Küre-i arz

hulusi

Well-known member
1.İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki .....

Bu sahifeler nelerdir?dua ile
 

mihrimah

Well-known member
Âyetü'l-Kübrâ


Bediüzzaman Said Nursî

Sonra ra'dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tam tamına
048_12.gif
1 ve
048_13.gif
2 âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.
Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, "Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa'al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli
vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar" diye ihtar ediyorlar.
İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, "âmentü billâh" der.
Birinci Makamın İkinci Mertebesinde

048_14.gif

3 fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder.İhtar

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: "Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku." O da bakar, görür ki:
Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.
Sonra sayfalarına bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sayfası, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sayfa olan zîhayatın bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:


Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mucizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it'am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et'ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata

gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.
Elhasıl; bu sahife-i hayatiye-i bahariye Haşr-i âzamın yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,
048_15.gif
4 âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sayfanın mânâlarını mucizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sayfalarıyla, büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde "Lâ ilâhe illâ hû" dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük sayfalarından birtek sayfanın yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin sayfalarındaki müşahedatı mânâsında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:


048_16.gif
5


Sonra, o mütefekkir yolcu her sayfayı okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat'î derslerini dinlediği halde, "Hel min mezîd" deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile "Bize de bak, bizi de oku" derler. O da bakar, görür ki:
Hayattârâne mütemâdiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür'atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.
Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.
Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve'l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, "Dört nehir Cennetten geliyorlar" diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır'ın kumistanını bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.


İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil'icmâ denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle

Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında, Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde,
048_17.gif
6 denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar "Sayfalarımızı da oku" diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş'et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan,
048_18.gif
7 gibi çok âyetlerle ferman ediyor.


Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri

Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, "âmentü Billâh" der.
İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde,


048_19.gif
8 denilmiş.


Dipnotlar
İhtar: Birinci Makamda geçen otuz üç mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar burhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nurun otuz belki yüz risalelerinde bu otuz üç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.
1. Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder." Ra'd Sûresi, 13:13.
2. Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir." Nur Sûresi, 24:43.
3. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü'l-Vücud ki, vüs'at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tasrif ve tenzil ve tedbir hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, cevv-i semâ bütün içindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.
4. Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir." Rûm Sûresi, 30:50.
5. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü'l-Vücud ki, umumiyet ve şümul ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen, bütün zevilhayatın iaşesi için tohumların teshir ve tedbir ve terbiye ve feth ve tevzi ve muhafaza ve idaresi ve Rahmâniyet ve Rahîmiyet hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, arz bütün içindekiler ve üzerindekilerle Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
6. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü'l-Vücud ki, vüs'at ve intizamı bilmüşahede görünen teshir ve muhafaza ve iddihar ve idare hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, denizler ve nehirler bütün içindekilerle beraber Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.
7. Dağları direk (yapmadık mı?) Nebe' Sûresi, 78:7.
Yeryüzünde sâbit dağlar diktik. Hicr Sûresi, 15:19.
Dağları sapa sağlam dikti. Nâziât Sûresi, 79:32.


8. Allah'tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü'l-Vücud ki, Rabbânî ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.
 

mihrimah

Well-known member
1938 yılının Kasım ayıydı.

Mevsim kış, zamansa Ramazandı.

Herkes yılı, mevsimi, ayı biliyor, evinin kış hazırlıklarını yapıyor, yalnız memlekette değil, dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen hadiseleri de radyodan, gazetelerden dikkatle takip ediyordu.

Hatta zamanın hadiselerini merak saikası hisleri o kadar tahrik etmişti ki, ‘Bir kısım âlim ve mütedeyyin insanlar, cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlardı.’

Lâkin insanların ekserisi, rahmet mevsimi olarak da adlandırılan Kur’ân ayının geldiğinden bîhaberdi. Hasbelkader haberi olanların çoğu da onun rahmetinden yeterince istifade etme şuurundan mahrumdu.

Çünkü, Kurtuluş Savaşından sonra siyasî hayata hâkim olan bazı zihniyetler cemiyetin işleyişine kendi istedikleri istikamette yön vermek için şeâir-i İslâmiye addedilen değerlere âdeta savaş açmışlardı.

Başlardan sarığı, sırtlardan cübbeyi çıkarıp semalardan ezan-ı Muhammedînin (asm) kudsî sadasını kestikten sonra yeni hedef olarak ‘şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan’ Ramazan-ı Şerifi seçmişlerdi.

Artık harfler değiştirildiği, takvimler kaldırıldığı, tekkeler, zaviyeler kapatıldığı, mescitler yıkıldığı, çeşitli bahanelerle sayıları iyice azaltılan camilerin de yolları kesildiğinden insanların buluşma mekânları ve haberleşme kaynakları ortadan kalkmıştı.

Onun için bazı insanlar ancak kahvelerde veya haftanın muayyen günlerinde halk evlerinde bir araya gelebiliyorlar, günlük hadiseleri ve siyasî hareketleri de radyo, gazeteler, dergiler vasıtasıyla öğrenebiliyorlardı.

Ülkede yayın yapan tek radyo kanalı hükümetin elinde olduğu, gazete ve dergiler de yaşamak için hükümetlere yamanıp yaranma yarışına girdiklerinden cemiyet hiçbir hususta doğru haber alamıyordu.

Mahaller, mezralar, köyler, kasabalar fiilen var olsa da, devlet nezdinde zaten yok sayılıyordu. Küçük büyük bütün taşra şehirlerinde her şey valinin iki dudağı arasından çıkacak bir kelimeye bakıyordu. Valiler de Ankara’dan gelecek emirlere göre hareket ettiklerinden, Ankara neyi, ne zaman, nasıl duyurmak isterse millet ekseriyeti onu o şekilde öğreniyordu.

Kastamonu da o şehirlerden biriydi.

Kendisini ‘ilke ve inkılâpların yılmaz savunucusu’ sayan vali Avni Doğan, Kastamonu’ya gelince yıkmadık eser, yok etmedik değer bırakmamak ihtirasıyla harekete geçti. Cemiyete hayat veren tekkeleri, medreseleri, mescitleri yıktırdı, yıktıramadıklarını yapılış maksadının dışında kullanacak kişilere satarak ortadan kaldırdı.

Böylece, asırlar boyu her şeyiyle kendine yeten bu şirin Osmanlı şehrini, kısa zamanda, müstevliler tarafından yakılıp, yıkılıp yağmalanmış bir harabezar hâline getirdi.

Tahrip etme ihtirası bu maddî yıkımla teskin olmayınca değer verilen, sözüne itibar edilen, hâli tavrı örnek alınan âlim, fâzıl insanların isimlerini unutturup esamelerini kesmeye kalktı ve pek çoğunu ya susturup sindirdi, ya şehirden göçmeye mecbur etti.

Said Nursî’nin, “Burada her şeyden tecrit edildim. Tahammülsüz tazyik altında bulunduğumdan sizin ile muhabere edemedim. Burada emsalsiz bir evham hükmediyor” sözleri ile de dile getirdiği gibi bir insanın mukavemetini kıracak bütün zecrî tedbirleri aldığı hâlde bir tek ona hükmünü geçiremedi.

Kendisi zulmettikçe onun güç kazandığını, tarassut altına almak istedikçe etrafındaki insanların çoğaldığını görünce, devlete emanet edilmiş bir sürgün olduğu hâlde hayatına kastetmekten çekinmedi.

Hem de bir Ramazan günü.

Verilen şiddetli zehirin tesiriyle kendinden geçen ve o zamana kadar hiç ihmal etmediği evradını bile tamamlayamayan Bediüzzaman, gece boyu baygın yattıktan sonra, sehere doğru kendine geldiğinde günlük işlerini talebelerinin yaptığını, yarım kalan evradını da cinlerin tamamladığını anladı. Bunu, kendisine verilmiş mânevî bir Ramazan hediyesi olarak gördüğü için o da bu nimet-i İlâhiyeye şükür vesilesi olacak farklı bir Ramazan hediyesi vererek mukabele etmek istedi.

Bu hususta yapılabilecek en isabetli hareket, muarızlarının yıkmaya çalıştıkları şeairleri ihyâ etme hamlesiydi. Aslında bunu kendisi yıllardır fiilen yaşayarak yapıyordu ama onun ferdî gayreti yetmiyor, İslâmî şeairlerin cemiyete de mal edilmesi gerekiyordu.

Tağutların, şeâirlere saldırarak aslında Allah inancını ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiklerini, bunu da mekteplerde, radyolarda, gazetelerde sık sık medar-ı bahs ettikleri ‘Her şey kendi kendine oluyor, tesadüfen oluyor, tabiat yapıyor’ gibi şen’i iddialarla yapmaya çalıştıklarını biliyordu.

Çünkü Allah inancı bütün şeair-i İslâmiyenin temeli idi. O inanç ihmal edildiği zaman şeairler unutulur, kalplere yerleşip fert ve cemiyet hayatına yön vermeye başladığı zamansa ihya olurdu.

Bu fıtrî gerçekten hareket eden Said Nursî, insanı temsilen, muhayyel bir seyyaha kâinatı gezdirip mevcudâta, lisân-ı hâliyle Allah’ı anlattıran temsilî bir hikâye yazarak o mahut iddiayı yıkmaya karar verdi.

İsra Sûresinin, “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîm’dir, ceza vermekte acele etmez; Gafûr’dur, günahları çokça bağışlar” meâlindeki âyet-i kerimesini okuyarak başladı işe.

Bu muazzam âyet gibi Kur’ân’ın daha pek çok âyetinin; kâinatın Hâlık’ını anlatmak için insanların her zaman zevkle seyrettikleri ‘parlak bir sahife-i tevhid olan semavâtı zikretmelerini’ nazara alarak o da gökyüzünü, yapacağı muhayyel seyahatin güzergâhı olarak seçti.

Onunla birlikte, yanında hazır vaziyette bekleyen talebesi Mehmed Feyzi de hareketlenince semavâtta tecellî eden Tevhid hakikatleri, beyaz sayfalarda siyah hatlarla şekillenmeye başladı:

“Bu dünya memleketine ve misafirhânesine gelen her bir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki, gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet sanatkârâne bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevkengizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet manidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhânenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür.

‘Bana bak, aradığını sana ben bildireceğim’ der.”

Semavâtın bu dâveti ile başlayan mânevî seyeran, bütün seyyareleri ile fezayı dolaşıp hepsinin hususî sakinleri ile hemhâl olduktan sonra bulut, rüzgâr, yağmur, şimşek tabakalarını gezdi.

“Gökte, fezada, havada ne geziyorsun? Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku.”

Küre-i arzın lisân-ı hâliyle yaptığı bu dâveti duyan muhayyel seyyah; yeryüzünün, deniz, nehir, dağ, sahra, bitki, hayvan gibi ‘yirmiden ziyade büyük sayfalarından bir tek sayfanın yirmi veçhinin bir tek veçhinin muhtasar şahadeti ile, sair vecihlerin sayfalarındaki hakikatleri’ müşahede etti.

Sonra beşeriyet âlemine girdi ve insan tabakalarını, evliyalarını, asfiyalarını, enbiyalarını dinledi ve Hâlık’ını sormak için, mihmandarı ile birlikte hayalen Asr-ı Saadete, O’nu en iyi tanıyan o zâtı (asm) ziyarete gitti.

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat etmeliyiz” deyip Kur’ân’dan Tevhid dersleri aldı.

“Elhamdülillah, her yerde aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Malik’imin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şahadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmelyakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkelyakîne iblâğ ediyor” dedi ardından da.

Said Nursî; âyet, hadis meâllerinden müteşekkil veciz bir dua ile bitirdiği ve “Âyetü’l-Kübra Ramazanda zuhur etti” dediği bu Ramazan hediyesini, ‘Kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedâtıdır’ serlevhasıyla takdim etti.

Talebelerinin hemen istinsah ettiği nüshanın tebyiz ve tashihinden sonra, muhtemelen yine aynı Ramazan ayında, önce şehirdeki Nur talebeleri tarafından, ardından da İnebolu, Taşköprü gibi Nur merkezi hâline gelen kasabalarda çoğaltıldı.

Bediüzzaman’ın, memleketin her yerindeki talebeleri ile irtibatını sağlayan ve onun ‘Nur Postacıları’ tabiri ile taltif ettiği arabacılar, kamyon şoförleri yazılan her risâle gibi Âyetü’l-Kübra’yı da ilk olarak Isparta’ya ulaştırıldılar.

Isparta kahramanları, inkâr hezeyanının ve iman zaafının en müessir ilâcı olan bu eserden de kısa zamanda yüzlerce çoğalttılar ve ihtiyaç hissedilen yerlere gönderdiler.

Âyetü’l-Kübrâ intişar ettikçe isteyenin arttığını gören Tahirî, bu ihtiyacın elle çoğaltılarak karşılanamayacağını görünce onu İstanbul’a götürüp matbaada bastırmaya karar verdi.

Kitabın baskı masraflarını karşılayacak maddî imkânı olmadığından bazı mallarını sattı, yetmeyince yakın dostlarından borç aldı ve 1942 yılında kırk beş gün kadar İstanbul’da kalarak matbaada beş yüz adet kitap bastırdı.

O zaman içinde sık sık Sahaflara giden ve Bediüzzaman’ın eski eserlerinden Lemaatı ve İşârâtü’l-İ’câz’ı bulan Tahirî, bastırdığı Ayetü’l-Kübra’nın bir kısmını da alarak Kastamonu’ya gidip Üstada takdim etti.

Said Nursî, Ayetü’l-Kübra’nın matbaada neşredilmesi kadar, kendinde nüshası kalmayan eski eserlerinin bulunmasına da çok sevindi ve en sıkıntılı zamanında bayram mutluluğu yaşadı.

Daha sonra yazdığı bir mektupta “Âyetü’l-Kübra, zannımca Ramazanda matbaadan çıktı, Isparta’ya geldi ve Ramazanda serbestiyetle okundu ve camilere okutmak için girdi” diyerek de ifade ettiği gibi bu müstesna Ramazan hediyesinin istinsahı ve matbaada bastırılıp yayılması da yine Ramazan ayında vuku buldu.

Bir başka Ramazanda, Âyetü’l-Kübra’dan, bir saat tefekkür bir sene ibadet mânâsını taşıyan Hizb-i Nuriyeyi çıkaran Bediüzzaman, on dakikada iki sahife kadar okunduğu zaman, okuyana tesbihattaki otuz üç adet ‘Lâ ilâhe İllallah’ lâfzı gibi Tevhid hakikatinin feyzini verdiğini müşahede etti.

Sadece insanın değil, kâinattaki bütün mevcudâtın lisân-ı hâli ile yaptığı zikrin feyzini kazandıran bu mânevî mazhariyetten mahrum kalmamaları için talebelerine Âyetü’l-Kübra’yı hem şahsî okumalarında, hem de hususî ve umumî derslerde bol bol okumaları gerektiğini hatırlattı.

Zîra, “Ben de on dakikada Âyetü’l-Kübra’nın tamamını okuyor gibi ve her bir mertebede, mukaddemesinde denildiği gibi küre-i arzın küllî dili benim hayalen lisânım olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der ve denizler ve dağlar, o unsurların ve insan tabakalarının lisân-ı halleri benim dillerim olup ‘Lâ İlahe İllallah’ der diye, ben de her bir ‘Lâ İlahe İllallah’ dedikçe ya bilisân-ı arz, ya bilisân-ı semâvât, ya bilisân-ı cevv, ya bilisân-ı anâsır demiş gibi olurum” sözleri ile ifade ettiği gibi kendisi de aynı şeyi yapıyordu.

Zaten bir insanın, ‘kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedelerine’ muttalî olup kâinatın zikrine iştirak ederek duâsına küllî bir mânâ kazandırmasının başka yolu da yoktu.

Biraz üstü kapalı olmuş anlatım ama umarım anlarsınız...
 

hulusi

Well-known member
Allah razı olsun.Verdiginiz bilgileri okudum.

Ayetel kübrayı işlerken aklıma takıldı.Bu sahifeleri sıralayabilirmiyiz.Mesala cümlenin geçtigi bölümde bahardan bahsediyor.
Bir sayfa bahar ise digeri kış ,yaz ,sonbahar devam nasıl özetleyip sıralayabiliriz diye düşündüm.Belkide konuya vakıf olmadığımdan soruyu toparlayamamış olabilirim dua ile
 
Üst