Kadere iman

mihrimah

Well-known member
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّهِ اِنَّ اللّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ وَاِذَا اَرَادَ اللّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَالَهُمْ مِنْ دُونِه مِنْ وَالٍ

Rad / 11. Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.

اَلَّذى لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَريكٌ فِى الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْديرًا

Furkan / 2. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O bir çocuk edinmemiştir,mülkünde ortağı yoktur .Her şeyi yaratmış, ona ölçü , biçim ve düzen vermiştir.

اِنَّا كُلَّ شَىْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ

Kamer / 49. Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.

وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَايَحْتَسِبُ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِه قَدْ جَعَلَ اللّهُ لِكُلِّ شَىْءٍ قَدْرًا

Talak / 3.Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.

وَالَّذى قَدَّرَ فَهَدى
Â’la / 3. Takdir edip yol gösteren,
HADİS...
* Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatamayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz."
* Ubâde İbnu's-Sâmit radıyallahu anh oğluna ölümü sırasında demiştir ki: "Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imannın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zira ben, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: "Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!" dedi." "Oğulcuğum, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan şunu da işittim: "Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir."
* İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve: "Bu iki kitap nedir biliyor musunuz?" buyurdular. Cevaben: "Hayır, ey Allah'ın Resûlü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek: "Bu Rabbülâlemin'den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır" buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:
"Bu da Rabbülâlemin'den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmâllerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!" buyurdular.
Ashabı sordu: "Öyleyse ey Allah'ın Resûlü, niye amel ediliyor? Madem ki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir daha yapma gayreti de niye)?" Resûlullah şu cevabı verdi: "Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!" Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki: "Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da cehennemliktir."
* Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Biz bir cenaze vesilesiyle Baki'u'l-Ğarkad'da idik. Derken yanımıza Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm çıkageldi ve oturdu. Biz de etrafında (halka yapıp) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere birşeyler çizmeye başladı. Sonra: "Sizden kimse yok ki, şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış olsun!" buyurdular. Cemaat: "Ey Allah'ın Resûlü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılana itimad edip ona dayanmayalım mı?" "Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!" Sonra şu ayeti tilavet buyurdular. (Mealen): "Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız" (Leyl 5-7).
* Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Süraka İbnu Malik İbnu Cu'şem radıyallahu anh gelerek sordu: "Ey Allah'ın Resûlü! Bize dinimizi açıkla. Sanki yeni yaratılmış gibiyiz. Şimdi amel ne husustadır: Kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi, yoksa istikbale ait şeylerde mi çalışacağız?" "Hayır (istikbale ait şeylerde değil). Bilakis kalemlerin kuruduğu, miktarların cereyan ettiği (kesinleştiği) hususta!" buyurdular. Sürâka tekrar: "Öyleyse niye amel edelim (boşa zahmet çekelim)?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes, (yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!" buyurdular."
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Sâdık ve Masdûk olan Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar müddetle "alaka" olur. Sonra bu kadar müddette "mudga" olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilah olmayan zâta yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir zirâlık mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer."
Rezin şu ziyadede bulundu: "(Resûlullah) şunu da buyurdular: "Nutfe düştü mü, kırk gün rahimde uçar. Sonra kırk günde alaka olur. Sonra kırkgünde mudga olur. Bir nefis olarak yaratılma safhasına gelince, Allah onu tasfir edecek (şekillendirecek) bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak olduğu halde gelir. Onu mudgaya karıştırır. Sonra onu yoğurur, sonra da emredildiği üzere onu tasvir eder."
* Âmr İbnu Vasıla anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ûd radıyallahu anh'ı dinledim. Demişti ki: "Şakî, annesinin karnında iken şaki olandır. Said de başkasından ibret alandır." (Bunu işittikten sonra) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından Huzeyfe denen zata uğradı ve İbnu Mes'ud'un söylediğini anlattı ve sordu: "Kişi amelsiz nasıl şakî olur?" Huzeyfe radıyallahu anh: "Buna hayret mi ediyorsun? Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim:" "Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırkiki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar: "Ey Rabbim! Bu erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar: "Ey Rabbim! Eceli nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar: "Ey Rabbim! Rızkı nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de eksilir."
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün) aramızda doğrulup: "(Hastalık nev'inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!" buyurmuşlardı ki bir bedevi: "Ey Allah'ın Resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne, kuyruğu ile haşefesini uyuzlamış bir deve gelince hepsini uyuzlu yapar!" dedi. Aleyhissalatu vesselâm: "Pekalâ, birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, ne safer (inancınızda hakikat) vardır. Şurası muhakkak ki, Allah her nefsi yaratmış, onun hayatını, ölümünü, rızkını ve uğrayacağı musibetlerini yazmıştır."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Allah Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu istimal eder!" buyurmuştu. Kendisine: "Onu nasıl istimal eder?" diye soruldu. "Ölümden önce salih amel işlemede muvaffak kılar!" buyurdu."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle hitam bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle hitam bulur."
* İbnu Amr İbni'l-Âs radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: "Kalem, Allah Teâla'nın ilmi hususunda kurumuştur."
* Sa'd İbnu Ebî Vakkâs radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekâvet (sebepleri)nden biri de Allah Teâla'ya istihareyi terketmesidir. Keza şekâvet (sebepleri) nden bir diğeri de Allah'ın hükmettiğine razı olmamasıdır."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kuvvetli mü'min, Allah nazarında zayıf mü'minden daha sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir hayır vardır. Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah'tan yardım dile, acz izhar etme. Bir musibet başına gelirse: "Eğer şöyle yapsaydım bu başıma gelmezdi!" deme. "Allah takdir etmiştir. Onun dilediği olur!" de! Zira "eğer" kelimesi şeytan işine kapı açar."
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Kader, ölçme-biçme, biçime koyma ve şekillendirme demektir. Arapçada fiil şekliyle ‘Ka de ra’ dediğimiz zaman, ‘takdir etme, belli hisselere ayırma ve herkese bir pay çıkarma’ ma’nâlarını anlarız. ‘Tef’il babında ise, ‘Kad de ra,’ ‘hükmetti, kazada bulundu, hükmünü geçerli kıldı’ ma’nâsınadır. O halde kader, “Mâ yükaddirullahü mine’l-kadâ ve yahkümü bih”, yani “Allah’ın kazâdan takdir ettiği ve hükmettiği şey” demektir.
Mevzûyu derinlemesine ele almadan önce, kaderle alâkalı bazı ayetleri mealen vermede fayda mülâhaza ediyoruz:
“Gayb’ın anahtarları, O’nun yanındadır, onları ancak O bilir. (O) karada ve denizde olan herşeyi bilir. Düşen bir yaprak -ki, mutlaka O’nu bilir,- yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab’da olmasın.” (En’am, 6/59)
“Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab’da bulunmasın.” (Neml, 27/75)
“Şüphesiz Biz, ölüleri diriltiriz ve önden gönderdikleri ve arkada bıraktıklarını yazarız. Zaten Biz, herşeyi apaçık bir kütüğe kaydetmişizdir.” (Yasin, 36/12).
“(Eş şani yüce Nebî!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitab, Levh-ı Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’an’dır.”(Büruc/85:21-22)
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azab sözü ne zamandır?” derler. De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk/67:25-26)
Kazâ ile Kader, bir ma’nâda aynı, diğer ma’nâda ise kader, Allah’ın takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyin edâ edilmesi ve hükmün yerine getirilmesi demektir.
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hal ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen -esasen kendisi için geçmiş, hal ve gelecek diye zaman dilimleri bahis mevzuu olmayan- Cenâb-ı Hakk’ın, mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla ‘normo âlem’ insana kadar en küçükten en büyüğe bütün kâinatı, ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, plân ve projeleriyle kesip biçmesi, tayin, tesbit, tasnif ve takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irâde, meşîet, kudret plânına geçirmesi ve haricî vücut meşherlerinde, halk âleminde göstermesi için, hemen her şeyi, daha olmadan evvel ‘mübîn’ bir Kitap’ta tesbit ve takdir etmesidir.
Evet ‘Kitab-ı mübîn’, henüz zuhur silsilesinde yerini almaya başlayan eşyayı, Levh-i Mahv ve İsbat’ta ve Levh-i Mahfuz’un istinsahları halinde Allah’ın mükerrem meleklerinin yazması demektir.
Ve yine Kader, insanın kesbiyle Allah (cc)’ın yaratmasının mukareneti ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübaşeret edip, irâdesiyle o işin içinde bulunduğunda Allah (cc) dilerse o işi yaratır. İşte kader, bu iki ana hususu ezelî ve sonsuz ilmiyle olmadan evvel bilen Allah (cc)’ın, yine olmadan evvel tesbit buyurmasıdır.
Kader, insanın kesb ve irâdesi hesaba katılmadan düşünülemez.
Kâinatta kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir. “Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir. O’nun yanında herşey bir mikdar iledir.” (Ra’d, 13/8) “Arzı da yaydık; oraya sağlam dağlar attık ve orada ölçülü mütenasip şeyler bitirdik.” (Hicr, 15/19) “Göğü yükseltti ve mîzânı koydu.” (Rahman, 55/7).
Kâinatta öyle şamil ve geniş dairede bir kader hâkimdir ki, onun dışında hiç bir şey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (cc), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldızların ve galaksilerin doğuşlarına kadar her şeyde muhît ilmiyle öyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünden bugüne dünyânın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, binler eserleriyle bu nizam, bu âhenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Bir kısım Marksistlerin bile, ‘determinizm’ gibi değişik ad ve ünvanlar altında kabul ettikleri umûmi disiplinler, dost-düşman, inanmış-inanmamış herkesin kâinatta bir plân ve kaderin bulundu- nu kabul etmesi bakımından çok önemlidir. Marksistlerin anladığı ma’nâda bir determinizm, bizim için hiçbir zaman sözkonusu değildir. Biz sadece, farklı bir ma’nâda dahi olsa, mes’eleye kader açısından temas etmek istedik. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizme taraftar görünür ve son dönem batı düşüncesinde, meselâ Historisizm’de olduğu gibi, bu determinizmi toplum hayatına da teşmil ederler ama biz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ‘belki’lerle ifade ederiz. İşte biz de bu ölçüler içinde, insan irâdesinin de dahil olduğu her şeyde küllî bir kaderin hâkim olduğuna inanırız. Evet, nasıl ki bir saat veya bir bina yaparken önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmalarında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeklin takdiratını yaparız; öyle de, şu baş döndürücü sistemlerin ve şu atomlar âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerinde biribirleriyle olan münasebetlerinin belli bir bir plân ve program haricinde olması düşünülebilir mi? Bir saat gibi bozulmadan, en ufak bir çarpma ve çarpışma olmadan idâre edilip giden şu madde âlemindeki nizam ve dengenin binde biri kadar bir sistem veya sistemler dev bilgisayarlarla bile yürütülemezken, başdöndürücü büyüklüğü ve ihtişamıyla şu koca kâinatları plansız, programsız, düşünmeye imkân var mıdır?
Çekirdek ve tohumlar, kader yüklü sandukçalardır. İlerde geçireceği her bir safhasıyla ağacın bütün hayatı, çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı îtibâriyle birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek, toprağa düştüğünde, çeşit çeşit çiçekler, binbir türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde tüllenir ve seyreden gözlere arz-ı endam eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, değil bunca çiçek ve bitkiye, tek bir ağaca bile böyle bir elbise dikemiyecektir. Oysa yüzbinlerce ağaç, belki yüzbinlerce yıldır, hiç bir ölçü, kesim ve dikiş hatası yapılmadan, adeta ısmarlama dikilmiş elbiseleri birbiri ardınca giyip çıkarmaktadır. Acaba bunu yapan gerçekten kendileri midir, yoksa onlara o kalıbı, o şekli, o kaderi veren bir yüce takdir edici midir..?
Belli bir kader ve programa tâbi olduğundan dolayı bir sperm asla yalan söylemez; kromozomların dili, RNA ve DNA’nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağız, dil, dudak, göz, kaş, kulak, sîma, duygu ve kabiliyetler gibi pek çok safhalardan geçip “İnsan olacağım” der ve olur.
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu az da olsa bellidir. Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, atomlardan galaksilere kadar kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır; evet, herşey önce Levh-i Mahfuz’da tayin ve tesbit edilmiştir...
KAZÂ VE KADERİN MERTEBELERİ
A) İlm-i İlâhî açısından kaza ve kader:
İlm-i İlâhî açısından kazâ ve kader, kıyamete kadar zuhûr edecek bütün eşyâ ve hâdiselerin plân ve programlarının Allah tarafından tesbiti ve bunlara ilmî bir vücut giydirilmesidir. Kâinat yaratılmadan önce, hadisin beyanıyla, “Allah vardı ve başka hiç bir şey mevcut değildi.” Bu kevn ü fesad daha yaratılmadan, Allah muhît ve sonsuz ilmiyle her şeyi tesbit etti. Bu, her şeyin Allah’ın ilminde tesbit ve takdiriydi (Hicr, 15/21).
Allah (cc), akla gelen her şeyin verâsının verâsının verâsındadır ve O, hiç bir şekilde kullarına benzemez. Fakat, İlm-i İlâhî açısından kaza ve kaderi açıklamak için -hata olmasın- belki şöyle bir misal verebiliriz:
İnsan yapacağı bir şeyi önce zihninde kurar, tahayyül ve tasavvur eder; sonra plân, tasarı ve proje safhası gelir ve böylece ona safha safha mahiyet ve keyfiyet kazandırır. İşte bu, o insanın yapıp, madde âleminde ortaya koyacağı şeyin bir bakıma ilmî vücududur.
B) Kitabet açısından kazâ ve kader:
İlim plânında tesbiti yapılan plân ve projeler mübîn bir Kitap’ta yazılır: “O şerefli Kur’ân da Levh-i Mahfuz’dadır.” (Büruc, 85/22). Kur’ân’da buna, aralarında ufak bir fark olmakla birlikte, İmam-ı Mübîn (Yasin, 36/12) ve Kitab-ı Mübin (En’âm, 6/59) gibi adlar verilir ve başımıza gelecek herşeyin önceden bu Kitap’ta kaydedilmiş olduğu (Tevbe, 9/51) ve Kitap’ta yazılmadık hiç bir şeyin bırakılmadığı anlatılır (En’âm, 6/38). Bu esas kitaptır ve kendinde yazılı olan şeylerde hiç bir değişme olmaz. İlm-i İlâhî’nin mahlûkata müteallik bir ünvanı olan Levh-i Mahfuz, tabir caizse, asıl kütük ve orijinal ana kitap gibidir (Ra’d, 13/39). Bu kitap esas alınarak, sanki istinsahlar yapılmakta ve başka levhalara, defter ve kitaplara yansıtmalar olmakta, misaller çıkarılmaktadır.
Allah’ın (cc) bir de Levh-i Mahv ve İsbat isimli kitabı vardır ki, (Ra’d, 13/39) yazıp silmeler ve değiştirmeler bu kitapta cereyan eder.
Kitabet, İstinsah ve Çeşitleri:
Allah’ın (cc) çeşitli devrelerde değişik kitabeti vardır. Ana Kitap’tan alınan nüshaların levhaları, sayfaları, fihristleri kopyeler halinde küçük defterlerde istinsahı edilir. Teşbihte hata olmasın, meselâ nüfus dairesi’nde ana kütük bulunur; bu kütükten her bir insan için cebine koysun veya boynuna assın diye örnek bir nüsha çıkartılır. Bunun gibi, her insanın hayatı boyunca yapıp edeceği herşey Ana Kitap’ tan istinsah edilerek boynuna asılır.
İstinsah, her bir insanın hayatında yapıp edeceği şeylerin melekler tarafından Ana Kitap’tan alınıp benzerinin yazılması demektir. Bu mevzuda Kur’ân’da, “Şüphesiz Biz, yapageldiklerinizi kayd ediyorduk” (Casiye, 45/29) buyurulmaktadır.
İnsanların boyunlarına takılan kitapla, Kirâmen Kâtibin meleklerinin yazdıkları kitap arasında fark yoktur. Levh-i Mahfuz’daki Ana Kitab’ın bir nüshası olan insanın boynundaki bu kitabın (İsra, 17/13) veya nüshanın haricî bir vücudu ve hüviyeti olmayıp, sadece görülmeyen ilmî bir vücudu vardır. Dünyâ hayatında insan irâdesi devreye girer ve onun dışta ağırlığı ve hüviyeti olan davranışlarını bir kitap halinde yazarlar. Bu şekilde, insanın ileriye gönderdiği de, geride bıraktığı da hiç bırakılmadan bir bir yazılır. (Yasin, 36/12) İşte bu iki kitap birbiriyle karşılaştırıldığında, aralarında hiç bir tenakuz olmayıp, tam bir denklik ve benzerlik bulunduğu görülür. Melekler, “Bizim yazdıklarımız bunlar ya Rabbi” diyecek olsalar, Cenâb-ı Allah da “Ben de şunları yazmıştım” diye karşılık verecek; Ramazan’da hafızların okudukları Kur’ân ile takip edenlerin aynı şeyleri görmesi gibi, Allah’ın (cc) Levh-i Mahfuz’dan yazdığı ilmî vücudu olan kitapla, meleklerin insanın davranışlarını kaydettikleri ‘fiilî’ kitap arasındaki mutabakat müşahede olunacaktır. Bu da, insanın sergüzeşt-i hayatına aid her şeyin önceden Levh-i Mahfuz’da tesbit edilmiş olduğunu göstermektedir. Fakat, kader mevzuunun şu önemli noktası çok iyi kavranmalıdır: İnsan, Levh-i Mahfuz’da önceden tesbit edilip yazıldığı için öyle davranmaz; bilakis, dünyâ hayatında irâdesini kullanarak neler yapacağı önceden bilinir ve yazılır. Bunu, net ifâdelerle bir kaç cümle halinde ifade edecek olursak:
Allah (cc), sonsuz ilmiyle insanın ne yapacağını önceden bilip Levh-i Mahfuz’da yazmış ve bir nüshasını da onun boynuna asmıştır.
İnsan, bu nüshada yazılanları irâdesiyle işler.
Allah (cc), insanın işlediklerini yaratır.
Melekler de, insanın işlediklerini birbir kaydederler.
Melekler kaydeder, çünkü insanın lafzî, fiilî, iradî davranışlarıyla yazdırdığı kitabı veya çevirdiği hayat filmi öbür âlemde önüne açılıp, kendisine “Oku kitabını!” (İsra, 14/14) denilecek ve insan kendi çevirdiği hayat filmini kendi seyredip, itiraza imkân ve mahal bulamayacaktır.
Vicdanda Kitabet: Ruhlar Alemi’nde veya Misâl Alemi’nde ya da Zerreler Alemi’ndeyken bizden söz almak suretiyle Rabbimiz tarafından yazılan bu kitabın görülmez yazılarını vicdanımızda âdeta rûhun gözleriyle görür ve hissederiz. Daha sperm ve zerreler âlemine intikal etmeden evvel bütün zerrelerimize kumanda eden ruhun kendi âleminde kendi kulağı ile duyup, kendi diliyle cevabını verdiği vicdanlara kaydedilen bu kitabet, (Araf, 7/172) “Elestü birabbiküm?” - “Kalû Belâ” âleminde icra edilen kitabettir.
Cenin için Kitabet: İnsan ana rahmine düştüğü an melekler tarafından ayrı bir kitabet ve istinsah yapılır. Melekler, büyük kitap Levh-i Mafhuz’dan onun hissesine düşeni, “saîd mi, şakî mi olacağını vb.!” yazarlar (Buhari, Müslim).
C) Meşiet Açısından Kaza ve Kader:
Meşiet, Allah’ın (cc) isteme ve dilemesinin eşyaya taalluk etmesi ve taalluk ettiği zaman da eşyanın olur hale gelmesi demektir. Yukarıda ele aldığımız ilk iki mes’elede Allah’ın (cc) her şeyi ilmî plânda tesbiti ve çeşitli şekillerde yazması meşietle olduğu gibi, bundan sonraki ‘halk-yaratma’ işi de, dilemesi, yani meşietinin taallûkuyla olur.
Kur’ân’da ve kâinat’ta ‘meişet’i çok açık şekilde görür ve hissederiz. Kur’ân’da en çok geçen kelimelerden biri ‘şâe’ (56 defa) ve muzari şekliyle ‘Yeşâü’dür (116 defa). (Bk. Mu’cemü’l-Müfehres). Bu kelimelerle ifâde edilen ‘doğrudan dileme’ olduğu gibi, yaratılışa aid bütün safhaların da, O’nun meşieti neticesinde tezahür ettiği gayet vâzıh bir biçimde beyan edilir. İlerde yapmak istediğimiz bir iş için kullanmamız gereken (Kehf,18/18) ‘İnşâallah’ ibaresi de, “Allah dilerse” demektir.
Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, Kur’ân’da ‘meşiet’le ilgili olarak geçen âyetlerin sayısı pek çoktur; meselâ:
“Dilediğini yapandır” (Bürûc, 85/16). “Yerlerin, göklerin mülkü ve aralarında bulunan her şey Allah’a aittir; O, dilediğini yaratır (Maide, 5/17). “De ki: Ey mülkün sahibi Allahım, Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin” (A. İmran, 3/26). “Dilediğine azab eder, dilediğine merhamet eder” (Ankebut, 29/21). “O dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir” (Nahl, 16/93),“Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30, Tekvir, 81/29).
Görüldüğü gibi meşiet, insan hayatını çepeçevre kuşatmakta ve hayatın bütün cephe ve safhalarında kendini hissettirmektedir. Ayrıca, bütün peygamberlerin beyanlarında ve Kur’ân’ın ifâdelerinde müşahede edilen de hep aynı hakikattır. Kâinat kitabında okuduğumuz ifadeler ve her bir insanın âfâk ve enfüste, yani kâinatta ve kendi nefsinde bulduğu ma’nâlar da bundan farklı değildir. Aşağıda ele alacağımız üzere, nasıl güneşin doğup batmasına müdahele edemiyorsak, aynı şekilde kalb atışlarımıza, göz kapaklarımızın hareketlerine de müdahele edememekteyiz. Birinci bölümde ele aldığımız imkân, hudûs, intizam, hikmet, gaye ve san’at delilleri, hep omuz omuza verip, bize aynı Meşiet ve İrâde’yi göstermektedir.
Allah’ın (cc) meşiet ve irâdesi, varda da vardır, yokta da; yani, Allah (cc)’ın yok olmasını dilediği yok, var olmasını dilediği de var olur. (Yasin/ 36:82). İmkân delilinde anlatıldığı gibi, âlemin ve eşyanın varlığı ile yokluğu müsavi olup, olanların olmasını, olmayanların da olmamasını tercih eden yine Allah’ın (cc) Meşieti, İradesi ve Kudretidir.
D) Halk-yaratılış açısından kaza ve kader:
İlerde yapacağımız şeyleri önceden bilir ve kafamızda tasarlarız. İkinci safhada, bu tasarılardan plân ve projeler yaparız; yani, kafadaki bu tasarıları kağıda döker, bir mühendis gibi yazar-çizer ve eğer arzu edersek, bu asıl nüshayı çoğaltabildiğimiz kadar çoğaltırız. Üçüncü safhada bu plân ve projeleri eşya halinde şekillendirmek, meselâ, bir bina veya bir başka şey yapmak isteriz. Bunu yapmadığımız takdirde ilim plânındaki tasavvurlarımıza dış elbise giydirememiş oluruz. Dördüncü safhada ise, bildiklerimizi pratiğe döker, taşıyla-tuğlasıyla, demiriyle, çimentosuyla, duvarları ve çatısıyla bir bina kuruveririz. Allah (cc)’ın yaratması bunların hiç birine benzemez ve akla gelen her şeyin verâsındadır ama, yine de O’nun (cc) ilminde her şeyin bir tasarısı ve plânı vardır ve O, bunları Levh-i Mahfuz’da tesbit buyurmuştur. Sonra, zamanın akışında yeri geldikçe bunları Kudret ve Meşieti’nin taâllukuyla İlim’den, Kudrete, ademden saha-yı vücuda çıkarır; yok iken var eder ve Ana Kitap’taki durumlarına göre, ilmî takdirden fiilen yaratma safhasına geçirir.
Bu itibarla, geçmişe uzanan zaman dilimlerinde yaratılmış bütün eşya ve hâdiseler için, “Demek ki, Levh-i Mahfuz’da böyle takdir edilmiş ve bu takdire göre de yaratılmış” deriz. Buna karşılık, göz, hayâl, düşünce ve ruhumuzun uzanamadığı, malûmatımızın ulaşıp aşamadığı zamanın gelecek dilimleri için de yine, “Levh-i Mahfuz’da nasıl takdir edilip yazılmışsa, öyle yaratılacak” veya “nasıl yaratılacaksa, Levh-i Mahfuz’da o şekilde takdir edilip yazılmıştır” deriz.
Bu noktada her müslümanın, hattâ her insanın diyeceği şudur: “Şimdiye kadar ne söylemiş, ne yapmış ve nasıl davranmışsam, hepsi de Allah’ın ilminde ve Ana Kitap’ta aynıyla mevcuttu. Gelecekte söyleyeceğim ve yapacağım her şey -ben bilmesem de- yine Ana Kitap’ta kayıtlıdır. İrâdemle ne yapacaksam, Allah (cc) sonsuz ilmiyle, geçmişimde ve geleceğimde hepsini bildiğinden “İrâdesiyle şunu şunu şöyle yapacak” diye yazmış bulunmaktadır. Ben bu yazının dışına çıkamam; fakat, onun orada o şekilde yazılmış olması beni zorlamaz; çünkü ben yaptığımı irâdemle yapıyorum ve Allah (cc) da zaten irâdemle yapacağımı ilm-î ezelîsiyle bilip yazmıştır”.
Buna göre ortaya iki tür kader, yaratma ve emretme çıkmaktadır:
1. İnsan iradesinin hiç bir tesir ve fonksiyonunun olmadığı, kâinattaki umumî kader ve yaratma (Emr-i kevnî ve cebrî hilkat) ki bu, Allah’a (cc) aittir. Allah mülkün sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder; Fâili Muhtar’dır, neyi isterse onu işler (A. İmran, 3/40) ve kimse O’na hesap soramaz (Hud, 11/107).
Fakat Allah, mutlak ma’nâda Âdil ve Hâkimdir. Kullar kendilerine zulmeder de, Allah onlara hiç bir şekilde zulmetmez (Nisa/4:40; Yunus, 10/44; Kehf, 18/49).
Allah (cc)’ın bu şekilde, irâdemiz ve müdahelemiz dışında kâinattaki emir ve yaratmasında pek çok hikmetler, bu cebrî yaratılışta pek çok gâye, ma’nâ ve faydalar vardır. Dünyânın dönmesi elimizde değildir ama, bütünüyle lehimizedir. Güneşe, “ışık gönderme” desek bile o, yine de gönderecektir; fakat biz, onun ısı ve ışığı karşısında kendisine ne yakıt gönderiyor, ne ödemede bulunuyor, ne de vergi veriyoruz. Yani güneş, hiç karşılıksız ve tamamen lehimize çalışmaktadır. İçtiklerimizin posasını, başka bir elin mahkûmu olarak böbreklerden süzüp dışarı atıyoruz; aleyhimize mi bu? Bize hiç karşılıksız verilen 24 altın kıymetindeki 24 saatimizden sadece bir kaçını o altınları verene veriyor, ama karşılığında dünyada melekleri imrendirecek faziletlerle mücehhez bir karakter ve Ahiret’te ebedî Cennet köşkleri alıyoruz. Ne kadar büyük lütuf! Gül sîmalar arasında reftare gezdiriliyor, 20’nci asrın tufanları arasında hilâl çehrelilerle saadet semasının yıldızlarının peşisıra koşturuluyoruz. Ne de güzel bir kader!
2. İnsan irâdesinin nazara alınıp hesaba katıldığı emirler ve yaratma (Emr-i Şer’î ve Dinî): Namaz, oruç, Allah yolunda mücahede ve fuhşa girmeme gibi.
Meşiet ve halk, her iki kader ve emre de taalluk eder; yani Allah, irâdemiz dışında kâinatta cereyan eden hâdiseleri yaratmayı da, insanların irâdeleri nazara alınarak emrettiği hâdiseleri, bizzat insanların işlemeleri neticesinde yaratmayı da meşietiyle ister ve yaratır. Şu kadar ki, bu ikinci şıkta yarattığı bazı fiillerden hoşnut olurken, bazılarından hoşnut olmaz. Meselâ, namazı emreder, yaratmayı diler ve kul irâdesiyle devreye girince hoşnut olarak yaratır. Fakat, küfür ve günahı sevmez; ama insan irâdesiyle o yöne yönelince de, meşieti onlara taallûk eder ve yaratır, fakat hoşnut değildir. Bunun gibi, sözgelimi Allah (cc) fesat ve zulmü sevmez (Bakara, 2/205; A. İmran, 3/22-57); fakat insan, irâdesiyle bunlara yönelip yapmaya koyulunca da, hoşnut olmamakla beraber bunları da yaratabilir. Dolayısıyle, hayrın yanında -zâhiren veya hakikaten- şer görülen şeyleri de yaratan O’dur.
Evet, bizzat gördüğümüz ve âyetlerden de anladığımız gibi, Allah (cc) herşeyin yaratıcısıdır. Ama O, kendimizi dört-bir yandan tam bir cebrîlik ve zorlamayla sarılmış da hissetmiyelim, sebeplerin ve irâdemiz dışında cereyan eden kanun ve hâdiselerin tazyik ve hücumu karşısında boğulmayalım ve irademizi hissedelim diye bize bir menfez, bir açık pencre de bırakmış ve bizi elimiz-kolumuz bağlı, ümitsiz ve mazlum olarak şu âleme fırlatıp atmamıştır. Ve, düğmesine basınca dört bir yanımızı aydınlatacak bir ümit feneri veya bizi karanlıklardan aydınlığa, seradan süreyyaya çıkaracak asansörün düğmesi ya da koca fabrikaları çalıştıran, çarkları çevirecek ve avizeleri yakacak bir hareket düğmesi olarak bize bahşettiği bu menfez veya açık pencerenin adı, cüz’î irâdedir.
İLM-İ İLÂHÎ VE KADER’LE MÜNASEBETİ:
Allah (cc), o sonsuz ilmiyle geçmişi, hâzır zamanı ve geleceği bir nokta gibi bilir.
İrâde ve kader münasebetlerini daha iyi kavrayabilmek maksadıyla, her şeye nigehbân bulunan Allah (cc)’ın sonsuz ilmini biraz olsun anlayabilme yolunda bazı âyetlerin meallerine bir göz atıp, bir kaç misâl verelim:
“Allah, yaptıkları her şeyi bilendir” (Nur, 24/41). “Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki hakkınızda o bir hayırdır. Ve olur ki birşeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216). “Yerde ve göklerde olan her şeyi bilir” (A. İmran, 3/29). “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) Onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır” (Hûd, 11/6). “Allah, onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir; onlar ise O’nu ilmen ihata edemez” (Ta-Ha, 20/110). “Allah, insana bilmediklerini öğretti” (Alak, 96/5). “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olan herşeyi bilir” (En’am, 6/59). “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi” (Kehf, 18/110).
Bunlar, Kâinat kitabının da dile getirdiği aynı hakikatlardan başkası değildir. Kâinat’ta en büyük âlemlerden en küçük âlem olan atomlara kadar herşeyde hassas bir matematik denge ve ölçünün hâkim oluşu sonsuz bir ilmi gösterdiği gibi, ilmin hemen her dalında yazılan binlerce kitap da aynı hakikata parmak basmaktadır. Daha düne kadar Tıb sahasında vücudun bütün anatomisi için bir kitap yazılabilirken, bugün göz, karaciğer, kalb, kısaca bütün uzuvlar ve hattâ hücreler için ayrı ayrı kitaplar te’lif ve üniversitelerde ayrı ayrı dallar, bölümler, kürsüler teşkil edilmektedir. Daha binlerce yıl denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ve gerek Kur’ân, gerekse kâinat kitabı için kütüphaneler dolusu eserler verilse, kalem de bitecek mürekkep de ama, anlatılanlar, bir kuşun gagasına okyanustan bulaşan su damlası kadar ya olacak, ya da olmayacaktır.
Aynaya bakarken, sîmanızın hayatınız boyunca tanıdığınız sîmalardan hiç birine benzemediğini bilmem düşündünüz mü? Ya parmak izlerinizi ve hattâ göz yapılarınızı?.. Kimbilir, ilerde tesbit edilecek daha nelerinizin başka bir insanınkine benzemediğini görüp görüp hayretlere düşeceksiniz.. Evet, dikkatle tetkik ettiğinizde, ağaçlarda ve yapraklarda bile ciddî bir farklılık müşahede edersiniz. Kar taneciklerini özel âletlerle büyütmek suretiyle tetkik eden ilim adamları, hiç bir kar kristalciğinin bir diğerine su molekülü sayısı ve model olarak benzemediğini ortaya koymuş bulunmaktadırlar.
Ne demektir bütün bunlar? Herhangi bir sîma veya parmak izini önceki, o anda hayatta olan ve gelecekteki bütün insan sîmalarından farklı olarak meydana getirebilmek için milyarlarca insanı sîmaları ve parmak yapılarıyla bilen, karıştırmayan, unutmayan muhît bir ilim sahibinin varlığı gerektir. Nasıl biz, arkadaşlarımızın sîmalarını Levh-i Mahfuz’un pek küçük bir misali olan hafızalarımızda yazıyor ve arkadaşlarımızı gördüğümüzde sîmalarıyla tanıyıp ayırt ediyoruz, -teşbihte hata olmasın- Allah (cc)’da gelecek milyarlarca insanın sîmasını ve parmak yapılarını sonsuz ilmiyle bilip, çok öncelerden Kader Kitabı’na yazmış bulunmaktadır. Hafızamızda yerleşmiş bulunan tarihçe-i hayatımız, yazılmışın yaşanmışından ibaret olduğu gibi, zaman geçtikçe ortaya çıkan sîmalar ve parmaklar da, aynı şekilde yazılmışın yaratılmasından ibârettir.
Allah (cc), sonsuz ve her şeyi kuşatan ilmiyle bütün geçmiş ve geleceği bir nokta gibi bilir ve görür. Her şeyi, manzar-ı âlâ’dan, -tabir caizse- bir zirve noktadan adeta bir nokta içinde bilip tesbit buyurur. Diyelim ki, dağda bir ağaç altında kitap okuyorsunuz ve o anda zamanın ve mekânın kayıtları içindesiniz, fakat ruh bahsinde temas edildiği gibi, birden madde buudlarından sıyrılıp yükselmeye başladınız ve dağın en yüksek noktasına ulaştınız. İşte, bu tepe noktada mahrûtî (konik) bir bakış açısı kazanıp, dağın önünü de arkasını da görürsünüz. Bunun gibi, Rabbimiz de -hertürlü maddî ölçü ve izahın ötesinde- geçmişi ve geleceği bütün sebeb ve neticeleriyle, yaptığımız, yapacağımız her davranışımızı -irâdemiz de dahil olmak üzere- muhit ve sonsuz ilmiyle çok önceden görüp bildiğinden tesbit ve takdir buyuruyor, biz de, zamanı gelince irâdemizle onu yapıyoruz.
Hep biliriz, her yıl, 365 günlük namaz vakitlerinin dakikası dakikasına önceden bilinip kaydedildiği takvimler basılır. Takvimlerdeki vakit cetveline göre zamanı gelince ezan okunur, biz de irâdemizle Hakk’ın divanında el bağlayıp, namazımızı kılarız. Bu da, gelecekte yapacağımız ibadetlerin bir bakıma vakit be vakit önceden bilinip, tesbit ve takdir edilmiş olmasının neticesi değil midir?
KADER-İRADE MÜNASEBETİNDE ORTA YOL
Kader mevzuunda zihinleri en fazla meşgul eden husus, kaderle insan irâdesinin tevfiki mes‘elesidir. Bir yanda, kaderi tenkide varan, zorlayıcı, bağlayıcı ve insanı bir kurban ve mahkûm durumuna düşürücü kader anlayışı, öte yanda, kaderi de, yaratmayı da tamamen insana veren kıt anlayış.. bu her iki anlayış da, bulundukları uç noktalarda kaderin ve irâdenin hakkını vermekten çok uzaktırlar. (Cebriye ve Mu’tezile). Halbuki kader adına gerçek, bu ikisinin tam ortasındadır. Yani, yukarıda izahına çalıştığımız gibi, hem bütün kâinatta ve insan hayatında kaderin hâkimiyeti bahis mevzûudur; hem de insan meyil, niyet, düşünme, muhakeme, mukayese, tercih ve karar verme adına cüz’î bir irâdeye sahiptir. Öyleyse, mes’ele terazinin iki kefesi gibi ele alınmalı ve denge sağlanmalıdır.
Kur’ân, peş peşe iki âyette, iki makamı birden cem etmek suretiyle mes’eleyi halletmektedir. Tekvir suresi 27 ve 28. nci âyetlerde “O (Kur’ân) alemlere ancak bir öğüttür.. sizden istikamet üzere olmayı dileyen için” buyrulurken, hemen arkadan gelen 29.ncu âyette ise, “Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” denilerek, her şeyi dileyenin de yine Allah (cc) olduğu, fakat bu meşietin, insana da bir meyil ve isteme hakkı verilmesine aykırı bulunmadığı ifâde edilmektedir. Bir başka âyette, “Allah, sizi ve bütün yaptıklarınızı yaratandır” (Saffat, 37/96) buyrularak, yaratma ve var etmenin tamamen Allah (cc)’a aid olduğu beyan edilmekte, daha başka âyetlerde ise, “İnsana çalıştığından başkası yoktur..! Allah yolunda mücahede edin.! Cennet’e koşun.! Allah’tan vesile isteyin.! okuyun, yazın, düşünün!” şeklindeki beyan ve teşviklerle, insanın kader karşısında eli-kolu bağlı bir mahkum olmadığı ve âdi bir şart olarak irâdenin kullanılması gerektiği belirtilmektedir. Bazı âyetlerde bu, daha da vazıhtır: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım” (Bakara, 2/40). “Siz Allah’ın (Dini’ne) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” (Muhammed, 47/7).“Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez” (Ra’d, 13/11). Öyleyse, ‘mutlak cebir’ cemâdat, nebâtat ve hayvânat, kısaca irâde sahibi olmayan varlıklar için olup, insanlar ve cinler için ise, ‘şartlı cebir’ vardır. Şu kadar ki, cüz’î irâde ve neticelerini yaratmak; bütünüyle Allah (cc) tarafından önceden yazılıp çizilmiş ve Kader Kitabı’nda harfi harfine tesbit edilmiştir.
a) Allah (cc), irâdemizle nasıl davranacağımızı önceden bildiği için kaderimizi öyle yazmıştır:
Önceden izah edildiği gibi, kader insanı belli bir istikamette davranmaya zorlamaz; bilakis, kulun neyi nasıl yapacağı önceden Allah (cc) tarafından bilindiği için, kaderi de öyle tesbit edilir. Yani, kader ilim nev’inden olup, irâde ve kudret nev’inden değildir; ilim ise malûma tâbîdir. Ancak, Allah'ın ilmi için tâbî demek doğru da olmayabilir.
Kaderin ilim nev’inden olması demek, herşeyin Allah (cc)’ın ilminde kesilip biçilmesi ve tayin, tesbit ve sonra da bir plân ve proje haline getirilmesi demektir. Bilmek ayrı, bilineni yapmak, yani dış âlemde tezahür ettirmek ayrıdır. Zihnimizde ne kadar plân, proje çizersek çizelim, bunlar hiç bir zaman, meselâ bir fabrika veya bir ev olmayacaktır. İlmin malûma tabi olması da, bir tasarı veya plânın dışta, yani pratikte alacağı şekle bağlı olması demektir. -Lâ teşbih vela temsîl- Allah (cc)’ın ilminin bir ünvanı olan kader de, böyle bir plân ve proje gibidir ki, bu plân veya proje pratikte insanın irâdesiyle yapacağı fiillerle şekil ve hüviyete ulaşır. Bu, kâğıt üzerinde görülmeyen yazıların, o kâğıda kudret ve irâde eczasının sürülmesiyle vücut bulması gibidir. İnsan, cüz’î irâdesiyle teşebbüsde bulununca, Allah (cc)’da, kağıttaki görünmez yazılara Kudret ve İrâdesiyle tecelli eder ve böylece kağıttaki yazılar dışta bir vücud ve şekil alır. Şu kadar ki, Allah (cc), insanın irâdesiyle neler yapacağını önceden bildiğinden, hepsini önceden tek tek defterine yazmış bulunmaktadır.
İzmir-Ankara arasında çalışan bir tren düşünün. Bu trenin hangi saatlerde hangi istasyonlarda olacağı dakikası dakikasına tesbit edilip, bir vakit cetveli halinde asılmıştır. Tren, bu vakit cetvelinde yazılı olan saatleri hiç şaşırmadan varacağı istasyonlara varır. Halbuki trenin hızı, üzerinde gideceği demiryolunun çeşitli hususiyetleri, trenin ne kadar yolcu veya yük alabileceği, yani taşıma kapasitesi, yol boyunca bulunan istasyonlar ve hattâ mevsimler ve hava durumu trenin seyahatına tesir eden faktörler olup, bütün bu faktörler de, vakit cetvelini hazırlayan ilgili büro tarafından bilinmektedir. Şimdi tren, vakit cetvelini hazırlayan büro yazdığı için mi belli saatlerde belli istasyonlara varmaktadır; yoksa, sözünü ettiğimiz bürodan bağımsız faktörlere göre mi trenin seyahatı düzenlenmiştir? İşte, irâdenin durumu da böyledir.. ve o, kaderin mutlak mahkûmiyeti altında değildir.
Güneş tutulması gibi astronomik hâdiseler önceden tesbit edilip takvimlere ve ilmî raporlara saati saatine, dakikası dakikasına kaydedilir. Şimdi, güneş ya da ay tutulması, takvimde yazıldığı veya ilim ehlince tesbit edildiği için mi o saatte ve o dakikada gerçekleşir; yoksa o saatin o dakikasında gerçekleşeceği için mi takvimlere yazılır veya ilim adamlarının raporlarına geçer? Güneş veya ay, takvimlerde yazıldığı için tutulmuyor, bilakis tutulacağı için takvimlere yazılıyor. İnsan, yaptığını Allah (cc) kaderinde yazdı diye yapmaz; insan yapacağı için Allah (cc) yazar. İnsanın irâdesini kullanarak yapacağı her şeyin kaderî olarak yazılması, irâdesini kullanmasına nasıl mâni değilse, insanın irâde sahibi olması da, yapacağı şeylerin önceden kader halinde yazılmasına aynı şekilde mani değildir.
b) İradenin hesaba katılmadığı tek yönlü bir kader, bahis mevzûu olamaz:
Kader mevzûunun nirengi ve can alıcı noktası diyebileceğimiz husus şudur: Allah (cc), sonsuz ilmiyle olacağı olmadan evvel bilip Kader Kitabı’nı yazarken, insanın kesbi veya o kesbi meydana getiren irâdesi bu yazının haricinde ve devre dışı bırakılmamıştır. İnsanın yaptığı şeydeki payı, kesb, yani düğmeye dokunmak, Allah (cc)’ın ise yaratmak, meydana getirmek, neticeyi hasıl etmekdir. İşte, bu ikisinin aynı zamanda beraberce tesbit edilip yazılmasına ‘Kader’ diyoruz.
Yan odada göremediğiniz, fakat ‘tik tak’ sesini duyduğunuz bir saat düşünün. Size, bu saatin çalışıp çalışmadığı sorulsa “evet, çalışıyor” diye cevap verirsiniz.. ve artık size “ bir bak bakayım, akrep ve yelkovanı da dönüyor mu?” denmez. Saatın çalışması, akrep ve yelkovan hareketi de içinde olmak üzere, bütün mekanizmanın devrede olması demektir; ya da tersinden bir deyişle, akrep ve yelkovanın durmadan dönüp saatleri göstermesi, saatin çalıştığına ve çarkın da döndüğüne delâlet eder. Aynen bunun gibi, kader varsa irâde de vardır veya irâdeyi ele almak istiyorsak, ancak kaderle birlikte ele alabiliriz.
Şu halde, insan kaderin önünde eli-kolu bağlı bir robot değildir. Yani insan, bir örümcek ağı gibi kaderin ağlarıyla sarılmış, elleri arkadan kelepçelenmiş, idam fermanı boynuna asılmış, soluk alamaz hale getirilmiş.. veya denize atılmış, sonra da kendisine, “sakın ıslanma!” denerek alaya alınmış zavallı bir mahkûm değildir. Evet, kader bu olmadığı gibi, insan da o kader rüzgârının önünde savrulup duran kuru bir yaprak değildir. İslâm’ın her mes’elesinde bir itidal ve istikamet vardır. Mesela, olur olmaz heryerde öfkelenme bir ‘ifrat’ ise, her söz ve davranış karşısında susma da bir ‘tefrit’tir. Hiç evlenmeyip, kadını adeta inkâr etme bir tefritse, önüne gelen her kadından istifade düşüncesi de ifrattır. Kapitali totemleştirme ‘ifrat’sa, bunun tam tersi, servete hayat hakkı vermeme de bir ‘tefrit’tir. İşte, kader mevzuunda her şeyi insana verme ve “İnsan kendi fiilini kendi yaratır” (İ’tizal) deme ifrat ise, bunun tam zıddı, “Kulun, kendi fiilinde hiç bir dahli ve fonksiyonu yoktur” deyip, insanı kader karşısında hiç bir uzvunu oynatamaz felçli duruma düşürmek de (Cebriyecilik) tefrittir. Bahsimiz boyu görüşlerine tercüman olmaya çalıştığımız Ehl-i Sünnet ise, “Kesb ve irâde kuldan, yaratma ise Allah (cc)’tandır” diyerek, bu mevzûda da hakikatı ve i’tidal yolunu ortaya koymuştur.
Hidayeti de dalâleti de, sevabı da günahı da yaratan Allah’tır (İbrahim, 14/4). Hidayet ve dalâlete, sevaba ve günaha sevketme ve bunları yaratma on tonluk bir yükse, bunların yaratılması tamamen Allah’a aid olup, kula düşen gramla ifâde edilebilecek bir miktar, ama neticesi büyük bir miktardır. İnsan câmi, mescid veya Allah evlerinden birine gelmek istek ve niyeti taşıyıp, o yönde bir tercih ve meyil ortaya koyduğunda, Allah (cc) da onu arzu ettiği o büyük ve mühim neticeye götürür. Bir sohbet dinlemesi, ya da temiz bir arkadaşın dizi dibinde Allah (cc) hakkında malumat edinmesi, hidâyete sevkine bir vesile olabilir; çünkü düğmeye dokunmuştur artık. Öte yandan, meyhaneye gitme niyeti içinde yolu veya meyli o yöne olan bir insanı da Allah (cc) dalâlete sevkedip, o yolda batırabilir, ama, dilerse batırmayabilir de. Allah (cc) ve Rasûlü (sav) hakkında sarfedilen çirkin bir söz, Allah (cc)’ın Mudill (dalâlete götüren) isminin tokmağına dokunmak olabilir ve niyetine göre ona cevap verilince de haksızlık yapılmış olmaz. Kısaca, hidâyet ve dalâlet yollarından birini tercih eden insan, tercih edip yöneldiği yolun encamına ve neticesine vardırılır; vardıran Allah (cc), varan ve varmaya meyleden kuldur.. ve amelinin cinsine göre de öbür âlemde ceza veya mükâfat görecektir.
c) Kader, sebeple müsebbebe bir bakar; irâdenin elinde bulunan malzeme ve vasıtalar da Kader Kitabı’nda yazılıdır:
Bir kaza, bir ölüm, kısaca üzücü bir hâdiseden sonra çok defa “Keşke oraya gitmeseydi, keşke tüfeği eline almasaydı; keşke bu kadar sürat yapmasaydı!” gibi sözler sarfederiz. Oysa, kaderde hâdiseyle birlikte, o hâdiseye yol açacak amiller ve insan irâdesi dahilinde bulunan sebeplerle, dahilinde bulunmayan sebepler birlikte yazılmış, yani, her hâdise, hayatın her ânı bütün yönleriyle ve teferruatıyla kaydedilmiştir.
Sözgelimi, bir insan, irâdesini kullanarak tüfekle bir başkasını öldürmüşse, bu hâdise Allah (cc)’ın ezelî ilminde vukuundan evvel görülüp bilinmiş ve ikisi birlikte kaydedilmiştir. “Tüfeği kullanan bu işi irâdesiyle yapacak, tetiği parmağıyla çekecek ve neticede diğeri ölecektir” diye önceden yazılmıştır. Öldürmede kullanılan veya ölüme sebep olan kurşunun atıldığı tüfeği ve parmağı oynatan sebebi ortadan kaldırınca, karşıdakinin ölümüyle ilgili takdir nasıl ve ölümüne sebep başka ne olabilirdi? Diyelim ki, “Trafik kazasında ölebilirdi.” O zaman da, onun ölümünün trafik kazasından olacağı yazılmıştır deriz. Bir başka sebep gösterilip, meselâ, hastalık dense, o zaman da, netice olan ölümün, hastalıkla beraber yazıldığını söyliyecektik...
d) Netice olarak, kader irâdeyi te’yid eder ve ikisi omuz omuzadır. Ne irâde kaderi, ne de kader irâdeyi nefyeder.
Mevzûyu net cümleler halinde ifâde edecek olursak:
1. Kâinat’ta İlâhî bir kader ve program hakim olup, insanda da bir irâde ve meyil vardır.
2. Allah (cc), sonsuz ilim sahibi olduğundan, geçmişi, hazır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir.
3. Allah (cc), gelecekte vukû bulacak bütün hâdiseleri muhtelif kitaplar halinde kaydeder ve yazar.
4. Biz yaptıklarımızı Allah (cc) öyle yazdı diye yapmayız; bilakis, Allah (cc) önceden irâdemizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar.
5. Allah (cc), kaderimizi yazarken irâdemizi dışta tutmaz ve onu nasıl sarfedeceğimizi hesaba katarak yazar.
6. Allah (cc), engin rahmetiyle bize lûtfettiklerinden ayrı olarak, irâde düğmemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de Cennetler va’d etmektedir. (Geniş Bilgi “Kader” ve “İnancın Gölgesinde 1” kitaplarında bulunabilir)
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
İYİLİK KÖTÜLÜK
İnsan kötülüğünden tamamen mes'uldür, iyiliklerinden iftihara hakkı yoktur. Kötülükler tahribat nev'indendir ve onu isteyen insandır. İyilikleri isteyen Allah'ın rahmeti, icad eden kudretidir.
Mesela, bir sultan, bir postacı ile, ücretini de ödeyerek, bir garibana sermaye gönderse... O postacı, o sermayeyi garibana ulaş-tırsa... İyilik sultana aittir. Adamın minneti ve teşekkürü sultana olmalıdır. Postacı, o para ile garibana eziyet etse, kötülük postacıdandır.
îrade, insanın mesuliyetini bilmesi için "Sen mesulsün!" der, kader, gururlanmaması için "Haddini bil, yapan sen değilsin!" diye ihtar eder ve insana dengeyi buldurur.
Şerrin yaratılması şer değil, şerrin kazanılması serdir. Allah'ın yaratmasında şer yoktur, şer kulun talep ve tahsilâtındadır.
Mesela, taneleri adedince faydalan olan yağmurda, bir adam ıslansa, "Yağmur rahmet değil." diyemez. Elini yakan adam ateş için, elini kesen adam bıçak için bunu söyleyemez. Yaratma ve icatta, küçük bir şer ile beraber büyük hayırlar vardır. Adamın kendi hatasından kaynaklanan küçük bir şer için büyük bir hayrı terk etmek, büyük şer olur.
Şeytanın yaratılması şer değil, ona maskara olunması serdir. Meleklere şeytanlar musallat olmazlar, fakat mertebeleri sabittir. İnsanı yükselten onun şeytanların telkinlerine açık olması ve iradesidir. (26.Söz 1.Mebhas)
KADER ADİLDİR
Kader-i İlahî, neticesi itibariyle çirkinlikten münezzeh olduğu gibi, sebep itibariyle de zulümden ve kusurdan münezzehtir. Çünkü kader hakikî sebebe bakıp adalet eder, insanlar dıştan gördüklerine baktıklarından aynı mevzuda zulme düşerler.
Mesela, kimsenin bilmediği bir cinayeti işlemiş olan adamı, hakim, hırsızlıktan ötürü mahkum etse... O adam, hırsız olmadığı halde, hakini haksız mahkum ettiği için zulmetmiş olur. Fakat, kader, o gizli katli için mahkum ettiğinden adalet etmiştir. (26.Söz 1.Mebhas)
DÜMENCİ
Büyük bir geminin dümeninde bulunan adam, dümeni terk ettiği için gemi batsa... Bütün tahribat, bir şey yapmaktan ötürü değil, bir şeyin terk edilmesindendir. O adam, gemideki bütün canlardan ve tahribattan mes'uldür. Onun gibi, cüz-i iradenin icada kabiliyeti olmamasına, terkten doğan bir vücudu bulunmasına rağmen, Allah (cc), insanı şiddetle uyarır ve mes'ul tutar. Çünkü, inkar ve isyan da, tahriptir, ademdir. (26.Söz l.Mebhas)
BİLME VE OLMA
Siz, bir adama Hasan deseniz, onun adı Hasan olmaz. Fakat onun adı Hasan ise, siz onu Hasan olarak bilirsiniz. Olma, bilmeye tabî değil, bilme olmaya tabidir.
Mesela siz, takviminize "Falan gün, falan vakitte güneş tutulacak.' diye yazsanız, siz öyle yazdığınız için güneş o vakitte tutulmaz. Öyle olacağını bildiğiniz için öyle yazarsınız. "İlim, maluma tabidir."
İnsanlar, Allah öyle yazdığı için bir şey yapmazlar. Allah, Öyle yapacağınızı sonsuz ilmi ile bildiği için öyle yazar. Yoksa, teklif ve tercih dairesi açıktır ve insan mahiyeti ve vicdanı buna şahittir.
İnsan, istikbale irade, geçmişe kader noktasından bakmalıdır. (26.Söz 2.Mebhas)
TERCİH MESELESİ
İnsan, bütün özellikleri aynı olan iki kalemden birini tercih edebilir. Birini diğerine tercih ettirecek bir sebep olmasa da, bu mümkündür.
Hayrı da, şerri de tercih edebilecek insan iradesine, birini diğerine tercihe mahkum edecek bir hususiyet konulmamıştır. İnsan, "Ne yapayım, ben şerri tercihe göre yaratılmışım, o adam hayrı." diyemez.
Tercih ettirici bir sebep olmadan tercih etmek, olmaz görünse de mümkündür.
TALEBİN GÜCÜ
Yürümeye takati olmayan bir çocuğu güçlü birisi omzuna alsa ve "Nereye gitmek istersin?" diyerek, gideceği yeri seçmekte onu serbest bıraksa... Gerekli uyanlarda bulunsa, bilgiler verse... Çocuk, dağa gitmek istese... Dağda üşütse veya düşse... Onu götürenin, "Sen istedin." diyerek onu cezalandırması elbette hakkıdır.
İnsan iradesi zayıftır. Fakat, Allah (c.c), yaratmaktaki büyük icraatta, o talebi bir şart olarak kabul ettiğinden, büyük faturasından insan mes'uldür. (26.Söz 2.Mebhas)
SEBEP NETİCE
Bir adam, tüfeğiyle birisini vursa... "Adamın Ölmesi mukaddermîş, küçücük iradesiyle kurşun atan adamın ne kabahati var." denilemez. Kader, sebeple neticeye birden bakar.
"Kaderinde varmış, atmasaydı da ölürdü veya atmasaydı ölmezdi." sözünün ikisi de yanlıştır. Vurdu ve öldü... Vurmasaydı... "Yok"a, olurdu, olmazdı diye hüküm bina edilmez.
"Biz ehl-i hak deriz ki: "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.' Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mutezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti." (26.Söz 2.Mebhas)
kadere îman lezzeti
İki adam, padişahın sarayına giderler. Biri padişahı bilmez. Saraydaki bütün hizmetçilerin, makinelerin, hayvanların idaresi kendi başına kaldı zanneder. Zahmetler ve ıstıraplar çeker. O cennet gibi bahçede cehennem azabı yaşar.
İkinci adam, padişahı tanır, kendini onun misafiri bilir. Bütün o saraydakilerin iplerinin padişahın elinde olduğuna, onun herkesi ve her şeyi müthiş bir kanun ve ahenkle idare ettiğine inanır. Bahçedeki bütün lezzetlerden istifade eder. Padişahın kurumlarının güzelliğini, merhametinin genişliğim hayret ve hayranlıkla seyreder. (26.Söz 3.Mebhas)
VEHMİ DAİRE
Bir ateşin süratle çevrilmesiyle oluştuğu zannedilen daire gibi; görünen şeylerde maddî ve manevî hatlar vardır. Nasıl maddî bir gaye, hedef ve nihaî nokta oluyorsa, öyle de manevî nihaî nokta ve gizli hikmetler olur. Her şeyin maddi yüzünde kudret-i Rabbani ustadır, kader mühendistir. Manevî yüzünden bakınca, kaderin çizdiği çizgilerin kudret eliyle şekillendirildiği görülür. (Mesnevi -Lasiyyemalar)
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
Bir ihtiyar, Hz. Ali'ye şunu sordu:
- Bizim Şam'a (Sıffîn Harbi'ne) yürümemiz, Allah'ın kaza ve kaderiyle miydi? Bunu bize söylemelisin!
Hz. Ali şu cevabı verdi:
- Bitkileri, çimenleri bitiren, mahlûkata can veren Allah aşkına derim ki, hangi yere ayak bassak ve hangi yere konsak, bu ancak Allah'ın kaza ve kaderiyle değil de nedir?
- Öyle ise bizim yorulmamız boşuna, bizim için mükâfat, ecir ve sevaba hak kazanmak yok gibi...
- Ey ihtiyar, siz giderken Allah size gidişiniz için büyük ecir verdi. Dönüşde de dönüşünüz için ecir verdi. Çünkü siz bunları yaparken zorla yaptırılmış, buna mecbur edilmiş değilsiniz. Bunları arzunuzla yaptınız.
-Bizi kaza ve kader sevketmedi mi?
- Yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş öyle olsaydı, sevab ve ıkâb bâtıl olurdu. Va'd ve vaîde, emir ve nehye lüzum kalmazdı. Günah işleyene Allah ıkâb etmez, iyilik sâhibini de övmezdi. İyilik yapan övülmeğe, kötülük yapandan lâyık olmazdı. Kötülük işleyen de yerilmeğe, iyilik yapandan daha müstehak sayılmazdı. Bu gibi saçma sözler, putlara tapanların, şeytanın ordularının, yalancı şahitlerin, doğruyu görmeyen körlerin sözleridir. Onlar, bu ümmetin Kaderiyesi ve Mecusîleridirler. Allahü Teâlâ kullarını muhayyer bırakmak suretiyle emretti. Sakındırmak için de nehyetti. Kolay olan şeyleri teklif etti. Zorlayarak isyana, boynundan çekerek itâata mecbur etmedi. İnsanlara peygamberleri boşuboşuna göndermedi. Gökleri, yerleri ve bunlar arasında olan varlıkları boş yere yaratmadı. "Böyle şeyler kâfirlerin zanlarıdır, yuh olsun kâfirlere, onlara cehennem var."
Bunun üzerine yine sordular:
- Öyleyse bizi sevkeden kaza ve kader nedir?
Hz. Ali:
- O, Allah'ın emri ve hükmüdür, dedi ve arkasından şu âyet-i kerîmeyi okudu:
"Rabbin ancak kendisine kulluk etmenizi emir buyurdu."
İhtiyar sevinerek kalktı ve:
- Sen o zâtsın ki, sana itâat sayesinde kıyâmet günü Allah'ın rızası umulur. Dinimizin anlayamadığımız mes'elesini bize açıkça îzah ettin. Allah, sana bunun en güzel ecrini versin."
ALLAH’IN TAKDİRİ
Rivâyet olunduğuna göre bir hırsızı yakalayıp Hz. Ömer'e getirdiler. Hz. Ömer (ra)
ona:
-Niçin çaldın? diye sordu. Hırsız:
- Çaldımsa Allah'ın takdîriyle çaldım. Allah böyle takdîr etmiş, diye cevab verdi.
Hz. Ömer bu cevaba hiçbir şey demedi, yalnız emir verip hırsızlık cezası olarak elini kestirdi ve ayrıca da dayak attırdı. Kendisine niye böyle iki ceza verdiği soruldu.
- El kesmek hırsızlıktan, dayak da Allah'a yalan ve iftirasından dolayı, cevabını verdi.
HEDEFTE İSABET
Hz. Osman'ın katli hâdisesine iştirâk edenlerden bâzıları, Hz. Osman'ı kendilerinin öldürmediğini, onu öldürenin Allah olduğunu ileri sürmüşlerdi. Evini muhasara ettikleri zaman ok atarken, Hz. Osman'a:
- Bu okları sana attıran Allah'tır, diyorlardı. Hz. Osman (ra) onlara şu güzel cevabı vermişti:
- Allah'a iftira ediyorsunuz ey yalancılar! Eğer oku Allah attırsa idi, hedefe isabet etmez miydi?
KADERDE NİZA YOKTUR
Bütün manevî haller saklıdır. Allah dostu da onları saklamaya memurdur. Her saklanması lâzım gelen şeylere Kabz hali, diğerine de Bast tabir olunur. Bu cihetlen bir velînin iki hali vardır demek icap eder:
Biri Kabz (Sıkıntı), öbürü Bast (Serbest).
Hali muhafaza Kabz; kaderle hareket etmek Bast'tır. Kadere uymak, serbest haldir. Ona bağlı olarak işleri kader çerçevesi içinde görmek en rahat âlemdir. Daha sonra zuhura gelecek manevî halleri saklamak lâzımdır. Bir velî, kerametini saklamak zorundadır.
Kaderde saklanacak bir şey yoktur. Bu yüzden ona münakaşasız uymak, onun zuhurunu beklemek en iyisidir. Gelen kendiliğinden gelir. Olacak iş, istenmese de olur.
Bunların kendine göre makamları vardır, îrade-i ilahîye ile hareket eden kimsenin kaderden haberi olmayabilir ki o kimseden bazı haller zuhur edebilir; bir nevi keramete benzer... fakat değildir. Bu sebepten zuhura gelecek bir işi saklamak yerinde olur. Çünkü hikmeti bilinmez. Çünkü iyi sanılan şey kulun arzusu hilâfına çıkması mümkündür.
Kader-i İlahîye tam dalmış olanda böyle bir mahzur yoktur. O, kendisine bir şey izafe edemez. Keramet bile olsa kader-i ilahi olduğunu bildiği için açığa vurmasından bir zarar gelmez. Bu makam çok ağır bir makamdır. Bu kader makamına girmek için birkaç devre geçmesi lâzımdır.
Başta insanın bu makama ermesi ilahî irade ile istendiği takdirde kendisine şahsî istek ve temenniler hakkında bazı emirler vaki olur. Bazı zamanlar bir yoklama gibi sual gelir. Suale benzemez, ama öyle demek daha iyi olur. Mesela:
- Bu iş nasıl?
Gibi bir teklif vaki olur. Bunu takiben de:
- Bu işi bırak.
Emri gelir. Daha başka şekilde zühd yolu telkin edilir. Ve o yolu tutar. Böylece bir zaman kalbi boşalır. Bütün istek, arzu, temenni yok olur; yalnız Allah aşkı kalır.
Bundan sonra gelecek tecelli değişebilir. Bazı vasıtalarla istemeye izin verilir. Kısmetini istemeye başlar. Çünkü kısmetini alması ve nasibini yemesi lâzım. Bu sebepten yer içer, ama kaderin içinde kaldığını iyi bilir. Bunu bildiği halde yine Allah'a dua eder. Nasip ister. Halbuki istemese dahi o şeyin geleceğim bilir. Bunu yapmasının sebebi de edep icaplarına uyduğunu göstermektir. Bunu böyle yaptığı için Allah indinde sevgi derecesi daha çok artar. Kerametlerin saklanması halinden kurtulmak bir nimet sayılır. Bir velînin her işi açık olması da ayrı bir fazilettir. Bu duruma gelmek için isteme derecesine çıkmak lâzım. Haddi aşmamak bir yüktür. Buna her velî dayanamaz. Bu makam ağırdır. Kader içinde kalmak daha iyidir. Bir sürü güçlükler ve sır saklamalar ağır bir vazifedir. Ama kader içinde hoş geçinmek daha rahattır. Çünkü gizli tutulması gereken bir hal yoktur.
- işte kaderdir, ne ise oluyor. Denir, geçilir.
Burada bir sual tevcih etmek mümkündür. Bu da bizim bu anlattığımız son şekil için bir, Kaderiyeci tabirinin kullanılma tehlikesidir.
Madem kader içinde hareket ediyor, o halde emir ve vazifelerin ne lüzumu var? Sonra: - "Ölüm gelinceye kadar Allah'a ibadet et." Ayetini red demek oluyor gibi bir söz söylenmesi beklenebilir.
Bunun cevabı basittir. İlk bakışta hiçbir velî, böyle bir kötü yola girmez. Allah'ın sevgili kullarını böyle bir hareket yapmaktan tenzih ederiz. Şu iyi bilinmelidir ki bu kadar yüksek bir makama eren kötülük yapamaz. Kötülüğe ait bütün arzuları sönmüştür. Daha evvel de belirttiğimiz gibi bu hal lafla değil, kolay anlaşılması için evvela hal sahibi olmak lâzımdır. Bir insan, ilahî kudret ve kuvvet sayesinde en üst makama çıksın; sonra da dinin emirleri dışında iş yapsın; bu imkansızdır. Bir defa bu makam sahibinin iradesi Hakk'a bağlıdır. Hak ise en güzel şeyleri ister. Hak'tan güzel işler zuhur eder. O insan, iyi iş yapmak için bir güçlükle de karşılaşmaz. Allah onu her kötülükten esirger. Nasıl ki Allah-ü Teâlâ:
- ''İşte biz, ondan bu şekilde kötülükleri bertaraf ettik. Çünkü O, bizim sağlam kullarımızdandı."
Buyurdu. Diğer ayette ise:
- "Bütün kullarım üzerinde senin hükmün olamaz."
Buyurdu. Bu, şeytana bir azar idi.. Ayrıca şeytanın:
- "Yalnız Allah'ın halis kullarına bir şey yapamam/'
Dediğini de Rabbimiz bize haber veriyor. *
Yukarıdaki sualinle senin bir zavallı insan olduğun anlaşılır. Zamanımızın sapıkları gibi bir velîyi görmek yerinde olmaz. Velî, Allah'ın himayesin-dedir. Diğeri ise şeytanın kucağındadır.
Allah'ın himayesinde olana şeytan nasıl yanaşır? Böyle bir makam sahibi için kötü şeyler nasıl düşünülür? Yukarıdaki soruyu sormak kadar düşünmek de bir hatadır. Bu yolun hakiki yolcuları, yalnız hal sahibidir. Onlar, sözde bir velî geçinip dinin emirlerini hiçe sayan değildir. Bu sual yolunu takip edenler, bir sapıklık içinde bulunmaktalar.
Allah sonsuz kuvvet ve kudretiyle bizleri bu yolun sapıklarından saklasın. Ve bizleri muhafazası altına alsın. Bizleri ve bu yolun hakikî yolcularını gerek dış ve gerekse iç âlemi zengin olanlardan kılsın. İyiliklerini üzerimizden eksik etmesin.
KADERDEN KAÇMAK
Bir gün adamın birisi koşarak Hz. Süleyman'ın (a. s) huzuruna girdi. Adam tir tir titriyordu. Yüzü sararmış, dudakları morarmıştı. Hz. Süleyman:
- Ne oldu sana, bu halin nedir? dedi. Adam soluk soluğa cevap verdi:
- Azrail bana çok tuhaf bir nazarla, hatta hışımla baktı. îçime tarifsiz bir korku düştü. Sizin adaletinize sığındım, dedi.
- Peki, benden ne istiyorsun? dedi Süleyman (a.s).
- Ey adil padişah. Rüzgara emret, beni Hindistan'da bir aday a bıraksın. Belki orada Azrail'in hışmından canımı kurtarırım, dedi adam.
Hz. Süleyman rüzgara emretti ve rüzgar da adamı Hindistan'da bir aday a götürdü.
Ertesi gün Hz. Süleyman divan vaktinde halkı kabul ederken Azrail çıkageldi. Hz. Süleyman, bir gün evvelki hadiseyi, adama niçin hışımla baktığım sordu. Azrail:
- Ey Allah'ın şanı yüce peygamberi. Ben o adama hışımla bakmadım, onu görünce şaşırdım. Çünkü Cenab-ı Rabb-ül Alemin, bana: "Git, falan kulumun canım Hindistan'da al!" buyurdu. "Bu adamın yüz tane kanadı olsa yine de Hindistan'a gidemez." diye düşündüm. Hindistan'a gidince adamı orada buldum ve canım aldım, dedi.
İnsanın kendi cüz'i iradesine bakan meselelerde eli-den bir şey gelse de, iradesine bağlı olmayan meselelerde yapabileceği bir şey yoktur Kadere rıza gösterilmelidir. "Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı, / Elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı."
KADER NE DER ?
Fatih Sultan Mehmet, çocukluğunda biraz yaramazlık yapınca, babası ikinci Murat:
- Ne yaramaz çocuksun, senden adam olmaz, diye kızar.
O esnada Akşemseddin Hazretleri de oradadır. Velayetin mazhariyetleri ile keşfettiği, kalp gözü ile gördüğü şeylerden ötürü tebessüm ederek şöyle der:
- Peder ne der, kader ne der.
Kader, ölçü demektir ve her şeyin güzelliği ölçüsündedir. Ezelî ilmi ile her şeyi bilip kaydeden Allah neyi kaydetti, ezelî kader hükmünü nasıl verdi ise öyle olacak, insanın karşısına beklenen beklenmeyen o şeyler çıkacaktır. Allah'ın yazması insanın iradesi ile tercih edeceğim bilmesindendir, cebirden değildir.
BELA ONA GELECEK
Adamın birisi Hz. Musa'ya (a.s) gelerek:
- Ya Musa, ne olur dua et de hayvanların dilinden anlayayım. Bundan kendime dersler çıkarır, iyi insan olurum, dedi.
Hz. Musa (a.s):
- Git işine bak, bu halin senin için daha hayırlıdır, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, diye cevap verdi.
Fakat adam dinlemedi, sürekli ısrar etti.
- Ya Musa, ne olur, hiç değilse kapımdaki köpekle horozun dilinden anlayayım, diyordu.
Sonunda Hz. Musa dua etti ve adam sevinerek evine gitti. Ertesi sabah, hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşup hemen kaptı. Köpek:
- Be horoz, yaptığın doğru mu? Sen buğday da, arpa da yiyebilirsin. Bense ekmekten başka bir şey yiyemiyorum. Ne için benim rızkımı kapıyorsun" diyerek horoza kızdı. Horoz:
- Haklısın ama tasalanma, yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnım bir güzel doyurursun, dedi.
Adam bunu düyunca hemen eşeğini pazara götürüp sattı. Ertesi gün, ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanma geldi. Köpek horoza sitem ediyor:
- Hani eşek ölecekti, ben de karnımı doyuracaktım, diyordu. Horoz:
- Eşek öldü ama başka yerde öldü. Fakat hiç merak etme, yarın at ölecek, o zaman daha büyük bir ziyafete konacaksın, dedi.
Adam hemen atım da sattı. Hayvanların dilini anlayabilmenin onun için çok karlı olduğunu düşünüyordu. Ertesi gün yine köpekle horozu dinlemeye gitti. Köpek yine horoza sitem ediyor, yalan söylemeye başladığından şüpheleniyordu. Horoz:
-Ben yalan söylemedim. At ölecekti, sahibimiz sattı. Fakat sen merak etme, yarın sahibimizin en çok değer verdiği kölesi ölecek, o zaman onun hayrına yemekler helvalar verilecek, hepimiz doyacağız, dedi.
Bunu duyan adam hiç beklemeden kölesini de sattı. Ertesi gün yine aynı konuşmalara kulak kabartmak için gitti. Bu sefer köpek çok kızgındı. Günlerdir yalanlarla avutulduğunu söylüyordu. Horoz:
-Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye itiraz etti. Köle de öldü, ama başka yerde... Çünkü sahibimiz onu da sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Zira ilkin kaza eşeğe gelecekti, böylece sahibimiz kaza ve beladan kurtulacaktı. Onu sattı, ata geldi. Atı sattı, köleye geldi. Köleyi de sattı, şimdi bela kendisine gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, böylece hepimiz doyacağız, dedi.
Bunu duyan adam akılsız basını dövmeye başladı, ancak iş işten geçmişti.
insanlar başlarıma gelen istemedikleri bir şeyi hayra yormalı, onun daha büyük bir belayı def ettiğim, belalara kalkan olduğunu düşünmelidirler. Evet, perdenin ar-kasında neler olduğu ve hadiselerin hikmeti her zaman bilinemeyebilir. Hayır görünende şer, şer görünende hayır olabilir, insan sık sık sadaka vererek belaları def etmelidir. Her şeyin sadakası vardır. Servetin, ilmin, iyi niyetin, sıhhatin, kuvvetin, zamanın...
 
Üst