2.Lema yi mütaala edelimmi?

Katregül

Member
BUGÜN 2. LEMAYI OKUDULAR DERSHANEDE TADI DAMAĞIMDA KALDI.
Birazda sizinle mütaala edelimmi?

İKİNCİ NÜKTE
Yirmi Altıncı Sözde sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi, musibet ve hastalıklarda insanların şekvâya üç vecihle hakları yoktur.
Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer,

"Kazandıkları günahlar, kalblerini kaplayıp karartmıştır." Mutaffifîn Sûresi, 83:14.

--------------------------------------------------------------------------------

tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ... -1-
İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.
Evet, ibadet iki kısımdır: bir kısmı müsbet, diğeri menfi. Müsbet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle, musibetzede zaafını ve aczini hissedip, Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, Onu düşünüp, Ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit herbir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hafız Ahmed isminde bir zâtın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: "Onu tebrik et. Herbir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor." Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE
Bir iki Sözde beyan ettiğimiz gibi, her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya "ah" veya "oh" gelir. Yani, ya teessüf eder, ya "Elhamdülillâh" der.
Teessüfü dedirten, eski zamanın lezâizinin zeval ve firakından neş’et eden mânevî elemlerdir. Çünkü zevâl-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.
Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevâlinden neş’et eden mânevî ve daimî lezzet, "Elhamdü lillâh" dedirtir. Bu fıtrî hâletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfât-ı uhreviye ve kısa ömrü musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse, sabırdan ziyade, şükreder, -2- demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki, "Musibet zamanı uzundur." Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat

1 Mülkün mâliki, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

2 Küfür ve dalâletten başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun.

örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
Yirmi Birinci Sözün Birinci Makamında beyan edildiği gibi, Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, halihazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta-hâşâ-Cenâb-ı Hakkı insanlara şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir.
Çünkü, geçmiş herbir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevâlindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekvâ değil, belki mütelezzizâne şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilâkis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesut bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehimle düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak divaneliktir.
Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler, içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekvâ etmek, ahmaklıktır. "Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım" diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de, gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki, hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selb ediyor. Elhasıl, nasıl şükür nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de, şekvâ musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakati selb eder.
Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi:
"Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım" diye acı bir şikâyet etti.
Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:
"Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki, sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp, merkezi zayıf bırakıp, düşman ednâ bir kuvvetle merkezi harap eder."
Dedim: "Kardeşim, sen bunun gibi yapma. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde ferahlı bir şükret."
 

memluk

Hatim Sorumlusu
İKİNCİ LEMA


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda رَبِّى اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِ demeliyiz.

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:

Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfâtını düşünerek, kemâl-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra, yaralarından tevellüt eden kurtlar kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlâhiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil, belki ubudiyet-i İlâhiye için demiş: “Yâ Rab, zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye münâcât edip, Cenâb-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet harika bir surette kabul etmiş, kemâl-i âfiyetini ihsan edip envâ-ı merhametine mazhar eylemiş.

İşte bu Lem’ada Beş Nükte var.BİRİNCİ NÜKTE

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcât-ı Eyyubiyeye, o hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.
Bahusus, nasıl ki o hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar kalb ve lisanına ilişmişler. Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler—neûzu billâh—mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan,

bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder.
 

memluk

Hatim Sorumlusu
"(Ey mü'minler!) Eğer (başınıza gelen sıkıntılara aldırmayıp Allâh'ın dînini yaşamak husûsunda) sabır (ve sebât) eder ve ittikâ ederseniz, (yâni hem takvâ üzre Allâh'a sığınır, hem de gerekli tedbirleri alarak korunursanız), onların (İslâm düşmanlarının) hîle ve tuzağı size hiçbir zarâr vermez! Çünkü Allâh, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Âl-i İmrân, 120)

"(Ey mü'minler! Siz Hakk yolunda ihlâs, sabır ve takvâya sarılınız!) Eğer Allâh size yardım ederse, sizi yenecek yoktur... (Sakın gaflet ve cehâletle O'nun yolundan ayrılmayın; dînden tâviz vermeyin! Zîrâ Allâh), eğer sizi yüzüstü bırakırsa, O'ndan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler, yalnız Allâh'a güvenip tevekkül etsinler!.." (Âl-i İmrân, 160)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

"Mü'min bir erkek veya kadın; nefsinde, çoluk çocuğunda, malında imtihâna uğrar, tâ ki Allâhımız'a temiz ve günâhsız kavuşsun..."

Demek ki kula verilen imtihânların hikmeti, sadece sâdıklar ve fâsıkların birbirinden ayırd edilmesi için değil, aynı zamanda kulun, günâh kirlerinden temizlenmesi içindir.

Bu sebebledir ki, zâlimlerin inananlara yaptıkları zulümler, zâhiren kahır gibi görünse de îmânını koruyabilenler için bir lutufdur. Hadîs-i şerîfde:

"Meşakkat çektiğin kadar istifâde edersin!" buyurulmaktadır.

Her şey bir bedel mukâbilidir. Râm olmadan sâhib olabilmek mümkün değildir.

İnsanda göz, kulak, el, ayak, söz, şuûr, vicdân gibi maddî ve mânevî techîzât, öncelikle fıtrî gâyeye mebnî olarak, yâni kulu ilâhî hakîkate mazhar kılmak için verilmiş Rabbin yüce ihsânlarıdır. Göz, âfâkî hak parıltılarını görmek; kulak, ilâhî irşâd seslerini duymak; el, hayırlara mecrâ olmak; ayak, hasenâta ve hizmete seferber olmak; söz, gönül akışlarını dile getirmek ve ilâhî kelimeleri okuyup kalbin zikrullâh ile itmi'nâna ermesini sağlamak; şuûr, dış âlemdeki kudret akışlarını idrâk etmek; vicdân, iç âlemdeki kudsî parıltıları, rûhânî temasları derlemek için verilmiştir.

Bu nûrânî teşkilâtı, fısk u fücûrda kullanmak, fıtrî gâyeye ihânet, yaradanına isyândır. Bunları yerli yerinde kullanmak da fıtrata dönmek, kalbini rûhânî hayâtla gıdâlandırmaktır.

Dîni himâyesi altına almış olan Allâh -celle celâlühû-'nun, kudret ve azameti karşısında müslümanlara ve Kur'ân'a tasallut teşebbüslerinde bulunanların er-geç ilâhî intikâma dûçâr olacakları muhakkaktır
 

elfaz

Well-known member
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda رَبِّى اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِ demeliyiz.

mütala edelim inşllah..
 

Huseyni

Müdavim
SABIR KAHRAMANI Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat, âyetten iktibas suretinde, bizler münâcâtımızda رَبِّى اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِ demeliyiz.

mütala edelim inşllah..


Edelim inşaallah.

Ayetin meali: "Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin." (Enbiyâ Sûresi: 21:83.)

Kur'an-ı Kerim'de geçen kıssaların her biri bir ders, bir nasihat olduğu gibi; Yirmi Beşinci Söz'ün Mukaddimesinde, Kur'an-ı Azimüşşan için yapılan

"Kur'ân, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi;
ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercümân-ı ebedîsi;
ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitâbının müfessiri;



ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı;

ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı;


ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı;
ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazînesi;
ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi;
ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası;



ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı;


ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi;

ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi;

ve insana hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet,



hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir,


hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddestir."

bu tarife göre diyebiliriz ki; Kur'an-ı Kerim cüz'i ve külli her parçasıyla bize çok dersler veriyor. Sadece münacaatı ele alırsak:


  • Her ne sıkıntımız, derdimiz olsa dua kapısına yönelmemizi ve duanın önemini telkin ediyor.

"Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makâsıdı ona musahhar olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin." (Yirmi Üçüncü Söz)


  • Dua ederken acizliğimizi izhar suretinde dua etmemizi bize öğüt veriyor. Ki acizliğin, Allah'ın Rahmetine ve Merhametine vesile olacağını ayetin sonunda ders veriyor.

"...senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."


  • Ve Esma'ül Hüsna'sına sığınarak dua etmemizi bize ders veriyor.
 
Üst