Peygamberlere iman

mihrimah

Well-known member
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلّهِ وَمَلئِكَتِه وَرُسُلِه وَجِبْريلَ وَميكَالَ فَاِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرينَ


Bakara / 98. Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.​

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا امِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَالْكِتَابِ الَّذى نَزَّلَ عَلى رَسُولِه وَالْكِتَابِ الَّذى اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُ
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه وَالْيَوْمِ الْاخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعيدًا


Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.​

لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلكِنَّ الْبِرَّ مَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَالْمَلئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّنَ وَاتَى الْمَالَ عَلى حُبِّه ذَوِى الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينَ وَابْنَ السَّبيلِ وَالسَّائِلينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلوةَ وَاتَى الزَّكوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحينَ الْبَاْسِ اُولئِكَ الَّذينَ صَدَقُوا وَاُولئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ


Bakara / 177. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!​

اَمْرًا مِنْ عِنْدِنَا اِنَّا كُنَّا مُرْسِلينَ


Duhan / 5.(Yani)katımızdan (verilen her) emir. Çünkü biz, peygamberler göndermekteyiz.​

وَمَا اَرْسَلْنَا قَبْلَكَ اِلَّا رِجَالًا نُوحى اِلَيْهِمْ فَسَْلُوا اَهْلَ الذِّكْرِ اِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ


Enbiya /7. Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.​

وَمَاكُنَّا مُعَذِّبينَ حَتّى نَبْعَثَ رَسُولًا


İsra / 15...Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.​
HADİS...
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İnsanlar (Kıyamet günü) diriltilecekleri zaman yerden ilk çıkacak olan benim. Onlar (huzur-u ilahiye) geldiklerinde (onlar adına) hatipleri ben olacağım. (Allah'ın rahmetinden) ümidlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti) onlara ben müjdeliyeceğim. O gün Livâu'l-hamd (şükür sancağı) benim elimde olacak. Ademoğlunun Allah'a en kerim olanı da benim. Bunda fahr yok!"
* Ubey İbnu Ka'b radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıyamet günü geldi mi, ben peygamberlerin imamı, hatibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok."
* Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bana beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiçbirine verilmemiştir. - Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara (Acemlere) ve siyahlara (Araplara) da gönderildim. - Bana ganimetler helal kılındı. Halbuki benden öncekilerden kimseye helal değildi. - Yer bana tahâr, pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.
- Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum. - Bana şefaat (etme yetkisi) verildi."
* Hz. Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İnsanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık: - Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı. - Arzın tamamı bize mescid kılındı. - Toprak bize, su bulamadığımız zaman, tahûr (temiz ve temizleyici) kılındı."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyamet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum."
* Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ademoğlu nesillerinin en temizinden süzüle süzüle gelerek içinde bulunduğum nesilde ortaya çıktım."
* Yine Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Benimle benden önceki diğer peygamberlerin misali, şu adamın misali gibidir: Adam mükemmel ve güzel bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin birinde bir kerpiç yeri boş kalmıştır. Halk evi hayran hayran dolaşmaya başlar ve (o eksikliği görüp): "Bu eksik kerpiç konulmayacak mı?" der. İşte ben bu kerpiçim, ben peygamberlerin sonuncusuyum."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ben kıyamet günü cennetin kapısına gelip açılmasını isterim. Hâzin (kapıcı melek): "Sen kimsin?" diye seslenir. Ben: "Muhammed'im!" derim. Bunun üzerine: "Sana açıyorum. Senden önce kimseye açmamakla emrolundum!" diyecek!"
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) yatsı namazını kıldı. Sonra namazdan çıkınca elimden tuttu. Bathâ-i Mekke'ye kadar gidip orada beni oturttu. (Yere dairevi) bir hat çizip: "Hattından dışarı çıkma! Sana bazı kimseler gelecek, sakın onlara bir şey söyleme. Zira onlar seninle konuşacak değiller!" buyurdu. Sonra dilediği yere çekip gitti. Ben çizgimin içinde otururken bana bir grup insan geldi. Esmer rankleriyle sanki Hindûlara benziyorlardı. (Pek uzun olan) saçları, vücutlarını öylesine örtmüştü ki, ne bir avret yerlerini ne de bir elbiselerini görüyordum. Bana kadar geldiler, ancak çizgiyi geçmediler. Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm(ın gittiği yere) yürüdüler. Gecenin sonuna doğru Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ben otururken yanıma geldi ve çizgiden içeri girdi. Dizime dayanıp yattı. Yatınca (ağzından) soludu. Ben oturuyordum. O da dizime dayanmış vaziyette böyle duruyorduk. Derken, üzerinde beyaz elbiseler olan bir grup adam geldi. Güzelliklerinin derecesini Allah bilebilir. Bana kadar yaklaştılar. Bir kısmı Aleyhissalatu vesselam'ın baş tarafına, bir kısmı da ayakları tarafına oturdular. Sonra aralarında konuşarak: "Biz şimdiye kadar bu peygambere verilen gibisinin, bir başkasına verildiğini hiç görmedik. Bunun gözleri kapalı, kalbi uyanık. Ona bir misal verin!" (dediler ve şu temsili anlattılar): "Bir efendi köşk yaptırmış, sonra bir ziyafet verip sofra kurmuş, insanları yiyip içmeye çağırmıştır. İcabet edenler gelip yemeğinden yiyip, suyundan içmiştir. İcabet etmeyenleri de cezalandırmıştır" dediler ve kalktılar. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da kendine geldi ve:
"Şunların ne dediklerini işittim. Onların kim olduklarını biliyor musun?" dedi. ben: "Allah ve Resûlü bilir!" dedim. "Onlar meleklerdi!" buyurdu ve ilave etti: "Onların getirdikleri temsilin manasını anladın mı?" "Allah ve Resûlü bilir!" dedim. Aleyhissalatu vesselam açıkladı: "Rahmen (olan Rabbimiz) cenneti kurdu. Kullarını ona davet etti. Kim davete icabet ederse cennete girer, kim de icabet etmezse onu cezalandırır."
* Abdullah İbnu Hişam radıyallahu anh anlatıyor: "Biz Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ile beraberdik. O sırada, Aleyhissalatu vesselam, Ömer radıyallahu anh'ın elinden tutmuştu. Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bana, nefsim hariç herşeyden daha sevgilisin!" dedi. Resûlullah hemen şu cevabı verdi: "Hayır! Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili olmadıkça (imanın eksiktir)!" Hz. Ömer radıyallahu anh: "Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!" dedi. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam: "İşte şimdi (kâmil imâna erdin) ey Ömer!" buyurdular."
* Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Muhammed'in nefsi yed-i kudretinde bulunan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun ki, sizden birine, beni görmeyeceği bir gün gelecek ki, o gün beni beraberlerinde görmek, ona ehlinden ve malından daha makbul olacak." Resûlullah'ın bu sözünü, Ashab, kendilerine ölümünü haber veriyor diye yorumladılar. Bunun üzerine, ölümüyle kendisini kaybedince getirmiş olduğu bereketleri müşahede ettikleri müddetçe duyacakları, Aleyhissalatu vesselam'a kavuşma temennisini kasdettiğini bildirdi."
* Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh hazretleri anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dendi. Sana peygamberlik ne zaman vacib oldu? Şöyle cevap verdi: "Hz. Adem ruhla cesed arasında iken!"
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden hiç kimse yoktur ki ona, biri şeytandan diğeri melekten olmak üzere yanından ayrılmayan "karîn" tevkil edilmemiş olsun!" "Size de mi ey Allah'ın Resûlü!" denildi. "Bana da!" buyurdular. Ancak, Allah ona karşı bana yardım etti de o müslüman oldu. Artık o bana hayırdan başka bir şey emretmiyor!"
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bana bir mü'min selam verdi mi, kendisine mukabele etmem için Allah ruhumu bedenime iade eder. Ben de mutlaka selama mukabele ederim."
* Yine Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın Medine'ye girdiği gün, şehirdeki her şeyi aydınlık bürüdü, vefat ettiği günde ise her şey karardı. Defin işinden çıktığımız zaman hepimiz kalplerimizi (vahyin inkıtâı sebebiyle) üzüntülü bulduk."
* İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (Hz. İbrahim'in duası olan): "Ey Rabbim şüphesiz ki o putlar insanlardan pek çoğunu saptırmıştır. Kim bana uyarsa muhakkak ki o bendendir. Kim de emirlerime karşı gelirse, şüphesiz ki sen çok bağışlayıcı, çok merhamet edicisin" (İbrahim 36) mealindeki ayeti ile, Hz. İsa'nın duası olan: "Eğer onlara azab edersen onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, elbette sen dilediğini yapmaya kadirsin ve sen herşeyi hikmetle yaparsın" (Maide 113) mealindeki ayeti tilavet buyurdu ve ellerini kaldırdı, şöyle yalvardı: "Allahım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)" ve ağladı. Allah Teâla Hazretleri: "Ey Cibril, Muhammed'e git! dedi. -Rabbin bildiği halde- niye ağladığını sor!" diye emretti. Cebrail aleyhisselam, O'na gelip niye ağladığını sordu. (Rabb Teâla'ya dönüp Muhammed'in) ne söylediğini -O çok iyi bildiği halde- haber verdi. Bunun üzerine Allah Teâla Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve ona söyle ki: "Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz, asla kederlendirmeyeceğiz."
TEFSİR...
قُولُوا امَنَّا بِاللّهِ وَمَا اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَمَا اُنْزِلَ اِلى اِبْرهيمَ وَاِسْمعيلَ وَاِسْحقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَا اُوتِىَ مُوسى وَعيسى وَمَا اُوتِىَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَانُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ () فَاِنْ امَنُوا بِمِثْلِ مَاامَنْتُمْ بِه فَقَدِ اهْتَدَوْا وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا هُمْ فى شِقَاقٍ فَسَيَكْفيكَهُمُ اللّهُ وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ

Bakara / 136-137. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve esbâta indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
Böyle olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a, bize inzal olunana; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal olunana aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana ve bunlardan başka daha ne kadar peygamber gelmiş ise Rabları tarafından kendilerine verilmiş olana da iman ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz. Yahudi ve hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir kısmını tanımazlık etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz" demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin peygamberliğini kabul ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi, daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri tanırız. Ve biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız. İşte İslâm milleti, böylesine geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem bir ümmettir.
"İnandık deyiniz!" buyurulması, iman konusunda kalb ile tasdikin yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini dile getirmektedir. Rivayet olunuyor ki, bu âyet nazil olduğu zaman, Resululah yahudilerle hıristiyanlara, "Allah böyle emretti." diye söylemiş ve bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına gelince, yahudiler, inkar eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da "İsa diğer peygamberler gibi değildir, o Allah'ın oğludur." dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer yahudiler ve hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida etmiş, doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani ihtilaf, münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp parçalanmadan kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar, böyle olunca da ey Muhammed! Bundan sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile hiç şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı ve her söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile sarılmanın hükmü felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin hükmü de er veya geç helâke uğramaktır.
امَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ

Bakara / 285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.
NÜZUL SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: "Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından {*} âyeti nazil oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." nazmı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat, istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler.
Allah Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh ü sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, {*} "Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok eder. Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan naklen anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla nazil olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde vasıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber bir başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da Medine'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim mânâsına:
O Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel muhatap, yukarıda "kulumuz" (Bakara, 2/23), "Muhakkak ki sen peygamberlerdensin", (Bakara, 2/252), "Peygamberlerin bazısını yüksek derecelere erdirmiştir." (Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn ile yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da Allah'ın peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz" (Bakara, 2/136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız.
Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine göre peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." İşte böyle iman ettiler ve bu iman ile dediler ki: dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, ahiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin bağışlamanı diliyoruz.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
TEVRAT ve İNCİL PEYGAMBERİMİZİN NÜBÜVVETİNE DELİLDİR
Geçmiş peygamberlerle birlikte, geçmiş mukaddes kitaplardan Tevrat ve İncil, Hâtem-i Enbiyâ’nın peygamberliğine birer delil ve şâhiddir. Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Hüseyin Cisrî gibi allâmeler, elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında, bu mevzû ile alâkalı pek çok işaretler bulmuşlardır. Bunlardan sadece dört tanesini vermekle iktifâ edeceğiz:
1. “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Bâbı, âyet: 18).
“Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” (Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22).
“... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12).
Kitab-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncil) bölümlerinden alınan yukarıdaki âyetlerde:
a) Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın soyundan gelen İsrail Oğulları’na Hz. Mûsa’nın “kardeşleriniz” şeklindeki hitabı, Hz. İshak’ın kardeşi Hz. İsmail’in soyuna, yani İsmail Oğulları’na işarettir. İsmail Oğulları’ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sav) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (sav) gelmiştir. Hz. Yûşa ve Hz. İsa, Hz. İsmail’den değil, İsrail Oğulları’ndandır.
b) Hz. Mûsa, “benim gibi” sözüyle Peygamberimiz’i kasdetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması.. gibi yirmi kadar hususta Hz. Mûsa’ya benzeyen, Hz. Yûşa ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’dir.
c) Hz. Mûsa gibi bir nebînin İsrail Oğulları’ndan bir daha çıkmayacağı açıkça ifade olunmaktadır.
d) “Sözlerimi ağzına koyacağım” ifadesi, Efendimiz’in ümmî olup, okuma-yazması bulunmadığı halde Allah’ın Kelâmı’nı kolayca hıfzedip insanlara okuyacağına işarettir.
2. “Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin onbinleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, Bab: 33, âyet: 2).
a) “Sina’dan gelme”, Hz. Mûsa’ya Tûr-ı Sîna’da ilâhî hükümlerin verilmesini; “Sâir’den doğma”, Hz. İsa’ya İncil’in verilmesini ve “Paran dağlarında parlama” ise, Efendimiz’in Mekke’de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke’nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin Bölümünde de Hz. İsmail’in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır (Bâb: 21, âyet: 21).
b) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimiz’in her türlü ayıptan uzak bulunan Âli’ne, Ehl-i Beyt’ine ve Ashâbı’na işaret olunmaktadır.
c) “Sağda ateşli ferman”, İslâm Dini’nde Cihad’a işarettir.
3. “Taş, köşenin başı oldu... ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve O’nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır” (Matta, Bâb: 21, âyet: 42).
a) Yukarıdaki âyette geçen “köşe taşı” Hz. İsa (as) olamaz; çünkü, Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma, toz gibi olma meydana gelmemiş, bu Peygamberimiz’le olmuştur. Zâten, hükmeden Hz. İsa değil, Efendimiz (sav)’di; hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa (as)’nın kendisidir. (Yuhanna, Bâb: 12, âyet: 47).
b) Buharî ve Müslîm’in rivâyetlerinde, Peygamberimiz (sav), kendisinin Peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmekte ve dolayısıyle köşe taşı konmakla, yani Peygamberimiz (sav)’le Peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.
4. “Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun” (Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 15).
“... O, size herşeyi öğretecek ve size söylediğim herşeyi hatırınıza getirecektir.” (Yuhanna, bab: 14, ayet: 26).
“... Benim için o şehâdet edecektir...” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 26).
“... gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzâm edecektir” (Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 7-8).
Yukardaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca’da ‘Piriklitos’ olup, Arapça ‘Ahmed’ kelimesinin karşılığıdır. ‘Ahmed’, Efendimiz (sav)’in ismi olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de de O’nun İncil’de ‘Ahmed’ olarak geçtiği açıkça ifade edilir. Ve, burada sayılan bütün vasıflar sadece Efendimiz (sav)’de vardır. Kaldı ki, Efendimiz (sav)’in geleceğini ve vasıflarını açıkça anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcud değildir.
PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNDEN ÖNCEKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNE DELİLDİR
1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri ma’nâlar, O’nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...
2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...
3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.
4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz’le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı!
5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ül-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkil mes’eleyi halletmişti....
PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANLARI BİLE O’NUN SIDKINA ŞÂHİTTİRLER
1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül-Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenâkuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi....
PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNİ İLÂNINDAN SONRAKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNİN VE DA’VÂSINDAKİ DOĞRULUĞUNUN BİR BAŞKA ŞÂHİDİDİR
1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve da’vâsı paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez.
Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. İnsan, düşünce ve da’vâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücâdele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebîler Sultanı (sav) da’vâsını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...
2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?
PEYGAMBERİMİZİN ZÂTI DA DOĞRULUĞUNA VE NÜBÜVVETİNE ŞEHÂDET EDER
1. Sîmâ, anlayan ve görebilen için rûhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat gamzeden nurlu sîmâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu sîmâda yalan yoktur” diyerek îmân etmişti.
2. Muhâl-farz, o Zât’ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.
3. Bir şeyin sun’isi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzûda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.
4. İnsanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir da’vâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?
5. Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zekî, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?
6. İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenîce fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, da’vâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.
7. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için ma’zûr görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -haşa!- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!
8. Önemli olan bir da’vâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, da’vâsına mükemmel bir nümûne olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz’ ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsn ü kabul görmemiş, da’vâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sâdık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın infâk ettiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..
9. İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra âdeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar müşkil bir mes’eledir. Şimdi, iki cihân güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?
10. Yalancı, sahtekâr ve gayr-ı ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O Kâmet-i bâlâya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşîdlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devasa insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki’ birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?
11. Eğer bu Zât -haşa- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla birşey olamaz. Zira, bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mu’cîze ve bıraktıkları iz, kâinatın Efendisiyle kıyas edilemiyecek kadar küçüktür.
12. Evet, O’ndan başka birinin O’nun da’vâsı ve husûsiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin...” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.
13. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?
PEYGAMBERİMİZİN EŞSİZ AHLÂKI DA NÜBÜVVETİNE VE DOĞRULUĞUNA ŞÂHİDDİR
1. Güzel ahlâk çekirdekler halinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezâhürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir râsih hâle gelir.
Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbîsi? Cevabını, kendi beyânıyla verelim: “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî!” “-Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”...
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HER ALANDAKİ İNKILÂPLARI NÜBÜVVETİNİN DELİLLERİDİR
1. “Yeryüzünde en mühim, en lüzumlu, en zor ve en faydalı meslek hangisidir?” sorusuna verilecek cevap acaba ne olabilir? İdarecilik midir bu dört husûsiyeti kendinde bulunduran meslek, yoksa siyaset midir; veya hâkimlik, savcılık, avukatlık, ya da askerlik veya polislik midir? Çiftçilik, işçilik, esnaflık ya da, öğretmenlik, ilim adamlığı, mürşidlik veya hocalık mıdır..? Bu soruyu hangi meslek sahibine sorsanız, hepsi de size mesleğinin lüzumundan, faydasından, zorluğundan ve öneminden bahsedecektir. Evet, mutlaka her mesleğin kendine göre faydası, önemi, zorluğu ve lüzumu vardır; fakat, her bir meslek ve çalışma sahasının esası ve temeli hiç şüphesiz insan unsuru yani ferdin yetiştirilmesi ve yararlı hâle getirilmesidir.
2. İçtimaînin temel rüknü olan “müstesna insanı” yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhî yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce husûsiyetini, meyil ve ümniyelerini, za’f ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbâlde kazanacağı husûsiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir. Sonra, bu tanıma ve tahlil de kâfi değildir. Muhatabların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir. Bundan da öte, tek tek her ferdi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tesbit ettikten sonra, her bir fertte mevcud kötü ahlâk ve alışkanlıkları, en olumlu usûllerle izâle etmek, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her ferdi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müsbet istikamette seyrettirecek tarzda, en ulvî, en yüce huylarla bezeyip, tefrite, yani karşı aşırı uca terketmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayatî ehemmiyeti hâiz bir başka husustur...
10. Bir mektepte muallim veya bir müessese başında idarecisiniz. Talebelerinizin veya idareniz altındaki kimselerin gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalblerine nakşetmek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddî-ma’nevî zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın:
Muhataplarınız,
Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükrük atsalar,
Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler,
Zaman zaman tokat aşketseler,
Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler,
Köşe başlarında ellerinde kamalar sizi bekleseler,
Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler,
Ailenize en büyük iftirayı etseler,
En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler,
Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar,
Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler... Acaba ne yaparsınız? Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüde düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Afv ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? “Ya Rabb, bilmiyorlar, onları afv ve hidayet et” diye duâda bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve cenneti seyran edip, en büyük ni’metleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz? Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları, örnek insanlar haline getiren O Zât (sav)’ın Peygamberliğini kabul etmemek bin defa körlük ve sağırlıktır.
Hz. PEYGAMBER’İN GEÇMİŞLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR
1. Tarih, bir ilim dalıdır. İlk bakışta çok kolay gibi gelse de ona daha derin ve köklü bakıldığında ne kadar zor ve müşkil bir ilim dalı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü, tarih lâboratuvarlarda tecrübe edilemez; tecrübî ilimler gibi çabuk neticeye gidilemez. Geçmiş hâdiseleri, târihî vak’âları ve o vak’âların kahramanlarını yeniden sahneye çıkarıp film seyrediyor gibi seyretmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, tarih hakkında bildiklerimiz, bir bakıma dökümanların ortaya koyduğu ve kitapların anlattıklarından ibarettir. Ayrıca, kişileri değerlendirmek sadece hâdiselere veya görgü şâhidlerinin sözlerine bağlı bulunduğundan gerçek niyetler ve maksatlar saklanabilmektedir.
Bir tiyatro düşünün: Sahnede oyuncular, sahne gerisinde yapımcı rejisör, senarist ve karşıda seyirciler. Bir de, bu oyunun gerçek sahneleyicileri... Şimdi iç içe buudlu bu oyunu yalnızca seyredenlerin ağzından ya da kaleminden dinlediğinizde, neyi ne kadar kavrayabilirsiniz? Diğer taraftan her seyircinin anlayışı, idrâki, aktarışı ve değerlendirişi farklı olmayacak mıdır? Sonra, oynayanların niyeti, oyunu sahneye koyanların hüviyeti ve maksadı seyirci tarafından ne kadar bilinebilir? Basit bir sahne oyununda durum böyle olursa bir de çok karmaşık ilişkilerin, akıl almaz tezgâhların, yani şahların ve piyonların, iplerin ve ipleri tutanların; cüceleri dev, devleri cüce görme ya da gösterme gayretleri bahis mevzû olduğu sürece, sahnedeki hâdiseleri gerçek yüzleriyle öğrenip değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Gözümüz önünde cereyan eden vak’âları anlamada bu denli zorlanırsak, tarihin karanlıklarında yatan hâdiseleri nasıl isabetli değerlendireceğiz ki..!
PEYGAMBERİMİZ’İN GELECEKLE ALÂKALI HABERLERİ NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN DELİLLERİDİR
1. Bir insanın, bırakın gelecekle ilgili hâdiseleri, içinde yaşadığı vak’âları bile bütün yönleriyle en ince noktalarına kadar inceleyip anlatması öyle kolay bir mes’ele değildir. İçinde yaşadığımız zamanla alâkalı hakikat bu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dâhiler dahil, kim 50-100 sene sonrası için kesin ifâdelerde bulunabilir? Bu mevzûda yapılsa yapılsa, sebep-netice prensibine, bir takım târihî kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminler yapılabilir.
2. Kur’ân’ın ifâdesiyle, gaybı Allah’tan başka kimse bilemez; bir de Allah’ın bildirmesiyle Nebîler, Resûller, bir de Allah’ın husûsî lütufta bulunduğu bazı kimseler bilebilir. Evet, ilerde zuhûr edecek hâdiseler hakkında kesin söz söylemek, ancak ve ancak Cenâb-ı Allah’a ait bir iştir. Bununla birlikte, şayet bir insan çıkıyor ve aynı sahada çok kesin sözler söylüyorsa, Allah’ın bildirmesine mazhar bir nebî olabilir.
Bu mes’elenin Kur’ân’da ve Rasulullah’ın hadîslerinde pek çok misâli varsa da, biz birkaç tanesiyle iktifâ edip, gerisini okuyucunun araştırmasına bırakacağız:
A. Rûm Sûresi 1-5’nci âyetlerde, Rumlar’ın mağlûp oldukları, fakat dokuz yıl içinde galip gelecekleri ve bunun îmân edenleri sevindireceği bildirilmektedir. Burada şu birkaç nükteyi bilhassa belirtmemiz icâb ediyor:
1.) Galip gelme haberi, şartların hiç de müsait olmadığı bir zamanda, yani müthiş bir mağlûbiyetin hemen ardından verilmektedir.
2.) Böyle bir ihbârın, hilâf-ı vâki’ ve isabetsiz çıkmasının doğuracağı neticeler maksadın aksini tevlîd eder.
3.) İçinde yaşadığımız şu zaman diliminde bile, yerine getirelemeyen sözlerin ve va’dlerin kişiyi ne duruma düşürdüğü ortadayken, Nübüvvet da’vâsının isbata çalışıldığı bir zamanda gelecek bir hâdiseyi zamanıyla haber vermenin ehemmiyeti izâhtan vârestedir.
4.) Mü’minlerin sevineceği ihbârı, esasen Bedir zaferine işaret ediyordu. Bedir Savaşı Hicret’ten iki yıl sonra vukû buldu; ihbârın yapıldığı Hicret’ten yedi yıl öncesinde ise Mü’minlerin durumu, hiç de yakın gelecekte bir zaferi müjdeleyebilecek şekilde değildi. Evet, çiçekler açarken baharı müjdelemek kolaydır; fakat, kar’ın buzun altında ve kış ortasında bahar müjdesi vermek temkîn gerektiren bir husustur.
B. Hemen hemen bütün şartları Müslümanların aleyhine gibi görünen ve Sahabe’nin âdeta infiâline yol açan Hudeybiye Mûsâlahası’nın hemen ardından Fetih Sûresi’nin inip, Mekke Fethi’nin müjdelenmesi de, yine O’nun (sav) Allah’ın teyidi altında bulunduğunu göstermektedir. Şartların hiç de müsâit olmadığı bir zamanda bu sûre, Müslümanlar’ın emniyet içinde Mescîd-i Haram’a gireceklerini ve İslâm’ın bütün dinlere üstün geleceğini tam bir kat’iyetle ifâde etmektedir...
PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİ O’NUN NÜBÜVVETİNİN VE RİSÂLETİNİN ŞÂHİTLERİDİR
1. MU’CİZE VE KERAMET NEDİR?
Mu’cize, nübüvvetini isbat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü’minlerin îmânını kuvvetlendirmek için nebînin elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği hârikulade hallerdir.
Mu’cize, beşerin görüp bildiği ve dâima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irâde ve kudretinin üstünde olarak Allah’ın irâdesiyle harikulâde kabilinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mu’cizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi âletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izâh edilemez.
Mu’cizeler, âdiyât cinsinden, yâni varlığın ilimlere esas teşkîl eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve Güneş’ten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mu’cize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama, onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temâsa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız. İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mu’cizeler ise âdiyât kabilinden olmayıp, harikulâde, fevka’t takat-ü’l beşer, fevka’l-âde ve fevka’t-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve irâdesinin verâsında cereyân eden hâdiselerdir.
PEYGAMBERİMİZ’İN MU’CİZELERİNE MİSÂLLER:
Mirâc mu’cizesi
İsrâ Sûresi 1’nci âyet’te, “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, muhakkak Semî’dir, Basîr’dir.”
Necm Sûresi âyet 8-11’de ise “Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah O anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed’in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı” buyurularak, Mirâc hâdisesine işaret edilmektedir. Ayrıca, hadîs kitaplarında bu kudsî yolculuğun teferruatı zikredilmektedir.
Allah, ubûdiyetiyle mâhiyetini inkişâf ettiren ve mübârek rûhu gibi cismi de letâfet ve ulviyet kesbeden Rasûlü’nü, lütfûyla huzûruna almış ve müşahedesiyle ni’metlendirmiştir. Kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Mirâc yolculuğunda Efendimiz (sav), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesâfeleri bir hamlede kat’etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabb’ini görmeğe mâni buudları geride bırakmış, cismen ve rûhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk’ı müşahede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet’i ve güzelliklerini, Cehennem’i ve azâmetini temâşâ etmiştir.
Ümmetine anlatacağı mes’eleleri ciddî bir itminân ve yakîn içinde anlatsın; gıyâben inandığımız şeyleri müşahedesi olarak bize intikâl ettirsin; hatta Allah’ı görsün ve görmeğe dayalı olarak da “vardır” desin; melekûtu, melekleri, Cennet’i, Cehennem’i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzûr (cc)’dan bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet’i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfî gelmeyeceği Cemâlullah’la müşerref olduktan sonra; Kur’ân’a ait bütün mes’elelerinin hakikatlarını, temessül keyfiyetlerini, bütün ibâdetlerin ma’nâ ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve Risâlet vazifesini tamamlayıp, Ümmeti’ni karanlıklardan kurtarıp nûra çıkarma yolunda, Kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür. Dönerken de, mü’minlerin mirâcı olan namazı da hediye getirmiştir.
Buraya kadar, O’nun yüzlerce mu’cizesinden sadece nümûneler serdetmeğe çalıştık. Tafsilâtı selef-i sâlihinin nurlu eserlerinde...
Ay’ın ikiye yarılması mu’cizesi
Abdullah b. Mes’ud anlatıyor:
Bir defa biz Mina’da Resulullah (sav)’le birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resulullah (sav) bize:
“Şâhid olun” buyurdular (1).
Yemeklerin bereketlenmesi
Su mu’cizeleri
Hasta ve yaralıların şifâ bulmaları

Hayvanatın Efendimiz (s.a.v.)’i tanıması
Dağların-taşların Peygamberimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri
Efendimiz (s.a.v.)’in mu’cize olarak korunması
Peygamber (s.a.v.)’in duâlarının kabul olması
Meleklerin ve Cinlerin Peygamberimiz (s.a.v.)’e görünmeleri ve kendisiyle konuşmaları
Temessülat ve gaybe âit mu’cizeleri
Ağaçların Efendimiz (s.a.v.)’e şehâdetleri
(Geniş Bilgi “İnancın Gölgesinde 2” Kitabından bulabilirsiniz)
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
DEĞERLİ SAÇLAR
Bir yurt talebisidir Abdurrahman. Çalışkanlığıyla, oturup kalkmasıyla, kılık kıyafetiyle herkese örnek olacak vasıflar taşımaktadır. Fakat her nasılsa o günlerde saçları bir öğrenci için dikkat çekecek kadar uzamıştır.
Yurttaki belletmen ağabeyleri ile anne-babası nasıl olsa kestirir diye bir şey demezler. Fakat saç uzadıkça uzar. Bir gün yurttaki müdür muavini çağırır Abdurrahman'ı.
-Abdurrahman saçlarını kestir artık, epey uzadı. Bir yurt talebesi için bu saçlar epeyce uzun. Anlaştık değil mi? sorusuna Abdurrahman kafasını iki yana sallayarak sessizce hayır cevabını verir. Müdür yardımcısı, "Zaten yarın izne gidecek, babası kestirir." diye düşünür ve fazla üstelemez. Abdurrahman o gün izne gider. Babası ile müdür yardımcısı önceden görüşmüştür. Babası yemekten sonra:
-Oğlum, canım evladım! Saçlarını yarın kestirelim, deyince babasını hiç kırmayan o munis çocuk:
-Hayır, olmaz babacığım, deyip koşarak odasına kapanır. Anne ve baba şaşkın şaşkın birbirlerine bakakalırlar.
Ertesi gün saçlarını kestirmeden öylece yurda gider Abdurrahman. Müdür Bey onu çağırır ve biraz sert konuşur.
-Yarın kestir saçlarını, der ve Abdurrahman, başı önde müdüriyetten çıkar. Yatağına yatar ve gözyaşları içinde sabahlar. Sabah aynanın karşısına geçer ve:
-Seni benden ayıramazlar, ayrılmam senden diye saçları ile konuşur.
Okul çıkışı yurda değil evine gider. Annesi, hiç beklemediği oğlunu karşısında görünce meselenin halledilmediğini anlar:
-Canım evladım, seni ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Ne olursun beni kırma. Kestir saçlarını, kestir yavrum der.
Annesinin ağlamaklı konuşması karşısında Abdurrahman: -Cennet ayaklarının altında olan annem, canım kadar sevdiğim babam, bir ağabeyim kadar sevdiğim belletmenim, bizleri evlatları kadar seven yurt idarecilerim, bir anlasanız. Ben sizleri kıramam ama beni bir anlasanız...
-Evladım, niye kestirmiyorsun saçlarını, niçin kestirmek istemiyorsun?
-Söyleyemem anne, kestirmek istemiyorum.
-Oğlum, hadi kestir gel saçlarını da yurda gidelim. Sonra yurttan kızarlar. Bizleri daha fazla üzme.
Abdurrahman, çaresizlik içinde gider berbere, kestirir saçlarını. Kesilen saçları da berberde bırakmaz, yanma alır. Evden annesi ile beraber yurda giderler. Mesele hallolmuştur. Yaklaşık bir ay sonrasıdır. Müdür yardımcısı, geceleyin talebelerin defter ve kitaplarını kontrol etmektedir. Sıra Abdurrahman'ın eşyalarını kontrole gelince, kitaplarının birinin sayfalarını çevirince gördüğü manzara karşısında şaşkına döner.
Çünkü kesilen saçlar kitabın arasındadır. Bir talebenin saçına bu kadar değer vermesini anlayamaz müdür yardımcısı. Ama dikkat edince saçların altında bir yazı görür. Okumaya başlar:
"Canım annem ve babamla, çok değerli yurt idarecimin baskısı olmasa bu saçlarımı kestirmezdim. Onlar bilmiyorlar, ben de söylemedim. Yoksa, rüyamda Peygamber Efendimizin (sav) okşadığı o saçları, ömür boyu kestirmezdim.
Affet ya Resulallah! Senin okşadığın o saçları kestirdim. Affet beni, affet, affet!"


HELVA YİYEN KENDİNİ NİÇİN TAŞLATIRDI!
Ey kupkuru çölleri Cennet'e çeviren Gül; Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül! Vaktidir, ağlayan gözlerimin içine gül!. Ey kupkuru çölleri Cennet'e çeviren Gül! (M Fethullah Gülen)
Afyon'da Hüseyin isminde "Helva Yiyen" nâmıyla meşhur olmuş tam manâsıyla meczup biri yaşardı.
Sabahtan akşama kadar sokaklarda dolaşır kimse ne konuştuğunu anlamazdı. Yalnız halk Helva Yiyen'in bir mânâ tarafının olduğunu bilirdi. Onun saçma gibi gelen cümlelerinin dahi üzerinde dururlardı. Helva Yiyen gecelerini Afyon'daki nöbetçi eczanelerde geçirirdi. Çünkü Afyon çok soğuk olurdu, geceleri de yegâne sıcak yer eczanelerdi.
Benim de tanışmam eczane sohbetleriyle başladı. Ben gece ilâç almaya gidince bakıyorum Hüseyin orada... Dostluğumuz biraz derinden gitti ve pek gönülden sevdik birbirimizi.
Öyle olmuştur ki ben hastaya giderken "Telaş etme hastan nasıl olsa kurtulur." derdi. Bazen de "Boşuna gidiyorsun doktor kendini hazırla." derdi. Bu söylediklerinin hiçbir tanesi de sekmemiştir. Bunları dostluğumuz itibarı ile beni yabancı saymadığı için söylerdi. Başka birisi bir şey sorduğu zaman mümkün değil söylemezdi.
Bir gün çok emek verdiğim bir çocuk hastama gidiyordum. Öleceğini de hiç ummuyordum. Babası ateşi çıkar çıkmaz koşup gelmişti bana. O zaman da penisilin yeni çıkmıştı. Ben telaşla eczaneden penisilin alıp giderken "Telaşın boşuna doktor, çocuk gitti." dedi. Eve faytonla yaklaştığım zaman feryat figanı duyunca çocuğun gittiğini anladım. Çok da üzülmüştüm.
Bu Helva Yiyen'in hususiyeti, gündüzleri çocuklar bunu kovalar, taşlarlardı. Kızdırmak için de "Helva Yiyen" diye bağırırlardı. Helva Yiyen ismi oradan kalmıştır. Helva Yiyen kızdıkça söver, çocuklar da büsbütün üzerine varır taşlarlardı.
Dostluğumuzun derinleşmesine sığınarak bir gün dedim ki "Hüseyin, bu dervişlikten başka iş yok mu? Sabahtan akşama kadar kendini taşlatıyorsun?" "Eh bunu da artık sen çöz. Bu yaptığım, yapılabilecek şeylerin en güzeli, çok güzel bir şey." dedi. Emin olun çözemedim.
Daha sonra, zaman içerisinde Helva Yiyen dünyasını değiştirdikten çok sonra anladım. Helva Yiyen Taif'te çocukların Peygamber Efendimiz1! (sav) taşlaması sünnetini yapıyordu. Çocukların attığı taşları kendi vücudunda hissederek Sünnet-i Muhammedî'yi yerine getiriyordu.
Böyle müthiş bir mânâ ehliydi Helva Yiyen. Efendimiz'e (sav) karşı olan sevgisi, Efendimiz'e (sav) karşı olan aşkı "Madem o taşlanmıştır, ben de taşlanacağım" diye böyle maceralı bir dervişliği seçmişti. (Onkolog Doktor Haluk Nurbaki)
"Allah'tan Peygamber
aşkının bir zerresine sahip olmayı dile. Zira, milletleri yaşatan O'nun aşkıdır. Kâinat, O'nun aşkı ile vücut bulmuştur. Varlıktaki gizli cevheri, o aşkın aşikâr tecellisi meydana çıkardı. Ruha ancak O'nun aşkı sükûn ve huzur verir. O'nun aşkı, gecesi olmayan bir gündür." (Muhammet ikbal)

ŞU İKİ ADAMDAN BENİ KURTAR!
Suriye atabeklerinden Nureddin Zengi, 12'nci asrın sonlarına doğru Ortadoğu'ya akın etmiş Haçlı askerlerini küçücük ordusuyla püskürtüp, o günkü İslâm dünyasını Haçlı tasallutundan uzun müddet koruyan büyük bir devlet adamıdır. Haçlılarla mücadele bayrağını kendinden sonra, Selâhaddin Eyyubî'ye bırakarak Halep civarında ruhunu teslim etmiştir.
Nurettin Zengi, bir gece, Halep'te Hazret-i Resülüllah'ı rüyasında görür.
Kendisine tebessüm ederek bakan Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki mübarek parmağıyla iki adamı işaret ederek:
- Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar! Der.
Heyecanla uykudan uyanan Nureddin Zengi, bir müddet düşünceye dalar ve tekrar uyur; fakat aynı rüyayı, aynı gece üç defa görür. Her defasında Hazret-i Resûlüllah:
- Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar! Diyerek, iki kır saçlı kimseyi göstermektedir.
Sabah namazını kıldığı büyük Cami'deki Hoca Efendi'ye, bu rüyasını anlatır. Hoca efendi:
- Hazret-i Resûlüllah, bir tehlikeye maruzdur. Derhal gitmelisin! Diye rüyayı tabir eder.
Hemen bir askeri birlikle yola çıkan Nureddin Zengi, bir çok kıymetli hediyeleri de beraberine alarak, Medine'ye doğru ilerler.
Bir haftadan fazla süren bir yolculuktan sonra, nihayet Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye varır.
İlk iş olarak, Hazret-i Resûlüllah'ın kabrini ziyaret eder. Sonra bütün Medine halkını, getirdiği hediyeleri dağıtmak üzere oraya toplar.
- Sizler, Hazret-i Peygamberdin aziz komşularısınız, bu hediyelerimi lütfen kabul edin, diyerek herkese ayrı ayrı yardımda bulunan Nureddin Zengi; rüyasında kendisine gösterilen adamlara, gelenler içinde rastlayamaz. Bu defa tekrar sorar:
- Buraya gelmeyen kimse kaldı mı acaba?
- Evet, derler. İki sene evvel batıdan gelmiş iki kimse var ki, onlar hiçbir hediye almazlar, sön derece cömert kimseler, gece gündüz evlerine kapanıp ibadetle meşgul olurlar. İçimizde en sâlih kimseler olarak görünürler. İşte o iki zât burada yoklar. Evleri de Resûlüllah'ın kabr-i saadetinin yakınında, şurada...
Derhal bu iki şahsın yanma giden Nureddin Zengi, güç belâ kapıyı açtırınca, bir de bakar ki, Hazret-i Resûlüllah'ın rüyada gösterdiği kır saçlı iki adam bunlardır.
Evin ortasında büyükçe bir hasır serili, fakat başka hiç bir şey yok. Etrafı iyice tetkik eden Zengi'nin aklına bir ara şüphe gelir.
- Şu hasın kaldırın bakayım, der.
Kır saçlı adamlar hasın kaldınnca, altında büyükçe bir merdivenin yerin altına doğru uzandığı görunur.
Bu merdivenden yerin derinliklerine doğru inen adamlar, buradan da Resûlüllah'ın kabrine kadar bir mahzen açmışlardır. İşte o günlerde de, tam altına geldikleri Ravza-i Mutahhare'yi delip, Resûlüllah'ın mübarek vücudunu çalmaya hazırlanmışlardır. Daha sonra da ilk fırsatta mübarek naaşı Avrupa'ya kaçırmayı düşünmektedirler.
Hükümdar Nureddin Zengi'nin sıkıştırması üzerine her şeyi itiraf eden bu iki adam, kendilerinin Avrupa'dan geldiklerini, Resûlüllah'ın mübarek vücudunu kaçırmak için torbalar dolusu altına pazarlık yaptıklarını apaçık söylerler.
Medine halkını hayretlere düşüren bu olay üzerine, suçlular gereken cezayı görürler.
Daha sonra da Ravza-i Mutahhare'nin etrafını kazdırarak kurşun duvar çektiren Nureddin Zengi, Resûlüllah'ın rüyadaki işaretiyle böyle gizemli bir olayı ortaya çıkaran kimse olur.
YEDİ BİN ALTIN
Hekimoğlu Ali Paşa zamanında, Peygamber aşığı bir fakir vardır. Uzun zamandır çektiği yoksulluk çilesinden ızdıraplı halde, ellerini dergah-ı ilahfye kaldırarak şu şekilde sızlanır:
- Ya Rab! Halimi sen biliyorsun. Artık sabrım yetmez oldu. Çoluk çocuk perişanız. Borçlarımı ödeyemez duruma düştüm. Resulün hürmetine artık bana bir çıkış yolu göster.
Gönülden bir iltica ile uykuya dalar. Bir müddet sonra, sırlarla dolu bir rüya görmeye başlar.
Resûlüllah Efendimiz, yoksul Müslümanın karşısında durmakta ve ona şöyle emretmektedir:
- Sen, bunca yıl fakirliliğine sabrederek imtihanı kazandın. Allah gönülden ilticanı kabul etti. Çilen, artık bitti. Sabah namazından sonra ilk işin Hekimoğlu Ali Paşaya gitmek olsun. Ona benden selam söyle. Sana bin altın versin. Rüyana inanmayacak olursa, her cuma gecesi okumayı âdet edindiği salavatları, bu cuma gecesi okumadan yattığını söyle. Bu onu sana inandırmaya yeter.
Fakir kişinin, sabah ilk işi, Hekimoğlu Ali Paşaya gitmek olur. Gördüğü rüyayı ona aynen anlatır. Neticeyi bekler.
Ancak, Paşada henüz bir hareket yoktur. Sadece:
- Efendi, şu rüyanı bir daha anlat, der. Fakir adam, bir daha anlatır.
Paşa yine tekrar eder:
- Bir kere daha anlat!
Bu anlatma işi, 7 kere tekrarlanır. Fakir üzülür, ümidi kesilmiş halde:
- Paşam, eğer rüyama inanmıyor, değer vermiyorsan açıkça söyle. Beni tekrar tekrar konuşturup boşuna yorup durma.
Paşa, bu karşılıktan irkilir:
- Haşa, haşa! İnanmamak ne demek? Hele değer vermemek söz konusu bile olamaz.
Tam tersine, bu anlattığın benim için hayatımın en değerli, en mutlu olayıdır. Öylesine değerli ki, bu, olay benim için, bin altınla filan geçiştirilecek bir hâdise değil. Resûlüllah'ın selamına nail olduğumu müjdelediğin bu rüyayı her anlatışına, bin altın değer biçiyor; tekrar tekrar anlatmanı, seni daha fazla mükafatlandırmak için istiyorum
Şimdiye kadar 7 defa anlattın. Benden 7 bin altın almaya hak kazandın.
Paşa, bu sözleri söyledikten sonra, hizmetçisini çağırır, tam 7 bin altını rüya sahibi fakirin kucağına birer birer saydırır.
Resûlüüah aşığı yoksul. Paşanın yanından evine, almayı beklediği bin altın yerine, 7 bin altınla döner. Çoluk çocuğu ile bundan sonra, ömür boyu mutlu ve ferahlı bir hayat sürer.
GÜZELLER GÜZELİ DE ÇANAKKALE'YE YARDIMA GELDİ
Yıl, 1928... Alim, arif ve zarif insanlardan biri, Alasonyalı Cemal Öğüt, hacca gider. Çanakkale Zaferi'nin üzerinden tam 13 yıl geçmiştir. Hocaefendi, Medine'de, birçok değerli zevat ile tanışma fırsatı bulur. İşte bu mübarek zatlardan biri de, Efendimiz'in türbedandır. Bu Hak dostu, aynı zamanda sadık bir Osmanlı dostudur. Osmanlı der, başka bir şey demez. Cemal Öğüt sormaktan kendini alamaz:
- Niçin bu derece muhabbet.?
Bu pir-i fani olmuş, nurlaşmış adam, hiç duraksamadan şu cevabı verir:
- Osmanlı'yı, İslam namına sevmek için, bir hatıram bile bana yeter.
Hocaefendi'nin ısrarı üzerine, o eşsiz hatırayı şöyle açıklar:
- 1915 haccına, Hindistan ulemasından bir zat da gelmişti. Bu zat, deruni dünyası zengin bir Allah dostu idi. Hacdan sonra, Resûlullah'ı ziyaret için, Medine'ye gelmişti. Bir türlü gözünün yaşı geçmeyen o mubarek zata, "niçin bu derece üzüntülü olduğunu" sorduğumda, o, gözyaşlarını daha da çoğaltarak şu cevabı verdi: - Bunca 30! sonra, nasip oldu, O Güzeller Güzeli'ni ziyarete geldim. Fakat müşahede ettim ki, Resullah (sav) makamında değil. Yoksa, benim kalp gözüm mü körelmiş?.. Resûlullah'ın varlığım neden hissedemiyorum? İşte, Medine'ye geldim geleli, bu düşüncelerle perişanım.
Yaşlı türbedar, o gece rüyasında, Güzeller Güzeli'ni görür. Hindistanlı Alim'in anlattıklarını hatırlar. Bunu Allah Resulüne sorar. Allah'ın Resulü, onu merakta bırakmaz ve şöyle buyurur:
- Evet, hissedilen doğrudur. Ben şimdi Medine'mde değilim. Çanakkale'deyim... Zor durumda olan asker evlatlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara yardım ediyorum.
ÂSAR-I NEBİYE SAYGI
Ben de onları seviyorum deyemem. Fakat köhne bir anlayışa göre yıkık bir gölüne göre bana göre öyle geliyor. Ara sıra esinti. Ebu Bekir’i, Ömer’i seviyoruz. Öyle geliyor. Bana Ömer dese ki, ruhunu bana ver. Vermeye hazırım gibi geliyor bana. Yanılmış olabilirim, yalan söylemiş olabilirim. Seyidina Hz. Ömer, ruhumu feda edebileceğim Hz. Ömer. Ya rabbi seviyor gibi görünüyoruz. Sevmiyorsak hakiki sevdir. Seviyorsak onlarla haşr ve neşr eyle.
Halifedir. Allah’ın halifesi. Ona Allah’ın Resulünun halifesi dediler. Yerde esmasıyla, sıfatıyla Allah’ı temsil eden Hz. Ömer. Allah’a ait düşüncenin meydana gelmesine vesile olan Hz. Ömer. Halifedir, hutbeleri kendi irad ediyor. Nutukları kendi veriyor. Efendimize ait mana ruhuna öyle sinmiş ki ağzını açtığı zaman belki hadis billafız yok. Fakat Resulü ekreme ait öze tercüman oluyor. Ve o kadar tercüman ki, ümmetin allamesi olan ibni Abbas Ömer nerede nutuk irad edecek, koşuyor arkasından. Mekke’de bulunsa Medine’de vereceğini duysa Medine’ye kadar koşuyor. Rabbime hamd ve sena ederim sizin şurada bulunuşunuzu ben küçük görmeyeceğim. Rabbim bunu bir ise bin eylesin. Sizi teşrif ve tekrim buyursun.
Hutbe irad edecek. Onun heyecanıyla, kafasında onu hazırlamakla meşgul. Bir duvarın dibinden geçerken omsuzuna damlayan birkaç kan damlası Ömer’i kendine getiriyor. Rabbimizi duyma ve duygulanmayla meşgul ve meşbu kendinden geçmiş ancak üzerine akan kan damlaları Ömer’i kendine getiriyor.
Bakınca elbisesinin kirlediğine şahit oluyor. Tekrar hızla, süratle eve dönüyor. Elbisesini değiştiriyor ve gelirken de o kanın damladığı damın üzerinde ki oluğu koparıp atıyor. Minbere çıkıyor hutbesini irad ediyor. Hutbede halka yine çok şey anlatıyor. Ve bir basamak aşağıya inerek belki de halka şu ikazda bulunur. Cemaat diyor, müminlere eziyet ediyorsunuz. Evden çıkmıştım mescide geliyordum. Falan duvarın dibinden geçerken omsuzuma kan damladı. Kanın aktığı oluğu ben de tuttuğum gibi kopardım attım. O attım kopardım derken birden bire bakışlar ayrı bir tarafa teveccüh ediyor. Ömer de sesini ve konuşmasını kesiyor. Uzaktan kalkan bir zat vardır. Beli kırılmış gibidir. Ömer’in çok sevdiği bir insandır. Yer yer onunla yağmur duasına çıkar elinden tutar yukarlara kaldırır “ya rabbi bu peygamberin amcasının elidir. Bunun hürmetine bize yağmur ver” hakkında dediği insandır.
Bu kalkan zat Hz. Abbas’dır (r.a.) Efendimizle aynı memeden süt emen amcası Hz. Abbas’dır (r.a.) Rengi benzi sararmış solmuş, ayağa kalmış adım adım Ömer’e doğru yaklaşıyor. Ve yaklaşınca da soruyor. “Ya Ömer ne yaptın, ya Ömer ben bu gözlerimle gördüm. O dam benim damımdı. O oluğu damımın üstüne Resulü ekrem koymuştu.” O koymuştu derken bu defa Hz. Ömer’in ayaklarının bağı çözülüyor ve yıkılıveriyor minberden. Biraz sonra yıkılmış adeta ölüm heyecanları içinde başı yerde Ömer’in dudaklarından şu sözlerin döküldüğünü görüyoruz. Ya Abbas sana bir ahdim var. ben gidecek başımı o duvarın dibinde yere koyacağım. Sen ayağını bu benim başıma koyacaksın. O oluğu tutup yerine yerleştireceksin. Resulü ekremin koyduğu o oluğu yerine yerleştireceksin.
Halk heyecan içindedir. Bu kadar belki birkaç katı cemaat mescidin içinde ve dışında namaz kılmakta. Halife dışarıya çıkanca heyecan içinde ne olduğunu bilemeden şaşırmış durumdadır. Hz. Abbas’ın duvarının dibine gider. Koca Ömer, makamın firdevs olsun senin Ömer. Bize peygamberine saygıyı öğrettin. Bize edebi öğrettin, bize inkıyadı öğrettin, bize saygının gereğini ders verdin. Roma imparatorluğunun yakasından tutup sarsıp yerle bir eden o büyük kamet Ömer. Sasanileri burçlarıyla beraber sarsıp yıkan yıllardan beri tütüp duran ateşgedeliği söndüren seyidina Hz. Ömer. İran’ın altın bileziklerini Süraka’nın kollarına takıp sonrada secdeye varan, Rabbime hamd ederim Sasaniden çıkardı ve soydu, Süraka’ya giydirdi, Resulü ekrem beşaret vermişti zaten diyen Hz. Ömer.
Bütün yıkmışlığı, ihtişamı karşısında bu defa kendisi muhteşem bir kamet olarak duvarın dibine yıkılıverir. Hz. Abbas çekinir o başa basmaya. Nasıl o başa basılır ki, o baş müslümanlığı idare ediyor. O baş küfrü yenmekle meşgul. Nasıl o başa basılır ki, o baş Allah’a ait duygularla meşbu bulunuyor. Bas ya Abbas, bas ya Abbas. Bas, basmayı çoktan hakketti o baş. Bas çiğne ki ceza olsun ona. Peygamberin eliyle yerleştirdiği oluğu kopardı.
Bu sahabinin anlayışı. Efendimizin arkada bıraktığı izlere saygı gösteren sahabinin anlayışı. Kuran neslinin gönlünden sıyrılıp atılırken paslı tenekeden bir damın üstüne konmuş oluk kadar kıymeti yok muydu, sen başını yere koymadın. Resulü ekrem sinelerden sökülüp atılırken başını yere koymadın. Çiğnediler yurdunu baştan başa sen bir kere gönülden inlemedin. Sıkılmadın, ağlamayı bilmiyorsun gülmeden utanmadın. Gece karanlıklarına iki damla göz yaşı dökmedin. Efendimizin senin neslin içinde yıkılması Maonizmin ve Leninizmin hortlaması fenkeştanynın hortlakları gibi bir cemaatı işgal etmeleri karşısında sen inlemedin. Bir teneke oluk kadar Resulü kerem demek senin kabine girememiş. Allah beni de afv etsin, seni de afv etsin.
 
Üst