Bir Rüya İle Hayatı Değişti...

Lebbeyk

Well-known member
Said Nursi... İstanbul'a gelişi, Kurtuluş Savaşı günleri, Meclis'te törenle karşılanışı... İşte bugünkü Nur hareketini başlatan kişi, Said Nursi. Nurlu Said'in hayatı....


- Bitlis'in Nurs köyünde 1876'da doğdu.
- Bir gün rüyasında pergamberi gördü. Çok etkilendi, şevkle dinini öğrenmeye sarıldı.
- Siirtli Molla Fethullah Efendi, üstün becerisi karşısında ona Bediüzzaman (Zamanın Güzeli) demeye başladı.
- Musevi olan İstanbul vekili Karasso'ya 'Beni az daha Müslüman yapacaktı' dedirtecek kadar iyi bir hatipti...

Not:
Rivayet
Rüyasında Hz.Muhammed (sas) ona ilmini vewreceğini ancak kendisisnin hiç kimseye sorusormamasını istedi.
Oda öyle yaptı ve bir tabela hazırladı her türlü soruya cevap verilir soru sorulmaz.

Olağanüstü ve sıradışı bir hayat yaşadı.

Milyonların ilgi duyduğu Nur hareketini başlatan Bediüzzaman Said Nursi 1876-1960) olağanüstü bir hayat yaşadı Fotografik hafızasıyla tuğla gibi kitapları aklında tutan Said Nursi hiç evlenmedi, kadınlardan daima uzak durdu.



BİR RÜYA HAYATINI DEĞİŞTİRDİ

Said Nursi, Bitlis'in Hizan kazasına bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. Annesinin adı Nuriye, babasının adı Mirza'ydı. Kürt kökenli bu ailede tam yedi çocuk vardı: Dürriye, Hanım, Abdullah, Said, Mehmed, Abdülmecid, Mercan... Küçük Said gayet zeki, kendisine söyleneni olduğu gibi kabul etmeyen, sorular soran, zihnine takılan bir şeyin cevabını yıllar sonra bile arayan bir çocuktu. O dönemde TV, radyo yoktu. Köylere gazete gitmezdi. Müslüman halkın fikir ve inanç ihtiyacını dini sohbetler, Nakşi şeyhlerin dersleri karşılıyordu. Hocalar 'medrese' adı verilen bir organizasyonla gençleri eğitiyordu. 'Medrese' deyince aklınıza bugünkü okullar gelmesin. Okumaya, öğrenmeye eğilimi olan meraklı gençler bir hocanın kurduğu, çoğu bir camiye yaslanan, küçük çaplı dershanelerde bir araya geliyor... Burada yiyor, içiyor, eğitim görüyor, medresenin ve hocanın çeşitli işleriyle uğraşıyordu.

Said Nursi de aynı yoldan gitti. 6 yaşındayken Molla Mehmed Efendi'nin medresesine devam etti. Ardından abisi Abdullah'tan dersler aldı. Bir başka eğitim ocağı Tağ medresesiydi. Küçük Said'in kabiliyeti hocalarının dikkatini çekiyordu. Ancak Said henüz ne yapacağını bilemiyordu. Derken bir gün rüyasında peygamberi gördü. Bu rüya onu derinden etkiledi. 1888 yılında büyük bir şevkle din eğitimine yöneldi. Bitlis'teki Şeyh Emin Efendi medresesine gitti. Ardından diğerlerine... Daha sonra onu Erzurum'un Bayezit (bugün Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesi) kasabasındaki Şeyh Mehmed Celali medresesinde görüyoruz. Burada Said'in becerisi, azmi, zekası daha da belirgin hale geldi. Dönemin medreselerinde öğretilen tüm kitapları üç ay gibi çok kısa bir sürede okudu. Aslında bu mucizevi bir beceriydi. Çünkü diğer öğrenciler o kitapları kavramak için uzun yıllar çaba gösteriyordu. Bu becerinin ardında iki temel nokta vardı:

* Said kitaplarda yer alan, bugünkü dille 'not' (şerh ve haşiye) bölümlerini atlamış, ayrıntılara girmeden doğrudan ana metinleri okumuştu.

* Kısacık bir dönemde 80 kadar önemli kitabı 'kavrayarak' okuyabilmesinin bir başka nedeni de müthiş hafızasıydı. Benim anladığım kadarıyla Said Nursi olağanüstü bir 'fotografik hafıza'ya sahipti. Ancak fotografik hafıza geçicidir. Öğrenilenler bir süre sonra unutulur. Said Nursi daha sonra göreceğimiz gibi kitapları ara ara okuyarak hafızasını tazeliyordu. Dönemin din bilginleri defalarca Molla Said'i sınava çektiler. Bu sınavlarda hem okuduğu kitaplardan bölümler soruldu, hem de bunları yorumlaması istendi. Genç yaşına rağmen Said zorluğun üstesinden geldi; olaya şahit olanlar şaşırıp kaldı.



'BEDİÜZZAMAN' NE DEMEK?
Onun bilgisini sorgulayanlardan birisi de Siirt'teki ünlü Molla Fethullah Efendi'ydi. Said'in üstün becerisi karşısında hayran kalan hocası, Said'e 'Bediüzzaman' demeye başladı. Çünkü onu eski din alimlerinden Bediüzzaman-ı Hemadani'ye benzetmişti. 'Bedii' kelimesinin 'güzellik ölçülerine uyan', 'gözü ve gönlü okşayan', 'beğenilen' ve 'estetik' gibi anlamları vardır. O halde Bediüzzaman; 'Zamanın güzeli', 'Dönemin harikası' demektir. Din eğitimi alan öğrenciler neticede birer gençti. Aralarında kıskançlıklar, gruplaşmalar oluyordu. Bir keresinde Molla Said küçük yaşına rağmen tartışmalardan galip çıkınca bazı talebeler üstüne yürümüş, onu dövmeye çalışmışlardı. O günden sonra Said yanında bir hançer taşır oldu. Ona 'Said-i Meşhur' diyenler de vardı. Böylece Said Nursi toplum hayatında önemli bir kişi olarak ortaya çıkmaya başlıyordu.



VALİNİN KIZLARINA YÜZ YOK
Nasıl Batı'da zengin ve güç sahibi kişiler sanatçıları himaye ederse... TV'nin olmadığı dönemlerde nasıl çeşitli konularda paneller, geceler, tartışma seansları düzenlenirse... Bunların bir benzeri Osmanlı toplumunda da oluyordu. Said Nursi bir medreseden diğerine geçiyor, bir kentten diğerine seyahat ediyor... Oralarda karşılaştığı din alimleriyle tartışıyordu... Mesela dönemin Bitlis valisi Ömer Paşa'nın konağında kaldığını biliyoruz. Burada kendisine bir oda tahsis edildi. 20 yaşlarındaki Said Nursi vaktini kitap okumakla geçiriyordu. Hem de ne okuma! Kitapları hafızasına kaydediyordu. Bir kitabı ezberliyor, üç ay sonra tekrar ona dönüp ezberini tazeliyordu. Eşi vefat etmiş olan Ömer Paşa'nın altı kızı vardır. Said bu kızlarla ister istemez karşılaşır. Hatta bazen kızlardan biri odasına girmek ister.



DEDİKODULAR BOŞA ÇIKTI
Bu arada kentte dedikodu çıkarılır: Nasıl olur da Ömer Paşa, Said gibi bir delikanlıyı, bakire kızlarıyla yalnız bırakmaktadır? Olacak iş midir?" Kızlar ise bambaşka bir hikaye anlatmaktadır babalarına: "Bu Said ne biçim bir adam? Bizi odasından kovuyor. Karşılaştığımızda yüzümüze dahi bakmıyor!" Bu durum iki yıl boyunca sürer. İki yılın sonunda Said hâlâ altı kızı birbirinden ayırt edecek durumda değildir! Bu temayı daha sonra da göreceğiz: Said Nursi hiç evlenmemiş ve ömrü boyunca kadınlardan uzak durmuştur. O halde bir soruyla bugünü bitirelim: Bugün Nur cemaatinin önde gelenleri arasında hiç kadın olmamasının bir nedeni de Said Nursi'nin hayat biçimi olabilir mi?

Tımarhaneye yollandı

Said Nursi'nin hayali, bir "Büyük Doğu Üniversitesi" kurulmasıydı. Saray bu fikri 'delilik' diye karşıladı.

Said Nursi, İkinci Abdülhamid'e "Doğu'da okullar açılmalı, dini bilgilerin yanı sıra fen bilimleri de öğretilmeli" diye başvurdu.
Saray bu talebi hoş karşılamadı. "Kim bu adam, deli mi, divane mi?" deyip Toptaşı Tımarhanesi'ne sevk etti.

Eğer Said deliyse bu alemde akıllı adam yok'

Said Nursi 1907'de İstanbul'a gelip "Doğu'da büyük bir üniversite kurulsun" talebinde bulundu. Saray ise onu akıl hastanesine gönderdi. Hakkındaki rapor övgülerle doluydu!.



Bir Özet

Said Nursi, yedi çocuklu bir Kürt ailenin dördüncü çocuğu olarak 1876 yılında Bitlis'in Nurs köyünde doğdu. Kısa bir süre içinde zekâsının ve hafızasının çok güçlü olduğu ortaya çıktı. Dönemin 'medrese' adı verilen yerel eğitim kuruluşlarına devam etti. Medreselerde esas olarak dini bilgiler veriliyordu. Genç Said 'fotografik' hafızası sayesinde yıllar sürecek bir eğitim dönemini çok kısa bir sürede tamamladı. Deyim yerindeyse didişmekten hoşlanan, ateşli ve atılgan bir kişiliği vardı. En çok sevdiği şeylerden biri diğer mollalarla tartışmaktı. Delikanlı Said kendini dine ve bilime vermişti; kadınlarla hiç ilgilenmiyordu.

Dizinin dünkü bölümünde genç Said'i, Van Valisi Ömer Paşa'- nın konağında bırakmıştık. Daha sonra onu İşkodralı Tahir Paşa'nın konağında görüyoruz... Said zekasını ve üstün hafıza gücünü sadece dini kitaplara yöneltmiyordu. Ne bulursa okuyordu: Tarih, matematik, fizik, astronomi... Tartışmalarda kendi fikrinin doğru olduğunu göstermek için gerektiğinde bir coğrafya kitabını 24 saat içinde ezberine alıyordu! Artık 'Bediüzzaman' kelimesi, sadece eski hocasının taktığı bir isim olmaktan çıkmıştı. Çevreye yayılıyordu. Bu arada Said'in ilgisi siyasi konulara doğru kayıyordu. Mesela Van'dayken bir gazetede İngiliz Sömürgeler Bakanı William Ewart Gladstone'un şöyle dediğini okumuştu: "Kuran ellerinde olduğu sürece Müslümanlar'a hakim olamayız. Ya Kuran'ı ortadan kaldırmalıyız ya da Müslümanlar'ı ondan soğutmalıyız." Bu ve benzeri haberler genç Said'i sinir ediyordu. Dinin inançla sınırlı kalmadığını, siyasi ve ekonomik bağlantılarının da olduğunu düşünmeye başlamıştı.




BATI'DAN FARKIMIZ NE?

Şimdi Said Nursi'nin hikayesine biraz ara verelim ve dönemin şartlarına kısaca bir göz atalım. 19'uncu yüzyıl başta İngiltere olmak üzere Batılı ülkelerin dünyaya yayıldığı, Afrika'dan Asya'ya sömürgeler oluşturduğu bir çağdı. Osmanlı İmparatorluğu girdiği savaşların çoğunu yitiriyor, sürekli geriliyordu. Devlette yapılan reformlar bu gerileyişi durduramıyordu. Birçok düşünen kişi şöyle bir mantık yürütmeye başlamıştı: Bizim Batı'dan farkımız ne? Esas nokta din farkı olamaz, çünkü o hep vardı. Batılılar bizi üstün silah gücü ve teçhizatla yeniyor. Peki bu silahlar bizde niye yok? Onlardaki fabrikalar bizde niye yok? Ve hepsinden önemlisi Batı'nın bilimi bizde niye yok? Uyanık zihinler gerileyişin ardındaki bilimsel, teknolojik, ekonomik nedenleri görebiliyordu.




MEDRESEDE FEN DERSİ

Yukarıda sözünü ettiğimiz bakış açısı Said'de de uyanmaya başlamıştı: "İmanımızı koruyalım, daha da güçlendirelim ama pozitif bilimleri de öğrenip uygulayalım." Peki bu nasıl yapılacaktı? Hele hele İmparatorluğun Doğu bölgeleri nasıl kalkınacaktı? Said, İstanbul'a gitmeye karar vermişti: Padişahın huzuruna çıkacak ve ona okullarda din dersi, medreselerde ise fen dersi okutulmasını teklif edecektir. Dediğini de yaptı. 1907'de, yani Meşrutiyet'in ilanından bir yıl önce İstanbul'a geldi. Bu seyahati destekleyen Bitlis Valisi Tahir Paşa, İkinci Abdülhamid'e bir mektup yazarak Said'in ülkesine, dinine bağlı, üstün meziyetleri olan bir kişi olduğunu bildirmişti. Delifişek Said, İstanbul sokaklarında yerel kıyafetiyle dolaşmakta, şivesiyle, belindeki hançeriyle ilgi çekmekteydi. Dönemin din alimlerini tartışmaya davet ederek... Ve bu tartışmalarda rakiplerini zor durumda bırakarak İstanbullular'ı şaşırtmıştı.




DOĞU'YA ÜNİVERSİTE

O vakitler insanların soyadı olmadığı için ona 'Said-i Kürdi' deniyordu. Yani: Kürt Said. Diğer bir lakabı da 'Said-i Meşhur'du. Said kafasına koyduğunu yaptı ve padişaha bir dilekçeyle başvurdu. Talepleri özetle şöyleydi: "Doğu geri kalmıştır... Anadolu'nun bu geri bölgesinde okullar açılmalı, buralarda dini bilgilerin yanı sıra fen bilimleri de öğretilmelidir." Bu dilekçede Said Nursi'nin büyük hayali olan bir 'Büyük Doğu Üniversitesi' fikrini görmekteyiz. Ancak Saray bu talebi ve davranışı hoş karşılamadı: "Kim bu adam, deli mi, divane mi?" Gözaltına alınan Said Nursi, Üsküdar'daki Toptaşı Tımarhanesi'ne sevk edildi! Ruh doktorunun sorularına Said kapsamlı bir cevap verdi. Niye öyle giyindiğini, niye böyle davrandığını, amacının ne olduğunu gayet net ve mantıklı bir biçimde açıkladı. Doktor Said Nursi'de hiçbir bozukluk bulamadı ve raporuna şöyle yazdı: "Eğer bu adam akıl hastasıysa, dünyada akıllı insan yoktur.





MEŞRUTİYET'E DESTEK

Bu arada aylar geçmişti. Dönemin aydınları, özellikle de modern okullarda yetişen subaylar, İkinci Abdülhamit'i Meşrutiyet'i ilan etmeye zorlamaktaydı. Nihayet 23 Temmuz 1908'de İkinci Meşrutiyet ilan edilmişti. Said Nursi de Meşrutiyet'ten yanaydı. Selanik'e giden Said, ünlü 'Hürriyet Meydanı'nda Meşrutiyet'i destekleyen bir nutuk atmıştı. Meşrutiyet'i İslam'a uygun buluyordu. Bu etkili nutuk 1910 yılında İstanbul'daki İkbal-i Millet Matbaası'nda basılmıştı. Said, İstanbul'da kaldığı sürede hem dini tartışmalara devam etti, hem de siyasetle yakından ilgilendi. Siyasetle dinin kesiştiği, sınırlarının belirsizleştiği en önemli olay '31 Mart Vakası'ydı. 'Tarih hızlanıyordu'! 31 Mart'ı, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İstanbul'un işgali ve Kurtuluş Savaşı gibi çağ değiştiren olaylar takip edecekti.

Hem molla hem cengaver!

Fahri Kaymakam' Said Nursi, Birinci Dünya Harbi sırasında 4 bin gönüllüyle Ruslar'a karşı savaştı. Esir düştü. Kaçtı ve Almanya üzerinden İstanbul'a döndü.


Said Nursi bir süre İstanbul'- da bulunduktan sonra 1910 yılında Doğu'ya döndü. Konakladığı, kısa ya da uzun süre kaldığı, kâh dini ve siyasi tartışmalar yaptığı, kâh ders ve konferanslar verdiği yerler arasında İnebolu, Tiflis, Van, Diyarbakır, Urfa ve Birecik vardı. 1911 Said Nursi'nin hayatında önemli bir yıl oldu. Güneye doğru indi. Hedefi Mısır'a giderek, hayalini kurduğu Büyük Doğu Üniversitesi için ünlü Ezher Üniversitesi'ni yerinde görmekti. Geçerken Şam'a uğradı. Israrlar üzerine kentteki görkemli Emeviye Camii'nde kalabalık bir topluluğa karşı konuştu. Sadece sıradan insanlar değil, din alimleri de onu diliyordu.




SULTAN'LA YOLCULUK

Bu etkili söylev daha sonra 'Hutbe- i Şammiye' adıyla İstanbul'da kitap haline getirildi. Ebuzziya Matbaası'nda basılan eserin kapağında şöyle bir ibare yer alıyordu: "Tamamını dikkatlice okumayan almasın!" Said Nursi, Şam'dan sonra yön değiştirdi. Beyrut'a geçti ve gemiyle İstanbul'a geldi. Kafasında yine üniversite fikri vardı. Bu üniversitenin adını bulmuştu: "Medresetü'z-Zehra". Bu okul Mısır'daki Ezher'in adeta 'kız kardeşi' olacaktı. Ancak kader ağlarını tersten örüyordu! Doğuda değil de, batıdaki bir üniversitenin temel atılışında bulundu. Sultan Mehmed Reşat, 1911'in haziran ayında Barbaros zırhlısı ile İstanbul'dan hareket ettti. Heyette doğu vilayetlerini temsil eden Said Nursi de vardı. Selanik üzerinden Üsküp'e gidildi. Üsküp'te kurulmasına karar verilen üniversitesinin temeli atıldı. Bu arada Said Nursi, "Asıl üniversiteyi doğuda açmalıyız" deyip duruyordu. Neticede Sultan Reşad'ı ve İttihatçı yöneticileri ikna etti. Üç haftalık gezi bittiğinde Sadi Nursi projesi için '19 bin altın' sözü almıştı.




KÜLAHLI SAVAŞÇILAR

Sevinçle Van'a dönen Sadi Nursi, gölün hemen kıyısındaki Edremit'te hayalindeki üniversitenin temelini attı. Bunda Van Valisi Tahsin Bey'in büyük katkısı olmuştu. Valinin bu çabasının tek sebebi 'eğitim' değildi elbette. Doğu Anadolu'daki Müslüman Kürtler arasında İran'den esen Şii rüzgârı etkili oluyordu. Üniversite buna karşı bir tedbir olarak da düşünülmüştü. Ne var ki büyük savaşın çıkışı projeyi kadük bıraktı. Birinci Dünya Savaşı 1914'te başladı. Bütün ülke savaş için seferber olmuştu. O sırada Van'da bulunan Bediüzzaman, İstanbul'a gittiğinde tanıştığı Enver Paşa'nın emriyle gönüllülerden oluşan bir milis alayı kurdu. Artık iki görevi birden yerine getiriyordu: Hem din hocası, hem asker! Ayağı çizmeli, beli kamalı, eli kırbaçlı; sert adımlarla yürüyen, sağa sola emirler yağdıran, at mahmuzlayan, odası silah ve kitap dolu bir hoca... Said Nursi'nin yönettiği milis alayının 4 bin kişiden oluştuğu tahmin ediliyor. Onlara 'Keçe Külahlılar' adı takılmıştı. Said Nursi savaşta kahramanlıklar gösterdi. Madalya aldı. Ancak 3 Mart 1916'da Bitlis'i savunurken kırık bir ayak ve vücudunda üç kurşun yarasıyla Ruslar'a esir düştü.





İDAMA BEŞ KALA

Savaş esiri Said Nursi, Tiflis Hastanesi'ne yatırıldı. Uzunca bir süre tedavi edildi. Adeta 'hatırlı' bir esirdi. Onun için İstanbul'dan bakım parası gönderilmişti! Ardından da St. Petersburg'un (daha sonra Leningrad) Güney batısında bulunan Kosturma'- daki esir kampına götürüldü. Said Nursi'nin esir kampı hayatı da gayet ilginçti. Mesela bir keresinde, kampı Kafkas Komutanı, Rus Çarı'nın dayısı Nikola Nikolaviç teftiş ediyordu. Ancak Bediüzzaman o geldiğinde ayağa kalkmamıştı. Sebebi sorulduğunda özetle "Benim inancım budur" demişti. Tabii hemen mahkeme kurulmuş ve Said Nursi, Rus Ordusu'na hakaretten idama mahkedilmişti.





MİKROPOLİTİK SAİD

Bu kararı umursamazlıkla, hatta sevinerek karşılaması herkesi şaşırtmıştı. Daha sonra tavrının, hakaret amaçlı olmadığı gerçekten inancından dolayı yaptığına kanaat getirilip affedildi. Bediüzzaman idam mangasının önünden dönmüştü. Said Nursi'nin, 'mikropolitik' diye adlandırılabilecek bir düşünce biçimi vardı. Mesela kamptaki bunaltıcı hayat yüzünden esirler tartışmaya giriyorlardı. Herkes kendisinin haklı olduğunu söylüyordu. Said Nursi yine böyle bir olay çıktığında, kendisine bağlı olanlara şöyle demişti: "Koşun ve haksız olana yardım edin." Adamları şaşırmışlardı. Sürekli haktan, hukuktan söz eden Bediüzzaman nasıl olur da haksız konumdaki bir kişiye yardım edilmesini isterdi? Said Nursi sebebini şöyle açıklamıştı: "Haklı adam insaflı olur. Bir dirhem hakkını toplumun yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle bencil olur, feda etmez, gürültü çoğalır."


FAHRİ KAYMAKAM Zaman geçiyordu. 1917'de Rusya'da devrim olmuş, ortalık birbirine girmişti. Said Nursi karışıklıktan yararlanarak kamptan kaçtı. Petersburg'a geldi. Oradan Varşova'ya geçti. Almanya'ya vardı. Burada iki ay kadar kaldı. Sonra da Viyana üzerinden, Sofya'dan geçip 25 Haziran 1918'de İstanbul'a döndü. Sofya'daki ataşemiliterlik ona verdiği 'vatana dönüş' belgesine, "Rütbesi: Fahri Kaymakam... Kıtası: Gönüllü Kürt Süvari Alayı... Tabiiyeti: Osmanlı" diye yazmıştı. Said Nursi'nin maceralı hayatı devam ediyordu.

Meclis'te dua eden molla

Kurtuluş Savaşı destekçisi Said Nursi'ye Meclis'te tören yapıldı.

Mustafa Kemal Said Nursi'yi Ankara'ya davet etti. 1922'de Meclis'te özel törenle karşılandı. Kürsüye çıkarak Anadolu gazilerini kutladı, zafere ulaşmaları için dua etti Bediüzzaman, bir süre sonra dini değerlere ilgisizlik oluştuğuna inanarak yöneticileri dine davet eden bir bildiri yayınladı. Mustafa Kemal Paşa, Said Nursi'ye çıkıştı



Meclis kürsüsünde bir molla

1922'de Ankara'ya giden Said Nursi için Millet Meclisi'nde 'hoş geldiniz' töreni yapıldı.

Said Nursi'nin Rusya'daki esir kampından kaçıp Almanya üzerinden İstanbul'a dönüşünü 25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesi okurlarına şöyle duyurmuştu: "Kürdistan ulemasından olup talebeleriyle beraber Kafkasya cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslar'a esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat (ulaşma) eylemiştir." Enver Paşa başta olmak üzere askeri ve dini çevreler Said Nursi ile konuşuyorlardı. Ona yeni görevler vermek isteyenler vardı. Ancak Said çok yorgundu. Hem bedenen, hem de zihnen...





RİSALELER'İN FATİHASI

Onun en büyük isteği, savaştığı sırada kaleme aldığı tefsir kitabını bastırmaktı. Enver Paşa buna katkıda bulunmak istiyordu. Öyle mi yapalım, böyle mi yapalım derken neticede kitabın kağıdını Enver Paşa sağladı ve İşaratü'l-İ'caz basıldı. Sonraki yıllarda Said Nursi bu kitabını 'Risale-i Nur' külliyatının 'fatihası' olarak niteleyecekti. Ama yine de 'Nur Hareketi'nin başlamasına daha çok vardı. Savaş Bakanı Enver Paşa'nın yüklemek istediği görevleri kabul etmeyen Said Nursi'ye hizmetlerinden dolayı yüz elli lira ve madalya verilmişti.




İNGİLİZLER'E TÜKÜRÜN
Bu arada Darü'l-Hikmeti'l-İslami açılmıştı. Bu bir tür İslam akademisiydi. Kuruluşun üyeleri arasında, daha sonra İstiklal Marşı'nın sözlerini yazacak olan Mehmet Akif (Ersoy), İzmirli İsmail Hakkı, Kuran tefsiri hâlâ yaygın biçimde okunan Elmalılı Hamdi (Yazır) da vardı. Kendi talep etmemesine karşın Said Nursi de 'akademiye' üye yazılmıştı. Ancak hastalığı yüzünden bu görevini yerine getiremiyordu. Bu arada savaş kaybedilmiş, İstanbul işgal edilmişti. İmparatorluk dağılmaktaydı. Said Nursi işgalcilere karşı 'Hutuvat-ı Sitte' adlı bir kitap yazmıştı. Kitap gizlice basıldı ve el altından dağıtıldı. Said Nursi gazetelerde "İngiliz'in yüzüne tükürün" diye yazılar kaleme almaktaydı. İngiliz yanlıları onu ihbar etmişti. İşgal kuvvetleri peşindeydi.




ONLAR ASİ DEĞİL
Mütareke döneminde Bediüzzman'ın en büyük, en önemli çıkışı Anadolu'da, Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde yürütülen Kurtuluş Şavaşı'na verdiği destekti. 11 Nisan 1920 tarihinde dönemin şeyhülislamı, Dürrizade Abdullah Efendi, Kuva-yı Milliye'nin aleyhine bir fetva yayınladı. Ortalık birbirine girmişti. Bazı müftüler ve din alimleri harekete geçip 'karşı fetva'lar verdiler. Şeyhülislam'ın fetvasına karşı çıkanlar arasında Said Nursi de vardı. Özetle şöyle diyordu: "Bu fetva geçersizdir. Çünkü İngilizler'in emri ve baskısı altında yayınlanmıştır. Düşman işgaline karşı savaşanlar asi değildir." Bu tavır Said Nursi'ye büyük prestij kazandırmıştı.

Türk'e kılıç çektirmem

Şeyh Said destek istediğinde, Said Nursi şöyle demişti: "Türk milleti asırlarca İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Onlara karşı kılıç çekilmesine izin vermem..

Said Nursi 1923'ün mayıs ayında sadece Ankara'yı değil eski yaşamını da geride bırakarak Van'a gelmişti. Artık yeni bir Said olacaktı. İki yıl boyunca yazları Van'ın Çoravanis köyünde ve Erek dağındaki bir manastır harabesinde geçirdi. Kış aylarında Van'da oturan kardeşi Abdülmecid'in yanına gidiyordu. Kendini dini düşünceye ve derslerine vakfetmişti. Savaş arkadaşı Ali Çavuş ve Molla Hamid ona hem talebelik ediyor, hem de yardımcı oluyordu.




SİYASET YAKASINI BIRAKMADI
Molla Hamid o günlerle ilgili anılarını anlatırken birkaç ilginç noktaya değinmiştir. Mesela bir keresinde hocası şöyle demişti: "İstanbul'dayken arkadaşlarım beni takip etmiş. 'Bakalım söylediği gibi mi davranıyor' diye... Sonunda benim özü sözü bir insan olduğumu anlamışlar. İstanbul'da onca sene kaldım, bir kere dahi kadınlara bakmadım." Bir başka gün ise Van gölündeki Akdamar adasına uzun uzun bakmış ve kendinden emin bir biçimde, "Şu adada 10 yıl boyunca 50 talebe yetiştirsem, İslam'ı bütün dünyaya yayabilirim" demişti. Bu iki olayı birbirine bağladığımızda şunu görüyoruz: Said Nursi dünyevi zevklerden uzak durarak, bütün enerjisini kendi İslam yorumuna verecekti. Zaten öyle de oldu. Said Nursi içine kapanmıştı ama tarih devam ediyordu. 3 Mart 1924'te Hilafet kaldırılmıştı. Din yerine milliyetçiliği öne çıkaran, laikliğe doğru ilerleyen yeni rejim Kürt grupların hoşuna gitmiyordu. İsyan hazırlıkları vardı. Günün birinde Kürt aşiret ağalarından, zamanında İkinci Abdülhamid'in kurduğu Hamidiye Alayları'nda görev yapmış olan Kör Hüseyin Paşa kapısını çaldı.





(TÜRK İLE KÜRT KARDEŞTİR)


Said Nursi'ye para getirmişti. "Adamlar ve silahlar hazır; emrini bekliyoruz" diyordu. Niçin? "Mustafa Kemal ile savaşmak için!" Bediüzzaman köpürmüştü: "Asker vatanın evladıdır. Senin benim akrabamdır. Müslüman Müslüman'a silah çeker mi?" Kör Hüseyin Paşa fena halde bozulmuştu. "İtibarımı beş para ettin" diye söyleniyordu. Said Nursi geri adım atmıyordu: "Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbul ol." Ayaklanmaya hazırlanan Kürt gruplar Said Nursi'nin manevi gücünü arkalarına almak istiyordu. Derken Şeyh Said'den bir mektup geldi. Özetle "İsyanımızda bize yardım edin" diyordu. Said Nursi yine bir mektupla ona cevap verdi: "Türk milleti asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Bu yolda çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin torununa kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Türk-Kürt birdir, kardeştir. Bizim asıl büyük düşmanımız cehalettir. Teşebbüsünüz bir işe yaramaz. Olan masum insanlara olur." Tabii Şeyh Said, adaşına kulak asmadı. Dini temalarla, Ağlasun Çeltikçi İstanbul Isparta Ankara Yakaören temalarla, Kürtçülük temalarının iç içe geçtiği ayaklanma 13 Şubat 1925'te başladı. Asiler Elazığ kentini ele geçirdi. Ardından Diyarbakır'a doğru indiler. Ankara hükümeti olayın 'yerel' olduğunu düşünüyordu. Ancak isyan yayıldı. Bunun üzerine Fethi Okyar başbakanlıktan gitti, yerine İsmet İnönü geldi. Takrir- i SükKanunu devreye girdi. Devlet bir yandan bütün gücüyle Şeyh Said'in üstüne giderken, diğer yandan ülkenin diğer bölgelerindeki, özellikle de İstanbul'daki muhalefeti susturdu. Sonuçta Şeyh Said yakalandı ve idam edildi. Said Nursi açısından tarih tekerrür ediyordu. Hem Kürt'tü, hem de din adamı. Aynı 31 Mart'taki gibi, değil isyana katılmak, tersine engellemeye çalışmasına rağmen hükümetin kararı ona da uygulandı: Diğer Kürt ileri gelenleri gibi o da Batı'ya gönderilecekti. 1926'nın şubat ayında askerlerin eşliğinde yola çıktı. Önce Erzurum'a, sonra da Trabzon'a geldiler. Gemi ile İstanbul'a vardılar. Said Nursi bir süre İstanbul'da kaldı. Sonra tekrar gemiye binip İzmir'e, ardından da Antalya'ya ulaştı. Yedi ayı burada yaşadı. Ardından Burdur'a götürüldü.


MAREŞAL KORUMAYA ÇALIŞTI

Meclis'te dua eden molla

Kurtuluş Savaşı destekçisi Said Nursi'ye Meclis'te tören yapıldı.

Mustafa Kemal Said Nursi'yi Ankara'ya davet etti. 1922'de Meclis'te özel törenle karşılandı. Kürsüye çıkarak Anadolu gazilerini kutladı, zafere ulaşmaları için dua etti Bediüzzaman, bir süre sonra dini değerlere ilgisizlik oluştuğuna inanarak yöneticileri dine davet eden bir bildiri yayınladı. Mustafa Kemal Paşa, Said Nursi'ye çıkıştı




Meclis kürsüsünde bir molla

1922'de Ankara'ya giden Said Nursi için Millet Meclisi'nde 'hoş geldiniz' töreni yapıldı.

Said Nursi'nin Rusya'daki esir kampından kaçıp Almanya üzerinden İstanbul'a dönüşünü 25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesi okurlarına şöyle duyurmuştu: "Kürdistan ulemasından olup talebeleriyle beraber Kafkasya cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslar'a esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdi Efendi ahiren şehrimize muvasalat (ulaşma) eylemiştir." Enver Paşa başta olmak üzere askeri ve dini çevreler Said Nursi ile konuşuyorlardı. Ona yeni görevler vermek isteyenler vardı. Ancak Said çok yorgundu. Hem bedenen, hem de zihnen...




RİSALELER'İN FATİHASI
Onun en büyük isteği, savaştığı sırada kaleme aldığı tefsir kitabını bastırmaktı. Enver Paşa buna katkıda bulunmak istiyordu. Öyle mi yapalım, böyle mi yapalım derken neticede kitabın kağıdını Enver Paşa sağladı ve İşaratü'l-İ'caz basıldı. Sonraki yıllarda Said Nursi bu kitabını 'Risale-i Nur' külliyatının 'fatihası' olarak niteleyecekti. Ama yine de 'Nur Hareketi'nin başlamasına daha çok vardı. Savaş Bakanı Enver Paşa'nın yüklemek istediği görevleri kabul etmeyen Said Nursi'ye hizmetlerinden dolayı yüz elli lira ve madalya verilmişti.




İNGİLİZLER'E TÜKÜRÜN
Bu arada Darü'l-Hikmeti'l-İslami açılmıştı. Bu bir tür İslam akademisiydi. Kuruluşun üyeleri arasında, daha sonra İstiklal Marşı'nın sözlerini yazacak olan Mehmet Akif (Ersoy), İzmirli İsmail Hakkı, Kuran tefsiri hâlâ yaygın biçimde okunan Elmalılı Hamdi (Yazır) da vardı. Kendi talep etmemesine karşın Said Nursi de 'akademiye' üye yazılmıştı. Ancak hastalığı yüzünden bu görevini yerine getiremiyordu. Bu arada savaş kaybedilmiş, İstanbul işgal edilmişti. İmparatorluk dağılmaktaydı. Said Nursi işgalcilere karşı 'Hutuvat-ı Sitte' adlı bir kitap yazmıştı. Kitap gizlice basıldı ve el altından dağıtıldı. Said Nursi gazetelerde "İngiliz'in yüzüne tükürün" diye yazılar kaleme almaktaydı. İngiliz yanlıları onu ihbar etmişti. İşgal kuvvetleri peşindeydi.




ONLAR ASİ DEĞİL
Mütareke döneminde Bediüzzman'ın en büyük, en önemli çıkışı Anadolu'da, Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde yürütülen Kurtuluş Şavaşı'na verdiği destekti. 11 Nisan 1920 tarihinde dönemin şeyhülislamı, Dürrizade Abdullah Efendi, Kuva-yı Milliye'nin aleyhine bir fetva yayınladı. Ortalık birbirine girmişti. Bazı müftüler ve din alimleri harekete geçip 'karşı fetva'lar verdiler. Şeyhülislam'ın fetvasına karşı çıkanlar arasında Said Nursi de vardı. Özetle şöyle diyordu: "Bu fetva geçersizdir. Çünkü İngilizler'in emri ve baskısı altında yayınlanmıştır. Düşman işgaline karşı savaşanlar asi değildir." Bu tavır Said Nursi'ye büyük prestij kazandırmıştı.

Türk'e kılıç çektirmem

Şeyh Said destek istediğinde, Said Nursi şöyle demişti: "Türk milleti asırlarca İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Onlara karşı kılıç çekilmesine izin vermem..

Said Nursi 1923'ün mayıs ayında sadece Ankara'yı değil eski yaşamını da geride bırakarak Van'a gelmişti. Artık yeni bir Said olacaktı. İki yıl boyunca yazları Van'ın Çoravanis köyünde ve Erek dağındaki bir manastır harabesinde geçirdi. Kış aylarında Van'da oturan kardeşi Abdülmecid'in yanına gidiyordu. Kendini dini düşünceye ve derslerine vakfetmişti. Savaş arkadaşı Ali Çavuş ve Molla Hamid ona hem talebelik ediyor, hem de yardımcı oluyordu.




SİYASET YAKASINI BIRAKMADI
Molla Hamid o günlerle ilgili anılarını anlatırken birkaç ilginç noktaya değinmiştir. Mesela bir keresinde hocası şöyle demişti: "İstanbul'dayken arkadaşlarım beni takip etmiş. 'Bakalım söylediği gibi mi davranıyor' diye... Sonunda benim özü sözü bir insan olduğumu anlamışlar. İstanbul'da onca sene kaldım, bir kere dahi kadınlara bakmadım." Bir başka gün ise Van gölündeki Akdamar adasına uzun uzun bakmış ve kendinden emin bir biçimde, "Şu adada 10 yıl boyunca 50 talebe yetiştirsem, İslam'ı bütün dünyaya yayabilirim" demişti. Bu iki olayı birbirine bağladığımızda şunu görüyoruz: Said Nursi dünyevi zevklerden uzak durarak, bütün enerjisini kendi İslam yorumuna verecekti. Zaten öyle de oldu. Said Nursi içine kapanmıştı ama tarih devam ediyordu. 3 Mart 1924'te Hilafet kaldırılmıştı. Din yerine milliyetçiliği öne çıkaran, laikliğe doğru ilerleyen yeni rejim Kürt grupların hoşuna gitmiyordu. İsyan hazırlıkları vardı. Günün birinde Kürt aşiret ağalarından, zamanında İkinci Abdülhamid'in kurduğu Hamidiye Alayları'nda görev yapmış olan Kör Hüseyin Paşa kapısını çaldı.

"TÜRK İLE KÜRT KARDEŞTİR"
Said Nursi'ye para getirmişti. "Adamlar ve silahlar hazır; emrini bekliyoruz" diyordu. Niçin? "Mustafa Kemal ile savaşmak için!" Bediüzzaman köpürmüştü: "Asker vatanın evladıdır. Senin benim akrabamdır. Müslüman Müslüman'a silah çeker mi?" Kör Hüseyin Paşa fena halde bozulmuştu. "İtibarımı beş para ettin" diye söyleniyordu. Said Nursi geri adım atmıyordu: "Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbul ol." Ayaklanmaya hazırlanan Kürt gruplar Said Nursi'nin manevi gücünü arkalarına almak istiyordu. Derken Şeyh Said'den bir mektup geldi. Özetle "İsyanımızda bize yardım edin" diyordu. Said Nursi yine bir mektupla ona cevap verdi: "Türk milleti asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Bu yolda çok şehit vermiştir. Böyle bir milletin torununa kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Türk-Kürt birdir, kardeştir. Bizim asıl büyük düşmanımız cehalettir. Teşebbüsünüz bir işe yaramaz. Olan masum insanlara olur." Tabii Şeyh Said, adaşına kulak asmadı. Dini temalarla, Ağlasun Çeltikçi İstanbul Isparta Ankara Yakaören temalarla, Kürtçülük temalarının iç içe geçtiği ayaklanma 13 Şubat 1925'te başladı. Asiler Elazığ kentini ele geçirdi. Ardından Diyarbakır'a doğru indiler. Ankara hükümeti olayın 'yerel' olduğunu düşünüyordu. Ancak isyan yayıldı. Bunun üzerine Fethi Okyar başbakanlıktan gitti, yerine İsmet İnönü geldi. Takrir- i SükKanunu devreye girdi. Devlet bir yandan bütün gücüyle Şeyh Said'in üstüne giderken, diğer yandan ülkenin diğer bölgelerindeki, özellikle de İstanbul'daki muhalefeti susturdu. Sonuçta Şeyh Said yakalandı ve idam edildi. Said Nursi açısından tarih tekerrür ediyordu. Hem Kürt'tü, hem de din adamı. Aynı 31 Mart'taki gibi, değil isyana katılmak, tersine engellemeye çalışmasına rağmen hükümetin kararı ona da uygulandı: Diğer Kürt ileri gelenleri gibi o da Batı'ya gönderilecekti. 1926'nın şubat ayında askerlerin eşliğinde yola çıktı. Önce Erzurum'a, sonra da Trabzon'a geldiler. Gemi ile İstanbul'a vardılar. Said Nursi bir süre İstanbul'da kaldı. Sonra tekrar gemiye binip İzmir'e, ardından da Antalya'ya ulaştı. Yedi ayı burada yaşadı. Ardından Burdur'a götürüldü.




MAREŞAL KORUMAYA ÇALIŞTI
Bu dönemde Said Nursi siyasetten uzaktı. Sadece okuyor, düşünüyor, ibadet ediyor ve dersler veriyordu. Ancak bu kadarı da yönetimde rahatsızlık uyandırıyordu. Mesela Burdur valisi, Bediüzzaman'ı Mareşal Fevzi Çakmak'a şikâyet etmişti: "Bizi dinlemiyor, din dersleri veriyor." Mareşal "Ona ilişmeyin, bir zararı olmaz" demişti ama devletin kuşkusu devam etmekteydi. Sonunda Said Nursi, Burdur'dan alındı ve Isparta'nın Eğirdir ilçesine götürüldü. Burada jandarma eşliğinde Eğirdir gölü yelkenli bir kayıkla geçildi ve Barla'ya ulaşıldı. Bediüzzaman, Barla'ya vardığında bir elinde içinde çay demliği, iki üç bardak, bir seccade bulunan bir sepet; diğer elinde ise bir Kuran vardı. Bir de parmağında gümüş yüzük... Tüm eşyası bundan ibaretti. Artık zorunlu olarak burada oturacaktı. Takvimler 1927'nin mart ayını gösteriyordu. Barla'da, Said Nursi'ye bağlı olan kişilerden biri de marangoz Mustafa Çavuş'tu. Bediüzzaman için bir ağacın üstüne küçücük bir kulübe yaptı. Said Nursi burada hem ibadet ediyor, hem de tefekküre dalıyordu. Said Nursi yıllarca Barla'da kaldı. Fikirlerini kah kendi kaleme alıyor, kah Şamlı Hafız Tevfik, Hafız Halit, Muallim Galip Bey gibi talebelerine yazdırıyordu. Önce 'Sözler' isimli kitabını tamamladı. Ve ilk kez çalışmalarına 'Risale-i Nur' adını koydu. (Ara notu: Risale kelimesinin iki anlamı vardır: 1. Mektup, 2. Küçük kitap. Her iki anlam da bu yazılar için geçerlidir. Çünkü Said Nursi sadece 'kitap' değil, 'mektup'lar da yazmıştır ve külliyata tümü dahildir.)


12 SAATTE 150 SAYFALIK KİTAP

Risale-i Nur'un yazılış süreci de ilginçti. Mesela Hz. Muhammed'in ortaya koyduğu 'mucize'yi anlattığı 19'uncu Mektup, 12 saatte yazılmıştı. Said Nursi talebeleriyle birlikte dağda bayırda dolaşıyordu. Yağmur yağdığında bir şemsiyenin altına sığınıyorlardı. Hoca söylüyor, talebeleri bunu kayda geçiriyordu. Bediüzzaman sıra dışı hafızasıyla, hiçbir kitaba başvurmadan 'alıntıları' belleğinden yazdırıyordu. Böylece ortaya 150 sayfalık bir kitap çıkmıştı. Daha sonra Said Nursi yazılanları okuyup düzeltiyordu. Ayrıca kendisine gönderilen mektuplarda sorular oluyordu. Said Nursi bunlara da cevap veriyordu. Böylece Barla'da, bugün 'Nur Hareketi' diyeceğimiz oluşum başlamış oldu.

Nur postacıları

Devlet baskısı artınca Nur postacısı denilen gönüllü kuryeler risaleleri kentten kente, köyden köye gizli gizli taşımaya başlamıştı.


Bak Nur postacısı geliyor!

Takvimler 1935'in bahar aylarını gösteriyordu. Savcının suçlamalarını tahmin etmek kolaydı: Gizli cemiyet kurmak... İrticai faaliyette bulunmak... Rejimi yıkmayı amaçlamak ve benzeri... Neticede Said Nursi'ye 11 ay hapis cezası verildi. 15 yakın talebesi 6'şar ayla cezalandırılmış, diğerleri ise beraat etmişti. Hem tutukluluk döneminde, hem de verilen cezayı çekerken Bediüzzaman risalelerini yazdırmaya devam ediyordu.
Ara notu: Burada ilginç bir nokta daha var. Bu noktayı Türkiye 1970'lerde sol gruplarda, 1980'lerin başında ise PKK'da görecektir: Cezaevleri bir okul, bir eğitim merkezi haline geliyordu. Nur Hareketi de benzeri bir süreçten geçmişti. Muhalifler inançlarına daha da yoğun bir biçimde sarılmış ve diğer mahkumları da etkilemişlerdir. Hapisteki birçok kişi İslam'a dönmüş, bazısı Nur cemaatine katılmıştı.




NURUN İSKELE MEMURU!

Said Nursi 11 aylık cezasını çektikten sonra hapisten çıktı. Tabii kendi haline bırakılmadı. Bu kez Kastamonu'ya götürüldü. Ciddi biçimde mimlenmişti. Kastamonu'da karakolun karşısındaki eve yerleştirildi. Artık hayatı polis kontrolünde geçecekti. Bediüzzaman ve talebeleri çalışmalarına devam ediyordu. Bu arada devletin açık ya da gizli baskısını enselerinde hissediyorlardı. Bu şartlar altında 'Nur postacıları' ortaya çıkmıştı. Postacılar Said Nursi'nin risalelerini il il dağıtıyorlardı. Bir risaleyi alan Nur talebesi hemen bunu çoğaltıyordu. Çoğaltma işine bazıları öylesine kendini kaptırmıştı ki yıllarca evinden çıkmadan yüzlerce kopya çıkartanlar oluyordu. Bu 'yatay' organizasyonda kilit isimler vardı. Mesela Isparta'daki Bedre köyünün imamı Tahiri Mutlu bunlardanbiriydi. Bir risale önce ona gelirdi. İmam Tahiri bunu hemen çoğaltır ve diğer köylere ve illere gönderirdi. İmam Tahiri'ye bu kilit rolü sebebiyle 'Nur Santralı' denirdi. Bir başka lakabı da 'Nur İskele Memuru'ydu!





ÇIĞIR AÇAN ÇALIŞMA

Bu noktada Said Nursi'nin hayat hikâyesine ara verelim. Ve ortaya bir soru atalım: Devletin baskısına, mahkemelere, soruşturmalara, hapislere rağmen nasıl oluyordu da bir sürü insan Nur Hareketi'ne katılıyordu? Dertleri, amaçları neydi? Bediüzzaman onların hangi ihtiyacına cevap veriyordu? Nur tarihini hazırlarken yararlandığımız kaynakları dizinin sonunda belirteceğiz. Bunlardan biri de Türkiye'nin en önemli sosyal bilimcilerinden biri olan Prof. Şerif Mardin'in "Bediüzzaman Said Nursi: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim" adlı kitabıdır. 'Dışarıdan' bir gözle Nur Hareketi'nin doğuşunu ve gelişmesini anlatan kitap önce İngilizce kaleme alınmış, daha sonra İletişim Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.





BATILILIK NEREYE KADAR?

Hem Prof. Mardin'i, hem de diğer incelemeleri okuduğumuzda üç aşağı beş yukarı şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz:

Cumhuriyet rejimi Hilafet'i 1924'te kaldırmış, 30 Kasım 1925'te de tekke ve zaviyeleri kapamış, tarikat faaliyetine son vermişti. Bu kurumlar sıradan halkın sadece dini değil, diğer konulardaki taleplerini de yönetime iletmelerinin bir aracıydı. Artık bu imkândan mahrum kalmışlardı.

Halkın çoğunluğu Müslümanlar'dan oluşuyordu. Bunların dinsel ihtiyaçları Cumhuriyet yönetimi tarafından dikkate alınmıyordu. Çünkü tehdit olarak görülüyordu.

Ülkeyi hızla modernleştirmek isteyen Cumhuriyet yönetimi laik eğitimin yapıldığı okullara ağırlık veriyordu. Sıradan vatandaşlar için bu yetersizdi.

Batılılaşma hareketiMüslüman halkı tedirgin ediyordu. Yeni iletişim araçlarıyla ve Batı'dan gelen seküler değerlerle nasıl baş edeceğini, onları kendi anlam dünyasına nasıl oturtacağını bilemiyordu. Kökeni Hıristiyan Batı olan bilime, teknolojiye, modern değerlere toptan mı karşı çıkmalıydı; yoksa bunların bir kısmı İslam ile uyuşabilir miydi?





BÜYÜK MANEVİ BOŞLUK

Yukarıda saydıklarımıza başka maddeler de eklenebilir. Ama neticede halkın önemli bir bölümünde bir ruhsal boşluk, bir tedirginlik oluşmuştu. Bu manevi eksikliği gidermek, kendi değerlerinden hareketle ama onlardan taviz vermeden modernleşmeye ayak uydurmak gerekiyordu... Ama nasıl? Sözünü ettiğimiz manevi boşluk özellikle Anadolu'nun orta ve alt sınıflarından insanları bir arayışa yöneltmişti. Bunlar yeni rejimde kendilerine yer bulamayan, kâh itilip kakılan, kâh önemsenmeyen kişilerdi. Kulakları kirişteydi: Sanki birisi gelecek, kapılarını çalacak, "Hadi yürü gidelim" diyecekti. Ancak mekanizma tersine işledi: Onlar aradıklarına gittiler!

Said Nursi'ye bağlanan birçok talebede benzeri bir hikâye ortaya çıkıyor: "Bediüzzaman'ın bir risalesini okudum... Sarsıldım... Onu tanımak için yola koyuldum." Bunlardan biri de dün dizi sayfasında yer alan Mustafa Sungur'dur. Prof. Şerif Mardin'in kitabında onun şu sözlerinden alıntı yapar: "Yıl 1946... Köy Enstitüsü'nden 18 ay önce mezun olmuştum. Bana Ayet-ül Kübra'dan, daktilo ile yazılmış, 20 sayfalık bir forma vermişlerdi. Berberde oturup okumaya başladım. Okuduğum satırlar bende şimşekler çaktırıyordu. İlk defa okuduğum bu satırlardan mis gibi kokular ruhuma ulaşıyordu." Geleneksel İslami 'zaman' kavramının alt üst olduğu bir çağda yolunu yitiren Sungur, risalelerin etkisiyle kendineyeni bir 'zaman' bulmuştur. Okulda öğrendiği seküler 'zaman' yerine, Allah'la başlayıp, Allah'la biten başka bir zaman anlayışı Sungur'un rahatsızlığına ilaç olmuştur. Artık ilk fırsatta Said Nursi'ye ulaşmaya çalışacaktı.




'BEN ŞEYH DEĞİLİM'

Prof. Mardin'in hikâye ettiği bir başka kişi ise 1895 doğumlu İbrahim Hulusi Yahyagil'dir. 1929 yılında Eğirdir'de kıdemli yüzbaşı rütbesiyle orduya hizmet vermektedir. Hulusi Bey çeşitli sebeplerden dolayı kendini yalnız, arka plana atılmış, 'marjinal' hissetmektedir. Bu sebeplerden biri Çanakkale'de yaralanmış sadık bir asker olmasına rağmen, Kürt kökenli olduğu için özellikle Şeyh Said isyanından sonra kendisine kuşkuyla bakılmasıdır. Derken Barla'da bir 'tarikat şeyhi' olduğunu işitir. Bir at bulup Sadi Nursi'nin yanına gelir. Konuşurlar. Said Nursi ısrarla şeyh olmadığını, tarikat kurmadığını, sadece bir imam (cemaat lideri) olduğunu söyler. Hulusi Bey'e, kendisine (Said Nursi'ye) değil, risalelere bağlanması, onları yürekten kavraması gerektiğini belirtir. Yani mesaj 'insan'da değil 'metin'dedir. O günden sonra Hulusi Yahyagil, Bediüzzaman'ın talebesi olur.
 
Üst