Bediüzzaman'dan avukata keramet dersi

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Stajyer avukat Kemal, Bediüzzaman'a,'Çok keramet gösterdiğinizi söylüyorlar.Mesela elinizdeki tespih kendi kendine yürüsün' deyince..


54617.jpg





Bu dünya pazarında bizim değerimiz müşteri olduğumuz şeyle ölçülür. Yani aldığımız mal eşittir biz.

Ticaret deyip geçmemek gerek. Çünkü hayatımız bu dünya ile sınırlı olsa yapacağımız ticaretin o kadar önemi olmazdı belki. Ama dünyanın ötesi var. Yeteneklerimizin asıl ödülleri, öldükten sonra başlayacak olan öte dünyadadır. Koca ömrümüzde alıp götüreceğimiz öyle sıradan bir mal olursa korkarız orada bizim işimize yaramaz. Bu bizim için iyi bir ticaret olmaz elbette. Dileyelim ki, bu dünyanın hay huyu içinde alıp götüreceğimiz mal eforumuza değsin.

Onun için hayatımız süresince ne olmalıyız, ne istiyoruz ve ne görmeye can atıyoruz, onlara bakalım ve dikkat edelim. Şunu da aklımızdan çıkarmayalım ki, ne çöplüklerde büyük şeyleri bulabiliriz ve ne de nezih yerlerde sıradan şeyleri arayabiliriz.

Bir araştırmaya esas olmak üzere Necmettin Şahiner’in “Son Şahitler”i ciddi anlamda ve zevkle okurken, bir şahidin anısı, araştırmamla ilgili değil, bir başka açıdan dikkatimi çekti. Kemal Taner o zamanlar stajyer avukatmış. Bu sıfatla Eskişehir adliyesinde bulunuyormuş. Dolayısıyla hapishaneye de serbestçe girip çıkıyormuş.
O günlerin flaş ismi Bediüzzaman idam mahkûmu olarak Eskişehir hapishanesinde tutukluydu. Fırsat ya, Kemal Taner, Bediüzzaman’la görüşmeye gitmiş. Bediüzzaman namazını yeni kılıyormuş. Bitirdikten sonra elini öpmüş olan Kemal Taner kendilerine demiş ki; “Sizin birçok keramet gösterdiğinizi söylüyorlar. Oysa ben bu tür bir hal görmedim. Eğer böyle bir şey gösteriyorsanız, bana da gösterin, mesela elinizdeki tespih kendi kendine yürüsün.”

Burada devamını okumadan Bediüzzaman’ın nasıl bir cevap vereceğini düşünmedim değil. Bediüzzaman tebessüm etmiş; aslında tebessümü bile tam bir cevapmış. Ama onunla yetinmemiş, şu güzel bir temsille olgun bir insanın neyin peşinde olması gerektiğini stajyer avukatın kafasına sokmak istemiş:

Bir adamın çok sevdiği bir tek oğlu varmış. Adamcağız bu tek ve sevimli çocuğuna çok değerli bir hediye almak için onu bir kuyumcuya götürmüş. Çok çeşitli elmas ve mücevherlerden çocuğu ne isterse onu alacakmış. Kuyumcu, bu mücevher dükkânını süslemek için, çok değişik renklerde, kırmızı, beyaz, mavi, yeşil, mor, pembe, sarı renkli ve hem de albenisi olan balonları tavana asmış. Kuyumcu dükkânına girer girmez, çocuğun gözleri tavana takılıp kalmış. “Bunlardan isterim” diye tutturmuş. Adamcağız, “aman oğlum, ben sana çok pahalı, çok kıymetli elmas ve mücevher alacağım” diye çocuğun dikkatini ha bire vitrine çevirmek istemiş. Ama çocuğu, “balon isterim” diye ağlayıp duruyormuş.

Bediüzzaman, bu hikâyeyi aktardıktan sonra, kendisinin ne ile ilgilendiğini de daha açık bir şekilde belletmek istemiş. “Ben” demiş, “Kur’an’ın elmas ve mücevherat dükkânının bekçisiyim, dellalıyım.” Ve eklemiş: “Ben baloncu değilim. Benim dükkânımda, benim pazarımda, Kur’an’ın ebedî ve ölümsüz elmasları var. Ben bunlarla meşgulüm. Ben Kur’an nurunu ilan ediyorum, balonculuk yapmıyorum.”
Sona çok yakın olduğumuz çağımızda, elmas ve mücevherlerin bolca satıldığı çarşıda balonlara takılıp kalmamız, elbette bizi ufkun kararmasıyla büyük bir pişmanlıkla karşı karşıya getirir. O zaman karanlık çoktan basmış, gece olmuş ve kuyumcular çoktan kapanmış olacak.

Yeteneklerimizi zorlamadan, bir kudsi davanın çilesini çekmeden, insan olarak aramamız gereken şeye karar vermeden ve uğrunda yollar tepmeden, terlemeden ve hatta acılar çekmeden sıradan ele geçireceğimiz şeyler, bir fiskeyle patlayıverip de bizi çocuklar gibi gözyaşı döktüren balonlardan başka bir şey olamaz.


Hüseyin KARA
 
Üst