinliyen mahkeme-i temyize «Elhüccetüz-zehra» ile beraber bir nevi lâyiha-i temyiz, hem beni konuşturmıyan ve seksen hatasını isbat ettiğimiz garazkârâne ithamname ile beni, iki sene ağır ceza ve tecrid-i mutlak ve iki sene başka yere nefy ve göz nezareti hapsiyle mahkûm eden hey'ete aynen o fıkrayı tekrar ediyorum!

İşte ben de adliyenin mahkemesine derim ki: «Bin üçyüz elli senede ve her asırda üçyüz elli milyon müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde kudsî ve hakikî bir düstur-u İlâhiyi, üçyüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üçyüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidaen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yu zeminde adalet varsa.. o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir..» diye bağırıyorum! Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin.

Acaba, bu zamanın bazı ilcaatının iktizasiyle muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebi kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmiyen ve siyaseti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden çekilen bir adamı, o Âyâtın tefsiriyle suçlu yapmakla İslâmiyeti inkâr ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri itham çıkmaz mı?
(Orjinal Sayfa:552)

Üçüncüsü: Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebeb: Emniyeti ihlâl ve asayişi bozmaktır. Pek uzak bir ihtimâl ve yüzde, belki binde bir imkân ile, hattâ uzak imkânatı vukuat yerinde koyup, bazı mahrem risale ve hususî mektuplardan, Risale-i Nurun yüzbin kelime ve cümlelerinden kırk-elli kelimesine yanlış mânâ vererek, bir sened gösterip, bizi itham ve cezalandırdılar. Ben de, bu otuz-kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şâkirdlerini işhad ederek derim:

İstanbulu işgal eden İngilizlerin Başkumandanı İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhül-İslâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevkederek «İtilâfçı-İttihatçı» fırkalarını birbirleriyle uğraştırmasiyle Yunanın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada; İngiliz ve Yunan aleyhinde «Hutuvat-ı Sitte» eserimi Eşref Edib'in gayretiyle tab ve neşretmek ile, o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmiyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara'ya kaçmıyan ve esarette, Rusun Başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermiyen ve Otuz Bir Mart Hâdisesinde sekiz taburu bir nutukla itaata getiren ve divan-ı harb-i örfide, mahkemedeki paşaların: «Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin!» diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip cevaben: «Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cin ve ins şahid olsun ki ben mürteciyim! Ve şeriatın bir tek mes'elesine ruhumu feda etmeye hazırım.» diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken beraetine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmiyerek «Zâlimler için yaşasın Cehennem!» diye yolda bağıran ve Ankara'da, divan-ı riyasette, Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: «Biz, seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin; sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin.» Ona karşı, «İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir! Hainin hükmü merduttur.» diye kırk elli meb'usun huzurunda söyliyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran ve altı vilâyet zabıtasınca ve hükûmetçe, asayişin ihlâline dair bir tek maddesi kaydedilmiyen ve yüz binlerle Nur şâkirdlerinin hiç bir vukuatı görünmiyen; yalnız, bir küçük talebenin haklı bir müdafada, küçük bir vukuatından başka hiçbir şâkirdinden bir cina-
(Orjinal Sayfa:553)

yet işitilmeyen ve hangi hapse girmiş ise o mahpusları ıslah eden ve yüz binler Risale-i Nurdan, memlekette intişar etmekle beraber, menfaattan başka hiçbir zararı olmadıklarını yirmiüç senelik hayatının ve üç hükûmet ve mahkemelerin beraetler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüzbin şâkirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle isbat eden ve münzevî mücerred, garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp, eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arıyan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermiyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm ve tâzib edenlere beddua etmiyen bir adam hakkında, «Bu ihtiyar münzevi asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır. Ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur!» diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, elbette yerden göğe kadar suçludur. Mahkeme-i Kübrada hesabını verecekler!...

Acaba, bir nutuk ile, isyan eden sekiz taburu itaata getiren ve kırk sene evvel, bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr üç dehşetli kumandanlara karşı korkmıyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, «Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip, vatan ve millet ve İslâmiyete hiyanet etmem. Hakikat-ı Kur'ana feda olan bu başımı zâlimlere eğmem!» diyen; ve Emirdağ'ında beş-on âhiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alâkadar olmıyan bir adam hakkında; ittihamnamede: «Bu Said, Emirdağ'ında gizli çalışmış, asayişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş! Yirmi adam da etrafında onu medhedip, hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılâb ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor.» diyerek, emsalsiz bir adâvet ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlak ile ve mahkemede konuşturmamakla tâzib edenler, ne derece haktan ve adâletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.

Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü âmmeye mazhar ve bir nutuk ile binler adamı itaata getiren ve bir makale ile, binlerle insanları İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cemiyetine iltihak ettiren ve Ayasofya Camiinde ellibin adama takdir ile nutkunu dinlettiren bu adam; üç sene

(Orjinal Sayfa:554)
Emirdağ'ında çalışsın, yalnız beş-on adamı kandırsın! Ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalariyle uğraşsın. Yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun... Hiç kabil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.
Dördüncüsü: Şapka giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebeb göstermeleridir.
Beni konuşturmadılar, yoksa beni cezalandırmağa çalışanlara diyecektim ki; üç ay Kastamonu'da polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiçbir vakit bana demediler şapkayı başına koy. Ve üç mahkemede şapkayı başıma koymadığım ve başımı makhemede açmadığım alde, Afyon müstesna bana ilişmedikleri ve yirmi üç sene bazı dinsiz zâlimlerin, o bahane ile bana gayr-ı resmî çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri ve çocuklar ve kadınlar ve ekseri köylüler ve dairelerde giymeğe mevbur olmadıkları ve hiç bir maddî maslahat giymesinde bulunmadığı halde, benim gibi münzevi; bütün müçtehidlerin ve umum Şeyhül-İslamların yasak ettikleri bir serpuşu giymediğim bahanesiyle ve uydurmalar iulâvesiyle, yirmi sene bir âdetle tekrar beini cezalanldırmağa göndüzde rakı içip, namaz kılmayanları hürriyet-i şartiye var diye, kendi fesi iken, ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni bir Kıyafetim için suçlandırmağa çalışan; elbette ölümün îdam-ı ebedîsini ve kabrinde dâimî hmaps-i nünferidini gördükten msonra mahkeme-i kübrada ondan bu batâsı sorulacak.
Beşincisi: Otuzüç âyâtı Kur'aniyenin tahsikârâne işaretine mazariyetini; ve İman-ı Ali (Kerremallahü Vechehü) ve Gavs-ı A'zam (Kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerini; ve yüzbin ehl-i îmanın tasdiklerini; ve yirmi senede millete ve vatana zararsız pekçok menfatli yüksek bin mertebeyi kazı-andıran Risale-i Nur'u sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı risealelerinin müsaderesine hattâ dörtyüz sahife olan ve yüzbin adamın îmanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren"zülfikar - Mu'cizat-ı Ahmediye" mecmuasını, içindeki eskiden yazılmış ve mürur-u zaman ve af haklı tevsirlerine dair, iki ahife bahanesiyle o pekçok menfaatlli ve kıymatdar mecmuanın müsaderesine çalıştığı gibi şimdi de Nur'un kıymetter risalelerinden, her birisinin bir kelime içinde bir-iki kelimesine yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalıştığını, bu üçüncü iddianameyi işiten

(Orjinal Sayfa:555)
ve neşrettiğimiz kararnameyi işi-ne ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eden. Biz dahi:
ِلكُلِّ مُصِيبَةٍ اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجٍعُونَ
deriz. وَنِعْمَ الْوَكِيلُ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Altıncısı: Nur'un şâkidlerinden bazılarını fevkalâde îman hüccetlerini ve sarsılmaz ayn-el yakîn ulûm-u îmaniyeyi nurlarda görüp istifade ettiklerinden bu bîçare tercüm-anına bin nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev'inde, ziyade hüsn-ü zan ile ve müfritane medhetmeleri ile beni suçlu gösterene derim: Ben âciz, zaif, gurbette, menfi, yarım ümmî ve aleyhimde propaganda ile haklı benden ürkütmak halleri içinde, Kur'anın ilâçlarından ve îmanın kudsî hakîkatlarından dertlerime tam derman olanların kenldime bulunduğum zaman, bu millete ve bu vatan evlâdlarına dahi tam bir ilâç olduğuna tam kanaat getirdiğim için kıymetdar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiyye bana sâdık, has, metin yardımcıları verdi. Elbette ben onların hüsn-ü sanlarına ve samimane medihlerini bütün bütün reddetmek ve hat‎ırları‎nı‎ tekdir ile kırmak, o hazine-i Kur'aniyeden alınan Nurlara bir ihanet ve adâvet hükmüne geçer diye o elması kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçırmamak için onların âdi ve müflis şahsımakarşı medh-ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mu'cize-i Kur'âniye olan Risale-i Nur'a ve has şâkirdlerinin şahsiyet-i mâneviyesine çeviriyordum. Ve bana benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif olan ve râzı olmayan bir adamı başkalırının onu medhetmesiyle suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî me'mur beni suçlu yapıyor?
Her neşrettiğimiz aleyhimde yazılan kararnamenin ellidördüncü sahifesinde: Hem Nur'un mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsi makamlara arzu etmek. şan ve şeref kazanmak olmaz. Nur'daki ihlâsi bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum diye kararnamede yazdıkları...Ve yine kararnamede yirmiikinci ve

(Orjinal Sayfa:556)
üçüncü sahifesinde "kusurunu bilmek fark ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhîyeye iltica etmek ki; o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçâre, âciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk beni medh ü sena etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sabib-i kemalim. Sizi bütün bütün kaçırmamak için, üçüncü hakikî şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemiyeceğim. Cenab-ı Hak inayetiyle en etna bir nefes gibi, bu şahsımı esrar-ı Kur'aniyede istihdam ediyor. Yüzbin şükür olsun. "Nefis cümleden etna, vazife cümleden âlâ." fıkrasını, kararnamede yazdıkları halde, beni başka zâtların medhile ve Risale-i Nur mânasiyle bana bir hidayet edici vasfını vermekle, beni suçlu yapanlar, elbette bu hatâlarının cezasını dehşetli çekmeğe müstehak olurlar.
Başıma gelen musîbetlerden yedincisi: Biz ve umum Nur risaleleri Denizli ve Ankara ağır ceza ve temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraet ettiğimiz ve umum risale ve mektublarımızı bize iade ettikleri ve "Temyizin bozma kararında, Denizli beraetinde faraza bir hatâ dahi olsun, o bedret ve hüküm kat'iyyen kesbetmeştir, daha tekrar muhakeme edilmez." dedikleri halde, ben Emirdağında üç sene münzevi ve iki - üç terzi çırağı nöbetle bana hizmet vepek nadir olarak, beş-on dakika bazı dindar zâtlardan başka, zaruret olmaktan konuşmayan ve tek bir yere Nurlara teşvik için haftada bir tek mektiptan teşvik ieçein haftada bir tek mektubtan başka muhabere etmiyen ve kendi müftü kardeşine üç senedeş üç mektubdan baka yazmayan ve yirmi otuz seneden beri devam eden te'lefini bırakan, yalnız baütün ehl-i Kur'an îmana menfaatlğı yirmi sahifelik iki nükte, (Biri : Kur'an'daki tekrarların hikmeti, diğeri: Melekler hakkındakie bazı mes'elelerden) hiçbir risale daha te'lif etmeyen; ve yalnızmahkemelerini iade ettikleri risalelerin büşük mecmualar yapılmasına ve eski harf ile tab'edilen "Âyet-ül kübrâ" nın beşyüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir makinesi rahmen yasak olmadığından, Alem‏-i İslâm'ın istifadesi fikriyle kardeşlerime neşr için teksirine izin verecek, onların tasdikleri ile meşgul olan ve kat'iyyen hiç bir siyasetle alâkadar olmıyan ve memleketine gitmek için, resmen izin verildiği halde, bütün menfilere muhalif olarak dünyaya ve siyasete kaçırmamak için, sıkıntılı bir gurbeti kabul edip, memlekitine gitmeyen bir adam hakkında, bu üçüncü ittihamnâmedeki asılsız isnadlarla ve yalan bahisler ve yanlış mânalarla o adamı suçlu yapmağa çalışanlar -şimdilik söyleyemiyeceğim- dehşitli iki mâna hükmettiğini, bu yirmi ayda bana karşı

(Orjinal Sayfa:557)
muamelesi isbat ediyor.
Ben de derim: Kabir ve sakar yeter, mahkeme-i kübra ya havale ediyorum.
Sekizincisî: Beşinci Şuâ iki sene Denizli ve Ankara Mahmekelerinin ellerinde kalıp, sonra bize iade ettiklerinden, Denizli mahkemesinde beraetimizi metice veren müdafaatımla beraber "Sirac-ün-Nur" ismindeki biyüt mecmuanın âhirinlde yazılmış.Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk, fakat mâdem mahkemeler onu teşhir edip, beraetle, bize iade ettiler Demek bir zararı yoktur diye teksirini izin verdim. Ve o Beşinci Şuânl'ın aslı, kırk elli sene evvel yazılmış müteşabih blir kısım hadîslerdin, fakat ümmette eskiden beri intişar eden bir kısımına, gerçi bazı ehl-i hadîs bir za'fiyet isnad etmişler,. fakat zâhirî manaleri mendar-ı itiraz olmasından, sırf ehl-i îmânı şüphe yelrden kurturmak için yazıldığı halde bir zaman sonra onun hârika te'vellerini bir kısımı göstere göründüğü için, biz onu mahrem tutuk; tâ yanlış mâna verilmesin. Sonra, mütaaddit mahkemeler onu tedkik edip, teşhirine sebep olmakla berabar, bize iade ettikleri halde, şimdi bin tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adâletten, haktan. insaftan uzak olduğunu bizi kanaat-ı vicdaniye ile mahkûm etmek ve onları dahi mahkeme-i kübraya havale ederek, وَنِعْمَ الْوَكِيلُ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهَ deriz.
Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenler Risale-i Nur'u mütalâa ettiklerinin hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.
Onuncusu: Kuvvetli ve ehimmiyetlidir. Fakat yine onalrı küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım. (Hâşiye)
_______________________
(Hâşiye): Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; mu'cize-i Kübra-yı Mi'raciyle, cin ve inse ve melâikeye nübüvvetini gösterdiği ve müşrikîne ve münafıklara karşı, erkân-ı îmaniyenin kutbu olan Zât-ı Zülcelâli, Cenneti ve Cehennemi bizzat gözüyle müşahede edip, Muhammedül-Emin ismiyle müsemma olan Zât-ı mübarekiyle, Cenab-ı Hakkın varlığını ve haşri ve Mahkeme-i Kübrayı bütün cin ve inse haber verdiği gibi; Risale-i Nur da, "Haşirdeki Mahkeme-i Kübraya Bir Arzuhal" olan bu risale ile bu asrın imanî, i'tikadî olan istinad noktaları sarsıldığından, şek ve şüpheye düşen ehl-i îmana ve ehl-i vukufa ve ehl-i hâkimlere, Cenab-ı Hakkın varlığını ve adâletini, Mahkeme-i Kübrayı ve haşri, âlem-i gaybı, âlem-i şehadete getirip; kat'iyyen, aslâ şekk ve şüphe olmayacak derecede; dalâlete, küfr-ü mutlaka düşenlere Cehennemi ve ehl-i îmana da Cenneti, bu dünyada gözlere göstermiştir. Bütün nev-i beşere îman-ı tahkikişyi hakkalyakîn isbat etmiştir. Cenab-ı Hak, Risale-i Nur Müellifi Üstadımızdan ebediyen razı olsun. Âmîn!
Küçük Ali


(Orjinal Sayfa:558)
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN AFYON
HAPİSHANESİNDE TECRİD-İ MUTLAKTA İKEN
TALEBELERİNE YAZDIĞI MEKTUPLARDAN BAZI
KISIMLAR
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Sizi, taziye değil, belki tebrik ediyorum. Mâdem kader-i İlâhî bizi bu üçüncü Medrese-i Yûsufiyeye bir hikmet için sevketti. Ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı; ve mâdem şimdiye kadar kat'î tecrübelerle
عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ
sırrına, inayet-i İlâhiyye bizi mazhar etmiş; ve mâdem Medrese-i Yûsufiyedeki yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade Nurlardaki teselliye muhtaçtırlar ve adliyeciler memurlardan ziyade Nur kaidelerine ve sair kudsi kanunlarına ihtiyaçları var. Ve mâdem Nur nüshaları pek kesretle hariçteki vazifenizi görüyorlar ve fütuhatları tevakkuf etmiyor; ve mâdem burada herbir fâni saat, bâkî ibadet saatleri hükmüne geçer.. elbette biz bu hâdiseden, mezkûr noktalar için kemâl-i sabır ve metanet içinde merurane şükür etmemiz lâzımdır. Denizli hapsinde teselli için yazdığımız bütün o küçük mektupları, size de aynen tekrar ederim. İnşâallah o hakikatlı fıkralar sizi de müteselli ederler.
SAİD NURSÎ

* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Benim şahsıma edilen eziyet ve ihanetlerden müteessir olmayınız. Çünki Risale-i Nur'da bir kusur bulamıyorlar, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşıyorlar. Ben bundan memnunum. Risale-i Nur'un selâmetine ve şerefine binler şahsî elemler, belalar, tahkirler görsem; yine müftehirane şükretmek, Nur'dan aldığım dersin muktezasıdır ve onun için bana bu cihette acımayınız.,
 

mihrimah

Well-known member
(Orjinal Sayfa:559)
Sâniyen: Pek geniş ve şiddetli ve merhametsiz bu taarruz ve hücum, şimdilik yirmiden bire indi. Binler haslar yerinde birkaç zât ve yüzbinler alâkadarlar bedeline mahdud birkaç yeni kardeşleri topladılar. Demek inayet-i İlahiye ile pek hafif bir surete çevrilmiş.
Sâlisen: İnayet-i Rabbaniye ile iki sene aleyhimizde plân çeviren sâbık vali def'oldu ve aleyhimizde pek ziyade evhamlandırılan Dâhiliye Vekili'nin hemşehriliği ve nesilce cedleri ziyade dindarlık cihetiyle bu dehşetli hücumu pek çok hafifleştirdiğine kuvvetli bir ihtimal var. Onun için me'yus olmayınız ve telaş etmeyiniz.
Râbian: Pek çok tecrübelerle ve hâdiselerle kat'î kanaat verecek bir tarzda, Risale-i Nur'un ağlamasıyla ya zemin titrer veya hava ağlar. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemede dahi isbat ettiğimiz gibi; tahminimce, bu kış emsalsiz bir tarzda yaz gibi -bidayette- gülmesi, Risale-i Nur'un perde altında teksir makinesiyle gülmesine ve intişarına tevafuku ve her tarafta taharri ve müsadere endişesiyle tevakkufla ağlamasına, birdenbire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabuku, kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-ı Kur'aniyenin bu asırda parlak bir mu'cize-i kübrasıdır, zemin ve kâinat onun ile alâkadar...
Said Nursî
* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Garib ve latif iki halimi beyan etmek lâzım geldi.
Bir zaman meşhur bir allâmeyi, harbin müteaddid cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: "Bana sevab kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler." Aynen bunun gibi, Denizli'de câmilerde beni gördükleri hattâ resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telaş ederek, "Kim ona hapishane kapısını açıyor?" demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz'î bir hârika isnadına bedel,
(Orjinal Sayfa:560)

Risale-i Nur'un hârikalarını isbat edip gösteren Sikke-i Gaybî Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimad kazandırır ve makbuliyetine imza basar. Hususan Nur'un kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Şimdi Hüsrev gibi Nur kahramanı size ihsan edildi. İnşâallah bu medrese-i Yusufiye dahi, Medreset-üz Zehra'nın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar Hüsrev'i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, onu ehl-i siyasete tamamıyla gösterdi, gizli birşey kalmadı. Onun için ben onun iki-üç hizmetini has kardeşlerime izhar ettim. Hem ben, hem o, daha gizlemek değil, lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. Fakat şimdilik karşımızda hakikatı dinleyecekler içinde dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid; hem zendeka, hem komünist hesabına -biri Emirdağı'nda malûm olmuş, biri de burada- gayet dessasane, aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeğe çalışıyorlar. Onun için biz şimdilik çok ihtiyat edip telaş etmemek ve inayet-i İlahiyenin imdadımıza gelmesini tevekkül ile beklemek lâzımdır.
* * *
(Orjinal Sayfa:561)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Ben hem Risale-i Nur'u, hem sizleri, hem kendimi, Hüsrev ve Hıfzı ve Bartın'lı Seyyid'in kıymetdar müjdeleriyle hem tebrik, hem tebşir ediyorum. Evet bu sene hacca gidenler, Mekke-i Mükerreme'de Nur'un kuvvetli mecmualarını büyük âlimlerin hem Arabça, hem Hindçe tercüme ve neşre çalışmaları gibi; Medine-i Münevvere'de dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahhara'nın makber-i saadeti üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Musa mecmuasını kabr-i Peygamberî (A.S.M.) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî olmuş ve rıza-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm dairesine girmiş. Hem niyet ettiğimiz ve buradan giden hacılara dediğimiz gibi, Nurlar bizim bedelimize o mübarek makamları ziyaret etmişler. Hadsiz şükür olsun, Nur'un kahramanları bu mecmuaları tashihli olarak neşretmeleriyle pekçok faidelerinden birisi de; beni tashih vazifesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir me'haz olmak cihetinde yüzer tashihçi hükmüne geçtiler. Cenab-ı Erhamürrâhimîn o mecmuaların herbir harfine mukabil onların defter-i hasenatlarına bin hasene yazdırsın. Âmîn.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım!
Evvelâ: Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler manen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz, benim âdi şahsım yerine Kur'anın bir hâdimi haysiyetiyle beni o risale içerisinde görüp sohbet edersiniz. Zâten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.Sâniyen: Bu yeni Medrese-i Yusufiye'deki Risale-i Nur'un yeni

(Orjinal Sayfa:562)
talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle hattâ ehl-i vukufu da teslime mecbur eden işarat-ı Kur'aniye ile Nur'un sadık şakirdleri iman ile kabre girecekler. Hem şirket-i maneviye-i Nuriyenin feyziyle herbir şakird derecesine göre umum kardeşlerinin manevî kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdeta binler dil ile istiğfar eder, ibadet eder. Bu iki faide ve netice, bu acib zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir; pek çok ucuz olarak o iki kıymetdar kârları sadık müşterilerine verir.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Afyon müdafaanamesinin hem bize, hem bu Nurlara, hem bu memlekete, hem âlem-i İslâm'a alâkadar ehemmiyetli hakikatları var.
Herhalde bunu yeni hurufla beş-on nüsha çıkarmak lâzımdır, tâ Ankara makamatına gönderilsin. Bizi tahliye ve tecziye etseler de hiç ehemmiyeti yok. Şimdi vazifemiz; o müdafaattaki hakikatları hem hükûmete, hem adliyelere, hem millete bildirmektir. Belki de kader-i İlahî bizi bu dershaneye sevketmesinin bir hikmeti de budur. Mümkün olduğu kadar çabuk makine ile çıksın. Bizi bugün tahliye etseler, biz yine onu bu makamata vermeğe mecburuz. Sizi aldatıp te'hir edilmesin. Artık yeter! Aynı mes'ele için onbeş senede üç defa bu eşedd-i zulüm ve bahaneler ve emsalsiz işkencelere karşı son müdafaamız olsun. Madem kanunen kendimizi müdafaa etmek için sâbık mahkemelerde makineyi bize vermişler, burada o hakkımızı bizden hiç bir kanunla men'edemezler. Eğer resmen çare bulmadınız ise, hariçten bizim avukat herşeyden evvel bunun -makine ile- beş nüshasını çıkarsın, hem sıhhatına çok dikkat edilsin.
Said Nursî
* * *
(Orjinal Sayfa:563)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının sebebi, mahpuslarla mürafaa ve selâmlaşmamaktır. Zâhirde başka bahane gösterdiler. Hiç merak etmeyiniz. Bilakis benim ehemmiyetsiz şahsım ile meşgul olup Nurlara ve talebelerine çok sıkıntı vermediklerinden, beni cidden ve kalben onların şahsî ihanetler ve işkencelerle tazib etmeleri, Nurların ve sizlerin bedeline olduğu ve bir derece Nurlara ilişmemeleri cihetinde memnunum ve sabır içinde şükrederim, merak etmiyorum. Siz dahi hiç müteessir olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazar-ı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurların ve talebelerinin selâmet ve maslahatları noktasında bir inayet ve bir hayır var diye kanaatım var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar, hem ihtiyatla hareket etsinler ve telaş etmesinler, hem herkese bu mes'eleden bahis açmasınlar. Çünki safdil kardeşlerimiz ve ihtiyata daha alışmayan yeni kardeşlerimizin sözlerinden mana çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe yapar, ihbar edebilir. Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber hiç endişe etmeyiniz. Biz inayet-i İlahiye altındayız ve bütün meşakkatlara karşı kemal-i sabırla belki şükür ile mukabele etmeğe azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükretmeğe mükellefiz.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
İki ehemmiyetli sebeb ve bir kuvvetli ihtara binaen ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına bırakmağa kalben mecbur oldum. Hususan (H,R,T,F,S) (*)
(*) Hüsrev, Re'fet, Tahir, Feyzi, Sabri.
Birinci Sebeb: Ben hem sorgu dairesinde, hem çok emarelerden kat'î bildim ki, bana karşı ellerinden geldiği kadar müşkilât yapmağa ve fikren onlara galebe etmemden kaçmağa çalışıyorlar

(Orjinal Sayfa:564)
ve resmen de onlara iş'ar var. Güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam edecek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmî ve siyasî göstereceğim diye benim konuşmama bahanelerle mani oluyorlar. Hattâ sorguda bir suale karşı dedim: "Tahattur edemiyorum." O hâkim taaccüb ve hayretle dedi: "Senin gibi fevkalâde acib zekâvet ve ilim sahibi nasıl unutur?" Onlar Risale-i Nur'un hârika yüksekliklerini ve ilmî tahkikatını benim fikrimden zannedip dehşet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar.
Hem güya benim ile kim görüşse birden Nur'un fedakâr bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hattâ Diyanet Reisi dahi demiş: "Kim onunla görüşse, ona kapılır.. cazibesi kuvvetlidir." Demek şimdi işimi de sizlere bırakmağa maslahatımız iktiza ediyor. Ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım benim bedelime sizin meşveretinize iştirak eder, o kâfidir.
....................................................................................................................
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugün manevî bir ihtar ile sizin hesabınıza bir telaş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği aynı dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevablı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üçyüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir'de otuzbine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana temin eden şuhur-u selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yusufiye'de geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten -kemmiyet değilse de keyfiyet itibariyle- bire beştir. Çünki bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nur'un derslerinin

(Orjinal Sayfa:565)
intişarına bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlası, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nur'un sırr-ı ihlası; siyasetkârane kahramanlık damarını taşıyan, Nur'un tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus bîçareler içinde intişarı için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i maişet ciheti ise: Zâten bu üç ay âhiret pazarı olmasından herbiriniz çok şakirdlerin bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım ve bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir bildim.
Said Nursî
* * *

Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız Nur'un kıymetini düşürmek fikriyle siyaset manasını hatırlatan mehdilik davasını tevehhüm ile güya Nurlar buna bir âlettir diye çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben o gizli zalim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere deriz: Hâşâ! Sümme hâşâ!.. Hiç bir vakit böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlarını şahsiyetime bir makam-ı şan ü şeref kazandırmağa âlet etmediğime bu yetmişbeş, hususan otuz senelik hayatım ve yüzotuz Nur Risaleleri ve benim ile tam arkadaşlık eden binler zâtlar şehadet ederler. Evet Nur şakirdleri biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini göstermişim ki; şahsıma değil bir makam-ı şan ü şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve manevî bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki -lüzum olsa- âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâki mertebeleri feda etmeyi; hattâ Cehennem'den bazı bîçareleri kurtarmağa vesile olmak için -lüzum olsa- Cennet'i bırakıp Cehennem'e girmeyi kabul ettiğimi hakikî kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette isbat ettiğim halde, beni bu ittihamla Nur ve iman hizmetime bir ihlassızlık isnad etmekle ve Nurların

(Orjinal Sayfa:566)
kıymetini tenzil etmektir.
Acaba, bu bedbahtlar dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya âlet ediyor tevehhümüyle dünyadaki ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem -lüzum olsa- uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi, bir tek hakikat-ı imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasî manasını işmam eden maddî ve manevî mertebelerden ihlas sırrı ile bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete -meslek itibariyle- tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibariyle talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikad eden bir adam hakkında bazı hâlis kardeşleri, Risale-i Nur'dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeye mukabil onun tercümanı olan o bîçareye -tercümanlık münasebetiyle- Nurların bazı faziletlerini hususî mektublarında ona isnad etmeleri ve hiç bir siyaset hatırlarına gelmeyerek âdete binaen, insanlar sevdiği âdi bir adama da: "Sultanımsın, velinimetimsin" demeleri nev'inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mabeyninde carî ve itiraz edilmeyen makbul bir âdet ile teşekkür manasında pek fazla medh ü sena etmeleri ve eskiden beri makbul kitabların âhirlerinde mübalağa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi? Gerçi mübalağa itibariyle hakikata bir cihette muhaliftir; fakat kimsesiz, garib ve düşmanları pekçok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab varken, insafsız çok mu'terizlere karşı sırf yardımcılarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalağalı medhedenlerin şevklerini kırmamak için onların bir kısım medihlerini Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini dünya cihetine çevirmeğe çalışan bazı resmî memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır.

(Orjinal Sayfa:567)
ِباسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Hiç telâş ve merak etmeyiniz, hakkımızdaki her hâdisede, hem perde altında, hem neticeler itibariyle, hem rahmet ve inayetin iltifatları ve tebessümleri, hem kader ve kısmetin ve adalet ve şefkatin terbiyeleri var olduğu kat'î ve mükerrer tecrübelerle tahakkuk ettiğinden; biz, en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemal-i sabır içinde şükür etmekle mükellefiz. Ve cildleri ve derileri soyulan "Cercis Aleyhisselâm" gibi, binler, milyonlar hakikat mücahidlerinin hakaik-i imaniyenin kudsî hizmetinin bir nümunesine mazhar olan Nur şâkirdlerinin çektikleri zahmetler, o eski zâtların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde, İnşâallah birdirler ve beraberdirler.
Saniyen: Onbir def'a bana su-i kasd eden ve dört def'a mahkemeleri aleyhimize sevkedip üç defa hapse sokan gizli düşmanlarımızın Nurlar hakkında plânları akîm kaldığından, bütün desiseleriyle, ehemmiyetsiz şahsıma karşı sıkıntı, tecrid-i mutlak ve kimse ile temas etmemek ve damarıma dokundurmakla işkenceler verdirmeye çalışıyorlar. Ben de, o işkencelerin altında inayetin iltifatını görüp tahammül ederek şükrederim. Zannederim, herbirinizden vücudca on derece zaif ve on derece ziyade sıkıntılarıma karşı tahammülüm, sizin gibi kuvvetli ve âlicenab zâtların, küçücük ve geçici ve cüz'î sıkıntılarınızı nazarınızda hiçe indirir diye, daha size teselli vermeye lüzum görmüyorum.
Salisen: Şimdi, şahsımı çürütmeğe çalıştıklarından ve sıktıklarından ve ihanet ettiklerinden dolayı sıkılmayınız. Çünki, Nurlara ve talebelerine ilişilmediğine bir alâmettir ve tam aldandıklarına bir emaredir. Yani: Kıymeti, hüneri şahsımda zannedip beni sıkıyorlar, çürütmek istiyorlar. Bu aldanmalarında pek büyük bir maslahat ve Nurlara çok faidesi var. Benim tam yapamadığım vazife-i şahsiyemi ve hizmet-i Nuriyemi, bu suretle menfî bir tarzda bana yaptırıyorlar. İnşâallah, o nisbette sevab kazandıran kusuratlarıma keffaret olur.
Rabian: Gizli münafıklar, her nasılsa bazı resmî memurları aldatıp, "Said ile görüşen, dost ve Nurcu olur. Kimse temas etmesin." diye onları evhamlandırmışlar. Hattâ hey'et-i idare ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar. Ben de memnun oluyorum

sh: » (T: 568)
ve bu hale şükrediyorum. Sizlerle, sureten görüşmediğimden zararı yok. Çünki bir hanede maddeten ve mânen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten daima beraberiz. Mânevî görüşüyoruz, yeter.
SAİD NURSÎ
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, Sıddık Kardeşlerim Ve Hizmet-i Kur'aniye Ve İmaniyede Fedakâr Ve Metin Arkadaşlarım,
Birkaç gündür sizin ile kalemle konuşmadığımdan sıkılmayınız. Şimdi iki noktayı beyan etmek kalbe geldi.
Birincisi: اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّهُ sırrıyla, teslim ve tevekkülden sonra teselli hissettim. Şöyle ki:
Bizi, hususen Çalışkanları tahliye etmeyip ve tefrik etmiyerek tehir etmelerinde, İnşâallah maddî bir zarara mukabil mânevî yüz menfaat ve kazanç olacak. Meselâ: Ankara'nın altı makamatına gönderilen ilmî ve îmanî ve pek kuvvetli müdafaat, şimdi yirmi gündür onların nazarlarındadır. Hem onun kıymetdar hakikatları, hem alâkadarların merakla nazar-ı dikkatlerini celbeden mes'elemizin safahatı, o makamatı elbette lâkayd bırakmazlar. Her halde, eğer o hakikatlara mağlub olmasa idiler, şimdiye kadar bize tecavüz ve şiddetli iş'ar ve emirler olacaktı. Eğer olsaydı, hakkımızda habbeyi kubbe yapanlardan tereşşuhatı hissedilecekti. Demek hakikat galebe etmiş olsa olsa tedafüî bir vaziyetle bize hafif bir ilişmek olur. Ben kendi hesabıma, o netice için, şimdiye kadar maddî zarar ve sıkıntılarımın yüz derece fevkinde mânevî kazancım var. Sizden her bir kardeşimizi, benden ziyade hissedar biliyorum. Demek, tahliyemizin tehiri hayırlıdır. Hem, Çalışkanlardan üç kardeş, pek çok Nur Şâkirdlerini buraya gelmekten kurtardıkları gibi, haklarında edilen iftiralar vasıtasıyla dahi, Risale-i Nurun bir cihette, şimdiki mahkemenin nazarından kurtulmasına bir vesile oldular. Bu iki kıymetdar kazanç onların hususî tahliyeleriyle bozulacaktı. Hem, onların Nurlara pek ciddî alâkaları halkın nazarında sönecekti.

sh: » (T: 569)
İkinci Nokta: Mes'elemiz, Âlem-i İslâmı alâkadar eden pek büyük bir vazife-i Kur'aniye ve îmaniyedir. Ondan dehşet alan gizli münafıklar, ellerinden geldiği kadar küçültmek isterler. Ve çok ehemmiyet verdiklerinden, zâhiren ehemmiyetsiz göstermeye çalışıyorlar; hükûmeti ve adliyeyi aldatıyorlar. Meselâ: Nurlara mensub feriklerden ve miralaylardan sarf-ı nazar edip, Ankara'da Nur Talebesi bir nefer askerin elinde, zararsız birkaç risale bulunmasıyla, buradaki mahkeme, mes'eleyi uzattırmaya vesile ediyorlar. Ve benim şahsımın ehemmiyetsizliğini, ihanetler ve tazyiklerle, tecrübelerle gösterip, binler derece şahsımdan ehemmiyetli olan Nurların kuvvetli derslerini ve şâkirdlerinin sarsılmaz ve susmaz şahs-ı manevîlerini nazara almayıp güya ehemmiyet vermiyorlar. Halbuki, onun ehemmiyetinden titriyorlar ki, o kubbeleri habbe göstermek istiyorlar.
Hem tam aldanmışlar. İçimizde yalnız dört-beş kardeşimiz, ailevî ticaret cihetinde bu tehirden bir zararları olsa da inşâallah pek çok manevî kazançları o maddî zararı hiçe indirecek bir inayet altındayız. Hiç merak ve telâş etmeyiniz. Vazifemiz, sabr içinde şükretmek ve mümkün oldukça Nurlarla meşgul olmaktır ve bizden çok ziyade sıkıntıda bulunan mahpuslara teselli vermektir.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Mücmel bir manevî ihtar ile bir mes'eleyi kalbe geldiği gibi beyan edeceğim. Altı makamata giden ve galebe eden müdafaatın cevabı gelmiş ve bize tecavüze çâre bulamamışlar. Yalnız bir makamın, gizli bir iş'ar ile, benim fedakâr kardeşlerimi benden soğutmak ve şiddetli alâkalarını gevşetmek plânı var. Zaten çoktan beri-beni ihanetlerle ve iftiralarla ve tecridlerle- bu kudsî ve uhrevî ve imanî alâkayı bozmağa çalıştılar, muvaffak olamadılar. Şimdi Nurcuları ürkütmek, zaif bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeğe bazı bahaneleri buluyorlar. İnşâallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane sebatları ve tahammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikatları; onun elinde birer

sh: » (T: 570)
elmas kılınç bulunan şâkirdlerin şahs-ı manevisinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil. Sizlere tekrar ile beyan edilmiş; eski zamanın kahraman mücahidlerine nisbeten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şiddet-i ihtiyaç cihetiyle çok sevab kazanan İnşâallah halis Nurculardır. Ve boşu boşuna, bad-i heva, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle kudsî bir hizmet-i îmaniye ve Kur'aniyeye sarfeden ve onun ile ebedî bir ömrü kazanan Nur talebeleridir. Ben, kendi hisseme düşen bütün bu hücumlarına karşı, pek çok zafiyetimle beraber tahammüle karar verdim. İnşâallah; kuvvetli, fedâkâr, genç, kahraman kardeşlerim benden geri kalmaz ve kaçmazlar.. ve kaçanları da geri çevirmeye, şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışacaklar.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Receb-i Şerifinizi ve yarınki "Leyle-i Regaib"inizi ruh-u canımızla tebrik ederiz.
Sâniyen: Me'yus olmayınız, hem merak ve telaş etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye inşâallah imdadımıza yetişir. Bu üç aydan beri aleyhimizde ihzar edilen bomba patladı. Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrev'in iki su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşâallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nur'un fütuhatına bulantı vermektir. Emirdağı'ndaki malûm münafıktan daha muzır ve gizli zındıkların elinde âlet bir adam ve bid'atkâr bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşâallah o bir dahi, bizi mecruh ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm kalacak. Bu mübarek ayların hürmetine ve pekçok sevab kazandırmalarına itimaden sabır ve tahammül içinde şükür ve

sh: » (T: 571)
tevekkül etmek ve مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düsturuna teslim olmak elzemdir, vazifemizdir.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim Ve Bu Dünyada Medar-ı Tesellilerim Ve Hakikatın Hizmetinde Yorulmaz Arkadaşlarım,
Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur'aniye ve Nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarfedilse, çok faideleri var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymetdar kalb ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet, o Nurlarla îman cihetinde iştigal, hem tefekkürî bir ibadet, hem "İhlâs Risalesi" nin âhirinde yazıldığı gibi beş vecihle bir nevi ibadet sayılabilir. Ben, bugünlerde, kısmen müdafaatla zihnen meşguliyetimden teessüf ederken kalbe geldi ki: "O iştigal dahi ilmidir; hakaik-i îmaniyenin neşrine ve serbestiyetine bir hizmettir ve bu cihette bir nevi ibadettir." Ben de sıkıldıkça, yüz defa temaşa ettiğim Nur mes'elelerini, yine zevkle tekrar mütalâaya başlıyorum. Hattâ, müdafaatları dahi Nurun ilmî risaleleri gibi görüyorum. Eskiden bir kardeşimiz bana demişti: "Ben, otuz defa Onuncu Sözü okuduğum halde, yine tekrar ile okumasına iştiyak ve ihtiyaç hissediyorum." ve bundan bildim ki, Kur'anın mümtaz bir hassası olan usandırmamak; Kur'an hakikatlarının bir ma'kesi, bir ayinesi, bir hakikatlı tefsiri olan Nur Risalelerine de in'ikas etmiş bulunuyor.
SAİD NURSÎ
sh: » (T: 572)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur Şâkirdlerinde dehşetli sıkıntılara ve me'yusiyetlere karşı en tesirli çâre; birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i mâneviyesini takviye etmek ve fedakâr, hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntıların merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mabeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Mâdem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatımı ve haysiyetimi ve şerefimi; belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz.. belki de göryorsunuz. Hattâ kasemle temin ederim ki; sekiz gündür, Nurun iki rüknü -zahirî- birbirine nazlanmak ve teselli yerine, hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hâdise, bu sırada benim kalbime verdiği azab cihetiyle, «Eyvah! Eyvah! El'aman! El'aman! Ya Erhamürrahimin meded! Bizi muhafaza eyle! Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar! Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur.» diye; hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.
Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim! Bana yardım ediniz.. mes'elemiz çok naziktir. Ben, sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevinize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor. Gerçi hâdiseniz pek cüz'î ve geçici ve küçük idi; fakat, saatimizin zenbereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşahedeler, tam tamına haber verdiler.

SAİD NURSÎ


* * *

sh: » (T: 573)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Leyle-i Mi'rac, ikinci bir Leyle-i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i maneviye sırrıyla, inşâallah herbiriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırkbin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı tebrik ile beraber, hakkımızda inayet-i Rabbaniye pek zâhir bir surette tecelli ettiğini tebşir ederiz.
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık, muhlis kardeşlerim!
Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem'a-i İhlas'ın düsturlarını ve hakikî ihlasın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vücub derecesine gelmiş. Kat'î haber aldım ki, üç aydan beri buradaki has kardeşleri birbirine karşı meşreb veya fikir ihtilafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş.
Hem metin Nurcuları usandırmakla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak ve hizmet-i Nuriyeden vazgeçirmek için sebebsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın sakın!. Şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakârane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur. Çünki pek az bir sarsıntı, Denizli'de gibi hocaları yabanileştirdi. Bizler birbirimize -lüzum olsa- ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur'aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmeğe değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır; muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeğe çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum.
Said Nursî
* * *

sh: » (T: 574)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَرَهُ اللّهُ sırrıyla, inşâallah mahkememizin te'hirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.
Evet Risale-i Nur'un mes'elesi; âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlarına celbetmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde böyle şaşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana aşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur, biz küçücük sıkıntılarımızı kinin gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, "Yâhu bu da geçer" demeliyiz.
Sâniyen: Bu Medrese-i Yusufiye'nin nâzırına yazdım: Ben Rusya'da esir iken, en evvel Bolşevizm'in fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebiri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yâdedilen mahpuslardan çıkmasına binaen; biz Nur şakirdleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli'de tam faidesi görüldü. Burada daha ziyade faide olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nur'un dersleriyle geçen fırtınacık (Haşiye) yüzden bire indi. Yoksa ihtilaftan ve böyle hâdiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.
Said Nursî
* * *
---------------------------------
Haşiye :Bu fırtına ise, Afyon hapsinde bir isyan çıktı:hiç bir nur talebesi karışmadı.
sh: » (T: 575)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim!
Şimdi maddî, manevî bir sıkıntıdan nefsim sizin hesabınıza beni mahzun eylerken, birden kalbe geldi ki; hem senin, hem buradaki kardeşlerin tek birisiyle yakında görüşmek için bu zahmet ve meşakkatin başka surette on mislini çekseydiniz yine ucuz olurdu. Hem Nur'un takvadarane ve riyazetkârane meşrebi, hem umuma ve en muhtaçlara hattâ muarızlara ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı manevîyi konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatın senede hiç olmazsa bir-iki defa içtimaları ve sohbetleri gibi; Nur şakirdlerinin de, birkaç senede en müsaid olan Medrese-i Yusufiye'de bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur. Eski hapislerimizde birkaç zaîf kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden çekinmeleri onlara pek büyük bir hasaret oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine daha metin, daha muhlis şakirdler meydana çıktılar. Madem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler. Sevablarını, meyvelerini bizlere verirler. Biz de inayet-i İlahiyeye itimad edip sabır içinde şükretmeliyiz.
Said Nursî
* * *
Aziz, sıddık kardeşlerim, bu Medrese-i Yusufiye'de ders arkadaşlarım!
Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin proğramı nev'inden olması cihetiyle Leyle-i Kadr'in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadir'de otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Berat'ta herbir amel-i sâlihin ve herbir harf-i Kur'anın sevabı yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve

sh: » (T: 576)
bine çıkar. Ve bu kudsî leyali-i meşhurede onbinler, yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler, elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'anla ve istiğfar ve salavatla meşgul olmak büyük bir kârdır.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Mübarek ramazan-ı şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bu ramazan-ı şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin, âmîn. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, Âmîn...

***
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, sarsılmaz, telaş etmez, âhireti bırakıp fâni dünyaya dönmez kardeşlerim!
Bir parça daha burada kalmaktan, mes'elemizi bir derece genişlendirmek istemelerinden mahzun olmayınız. Bilakis benim gibi memnun olunuz. Madem ömür durmuyor, zevale koşuyor. Böyle çilehanede, uhrevî meyveleriyle bâkileşiyor. Hem Nur'un ders dairesi genişliyor. Meselâ; ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracünnur'u okumağa mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çıkmamızla, bir-iki cihetle hizmet-i imaniyemize bir noksan gelmek ihtimali var. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata alışmağa ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmağa çalışınız.
Said Nursî
* * *
sh: » (T: 577)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

................................................................................

Saniyen: «Risale-i Nur, Kur'anın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir.» tekrar ile dediğimizden, bazı dikkatsizler tam mânasını bilemediğinden bir hakikatı beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur; tefsir iki kısımdır.

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'anın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını beyan ve izah ve isbat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur'anın imanî olan hakikatlarını, kuvvetli hüccetlerde beyan ve isbat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir, mâlum tefsirler bu kısmı bazan mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat, Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda, muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.

SAİD NURSÎ

* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,

Ehemmiyetli bir taraftan, ehemmiyetli ve mânidar bir sual edilmiş. Bana sordular ki:

- Siz, cemiyet olmadığınıza üç mahkeme ve o cihette beraet vermesiyle ve yirmi senedenberi tarassut ve nezaret eden altı vilâyetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde; Nurcularda öyle hârika bir alâka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isteriz dediler. Ben de cevaben dedim ki:

- Evet, Nurcular; cemiyet-memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsi ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat; bu vatanın eski



(Orjinal Sayfa:578)
kahramanları, kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet almışlar ki; bu harika alâkayı gösterip, Denizli mahkemesinde bu acîz, biçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler. «Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun!» diye, onlar namına söylemiş; mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda; hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlâhi için ve müsbet ve uhrevî fedailer var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp; hükûmeti ve adliyeyi aldatarak lâstikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşâallah bir halt edemezler. Belki Nurun ve îmanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.
SAİD NURSÎ

* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said'in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları, fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitablarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü dedi: "Bu medrese değil, kışladır." Bitlis hâdisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: "Onun silâhlarını alınız." Bizden ellerine geçen onbeş mavzerimizi aldılar. Bir-iki ay sonra harb-i umumî patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise...
Bu haller münasebetiyle benden sordular ki:
-"Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki; siz Van'da Erek Dağı'na çıktığınız zaman, fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?"

(Orjinal Sayfa:579)
Ben de cevaben diyordum: "Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin muvakkat menfaati ve selâmeti için bu hârika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bâkiyeye ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin müsbet menfaatlerine çalışan ve "Ecel birdir" itikad eden talebeler, o fedailerden (Haşiye) geri kalmazlar. Lüzum olsa o kat'î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum ömrünü, milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddüdsüz, müftehirane feda ederler.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim!
İki gündür hem başımda, hem asabımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet almağa ihtiyacım içinde acib tecrid ve yanlızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekva kalbe geldi: "Neden bu tazib oluyor, hizmetimize faidesi nedir?"
Birden bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa "altun mu, bakır mı" diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı yok mu üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pekçok lüzumu vardı ki; kader-i İlahî ve inayet-i Rabbaniye müsaade ediyor. Çünki böyle meydan-ı imtihanda inadcı ve bahaneci insafsız muarızların karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki: Hiç bir hile, hiç bir enaniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikattan geliyor. Eğer perde altında kalsaydı, çok manalar verilebilirdi. Daha avam-ı ehl-i iman itimad etmezdi. "Belki bizi kandırırlar" der ve havas kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi
_____________________________
(Haşiye): Kardeşlerim namına âcizane diyorum ki: Lüzum olursa, inşâallah çok ileri geçeceğiz. Bizler dinde olduğu gibi, kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.


(Orjinal Sayfa:580)
kendilerini satmak, itimad kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşâallah.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Medar-ı ibret ve hayret iki esaretimde şahsıma karşı bir muameleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:
Rusya'da Kosturma'da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize arasıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: "Bu Kürd gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin." İki gün sonra geldi, dedi: "Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle." izin verdi.
İkinci esaretimde: Bu hapiste iken yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zarurî hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi, tâ benden ders almasınlar. Halbuki Nur Risaleleri başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiç bir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebeb oldu.
* * *
Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatlı tesellidir
Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.
İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı.

(Orjinal Sayfa:581)
Üçüncü: İnayet-i hâssanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.
Dördüncü: Geçici olmasından zevalinde lezzet.
Beşinci: Ehemmiyetli sevablar.
Altıncı: Vazife-i İlahiyeye karışmamak.
Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar.
Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif.
Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihandan çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur.
Dokuz aded manevî sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki; tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Haccı men'eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme müsaadekâr davranan ve Zülfikar ve Siracünnur'un müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârane, kanunsuz tazib eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumane lisan-ı hal ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebid kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız mümkün olsa başka hapse naklolsak, tam selâmet olur.
Sâniyen: Onlar nasıl zorla en mahrem risaleleri en nâmahreme okuttular.. öyle de, zorla ısrar edip bizi cem'iyet yapmağa mecbur ediyorlar. Halbuki cem'iyet ve komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünki ittihad-ı ehl-i iman cemaatındeki uhuvvet-i İslâmiye; Nurcularda pek hâlisane, fedakârane inkişaf ettiği gibi ve eski ecdadlarımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikata Nur şakirdleri o milyonlar kahraman ecdadlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailik ile o hakikata bağlanmaları,

(Orjinal Sayfa:582)
şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve aşikâr cem'iyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlahî onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum bir cem'iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, "neden tam ihlasla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?" diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.
Said Nursî
* * *
Bu defa taarruz pek geniş dairede.. Reis-i Hükûmet ve hazır kabine, plânlı, dehşetli bir evham ile bir hücum etti. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan jurnalleri ve desiseleriyle bizi hilafet komitesiyle ve Nakşî tarîkatının gizli cem'iyetiyle tam alâkadar, belki pişdar gösterip hükûmeti büyük bir telaşa sevkederek, Nur'un büyük mecmualarının İstanbul'da cildlenip âlem-i İslâm'a intişarını ve gayet makbuliyetlerini bir delil gösterip, hükûmeti korkutup, kıskanç resmî hocaları ve vehham memurları aleyhimize insafsızca çevirdiler. Tahminlerince herhalde çok vesikalar, emareler görülecek, hem Eski Said damarıyla tahammül etmeyerek ortalığı karıştıracak diye kanaatları varmış. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire indirdi. Bütün taharrilerde hiç bir cem'iyet ve komitelerle bir alâkamızı bulamadılar. Yoktur ki, bulsunlar. Onun için savcı iftiralara, yanlış manalara, medar-ı mes'uliyet olmayan cüz'î isnadlara mecbur olmuş. Madem hakikat budur, Nurlar ve biz yüzde doksandokuz derece musibetten halas olduk. Öyle ise değil şekva, belki binler şükür etmekle inayet-i İlahiyenin bu cilvesinin tamamını sabır, şükür, istirhamla beklemeliyiz ve Nur dersleriyle bu medresenin mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarına teselli vererek yardım etmeliyiz.
Said Nursî
* * *
(Orjinal Sayfa:583)
Üçüncü Medrese-i Yûsufiye olan Afyon Hapishanesinde Üstad Said Nursî, "Elhüccetüz-zehrâ" adlı bir risale te'lif etti. Tevhid, Risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ve Fatiha'nın tefsiri hakkında olan bu çok kıymetdar risale, hapiste bulunan Nur Talebeleri ve mahpuslar için ilmi ve îmani dersleri hâvi olmasından hapiste hayırlı ve nurlu bir meşgale oldu. Mahkeme kararından sonra Üstadla beraber hapiste bulunan talebelerin yazdıkları bir takrizi, aynen aşağıya dercediyoruz.
Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?
Her asır başında Hadîsce geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi değil, müttebidirler. Yani: Kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve Sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref ve ibtal; ve dine vâki tecavüzleri red ve imhâ; ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame; ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak, tavr-ı esasiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlariyle, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-yı vazife ederler.
Bu memurîn-i Rabbâniye, fiilîyatlariyle ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salâbet-i imâniyelerinin ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i îmanlarını fiilen izhar ederler; ve ahlâk-ı Muhammediyenin (A.S.M.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (A.S.M.) ve hilye-i Nebeviyenin hakikî lâbisi olduklarını gösterirler.
Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve Sünnet-i Nebeviyeye ittiba ve temessük cihetinden, ümmet-i Muhammed'e tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teşkil ederler. Bunların Kitabullah'ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir. Kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir.

(Orjinal Sayfa:584)
Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risâletin mânevî ilham ve telkinatıdır. «Celcelutiye» ve «Mesnevi-i Şerif» ve «Fütûhul Gayb» ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan, ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır. Yani, bu zevat-ı kudsiye, o mânâların mazharı, mir'atı ve ma'kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince:

Bu eser-i âlişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemal-i nümütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş'ale-i İlâhiyye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur'ân'ın füyûzatına vâris olduğu meşhud olduğundan; onun esası, Nur-u Mahz-ı Kur'ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi hamil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi, evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise, o nisbette âli ve emsalsiz olduğu Güneş gibi âşikâr bir hakikattır.

Evet, o zat, daha hâl-i sabâvette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde, ulûm-u evvelîn ve âhirine ve ledünniyat ve hakaik-i eşyada ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır; bu harika-i ilmiyyenin eşi aslâ mebsuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-ı harika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu'cize-i fıtrattır; tecessüm etmiş bir inayettir ve mevhibe-i mutlakadır.

O zât-ı zîhavârik, daha hadd-i bülûğa ermeden, bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş; münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş; her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere, mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüt etmeden cevap vermiş; ondört yaşından itibaren «Üstadlık» payesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış. İzahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet,

(Orjinal Sayfa:585)
erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkiyle «Bediüzzaman» ünvan-ı celîlini bahşettirmiştir. Mezâyâ-yı âliye ve fezâil-i ilmiyesiyle de, Din-i Muhammedînin neşrinde ve isbatında bir kemal-i tam halinde rûnüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyidül Enbiya Hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âli himaye ve himmetine naildir. Ve şüphesiz, o Nebiyy-i Akdes'in emir ve fermaniyle yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve Onun envar ve hakaikına vâris ve ma'kes olan bir zât-ı kerîmüssıfattır.

Envâr-ı Muhammediyeyi ve Maârif-i Ahmediyeyi ve füyuzat-ı şem-i İlâhîyi en müşa'şa bir şekilde parlatması ve Kur'ânî ve hadîsî olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi ifade eden Âyat-ı Celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zat, hizmet-i îmâniye noktasında Risâletin bir mir'at-ı mücellâsı ve şecere-i Risâletin bir son meyve-i münevveri; ve lisan-ı Risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü Medrese-i Yûsufiyenin «Elhüccetüz-zehra»
ve «Zühretün-Nur» olan Tek Dersini Dinleyen
Nur Şâkirdleri Nâmına
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Zübeyir, Salâhaddin, Ceylan, Sungur
Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermekle beraber, bu imza sahiblerini hatırlarını kırmağa cesaret edemedim. Sükût ederek, o medhi, Risale-i Nur Şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.
SAİD NURSÎ

 
Üst