Namaz vakitleri

mihrimah

Well-known member
اَقِمِ​
الصَّلوةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ اِلى غَسَقِ الَّيْلِ وَقُرْانَ الْفَجْرِ اِنَّ قُرْانَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا () وَمِنَ الَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِه نَافِلَةً لَكَ عَسى اَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا


İsra / 78-79. Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir. Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.​

فَاصْبِرْ​
عَلى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ انَائِ الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضى


Tâhâ / 130. (Resûlüm!) Sen, onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce
de batmasından önce de Rabbini övgü ile tesbih et; gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, sen, Allah'tan hoşnut olasın, (Allah da senden!).​

يَا​
اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِذَا نُودِىَ لِلصَّلوةِ مِنْ يَوْمِ الْجُمُعَةِ فَاسْعَوْا اِلى ذِكْرِ اللّهِ وَذَرُوا الْبَيْعَ ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ () فَاِذَا قُضِيَتِ الصَّلوةُ فَانْتَشِرُوا فِى الْاَرْضِ وَابْتَغُوا مِنْ فَضْلِ اللّهِ وَاذْكُرُوا اللّهَ كَثيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ


Cum’a / 9-10. Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.​

فَسُبْحَانَ​
اللّهِ حينَ تُمْسُونَ وَحينَ تُصْبِحُونَ


Rum / 17. Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı vaktinde) sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah'ı tesbih edin (namaz kılın), ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur.​

فَاصْبِرْ​
عَلى مَايَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ


Kaf / 39. (Resûlüm!) Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbih et.​

وَمِنَ​
الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَاِدْبَارَ النُّجُومِ


Tur / 49. Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu tesbih et.​
وَاَقِمِ​
الصَّلوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاَتِ ذلِكَ ذِكْرى لِلذَّاكِرينَ


Hud / 114. Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.​
HAD​
İS...

* Hz. Ebü Müsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalatu vesselâm)'a bir zat gelerek namaz vakitlerini sordu. Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi." (Sabah vaktinde) şafak sökünce, henüz kimse kimseyi tanıyamayacak kadar ortalık karanlık iken Bilâl'e emretti, sabah ezanını okudu. Sonra, güneş tam tepe noktasından batıya dönme (zeval) anında yine Bilâl'e emretti, öğle ezanını okudu. Bu vakit için, -öbürlerinden daha iyi bilen- birisi: "Bu, gün ortası (nısfu'n-Nehar)" demişti. Sonra, güneş henüz yüksekte olduğu zaman emretti, Bilâl akşam narnazı için ezan okudu. Sonra ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca yatsı için emretti, Bilâ! yatsı ezanını okudu. Sonra ertesi gün, sabah namazını tehir etti. O kadar geciktirdi ki, kişinin, "sabah vakti çıktı veya çıkmak üzere" demesi ânında namazı tamamladı. Sonra öğleyi tehir etti, öyle ki, öğle namazını dün ikindiyi kıldığımız âna yakın bir vakitte kıldı. Sonra ikindiyi tehir etti. Bir kimsenin, "Güneş (ikindi) kızıllığına büründü" diyebileceği bir vakitte namazdan çıktı. Sonra akşamı, nerdeyse ufuktan aydınlığın (şafak) kaybolduğu âna kadar tehir etti."
* Bir rivayette de şöyle gelmiştir: Akşamı, ikinci günde, ufuktaki aydınlığın kaybolmasından önce kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin ilk üçte birine kadar tehir etti. Sonra sabah oldu ve soru sahibini çağırdı: "İşte namazın vakti bu iki hudud arasındadır" buyurdu.
* Ebü Dâvud'un bir rivayetinde şöyle denmiştir: "Sabah namazını kişi arkadaşının yüzünü tanıyamayacak -veya kişi yanındakini tanımayacak- kadar (ortalığın karanlık olduğu) bir anda kıldı. Sonra ikindiyi öylesine tehir etti ki, namazdan çıktığı zaman güneş sararmıştı..." Rivayetin sonunda Ebü Dâvud der ki: Bu hadisi rivayet edenlerden bazısı şöyle dedi: "sonra yatsıyı gece yarısına kadar tehir ederek kıldı."
* Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a namazların vaktinden sormuştu. Ona: "Şu (önümüzdeki) iki günde namazları bizimle kıl!"buyurdu. (O gün) güneş tam tepe noktasından (batıyor) kayınca ezan için Bilâl'e emretti. O da öğle ezanını okudu. Sonra öğle için kâmet okumasını emretti. Sonra güneş yüksekte, beyaz parlak iken emretti ve ikindi için kâmet okudu. Sonra güneş batınca emretti, akşam için kâmet okudu. Sonra ufuktaki aydınlık kaybolunca emretti, yatsı için kâmet okudu. Sonra şafak sökünce emretti sabah için kâmet okudu. İkinci gün olunca, Bilâl'e ortalığın serinlemesini beklemeyi emretti. O da öğleyi, ortalık iyice serinleyinceye kadar geciktirdi. İkindiyi, güneş yüksekten, dünkü vakitten biraz sonra kıldı. Akşamı ufuktaki beyazlık kaybolmazdan az önce kıldı. Yatsıyı gecenin üçte biri geçtikten sonra kıldı. Sabahı ortalık iyice ağarınca kıldı. Sonra: "Namaz vakitlerinden soran kimse nerede?" diye sordu. Soru sahibi: "Benim ey Allah'ın Resülü!" dedi. "Namazlarınızın vakti dedi, gördüğünüz (iki vakit) arasındadır."
* İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cibril (aleyhisselâm) bana, Beytullah'ın yanında, iki kere imamlık yaptı. Bunlardan birincide öğleyi, gölge ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra, ikindiyi her şey gölgesi kadarken kıldı. Sonra akşamı güneş battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabahı şafak sökünce ve oruçluya yemek haram olunca kıldı. İkinci sefer öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde herşeyin gölgesi kendisi kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, herşeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri gidince kıldı. Sonra sabahı, yeryüzü ağarınca kıldı. Sonra Cibrîl (aleyhisselam) bana yönelip: "Ey Muhammedl Bunlar senden önceki peygamberlerin (aleyhimüssalatu vesselâm) vaktidir. Namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır!" dedi. "
* Nesaî'nin Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'den yaptığı bir rivayette şöyle denmiştir: "Sonra O'na (Cibrîl), Fecr uzayıp sabah olunca daha yıldızlar parlak ve cıvıl cıvıl iken geldi. Dünkü yaptığını aynen yaptı, sabah namazını kıldı. Sonra da: "Namaz vakti, işte gördüğünüz bu iki namaz arasıdır" dedi."
* Bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "...Öğleyi, güneş (tepeden batıya) meyledince kıldı. (Bu sırada) gölge ayakkabı bağı kadardı. Sonra ikindiyi, gölge ayakkabı bağının misli ve adam boyu olunca kıldı. Sonra akşamı, güneş batınca kıldı. Sonra yatsıyı, ufuktaki aydınlık kaybolunca kıldı. Sonra, sabahı, şafak sökünce kıldı. Sonra ertesi günün öğlesini, gölge, adam boyu olunca kıldı. Sonra ikindiyi, kişinin gölgesi iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, güneş batınca kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte birine veya yarısına doğru kıldı. Sonra sabahı kıldı ve ortalık ağardı."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Bilesiniz, namazın bir ilk vakti bir de son vakti vardır. Öğle vaktinin evveli güneşin tepe noktasından batıya meyil (zeval ânıdır. Son vakti de ikindinin girdiği andır. İkindi vaktinin evveli, vaktinin girdiği andır. Vaktin sonu da güneşin sarardığı andır. Akşam vaktinin evveli, güneşin battığı andır. Vaktin sonu da ufuktaki aydınlığın (şafak) kaybolduğu andır. Yatsı vaktinin evveli, ufuğun kaybolduğu andır. Vaktin sonu da gecenin yarısıdır. Sabah vaktinin evveli fecrin (aydınlığı) doğmasıdır. Vaktin sonu da güneşin doğmasıdır."
* Ebü'l-Minhâl Seyyâr İbnu Selâme (rahimehullah) anlatıyor: "Ben ve babam birlikte Ebü Berze el-Eslemî (radıyallâhu anh)'nin yanına girdik. Babam ona: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) farz namazları nasıl kılardı?" diye sordu. Şu cevabı verdi: "Efendimiz sizin "el-Evvel" dediğiniz öğle namazını güneş (tepe noktasından) batıya kayınca kılardı. Birimiz ikindiyi kılınca, Medîne'nin en uzak yerindeki evine dönerdi de güneş hâlâ canlılığını korurdu. Akşam namazı hakkında ne söylediğini unuttum. Sizin atame dediğiniz yatsıyı geciktirmeyi iyi bulurdu (müstehap addederdi). Yatsıdan önce uyumayı, sonra da konuşmayı mekruh addederdi. Kişi (yanında beraber oturduğu) arkadaşını tanıyınca sabah namazından ayrılırdı. Namazda altmış-yüz âyet miktarınca Kur'ân okurdu."
* Mersed İbnu Abdillah el-Müzenî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ebü Eyyüb, gâzi (mücahid) olarak yanımıza geldi. Bu sırada Ukbe İbnu Amir de Mısır'da vali idi. Ukbe, akşam namazını tehir etti. Ebü Eyyüb ona yönelerek: "Ey Ukbe! dedi. Bu kıldırdığın namaz ne namazıdır?" Ukbe, hatasını anlayarak: "Meşguliyetimiz vardı" diye özür beyan etti. Ebü Eyyüb: "Sen Resülullah (aleyhissalatu vesselâm)'ın şu sözünü işitmedin mi? Buyurmuştu ki: "Ümmetim, akşam namazını, yıldızlar cıvıldayana kadar geciktirmedikçe hayır üzere -veya fıtrat üzere demişti- olmaktan geri kalmaz. "
* Hz. Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana şu tembihte bulundu: "Ey Ali, üç şey vardır, sakın onları geciktirme: Vakti girince namaz, (hemen kıl!) Hazır olunca cenaze, (hemen defnet!) Kendisine denk birini bulduğun bekar kadın, (hemen evlendir!)"
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabah namazından bir rek'ati güneş doğmazdan önce kılabilirse, sabah namazına yetişmiş demektir. Kim ikindi namazından bir rek'ati güneş batmadan önce kılabiIirse ikindi namazına yetişmiş demektir."
* Buhârî ve Nesâî'de gelen bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Sizden kim, ikindi namazının bir secdesini güneş batmazdan önce kılabilirse, namazını tamamlasın, sabah namazının da bir secdesini güneş doğmazdan önce kılabilen, namazını tamamlasın." Ancak Nesâî (bir rivayetinde de) şöyle der: ". . iIk rekatinde kılarsa. . . "
* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hararet şiddetlenince namazı (vakit) biraz serinleyince kılın. Çünkü, şiddetli hararet cehennemden bir kabarmadır.
* İmam Mâlik in bir rivayetinde (Resülullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir): "Cehennem, Rabbine (ey Rabbim! bir kısmım, diğer bir kısmımı yiyor diye) şikayet etti. Bunun üzerine Rab Teâlâ ona yılda iki kere teneffüs etmesine izin verdi: Kışta bir nefes, yazda bir nefes. (İşte, hararetten en şiddetli hissedilen ve soğuktan en şiddetli hissedilen şey bu soluklardır)."
* Ebü Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz bir sefer sırasında Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. Müezzinimiz öğle namazı için ezan okumak istedi. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona: "Serinlemeyi bekle!" dedi. Bir müddet geçince müezzin ezan okumak istemişti, yine ikinci ve hatta üçüncü defa: "Serinlemeyi bekle!" dedi. (Bekledik), hatta tümseklerin (doğu cihetindeki) gölgelerini gördük. O zaman aleyhissalâtu vesselâm: "Şiddetli hararet cehennemin bir kabarmasıdır. Öyleyse, hararet şiddetlenince öğle namazını (vakit) serinleyince kılın" dedi.​
TEFS​
İR...

وَاَقِمِ​
الصَّلوةَ طَرَفَىِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ الَّيْلِ اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاَتِ ذلِكَ ذِكْرى لِلذَّاكِرينَ

Hud / 114. Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.
Ve namazı kıl, ve kıldır, gündüzün her iki tarafında ve gecenin zülfelerinde yani gündüzün başlıca değişme saatlerinin ikisinde ve gecenin zülfeleri, saçakları demek olan eteklerinde, gündüze yakın olan saatlerinde.
Zülef: Zülfe'nin çoğuludur ve Arapça'da çoğul en az üç sayıdan oluştuğu için bu âyetteki ifadeden anlaşılan sonuç, ikisi gündüzün taraflarında, üçü de gecenin eteklerinde olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıkça bellidir. Gündüz namazlarının kırâetinde cehir (sesli okuma) meselesinde sabah namazı gece namazlarından sayıldığı için "tarafeyi'n-nehar" dan murad öğle ve ikindi vakitleri, "zülefen mine'l-leyl"den maksat da akşam, yatsı ve sabah namazları olmak lazımgelir ki, İsra Sûresi'nde de "Güneşin öğle vakti zevalinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı gerçekten de şahitlidir." (İsra, 17/78) diye buyurulmuştur. Böylece öğle ile ikindiye tarafeyi'n-nehar denilmesinin sebebi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin doğuşundan öğleye kadar geçen vakit ise gövdesidir. Zevalden sonra öğle ile ikindi de, ta batıncaya kadar olan kısım da taraflarıdır. Şer'an de gündüz vaktinin sabah, öğle ve ikindi olmak üzere başlıca, üç bölümü, üç tarafı vardır. Nitekim bir başka âyette "Gündüzün tarafları" (Tâhâ, 20/130) diye gündüzün üç tarafından söz edilmiştir. Sabah namazı güneş doğmadan önce olduğu için, sabah ve akşam namazları "zülefen mine'l-leyl" in kapsamı içinde kalmış olurlar. Böylece gündüz namazına iki taraf kalmış olur. Bununla beraber mutlak anlamda "gündüzün iki tarafı" tabiri gündüzün iki ucu veya ortasının iki yanı mânâsına geldiğinden, şer'î anlamda gündüz de fecir vaktinden geçerli olduğundan birçok âlim, bunun "Güneş doğmadan önce ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et." (Tâhâ, 20/130) âyetini örnek alarak sabah namazı ile ikindi namazı olması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu şekilde tefsir edildiği takdirde, başka âyetlerde sarahatle yer almış olan öğle vakti burada hiç zikredilmemiş olur. Keşşaf sahibi gibi, birçokları da iki taraftan maksadın bir tarafın öğleden önce, bir tarafın da öğleden sonra demek olduğunu ifade etmişler, yani "gudüvv ve aşiyy" şeklinde anlamışlardır. Böyle alındığı takdirde birinci tarafta sabah namazı, ikinci tarafta da öğle ve ikindi namazları yer almış olur ki, böylece gündüz namazı olarak üç vakit namaz bulunmuş olur. Bu şekilde "tara-feyi'n-nehar" ifadesi ile diğer âyetteki aynı anlama gelmiş olur. Ve sabah namazı onun biri olur, diğer ikisi de öğle ve ikindi namazları olmuş olur.
Gündüzün iki tarafında üç namaz yer almış olursa "zülefen mine'l-leyl" sözü de çoğul olduğudan ve en az üç namazı ifade etmesi gerektiğinden, o takdirde farz namazların sayısı beş değil, altı vakit olmuş olur, ki, bu altı vaktin biri bizzat peygamber efendimiz hakkında "Ve gece namazından olmak üzere teheccüd namazını da kıl, sırf sana mahsus nafileten bir namaz olarak." (İsrâ, 17/79) uyarınca fazla olarak teheccüd, ümmet hakkında da vitir altıncı namaz olmuş olur.
Nitekim "Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında da tesbih et." (Tâhâ, 20/130) ifadeleri de en az altı sayıyı içerir. Şu kadar var ki, beş, bütün vecihlerce kesin, altıncısı ihtimal olarak vitir itikadi farz değil, ameli farzdır, başka bir deyişle vaciptir. Gerçekten de mutlak anlamda gündüzün iki tarafı denildiği zaman sabah ve ikindi, hatta sabah ve akşam dahi açıklık kazanırsa da burada bu iki tarafın karşılığı olan "zülefen mine'l-leyl" den olmadığı da belli olmak karinesiyle "tarafeyi'n-nehar" ifadesinden gündüzün iki ucu veya ortasının iki yanı demek olmayıp örfte başlıca üç kısım sayılan etrafı nehardan ikisi demek olması bizce bütün açılardan tercih edilmesi gereken bir tefsirdir. Gündüzün taraflarından iki taraf: Öğle ile ikindi ve geceden üç zülfe: Akşam, yatsı ve sabah olmak üzere hepsi tam beş vakit namazdır ki, ikamet aynı zamanda namaz kıldırmak anlamına da geldiğinden bunlar cemaatle kılınan namazlardır, ikamet sünnet, cemaat vaciptir.
Hasılı işte bu beş vakit namazı ikame et. Zira şurası kesindir ki, iyilikler kötülükleri giderir. Yani her namaz bir hasenedir, beş vakit ise hasenattır. Hasenata devam edildikçe seyyiat, yani kötülükler silinir gider, işte bu muhakkaktır. Binaenaleyh beş vakit namaza devam edildikçe arada beşeriyet icabı işlenen bazı seyyiat da silinir gider. Beş vakit namaz, arada meydana gelebilecek küçük günahlara keffaret olur. Nitekim bir hadisi şerifte de varid olmuştur ki "Namazdan namaza kadar ikisi arasındakilere keffarettir, büyük günahlardan uzak durulduğu sürece". Ayrıca {*} "Muhakkak ki, namaz, çirkin ve kötü şeylerden uzak tutar." (Ankebut, 29/45) buyurulduğundan, namaza devam edildikçe, genellikle namaz kılanda kötülüklere ve günahlara karşı nefret duygusu gelişir. Böylece namaz insanları büyük günanlardan da uzaklaştırmaya, şayet alıştığı şeyler varsa onda pişmanlık uyandırıp tevbeye de sebep olur...​
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Beş vakit namaz sayesinde mütenahi olan bizler başımız namütenahiye erer. Beş vakit namaz sayesinde fecirle başlayan öğlende kemale eren ikindiyle olgunluğu geçen akşamla biten yatsı ile unutulan parçalanmış bir ömrün parçalarına işaret eden beş vakit namaz. Kulluk dairesinde bize mütenahi olan bizlere sonsuz bir iktidar kazandırır.
Allah’a teveccüh etmemiz sayesinde, O’nun nazarında sözümüz geçer olma sayesinde çok büyükler bu sayede bize musahhar olur. Yıldızlar ay ve güneş bize musahhar olur. Kevni mekan kevni fesad bize musahhar olur. Nefsimiz bize musahhar olur. Şeytan bize musahhar olur. Beş vakit namazla zamanı parçalamamız sayesinde.
Bütün aczi fakrı, bütün ihtiyaç ve zaruretleri sırtına yüklenmiş bir insan nasıl gafletle yatabilir. Hazreti Hakkı’nın ifadesiyle “gafletle uyumak ne revadır aba-i hakire, şefkatle nida eyle rahman gecelerde” Rabcin sana şefkatle nida ettiği gecelerde aczin ve fakrın seni ne hale getirdiğini düşüneceksin. Bir sinekten bir akrebe kadar ısırmalarından ve sokmalarından müteessir olan perişaniyetini düşüneceksin. gökte çakan bir şimşekten korkunla evde meydana gelen bir haşereden korkuya kadar bunları sırtında taşıyan sen nasıl bir iradesizlik içinde bulunduğunu düşüneceksin. Havadaki teneffüsünle senin büyük bir ihtiyacını karşılıyan havanın zerrelerinden şakır şakır akan sulara kadar ondan ağaçların sofralarında sana meyve sofraları halinde kedilerine arz eden Allah’ın meyvelerine kadar muhtaç olduğun şeyleri düşüneceksin ve bunların yanı başında düşüneceksin ki, ben şahsi ve zati iktidarımla bunların onda birini değil onda birini yüzde birini binde birini temin etmeye muktedir değilsin.
İhtiyaç dairesi namütenahi, iktidar dairesi alabildiğine dar; acz-u fakr namütenahi halbuki muhtaç olduğun şey ve karşılarında tahassun etmen gereken hasımlar ve düşmanlar namütenahi. Bu kadar sırtında büyük bir yük taşıyan bir insan olarak fecirde Rabbinin adının minarelerden semalara doğru şehbal açışıyla Allahu Ekber, Allahu Ekber sadalarıyla Rabbine karşı tazimin yapındığı hengamda kendinden geçmiş gibi yerinden fırlaman, Cenab-ı Hakk’ın emrine fiilen tercüman olarak yerinde fırlamak Rabbin huzuruna koşma el pençe divan durma büyüklüğü onun hakkında itiraf etme, küçüklüğünü dile getirme, vermezsen alamam ihsan etmezsen sahip olamam, lütfetmezsen bu geniş dairede hükmedemem, kainata sözümü geçiremem, ağaca laf dinletemem, meyveyi alamam, suyu akıtamam bütün bunların hepsi senden nimet senden şükürde sana ait hamd da sana ait. Lehül mülk velehül hamd; mülk bütünüyle senindir. Bana gelen her şey senindir. Minnet ve şükran da sanadır Allah’ım. Elhamdulillahi Rabbil alemin demek, Rabbin huzurunda el pençe divan durmak ruhun teneffüs etmesine medar olabilecek öyle faziletli bir vaziyettir ki, bu meselede ki gerçek neşveyi ancak insan melekiyet yönüyle veya melek kendine has keyfiyetle idrak edebilir. Cenab-ı Hak bize idrak ettirsin inşallah-u teâla.
Öğlen zamanı, belli şeylerin kemale erdiği bir zamandır bir andır. Günlük işlerin kemale erdiği bir andır. İnsanın delikanlılığı ile kemale erdiği anı hatırlatır. Allah’ın nimetleri doruğa ulaştırdığı anı hatırlatır. Günlük işlerin sıkıntı içinde insanı boğduğu anı hatırlatır. Bir taraftan bu sıkıntıdan kurtulmak, bir taraftan günün o saatine kadar Rabbin başından aşağıya kadar yağdırdığı nimetlere karşı şükürde bulunmak için teneffüs etmek maksadıyla, bunanılmış olmayı sırtından atma maksadıyla. Mescide koşma, dünyanın işlerinden muvakkaten sıyrılma Rabbin huzuruna gelme, yeniden aczını fakrını itiraf etme, Allahu Ekber deme ; büyük sensin yani küçük benim deme. Subhane Rabiyel azim deme; azameti karşısında rükuya Başımı senin için inkıyat etti. Kemiklerim senin için eğildi, yüzüm sana rükuya kapandı, bütün uzuvlarım senin karşıda inkıyat içindedir, manasında rükuya gitme ve bunu az görüp secdeye kapanma ruh için öyle bir teneffüstür ki, insan gerçekten ruhunu dinlese, kalbinin laflarına eğer kulak veriverse, mektepte dersten bunalan talebenin teneffüse çıkmak için teneffüs heyecanı ve helecanını duyduğu gibi ruhunuzun mescide koşma heyecanını ve helecanını duyacaksınız.
Öğlen namazını kılmak için bir heyecan ve helecan duyacaksınız. Cehennemin şiddetli hararetine işaret eden aynı cinsten bir hararetin başınızı okşadığı zamanda “....cehennem” ‘le bu iki mesele arasında münasebet kuran Hz. Muhammed (a.s.m.) sözünün gerçek manasını anlama manasında öğlen zamanında mescide koşma, hararette başını gölgeye sokma ve aynı zamanda başında hiçbir gölgenin bulunmayacağı o günde Rabbin gölgesi altında tahassun etme yolunu imkanını bulma, böylece Allah’a dehalet etme Resulü Ekrem (s.a.s.) ‘in zılli altına girme. Ümmeti mahmude ve merhume olarak Ahmed-i Mahmud olan Hz. Muhammed (a.s.m.) ‘ın sancağının altına girme imkanını kazanma. Bu manada öğlen namazına gelme, ruh ve kalbin teneffüsünden ibarettir. Cismaniyeti muvakkaten bırakma hayvaniyeti muvakkaten terk etme, kalbin feryadına kulak verme muvakkaten ruhun terminolojisini dinleme ve bu hava altında ciddi bir inkıyat ve şuuru neşvesi içinde Rabbin huzuruna gelme aynı huzur ve saadettir. Cenab-ı Hak bizi serfiraz kılsın.
İkindi zamanı, güneşin guruba meyil hengamı. Aynı zamanda insanın ihtiyarlık anını hatırlatır. Fahri kainat efendimizin tuluu ile beraber gurubunu hatırlatır. İkindiyi kılarken her şeyin guruba doğru yüz tuttuğunu hatırlarız. Birkaç saat sonra artık yeryüzünde hiçbir şey görülmeyecektir. Her şey silinip gidecektir. Biz ayaklarımızdaki sızıyla, belimizdeki ağrıyla başımızdaki beyaz tüylerle fani olduğumuzu hatırlayacağız. Tam ümitsizliğe ve inkisara düşeceğimiz zaman ezan sesi kulağımıza gelecek, bu fani hayatı bakileştirme yolunu bulduk diye sevineceğiz. Karanlık alemimize yeni nur serpildiğini müşahede edeceğiz. Günümüz kararırken yepyeni bir günü aydınlatma havası ve neşvesi içine gireceğiz. Sana binlerce hamd ve sena olsun Allah’ım deyecek asır namazına koşacağız. Kur’an ona kasem ediyor “vel asr innel insane lefi husr...”çeşitli manaları içinde salatı vusta diye Kur’an-ı Kerimde anlatılan ikindi namazını Allah (c.c.) kasem ediyor. İkindi namazına koşma ,ümidin kırıldığı anda, kalbin inkisara uğradığı anda, doğan her şeyin batmaya meylettiği hengamda hatta bu arada canımızdan malımızdan, evladımızdan daha fazla –inşallah öyledir- bağlı olduğumuz Resulü ekrem (s.a.s.) gurubunu dahi tahattur etme hengamında, bu fani şeyleri bakileştirme yolunu araştıracağız. insaniyetimizi yitirmedikten sonra, kalp ve ruhumuzu tamamen kaybetmedikten sonra bu fani ve zail olma havası içinde veya eşyanın fenası ve zevali seyli içinde akıp gitmesi karşısında bunu bakileştirme yolunu araştıracağız.
Birden bire minarelerden bize can getirecek, hayat nefk edecek Mesih enfal sesleri duyulacak. “Allahu Ekber, Allahu Ekber” bunu arıyorduk diyeceğiz. Mescide koşacağız, bu fani alemi bakileştirme yolunu bulacağız. Burada ölüyoruz biz. Ama hay-u kayyum olan Allah bakidir “kullü men aleyhe fean ve yebka vechü rabbike zülcelali vel ikram” ayetiyle kendisini bize anlatan ve hatırlatan Hz. Allah baki lemyezel ve layazeldir. Binaenaleyh ona intisab sayesinde beka bulacağız. Cenab-ı Hak gerçek vefayla bizleri serfiraz eylesin.
Akşam, bir gurub başında ya ağlamak ya inkisara dem tutmak veya öbür aleme gitme, öbür alemdeki durumumuzu mamur kılma heyecan ve helecanını yaşamaktır. Gurub olunca her şey biter. El ayak birbirine elveda eder. Elini gözüne götürsen görmez. Ağzına koyacağın lokmayı hangi yolla oraya götüreceğini bilemezsin. Karanlık çökünce sen böyle bir hale maruz kalırsın ve aynı zamanda senin bir bez içine sarınıp kolların da bağlanıp , parmakların da birbirine bağlanıp, çenen de bağlanıp, gözün de kapanıp kabre konduğun anı hatırlatır. Kavim kabile her şeyden tecrid edildiğin anı hatırlatır. Başına bir mezar taşının dikilip nişan edilip terk edildiğin anı hatırlatır. “ ....minel dünya” denen anı hatırlatır. İşte böyle bir anda elveda el firak dediğin hengamda, bin bir vavelayla inkisarını dile getirmek istediğin zamanda akşam ezanlarını duyarsın.
Gurubun içinde dahi fecrin sesini duyarsın. Ölümünle sen yeniden doğuş, diriliş ve var oluşu ruhunda duymaya çalışırsın. Allahu Ekber, İsrafil’in kıyamette haşir için sura üflediği bir ses gibi sana gelir.öldük, bittik, gittik ama yeniden dirilme var. Yeniden Rabbin huzuruna gitme var. İşte bu hava ve bu manada Allah’ın huzuruna koşma. Batıp gidenlerle münkesir gönlünle Hz. İbrahim gibi “ La uhibbul afilin” diyerek, Batıp gidenleri sevmem, gurub edenleri sevmem, bana daima hemdem olamayanları sevmem, sabah akşam benimle bulunmayanları sevmem, ebedi ve ezeli olmayanları sevmem, bel bağlayamam. Acizler benim sonsuz dertlerime derman olamazlar. Ay, güneş, yıldızlar benim yaralarıma merhem olamazlar.
Bana öylesi gerek ki, bâki ve lemyezel olsun; bana öylesi gerek ki, batanlar karşısında batmasın; gidenler karşısında gitmesin; gurub onu zevale mahkum etmesin. Bu Allah’tır ehad ve samed olan Allah’tır. Batanları O batırır, kalkanları o kaldırır. Zevale mahkum olanları zevale mahkum eder. Yeniden O doğurur. Yokta varlık cilveleri O gösterir. Varı O yok eder. “..malikel mülk........inneke ala külli şeyin kadir” fermanı subhanisi ile anlatılan, karanlığı aydınlatacak olan : Allah. Yokluğu varlığa çevirecek :Allah. Söndükten sonra canlılık getirecek: Allah. Devlet zeval bulduktan sonra devlet ihsan edecek: Allah. Müslümanların aşk ve heyecanı öldükten sonra aşk ve heyecan verecek: Allah. Miskinleştikten, kafalarında fikir adına her şey silindikten İslamın ilmini unuttuktan sonra mürde gönülleri hayata kavuşturacak: Allah(c.c.) “le hü mekalidi semavati vel ard” göklerin ve yerin kilidi ve anahtarı elinde yeniden her şeyi değiştirmeye muktedir olan Allah’tır (c.c.).
İşte bu manada akşam namazına koşma. Karanlık hayatına nur serpme. Karanlık ufkunda yepyeni şafakların mevcelendiğini görme manasında akşam namazını kılma ruha inşirah verici bir husustur. Cenab-ı Hak bu manayı ruhumuzda hissederek akşam namazına koşmaya muvaffak kılsın, mukadder kılsın.
Yatsı her şeyin yetsen mensinya.. gidiş hengamıdır. Bütünüyle bir bitişten haber verir. Gündüzden bir ışık parıltısı, en küçük bir lem’ası ve şulesi bulunmama hengamı ve zamanıdır. Zamanlar içinde zamanın en karanlık anıdır. Veya karanlığa meyletme ,süratle karanlığa dalma avanıdır. Böyle bir zamanda insan tamamen kabre girip unutulduğunu hatırlar. Kavim ve kabilesinin bir fatiha ile bile kendisini hatırlamadığını hatırlar. Evlerde artık adından bahsedilmediğini hatırlar. Dedemin dedesi ve onun dedesi, geldi gitti. Kin bilir ben onları kaç salatta hatırlıyor. Hatırladığım zaman da isimleriyle zikredemiyor, etme imkanını bulamıyor, mutlak ve mübhem ifadelerle ancak onları bulanık anabiliyorum. İşte bunu hatırlatır.
Böyle bir durumda; İnsan fatiha bekleme durumunda, rahmetle anılmayı bekleme durumunda, mağfiretle anılmayı bekleme durumunda,bir de minarelerin başında Allah’ın yüce ve yüksek adının yükselmesi, senin berzah hayatına nur serpmesi, öbür alemini tamamen aydınlatması. Sen orada, kabrin bahçesi içinde, yalnız değilsin. Salihat ve tayyibatın orada seni intizar ediyor. Namazın baş ucunda temessül etmiş seni bekliyor. Sadakaların ayak ucunda intizar ediyor. İyiliklerin, hüsnü niyetlerin sağında ve solunda seni bekliyor. Her şeyin ötesinde dünyada ruh ve kalbinle enis-i celis sana olan rabbin rahmetiyle seni orada intizar ediyor. Kabrin vahşetine seni terk etmeyecek, seni orada yalnız bırakmayacak. Dostun, akraba her şeyin terk etmesine rağmen “lebbeyk” sözleriyle seni orada intizar edecek.
İşte yatsı bunu hatırlatıyor. Herkesin senden elini ve eteğini çektiği anda kimsenin derdine derman maksadıyla sana koşamadığı zamanda karanlığın kıskıvrak seni kıstırdığı anda, kabrin senin kemiklerini birbirine geçirdiği anda, münker ve nekir’in sualleri altında yerle bir olduğun hengamda Rabbinin sana elis-i celis olması “Fezkuruni ezkurküm” beni hatırlayın ki, sizi hatırlayayım. hatırlayın dünyada hatırlayım hatırlanması gereken yerlerde. Beraber olun ki beraber olayım. Enis-i celis olun ki enis-i celis olayım. Meclislerinizi benimle süsleyin ki, süslemem gereken meclisleri süsleyeyim; adımla namımla, rahmetimle, inayetimle. Rabbimizin rahmet ve inayetini bulacağız inşallah-u teala. Cenab-ı Hakk vahşet-i kabirle bizleri baş başa bırakmasın.
Gecenin teheccüdün ayrı neşvesi var. Yer yer üstünde durdum ve anlatmaya çalıştım. İşte böylesine acz-ı fakr içindeki bir insan günde beş defa teheccüdle altı defa Rabbisine teveccüh etmesi, yirmi dört saatini altıya bölmesi ve zamana böylece Allah’ın adını işlemesi, itibari bir hattan ibaret olan zamana ebedilik kazandırması. Batılı mütefekkirin Eistain izafi bir hattan ibarettir dediği zamana böylece bir renk bir şekil kazandırma. Müminin onu parçalayıp namaz tezgahında veya potasında şekil vermesiyle ayrı bir hüviyet arz eder ki, ne Eistain akılı ne de Jean’ın aklı ulaşır ona. Onu ancak muhbir-i sadık sadık-ı masduk olan Hz. Muhammed (a.s.m.) bilir.
Onun içindir ki, her namazı vaktinde kılacaksın. Ta kalbine rein gelmesin. Kalbinizde pas meydana gelmesin. İbadetin neşvesinden mahrum kalmayasınız. Binaenaleyh beş vakit namazla beraber teheccüddür ki gönlünüzde bir heyecan ve helecan meydana getirecek. Rabbinizin huzuruna geldiğiniz zaman edebli bir tavır takınacaksınız. Etrafınızı göremeyeceksiniz. Çevrenizde olan sesleri duyamayacaksınız. Daha evvel hadislerde ifade ettiğim gibi sahabe, biz Resulü Ekrem (a.s.m.) tanımazdık namaz hengamında. O da bizi tanımazdı. Konuşur ahbaplık yapardık. Namaz vakti gelince Rabbin huzurundan çıkma hengamının içinde ne o bizi görür tanırdı ne de biz onu görür tanırdık.
Dolu gönül bunu yapacaktır. Siz beni burada göremeyeceksiniz, ben de sizi karartılar halinde göreceğim, gönlümü Rabbime vermişsem. Değil esnemeler, gerilmeler, değil rehavet, değil ölü gönülle Rabbin huzurunda durma serapasinin haline gelmiş gibi veya elektriklenmiş bir tel gibi burada tir tir titreyecek, bir tül gibi esecek, sabahın tatlı şafaklarını berrak simanızda göstereceksiniz. Cenab-ı Hak “simahum fi vucuhuhim min eseri sucud” ile anlattığı müminleri gerçekten bu neşveye ulatırsın. İç ve dışlarını tenvir buyursun. Ölü gönülleri ihya eylesin İnşallah-u Teala.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Ey birader! Benden namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsîsini soruyorsun. Pekçok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz:
Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin aynası ve o tasarruf içinde ihsanât-ı külliye-i İlâhiyenin birer ma'kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâle o vakitlerde daha ziyâde tesbih ve tâzim ve hadsiz ni'metlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için "Beş Nükte"yi nefsimle beraber dinlemek lâzım.
Birinci Nükte: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yani, celâline karşı, kavlen ve fiilen "Name=43; HotwordStyle=BookDefault; " deyip takdîs etmek; hem, kemâline karşı lâfzen ve amelen "Name=44; HotwordStyle=BookDefault; " deyip tâzim etmek; hem, cemâline karşı kalben ve lisânen ve bedenen "Name=45; HotwordStyle=BookDefault; " deyip, şükretmektir.
Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında, bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem, ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te'kid ve takviye için şu kelimât-ı mübâreke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hulâsalarla te'kid edilir.
İkinci Nükte: İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.
Yani, Rubûbiyetin saltanatı, nasıl ki ubûdiyeti ve itaati ister; Rubûbiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki, abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekàisten pâk ve müberrâ ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusurâtından mukaddes ve muarrâ olduğunu tesbih ile, "Name=46; HotwordStyle=BookDefault; " ile ilân etsin.
Hem de, Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde "Name=47; HotwordStyle=BookDefault; " deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.
Hem, Rubûbiyetin nihayetsiz hazîne-i rahmeti de ister ki, abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyacâtını suâl ve duâ lisâniyle izhâr ve Rabbinin ihsan ve in'âmâtını şükür ve senâ ile ve "Name=48; HotwordStyle=BookDefault; " ile ilân etsin.
Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânâları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz' edilmişler.
Üçüncü Nükte: Nasıl ki, insan, şu âlem-i kebîrin bir misâl-i musağğarıdır. Ve Fâtiha-i Şerîfe şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsâl-i münevveridir. Namaz dahi, bütün ibâdâtın envâını şâmil bir fihriste-i nurâniyedir. Ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibâdetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.
Dördüncü Nükte: Nasıl ki, haftalık bir saatin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-ı kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın, sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deverânı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakàt-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misâlidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar. Meselâ fecir zamanı-tulûa kadar-evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder.
Zuhr zamanı ise yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder. Ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyüzât-ı ni'meti hatırlatır.
Asr zamanı ise güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) Asr-ı Saadetine benzer. Ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in'âmât-ı Rahmâniyeyi ihtar eder.
Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlûkatın gurûbunu, hem insanın vefâtını, hem dünyanın Kıyâmet ibtidâsındaki harâbiyetini ihtar ile, tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.
İşâ vakti ise, âlem-i zulümât, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefât etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefât edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile, Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder.
Gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder. Ve bütün bu inkılâbât içinde, Cenâb-ı Mün'im-i Hakikinin nihayetsiz ni'metlerini ihtar ile, ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.
İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kat'î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat'iyettedir.
Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle hem senevî, hem asrî, hem dehrî Kudretin mu'cizâtını ve Rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esâs-ı ubûdiyet ve kat'î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.
Beşinci Nükte: İnsan fıtraten gayet zayıftır; halbuki herşey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. Hem gayet âcizdir; halbuki belâları ve düşmanları pekçoktur. Hem gayet fakirdir; halbuki ihtiyacâtı pek ziyâdedir. Hem tenbel ve iktidarsızdır; halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır. Hem, insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir; halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firâkı mütemâdiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâkî meyveler gösteriyor; halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.
İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin dergâhına niyaz ile, namaz ile mürâcaat edip arz-ı hal etmek, tevfîk ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedâheten anlaşılır.
Ve zuhr zamanında-ki o zaman-gündüzün kemâli ve zevâle meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâgilin tazyikinden muvakkat bir istirahat zamanı ve fânî dünyanın bekàsız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in'âmât-ı İlâhiyenin tezâhür ettiği bir andır. Ruh-u beşer o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o mânâsız ve bekàsız şeylerden çıkıp, Kayyûm-u Bâkî olan Mün'im-i Hakikinin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn ni'metlerine şükür ve hamd edip ve istiâne etmek ve celâl ve azametine karşı rükû ile aczini izhâr etmek ve kemâl-i bîzevâline ve cemâl-i bîmisâline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münâsip olduğunu anlamayan insan, insan değil.
Asr vaktinde-ki, o vakit-hem güz mevsim-i hazinânesini ve ihtiyarlık hâlet-i mahzunânesini ve âhirzaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlattırır; hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niâm-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve herşey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamânıdır.
Şimdi, ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firâktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp, abdest alıp, şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâkî ve Kayyûm-u Sermedînin dergâh-ı Samedâniyesine arz-ı münâcât ederek; zevâlsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına ilticâ edip, hesabsız ni'metlerine karşı şükür ve hamd ederek; izzet-i Rubûbiyetine karşı zelilâne rükûa gidip, sermediyet-i Ulûhiyetine karşı mahviyetkârâne secde ederek; hakiki bir teselli, bir rahat-ı ruh bulup, huzur-u kibriyâsında kemerbeste-i ubûdiyet olmak demek olan asr namazını kılmak ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münâsip bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat edâ etmek; belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu, insan olan anlar.
Mağrib vaktinde-ki, o zaman-hem kışın başlamasından, yaz ve güz âleminin nâzenin ve güzel mahlûkatının vedâ-i hazinânesi içinde gurûb etmesinin zamanını andırır. Hem, insanın, vefâtıyla bütün sevdiklerinden bir firâk-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır. Hem, dünyanın, zelzele-i sekerât içinde vefâtıyla, bütün sekenesi, başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır. Ve zevâlde gurûb eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır.
İşte, akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir cemâl-i bâkîye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâkî-i Lâyezâlin Arş-ı Azametine yüzünü çevirip, bu fânîlerin üstünde Name=49; HotwordStyle=BookDefault; deyip, onlardan ellerini çekip, hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp, Dâim-i Bâkînin huzurunda kıyam edip;
Name=50; HotwordStyle=BookDefault; demekle kusursuz kemâline, misilsiz cemâline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü senâ edip;
Name=51; HotwordStyle=BookDefault; demekle muînsiz Rubûbiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubûdiyet ve istiâne etmek;
hem nihayetsiz kibriyâsına, hadsiz kudretine ve âcizsiz izzetine karşı rükûa gidip, bütün kâinatla beraber zaaf ve aczini, fakr ve zilletini izhâr etmekle Name=52; HotwordStyle=BookDefault; deyip, Rabb-i Azîmini tesbih edip; hem zevâlsiz cemâl-i Zâtına, tegayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemâl-i sermediyetine karşı secde edip, hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsivâ ile muhabbet ve ubûdiyetini ilân edip, hem bütün fânîlere bedel bir Cemîl-i Bâkî, bir Rahîm-i Sermedî bulup Name=53; HotwordStyle=BookDefault; demekle zevâlden münezzeh, kusurdan müberrâ Rabb-i Âlâsını takdîs etmek; sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlûkatın tahiyyât-ı mübârekelerini ve salâvât-ı tayyibelerini kendi hesâbına o Cemîl-i Lemyezel ve Celîl-i Lâyezâle hediye edip ve Resûl-i Ekremine selâm etmekle bîatını tecdid ve evâmirine itaatini izhâr edip ve imânını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşâhede edip Sâni-i Zülcelâlin vahdâniyetine şehâdet etmek;
¨ Hem, saltanat-ı Rubûbiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitâb-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın risâletine şehâdet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latîf, nazîf bir vazife, ne kadar azîz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubûdiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fânî misafirhânede bâkiyâne bir sohbet ve dâimâne bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir? İşâ vaktinde ki, o vakit gündüzün ufukta kalan bakıye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar. Name=54; HotwordStyle=BookDefault; olan Kadîr-i Zülcelâlin, o beyaz sayfayı bu siyah sayfaya çevirmesindeki tasarrufât-ı Rabbâniyesiyle, yazın müzeyyen yeşil sayfasını kışın bârid beyaz sayfasına çevirmesindeki Name=55; HotwordStyle=BookDefault; olan Hakîm-i Zülkemâlin icraat-ı İlâhiyesini hatırlatır. Hem, mürûr-u zamanla ehl-i kuburun bakıye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hàlık-ı Mevt ve Hayatın şuûnât-ı İlâhiyesini andırır. Hem, dar ve fânî ve hakîr dünyanın tamamen harab olup, azîm sekerâtıyla vefât edip, geniş ve bâkî ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında, Hàlık-ı Arz ve Semâvâtın tasarrufât-ı Celâliyesini ve tecelliyât-ı Cemâliyesini andırır, hatırlattırır bir zamandır. Hem, şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikisi, Ma'bud ve Mahbub-u Hakikisi o zât olabilir ki; gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti bir kitâbın sayfaları gibi sühûletle çevirir, yazar, bozar, değiştirir; bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu ispat eden bir vaziyettir.
İşte, nihayetsiz âciz, zayıf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbâl zulümâtına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisât içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu mânâdaki işâda,
İbrâhimvârî Name=56; HotwordStyle=BookDefault; deyip, Ma'bud-u Lemyezel, Mahbub-u Lâyezâlin dergâhına namaz ile ilticâ edip ve şu fânî âlemde ve fânî ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbâlde, bir Bâkî-i Sermedî ile münâcât edip, bir parçacık bir sohbet-i bâkîye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâkî içinde dünyasına nur serpecek, istikbâlini ışıklandıracak, mevcudâtın ve ahbabının firâk ve zevâlinden neş'et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahmân-ı Rahîmin iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidâyetini görüp istemek;
Hem, muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp;
Hem ne olur ne olmaz ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel son vazife-i ubûdiyetini yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâta kıyam etmek, yani bütün fânî sevdiklerine bedel, bir Ma'bud ve Mahbub-u Bâkînin ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel, bir Kadîr-i Kerîmin ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîmin huzuruna çıkmak;
Hem Fâtiha ile başlamak, yani, birşeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlûkları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganî-i Mutlak ve Rahîm, Kerîm olan Rabbü'l-Alemîni medh ü senâ etmek, hem Name=57; HotwordStyle=BookDefault; hitâbına terakkî etmek, yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, Ezel ve Ebed Sultanı olan Name=58; HotwordStyle=BookDefault; 'e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip, Name=59; HotwordStyle=BookDefault; demekle bütün mahlûkat nâmına, kâinatın cemaat-i kübrâsı ve cemiyet-i uzmâsındaki ibâdât ve istiânâtı Ona takdim etmek; hem, Name=60; HotwordStyle=BookDefault; demekle, istikbâl karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden nurânî yolu olan sırat-ı müstakîme hidâyeti istemek;
Hem, şimdi yatmış nebâtât, hayvanât gibi gizlenmiş güneşler, hüşyâr yıldızlar, birer nefer misillü emrine musahhar ve bu misafirhâne-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelâlin kibriyâsını düşünüp,Name=61; HotwordStyle=BookDefault; deyip rükûa varmak;
Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudât, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer mutî nefer gibi, vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i Name=62; HotwordStyle=BookDefault; ile terhis edildiği zaman, yani, âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurûb seccâdesinde, Name=r0023; HotwordStyle=BookDefault; deyip secde ettikleri; hem emr-i Name=r0024; HotwordStyle=BookDefault; 'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi; şu insancık, onlara iktidâen o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayretâlûd bir muhabbet, bekàâlûd bir mahviyet, izzetâlûd bir tezellül içinde, Name=r0025; HotwordStyle=BookDefault; deyip sücûda gitmek, yani, bir nevi Mi'raca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar azîz ve leziz, ne kadar mâkul ve münâsip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın.
Demek, şu beş vakit, herbiri birer inkılâb-ı azîmin işârâtı ve icraat-ı cesîme-i Rabbâniyenin emârâtı ve in'âmât-ı külliye-i İlâhiyenin alâmâtı olduklarından, borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsîsi nihayet hikmettir.


 
Üst