Ahiret gününe iman

mihrimah

Well-known member
وَالَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ

Bakara / 4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.

اَلَّذينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا رَبِّهِمْ وَاَنَّهُمْ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

Bakara / 46. Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.

رَبَّنَا اِنَّكَ جاَمِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فيهِ اِنَّ اللّهَ لَا يُخْلِفُ الْميعَادَ

Al-i İmran / 9. Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez.

لَيْسَ الْبِرَّ اَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلكِنَّ الْبِرَّ مَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَالْمَلئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيّنَ وَاتَى الْمَالَ عَلى حُبِّه ذَوِى الْقُرْبى وَالْيَتَامى وَالْمَسَاكينَ وَابْنَ السَّبيلِ وَالسَّائِلينَ وَفِى الرِّقَابِ وَاَقَامَ الصَّلوةَ وَاتَى الزَّكوةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ اِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرينَ فِى الْبَاْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحينَ الْبَاْسِ اُولئِكَ الَّذينَ صَدَقُوا وَاُولئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

Bakara / 177. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!

يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ

Rum / 19. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.

فَانْظُرْ اِلى اثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتى وَهُوَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ

Rum / 50. Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye kadirdir.
HADİS...
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: (Bir def'a) öteki, beriki: "Yâ Resûlâllâh, Kıyâmet gününde biz Rabbimizi görecek miyiz?" diye sordular. (Aleyhi's-salâtü ve's-selâm Efendimiz Hazretleri de mukâbeleten): "Ayın on dördüncü gecesi rü'yete mâni' hiçbir bulut yokken Kamer(i görmek husûsun)da şek ve ihtilâf eder misiniz?" diye suâl buyurdu. "Hayır, yâ Resûlâllâh (bunda ihtilâf etmeyiz)" denince tekrar: "Ya, rü'yete mâni' hiçbir bulut yokken Güneş (i görebileceğiniz) de şek ve ihtilâf eder misiniz?" diye suâl buyurdu. (Yine): "Hayır, yâ Resûlâllâh. (Bunda da ihtilâf etmeyiz)" denince buyurdu ki: İşte O'nu siz böyle (açık) göreceksiniz.
Kıyâmet gününde nâs haşrolunacak (yâni bir araya toplanacak. Rabbimiz Teâla ve Tekaddes Hazretleri): "Her kim her neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün" buyuracak. (Yâhud Hakk'ın emriyle bu sözü diyen diyecek.) Artık kimi Şems'in, kimi Kamer'in, kimi tâğutların ardına düş(üp gid)ecek. Yalnız bu ümmet, içlerinde münâfıkları da olduğu halde (yerinde durup) kalacak. Allah (Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri) onlara (evvelce tanıdıklarından başka bir sûrette) gelip: "Ben sizin Rabbinizim" buyuracak. Onlar (Rabb-i Müteallerini o tecellî ile tanıyamıyacakları için: "Sen'den Allâh'a sığınırız.) Rabbimiz bize gelinceye kadar bizim yerimiz burasıdır. (Yerimizden ayrılmayız). Rabbimiz bize geldiğinde biz O'nu tanırız" diyecekler.
Allâhu Azze ve Celle (Hazretleri) onlara (Bu def'a tanıdıkları sûrette) gelip: "Ben Rabbinizim" buyuracak. Onlar da: "(El-Hak) Sen bizim Rabbimizsin" diyecekler. Ve Allâhu Teâlâ(nın) onları da'vet buyur(ması üzerine ona tâbi' ola)cak(lar). Cehennem'in de (tam) ortasına Sırât (yâni köprü) kurulur. Ümmetini (onun üstünden) en evvel geçirecek ben olacağım. O gün Rüsül(-i Kirâm) dan başka hiçbir kimse (hevl ve dehşet dolayısiyle) tekellüm edemez. Rüsül(-i Kirâm)ın da o günkü kelâmı (اَللَّهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ) = İlâhî, selâmet ver, selâmet ver" (den ibâret) olacaktır. Cehennem'de sa'dân dikenlerine benzer çengeller vardır. Sa'dân dikenlerini (hiç) görmüşlüğünüz var mı? -Evet (vardır.)- İşte bu çengeller sa'dân dikenlerine benzer. Ancak şu var ki, ne kadar büyük olduklarını yalnız Allâhu Teâlâ bilir. İşte bunlar nâsı (kötü) amellerinden dolayı kapıp alırlar. Kimi (kötü) ameli dolayısiyle helâk olur. Kimi hardal gibi ezim ezim ezildikten sonra necat bulur. Nihâyet Allâhu Teâlâ ehl-i nârdan her kimlere rahmet buyurmayı dilemişse (onları çıkaracak. Dünyâda iken) Allâh'a ibâdet etmiş olanları çıkarmalarını meleklere emredecek, onlar da onları çıkaracaktır. (Melekler) onları âsâr-ı sücûddan (yâni secde a'zâlarındaki izlerden) tanıyacaklardır. Ve (işte onlar öylece) çıkarılacaklardır. Allâhu Teâlâ eser-i sücûdu ye(yip mahvet)meyi nâr(-ı Cahîm)e harâm kılmıştır. Binâenaleyh Âdem-oğlunun bütününü (Cehennem) ateş(i) yer de yalnız eser-i sücûdu yiyemez. Bunlar ateşten kavrulup kapkara olarak çıkarılacaklar. Üzerlerine Âb-ı hayât dökülecek de seyl uğrağında biten yabânî reyhan tohumları nasıl (çabuk) biterse (yeniden) öylece biteceklerdir. Sonra Allâh(u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri) kulları arasında (hüküm ve) kazâyı hitâma erdirir. (Ancak) Cennet ile Cehennem arasında yüzü ateşe dönük bir kimse kalır ki, o, Cennet'e girecek ehl-i nârın sonuncusu olacaktır. (O kimse): "Yâ Rab, yüzümü (şu) ateşden döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor, yalını beni yakıp duruyor" diyecek. (Adamcağız mütemâdiyen duâ ve niyazda bulunacak.
Sonunda Hak Teâlâ) ona buyuracak ki: "Bu senin dediğin yapılacak olursa acabâ başka şey (daha) istemiyecek misin?" O ise: "(Celâl ve) İzzetine kasem olsun ki, hayır!" diyecek. Ve Allâhu Teâlâ'ya meşiyyet-i İlâhiyyesi taallûk eden ahd ü mîsâkı verecek, (ondan sonra) Allâhu Teâlâ onun yüzünü Cehennem cihetinden (Cennet tarafına) çevirecek. Yüzünü Cennet'e doğru döndürünce Cennet'in güzelliğini görecek. (Lâkin ibtidâ talebden hayâ edip) Allâh'ın dilediği kadar (bir müddet) sükût ettikten sonra: "Yâ Rabb, beni Cennet'in kapısınayanaştır" diyecek. Allâhu Teâlâ da: "Evvelce istediğinden başka (hiç) bir şey istemiyeceğine ahd ü mîsâk vermiş değil miydin?" diye (kendisini ilzâm ede)cek. O da: "Yâ Rabb, mahlûkâtının en bedbahtı ben olmayayım" cevâbını verecek. Bunun üzerine (yine) Allâhu Teâlâ: "Bunu (da) sana verirsem başka bir şey istemiyecek misin?" diyecek. O da: "(Celâl ve) İzzetine kasem olsun ki, hayır. Bundan başka (hiç) bir şey isteyecek değilim" cevâbını verecek. Ve Rabb(-ı Celîl) ine dilediği ahd ü mîsâkı verdikten sonra Rabbı (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri) onu Cennet'in kapısına yanaşdıracak. (O kimse) Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti ve içindeki nadret ve sürûru görünce (yine utanıp) Allâh'ın dilediği kadar (bir müddet) sükût edecek Sonra: "Yâ Rabb, beni içeriye sok" diyecek.
Allah (Azze ve Celle) de: "Allah lâyığını versin behey Âdem-oğlu, sen ne sözünde durmaz kimsesin! Sen verdiğimden başka (hiç) bir şey istemiyeceğine (daha evvel) ahd ü mîsâk vermiş değil mi idin?" buyuracak. O da: "Yâ Rabb, (demek ki) mahlûkâtının en bedbahtı ben olacağım" diyecek. (Bu söz üzerine ve duâ ve niyâzını tekrâr ede ede nihâyet) Allâhu Teâlâ ona gülecek. Ve Cennet'e girmesine izin verecek. (Oraya alırken de) ona: "Temennî et" buyuracak. O da (uzun boylu) temennî (ler) de bulunacak. Nihâyet dilekleri kesilince Allâhu Teâlâ: "(Bunlardan başka) şunu da, bunu da, şunu da, bunu da iste" buyuracak ki, (istenecek şeyleri) Rabb'i (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri muttasıl) aklına getirecek. Nihâyet (bu türlü) dileklerinin kâffesi de kesilince Allâhu Teâlâ: "Bunların hepsi ve bir o kadar dahası (hep) senindir" buyuracaktır.
-(Hadîsi Ebû Hüreyre'den rivâyet edenlerden biri olan Atâ' b. Yezîd-i Leysî der ki: Ebû Hüreyre bunu rivâyet ederken Ebû Saîd-i Hudrî de oturuyor ve Ebû Hüreyre'nin dediklerinden hiç bir şeyi tağyîre lüzum görmüyordu. Tâ: "Bunların hepsi ve bir o kadar dahâsı hep senindir" sözüne gelince) Ebû Saîd-i Hudrî (radiya'llâhu anh) Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'e: "Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem, Allah (Azze ve Cell): 'Bunlar(ın hepsi) ve daha on misli senindir.' buyuracaktır, demişti" dedi. Ebû Hüreyre: yanaştır" diyecek. Allâhu Teâlâ da: "Evvelce istediğinden başka (hiç) bir şey istemiyeceğine ahd ü mîsâk vermiş değil miydin?" diye (kendisini ilzâm ede)cek. O da: "Yâ Rabb, mahlûkâtının en bedbahtı ben olmayayım" cevâbını verecek. Bunun üzerine (yine) Allâhu Teâlâ: "Bunu (da) sana verirsem başka bir şey istemiyecek misin?" diyecek. O da: "(Celâl ve) İzzetine kasem olsun ki, hayır. Bundan başka (hiç) bir şey isteyecek değilim" cevâbını verecek. Ve Rabb(-ı Celîl) ine dilediği ahd ü mîsâkı verdikten sonra Rabbı (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri) onu Cennet'in kapısına yanaşdıracak. (O kimse) Cennet kapısına varıp da ondaki revnak ve letâfeti ve içindeki nadret ve sürûru görünce (yine utanıp) Allâh'ın dilediği kadar (bir müddet) sükût edecek Sonra: "Yâ Rabb, beni içeriye sok" diyecek. Allah (Azze ve Celle) de: "Allah lâyığını versin behey Âdem-oğlu, sen ne sözünde durmaz kimsesin! Sen verdiğimden başka (hiç) bir şey istemiyeceğine (daha evvel) ahd ü mîsâk vermiş değil mi idin?" buyuracak. O da: "Yâ Rabb, (demek ki) mahlûkâtının en bedbahtı ben olacağım" diyecek. (Bu söz üzerine ve duâ ve niyâzını tekrâr ede ede nihâyet) Allâhu Teâlâ ona gülecek. Ve Cennet'e girmesine izin verecek. (Oraya alırken de) ona: "Temennî et" buyuracak. O da (uzun boylu) temennî (ler) de bulunacak. Nihâyet dilekleri kesilince Allâhu Teâlâ: "(Bunlardan başka) şunu da, bunu da, şunu da, bunu da iste" buyuracak ki, (istenecek şeyleri) Rabb'i (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri muttasıl) aklına getirecek. Nihâyet (bu türlü) dileklerinin kâffesi de kesilince Allâhu Teâlâ: "Bunların hepsi ve bir o kadar dahası (hep) senindir" buyuracaktır.
* İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhumâ'dan rivâyete göre, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Siz (kabirden kalktığınızda) ayağınız çıplak, vücûdünüz uryân, (anadan doğma) erlik yeriniz sünnetsiz olarak haşrolunacaksınız!" buyurmuş. Sonra Resûlullâh: "Kıyâmet koptuğu gün biz, gök (tabakaların) ı, kitaplar içinde defter (yaprakları) dürer gibi düreceğiz. (İnsanları da) ilk yaratmağa başladığımız gibi va'dettiğimiz vechile iâde edeceğiz. Şüphesiz biz (va'dimizi) yaparız." (Meâlindeki âyeti okudu. Ve (şöyle dedi:) Kıyâmet günü (Peygamberlerden) ilk elbîse giydirilen kişi (en büyük babam) İbrâhîm'dir. Yine Kıyâmet günü Ashâbımdan bâzı kimseler (yakalanıp) sol tarafa (Cehennem tarafına) götürülürler. Hemen ben: onlar benim Ashâbımdır, (bırakın) diye sesleneceğim de bana: Yâ Muhammed! Emîn ol ki, sen bunlardan ayrıldığındanberi onlar ökçelerine basarak geri dönmüş mürtedlerdir! diye cevap verilecektir. Ben de Allâh'ın sâlih kulu ve Peygamberi (Îsâ İbn-i Meryem) in dediği gibi (şöyle) diyeceğim: - Yâ Rab! Bunların içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerine şâhid ve nigehbân oldum. Beni sen vefât ettirince, onlar üzerine yalnız Sen murâkıp oldun. Esâsen Sen Rabbım, her şey'e şâhitsin! Eğer onlara azâb edersen, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır; eğer mağfiret edersen yine şüphesiz Sen Azîz'sin, (ne dilersen yaparsın sana güç değildir) Hakîm'sin (âdilâne yaparsın!).
* Sehl İbn-i Sa'd radiya'llahu anh'den Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü insanlar beyaz, duru beyaz ve kepekten arınmış undan ma'mûl çörek gibi bir sâha üzerinde haşr olunurlar. Sehl İbn-i Sa'in, yâhut başka birisinin rivâyetine göre: O sâhada bir kimseye delâlet edecek (yol gösterecek dağ, taş gibi) nişâne de yok.
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: İnsanlar (dünyânın son deminde) üç fırka olarak haşrolunurlar. Birinci fırka müstakbel hayâtı özliyen, (geride kalan dünyâ hayâtından) nefret eden zümredir, (bunlar zâd ve râhileleri bol olanlardır). İkinci fırka ikisi bir deve, üçü bir deve, dördü bir deve, onu bir deve üzerinde sevk olunurlar. Bunların bakıyesini (ki, üçüncü fırkadır) bir ateş haşredip toplar. Onlar nerede istirahat ederlerse o ateş de berâber istirahat eder, onların geceledikleri yerde onlarla berâber geceler, onların sabahladıkları yerde birlik sabahlar ve onlarla berâber yürüyüp onların akşamladıkları yerde berâber akşamlar
* 'Âişe radiya'llahu anhâ'dan rivâyete göre, Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem: İnsanlar ayakkabısız, vücûdu çıplak ve (ilk yaradılışları gibi) sünnetsiz haşrolunacaklar buyurdu. Ben de: Yâ Resûla'llah! Erkek, kadın berâber mi? Bunlar birbirlerine (edeb yerlerine) bakarlar, dedim. Resûl-i Ekrem: Yâ Âişe! Haşir işi çok güçtür, insanların birbirlerine bakmalarına müsâit değildir, buyurdu.
TEFSİR...
وَالَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ
Bakara / 4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
...Gerçekten "Ahirete ait kuvvetli bilgi sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip olanlardır." Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın kitabıdır, İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ- Muhammed (s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil, Araplar'ın peygamberidir; Tevrat ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle Allah'ın peygamberlerini farklı gören, kimine inanıp kimine inanmayarak Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların ahiret hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri (kuvvetli bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahiret fikri vardır. Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile her zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil, varsayımlar ve kalbî temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gaybe dair haberlerdendir. Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman etmiyenlerin, ahirete doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak vakıa (olgu)ya uygun olamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi olanlar girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı birkaç gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına dünya ve ahirette hayat ve saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri cinsinden midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması meselesi, midir, değil midir? diye ihtilaf ederler.
Halbuki Allah'ı bir bilip, bütün peygamberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve ona indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel olan o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakkında gerçeğe uygun kuvvetli bilgi elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü toplanmak) hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat hak, sevap hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin üstünde rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de hak, Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de ebedî. Bununla beraber o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dünyanın ilmî kanunları, ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya elverişli de değil. Onu hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye bağlıdır. İlmin kanunları, bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve nihayet mutlak bir gayb âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan şerefli peygamberler haber verebilir.
"Ahiret" kelimesi esasen "âhir" kelimesinin müennesi (dişisi)dir ki, "son" ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat dilinde "ahiret yurdu" ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti" tamlamalarının hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi de böyledir. "Ahiret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ" (ilk) kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi hayattır. Tam hayatı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi de duygusal ve cismanî (bedene ait). Fakat gerçeğini henüz bilmediğimiz hayatın bizce kemali (olgunluğu), hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize bildirdiği ahiret hayatı ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz ona inanırız, felsefî derinlikleriyle uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin birliği noktasına basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü görünen âlemden sonsuz derecede geniş ve mükemmel olduğunu bilyoruz ve her halde yarın için daha üstün bir hayatın muhakkak olduğu kuşkusuzdur. Buna "acaba!" diyenler kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, genel maddeye karışır; kuvvetimiz dağılır, genel kuvvete karışır, hepsi erir Hak Teâlâ'ya döner. Önce Allah'tan kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem, Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin rahmetlerine eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin, "olan yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu, "illiyyet = nedensellik" kanunu bile bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden rivayet olunuyor ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın bütün halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer. Şuna şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet nimetlerine inanır da yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki, başlangıcının bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de yine büyüklük taslar ve öğünür."
Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen açısından başlıca iki gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş) deyimiyle, hem ahiretin gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa işarettir. İkincisi dış görünüşü ile uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı açısından çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her an devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece görünürde değil, gerçekten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin kısımlarının cenazeleridir. Demek ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir? Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür. Bundan dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ruhumun ve cismimin sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte ahiret hayatı da böyledir.
"Îkân", yakîn sahibi olmaktır. "Îkân", "istikân", "teyakkun", "yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn", şek ve şüphe bulunmayan kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali olmayan ilimdir. Bununla beraber "kalbin kararı" anlamına da "yakîn" denildiği olur. "Şu anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun üçüne de yakîn denilir fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür. Yani birinci tariftir. Allah'a ait ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi; Allah'ın isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te ise Allah'ın ilmine "yakîn" denildiği görülmemiştir. İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve şüphe edilebilen şeyler hakkında kullanılır. Bunun için zorunlu bilgilere, yani apaçık olan şeylere, gün gibi aşikar gerçeklere "yakîn" denilemiyeceğini söyleyenler bile vardır. "Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve şüphesizliktir. Fakat bu olayın zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu halde görülenler, tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru istidlaller de yakîn (kesinlik) ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia ettikleri gibi "yakîn" yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin dereceleri vardır. Mesela matematik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar yakînî ve zarurî olduğu gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat ilimleri yanında Kimya ve Fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak bunların tecrübe edilmiş olaylarından yanlış istidlaller ile sonuç çıkarılan özel görüş ve varsayımların hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat Bilgisi, Tıb ve benzerleri henüz yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ onları öncelikle ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla yarattığı gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair örnekler de gösterdiğini Kur'ân haber veriyor. "Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu." (Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususundaki imanımızın genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul edilmek gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve geliştirmeliyiz.
Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik, dünya ve ahireti bitirdik zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî yakînleri feda etmemeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve O'nun ilim ve kudreti daha önce var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb âlemi de tabiatıyle vardır. Bugün olmayanlar, yarın olur. Bugün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, sonsuz ümitsizliğe düşmemek istiyorsak hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir şüpheciliğin yıkamayacağı en hak ve en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin iman dairemiz daralmasın; ilim ve fenni boğmayalım; imkan sahasını kısıtlamayalım; mümküne, imkansız demiyelim; hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız zannettiklerimizin imkanını, hatta ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı? Allah'ın izniyle yapılır. Göklere çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır. Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle sorulur. Ölen dirilir mi? Allah'ın izniyle dirilir. Fakat "İki kere iki, tek olur mu?" Olmaz. Bir şeyin parçası kendisinden büyük olur mu? Olmaz. İlletli illetini geçer mi? Geçmez. İnsan bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın izniyle, kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur, yine kuldur. Bütün imkanlar, Allah'ın kudretindedir. Ve istikbal (gelecek) dediğimiz zaman sonsuzdur ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve sorumluluklarımız olacaktır. Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak olan bu tam imanı, bu tevhid inancını ve buna göre güzel işler işlemeyi öğretmek için gönderilmiştir. Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn (tam iman)e sahip olurlar.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
KERÎM ve RAHÎM İSİMLERİ ÂHİRETİ İKTİZA EDER
En zayıf ve en muhtaçlara, en güzel ve en mükemmel şekilde bakılıyor. En çelimsiz canlıların, elsiz ve ayaksız varlıkların çok rahatlıkla beslendiğini görüyoruz.
İradesini kötüye kullanarak işe müdahale eden insanların yanlış müdahaleleri bir tarafa bırakılacak olursa, en zayıf, çelimsiz, aciz ve nahif varlıklara en güzel şekilde bakıldığını müşahede ediyoruz.
İşte, bir hücrenin hayatiyetini devam ettirmesi; ana rahmindeki ceninin en mükemmel usulle beslenmesi ve dünyaya gelen yavruya annenin musahhar edilerek en küçük ihtiyacının dahi, büyük bir ihtimamla deruhte ettirilmesi; denizin dibindeki balıklar ve meyvenin içindeki kurtların gayet mükemmel beslenmesi; yerinden kımıldama imkânı olmayan ağaçların ve yatalak hastaların rızıklarının kendilerine kadar getirilmesi ve bunlar gibi binlerce müşahhas misaller yukarıda mücerret fikir halinde söylediğimiz hususu te’kid etmektedir.
Bütün bunlarla anlıyoruz ki, kâinatta hükmeden Kerîm ve Rahîm bir Zât vardır.
Cenâb-ı Hakk umum kâinatta bu kadar ihsan ve kerem sahibi olursa, O daima ikrâm ve ihsan etmek ister. İkram ve ihsan etmek istemesinin yanında ikram ve ihsan edeceklerinin de vücutlarını iktiza eder. Madem ki bu dünyada âciz, zaif ve aynı zamanda fanî insanlara bu kadar ikrâm ve ihsanda bulunuyor; rahmet ve keremi bu ikramlarının devamını istilzam eder. Halbuki burada insan yediği bir üzüm tanesine mukabil bin tokat yiyor. Tadıyor, fakat doymuyor. Ağzında tat, kalbinde feryat ve figan meydana geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda dahi etmeden ve hiç sormadan çekip gidiyorlar. Gençlik, güç, kuvvet ve daha nice zâil olan nimetler gibi... Öyleyse burada insana bu kadar ihsanda bulunan Cenâb-ı Hakk ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir. Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa, nimet nikmet olur. Lezzet azab olur. Ve sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse, bu nimet ve ihsanların devam edeceği bir ebedî âlem vardır ve mutlaka olacaktır.


ŞEFKAT DE ÂHİRETİ İKTİZA EDER
Yeryüzünde çok açık olarak bir şefkatin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz. Şefkat acıma hissidir. Şefkat bir mazlûma merhamet etme hissidir. Şefkat, ağlayanın ağlamasına kulak verme hissidir. Şefkat, yaralı, arızalı, bereli bir kimsenin arızasını tedavi etme hissidir. En küçük daireden en büyük dairelere kadar bu şefkat hissinin geçerli olduğunu görüyoruz.
Eliniz yaralansa, siz de elinizi tedaviye koyulsanız, Allah’ın merhamet ve şefkati olmasa, inanın kanınızın, yaralanan o kısmı nescetme, onarma faaliyeti görülemeyecek ve siz o yarayı kapatamayacaksınız. Kapanmayan yaralar görüyoruz, bunlar size bir şey anlatmıyor mu? Çok ciddi ameliyat iktiza eden bir hastalık karşısında, bir insanı ameliyat masasına yatırmadan evvel hekimler baş başa verip düşünüyorlar. Ya bir şeker hastalığı veya daha başka bir sebep yüzünden: “Biz bu hastayı ameliyat edersek, bu yaranın kapanması zor olacak” diyebiliyorlar. Yine sizler, öyle ameliyat geçirmiş kimseleri görürsünüz ki, bunların yaraları aylar, bazen de seneler sonra kapanmaktadır. Allah (c.c) kapatmazsa kapanmaz. Ya şeker nisbetini yükseltiyor ya da pankreasla ilgili bir arıza meydana getiriyor, ensülin dengesi bozuluyor ve yara kapanmayabiliyor.
İşte, insanın büyük sayılabilecek yaralarının dahi kısa zamanda iyileşmesini temin eden Cenâb-ı Hakk’ın sadece bu noktadaki şefkatini anlayabiliyor musunuz? Cenâb-ı Hakk (c.c) bizlere merhamet ediyor. Ama ne ile? Ancak mikroskoplarla görebileceğiniz küçücük varlıkları imdadınıza göndererek...
Bizler bütün yeryüzündeki şefkat eserlerinden istidlâl ederek şu hükme varıyoruz: Zerrelerden küreye, hücrelerden en kompleks organizmalara kadar her tarafta O’nun şefkat ufuklarını açmış olan Allah (c.c) âhireti açacak, insanları yeniden diriltecek, bu dünyada çeşitli nimetleriyle perverde etmiş olduğu insanı, âhirette de o bitmek tükenmek bilmeyen nimetleriyle donatacaktır.
CELÂL ve İZZET ÂHİRETİ İKTİZA EDER
Tepeden tırnağa bizi bu denli nimetlerle perverde eden Cenâb-ı Hakk’ın bir de izzeti vardır. O, nimetlerine başkasının müdahale etmesini kabul etmeyeceği gibi, nimetler mukabilinde yapılacak olan arz-ı teşekkür ve minnetin de başkasına yapılmasına razı olmaz. Bunun yanında, aksi hareket edip, nimetlerine nankörlük edenlere karşı da bir gayret ve ceberutu vardır.
Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankörlük edip, kulluk ve ubudiyetlerini Allah’tan başkasına yapıyorlar. Allah (c.c)’ın kendisini tanıtmak için yaptığı bunca ihsanına karşı gözü kapalılıkla mukabelede bulunuyorlar. Bu dünyada, kâfir, zalim, cebbâr ve gaddâr ceza görmeden çekip gidiyor.
Halbuki izzet ve celal, öyle edepsizlerin te’dibini ve cezalandırılmasını ister. Bu, dünyada olmuyor. Demek ki, başka bir âlemde olacaktır. Orada zâlim cezasını, mazlum da mükâfatını görecektir...
BUNCA CÖMERTLİK ÂHİRETİ GEREKTİRİR
Muhtaç olduğumuz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın lütuf seyri içinde gelmese, cihanları versek dahi birini elde edemeyiz.
Harun Reşid’in karşısına çıkan Allah dostu sorar:
- Harun! Şu bir bardak suya muhtaç olduğunda onu elde edebilmek için bütün saltanatını verir miydin?
- Evet,
- Peki, bu suyu içsen de dışarıya çıkaramasan, onu çıkarmak için bütün saltanatını verir miydin?
- Evet.
Bunun üzerine ârif insan şunları söyler:
- İşte ya Hârun! Senin bütün servet ve saltanatın bir bardak sudan ibarettir!...
Şu bir bardak sudan alalım da her an muhtaç olduğumuz havaya kadar, bütün nimetleri, kapımızda hazır buluyoruz.
Her mevsim ayrı ayrı binlerce çeşit meyve Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıyla geliyor. Aksini düşünseydik, değil o meyveleri, bütün cihana bedel bir çekirdeği dahi elde edemezdik.
İşte, dünyada, Cenâb-ı Hakk’ın bu denli seha ve cömertliğini görüyoruz.
Zavallı insan, keramet ve mucize arıyor. Halbuki etrafımızdaki bu çeşit hadiselerin hepsi hârikulade olarak meydana geliyor.
Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır.
Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât’ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir.
EBEDÎ CEMAL ÂHİRETİ İSTER
Bir bahar mevsiminde, kuşların şakıyışı ve suların çağlayışını dinleyelim. Bütün nebatat ve ağaçların yemyeşil zümrüt gibi güzelliğini; güneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyredelim. Kâinatta cilvelenen bütün güzellikleri hayalimizin nazarına arzedelim.
İşte bu ve bunun gibi bütün tatlı tablolar Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin bir cilvesidir. O peşi peşine birbirini takip eden bu manzaralarla bize, kendi güzelliğini göstermektedir. Bizler de O’nun bu cilvelerindeki güzelliği seyretmekle kendimizden geçiyoruz. O, kendini tanıttırmak istiyor, biz de tanımaya çalışıyoruz.
Şayet biz bu güzellikleri seyrederken perdeyi kapayıverse ve bizi yokluk karanlıklarında bıraksa, nimet nikmete, muhabbet musibete, akıl da bize ızdırap veren bir âlete döner. Halbuki böyle bir Cemâl, böyle bir çirkinlikten münezzeh ve mukaddestir.
Aslında nimeti nimet yapan ve aklı her şeyden lezzet alır hale getiren, o nimetlerin devamıdır. Binâenaleyh Allah, kendi ebedî ve sermedî olan Cemâlini devamlı bize göstereceği ayrı bir yurt açacak, bizi o diyarda haşr ve neşr edecek, sonsuz nimetlerini Cemâl ve Kemâlini bize orada gösterecektir.
Hem O’nun güzellikleri ebedîdir. Öyleyse güzelliklerin devam edeceği ebedî bir âlem gerekir. Tâ ki, buradan geçip giden güzellikler orada ebedî olarak devam etsin. Evet, bu dünyada cilvelerinin güzelliğiyle kendimizden geçtiğimiz gibi, bir gün Zâtı’nın Cemâl ve güzelliğini seyrederken de kendimizden geçeceğiz.
“Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabb’ine bakar.” (Kıyâme, 75/22, 23)
BÜTÜN VARLIK ARASINDA BİR TENASÜB VAR BU DA ÂHİRETİ İSBATLAR
Dış eşya ile insan arasında çok ciddi bir alâka görüyoruz. Bu alâka her ikisini yaratan Hâlıkın birlik ve vahdetine delâlet eder. Dışta görülecek, duyulacak, tadılacak şeyleri yaradan kim ise; insana görme, duyma ve tad alma duygularını ihsan eden de yine O’dur.
Şefkat edilecekleri var edenle, insana şefkat duygusu veren aynı Zâttır. Bazı hâdiseler irade ile halledilir. Bu hâdiseleri vaz’ eden de, insanda iradeyi vaz’ eden de aynı Zât olmalıdır. Saymakla bitmez nimetleri verenle, kendisine bu nimetleri tatma duygusu veren, var eden bir Vâcibü’l-Vücud vardır. İnsan vücuduna gözü yerleştiren kim ise, semanın gözüne güneşi gözbebeği gibi yerleştiren de O’dur. Zira güneş ile insanın gözü arasında ciddi bir münasebet ve tenasüb vardır.
Elma insan vücudu için faydalı vitaminleri taşıyor. Sert ve selülozlu kabuğu dahi, faydadan hâli değildir. Çünkü yendiği zaman bağırsaklarda onu eritecek enzim olmadığından bağırsak tembellikten kurtulur ki, bu da vücut için faydalı bir husustur.
Elma, vitaminleriyle faydalıdır. Ancak insan onun vitamininden istifade ederken, ağız ondan tat almasa ve tiksinti duysa acaba o vitaminleri almaya yeltenmek kâbil olur mu? Ancak çok zarurî hallerde ve zaruret miktarı kadar; aynen bir ilâç gibi alınır ve insanın içinde daima bir isteksizlik doğurur. Fakat, düşünelim ki, evvelâ bizim vücudumuz ondaki vitaminlere muhtaç olarak yaratılmış. Ayrıca o vitaminleri alırken ağzımıza da bahşiş veriliyor ve biz bir elmayı yerken, vücudumuza faydasından ziyade ağzımızda hâsıl ettiği tadından ve lezzetinden dolayı yiyoruz. Bütün meyveleri elmaya kıyas ederken bu usulün hayatın her sahasında tatbik edildiğini de hatırlatmış olalım...
Evet, bir evin odaları arasında nasıl ciddi bir alâka ve tenasüb varsa, dünya ile âhiret arasında da aynen öyle ve hatta daha mükemmel bir surette tenasüb vardır.
BURADAKİ HIFZ ve MUHAFAZA ÂHİRETİN OLACAĞINA DELİLDİR
Bu âlemde mükemmel bir hafîziyet hükümfermadır. İnsanın mahiyeti sperm denilen bir hücrede muhafaza edilmektedir. Karakterinin en ince teferruatına kadar kromozomlarda onun istikbali saklanmaktadır. Sizler insandaki kromozom sayısını değiştirmeye kalksanız onun mahiyetini değiştirmiş olacaksınız. Bilindiği gibi insanın ruh yapısı, karakteri, iç dünyası bu kromozomlar vasıtasıyla şekillenmektedir. Bunların sayısı 46 değil de 44 ya da 48 olsa, insan bambaşka bir canlı şekline dönüşmüş olur. Görüldüğü şekilde kromozom gibi minnacık varlıklar insanın ne olacağı hususunda, sebep ve vesile olarak hüküm veriyorlar. Demek ki, Cenâb-ı Hak onlara takdir hakkını vermiş ve belli bir nizamı böylece sürdürüyor. Biz de burada riyâzî bir keyfiyetin hükümferma olduğunu müşahede ediyoruz.
İnsan zâyi olmamaktadır. Bugün insan olarak doğan yarın hayvana, başka bir gün de bitkiye dönüşmemektedir. Evet, mikroskopla ancak görülebilecek kadar küçük bir varlıkta kâinatın hülasası olan insan muhafaza olunuyor. O, insan olarak doğacak, yaşayacak, ölecek ve nihayet yine insan olarak haşrolup insan olarak hesaba çekilecektir.
Koca çam ağacı, küçücük çekirdeğine yerleştirilmiş ve orada semaya ser çekecek istikbaldeki haliyle muhafaza ediliyor.
Atom fiziğinin kurucularından S. James: “Kâinatı yaratan muhakkak en mükemmel bir matematikçidir” derken, kâinatta hüküm süren riyazî ölçülere işaret etmektedir. Hiçbir hâdise, yön ve harekette, kâinatta mevcut bulunan riyazî ölçülere terslik göstermez. Esasen bütün bunlar bize O’nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi düşünenler sâir isimleri de, O’nun Mukaddir isminin gölgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, bir yönüyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hâkim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin gölgesinde hissettirirler. İşte, takdir, ölçü, kıstas, matematiğin hâkimiyeti ve gözü tırmalayacak bir durumun bulunmaması açısından eşya ve hâdiselere baktığımızda evvelâ bütün ihtişamiyle Allah’ın “Mukaddir” ismini görüyoruz.
Herşeyin muhafaza edildiğini söylemiştik. Bütün bitkileri de aslî hüviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağaç, çekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, bütün sesler de fezada ve çeşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gün gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkânı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gün leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir.
Bir ilim adamının yapmış olduğu denemede şöyle bir husus gözlenmiştir: İlim adamı deneme yapıyor. Bir ağaç altında işlenen cinayetle ilgili olarak şüpheli birkaç kişi deneme mahalline getiriliyor. Maznunlardan masum olanlar içeriye girdiğinde hiçbir değişiklik göstermeyen ağaçlar, kâtil içeriye girdiğinde sarsılmaya başlıyorlar. Ve böylece kâtil tesbit edilmiş oluyor. Daha önce katilin çıkardığı şerareler, ağaç tarafından tesbit ve muhafaza edildiğinden dolayı sonra kâtili ihbar ediyor.
En basit hareket ve hâdiselerin dahi tesbit edildiği ilmen sabit olduktan sonra, meselenin insana ait yönüne bakabiliriz: İnsanı spermde, ağacı çekirdekte ve bir tavuğu yumurtanın hayat düğümünde muhafaza eden böyle bir Hafîz, insan gibi, kâinatın nokta-i mihrâkiyesi ve yeryüzünün halifesi bir sultanı öldükten sonra, başıboş bırakmayacak ve toprağa atılan bir tohum gibi, başka bir âlemde, ona şayeste bir hayat bahşedecektir.


SONSUZ KUDRETİN ÂHİRETE DELÂLETİ
Dudaklarda bir tebessüm meydana getirecek veya dudakları patlatacak her iki manzarayı da hâvi bir mahşerin kurulacağını Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ında vaad ve vaîd ediyor. Bu ifadeler bir yönüyle müjde diğer yönüyle korkutma mânâsını taşıyor.
O, söz veriyor. Verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Sözünden dönmek ise O’nun keyfiyetsiz keyfiyetine asla yakışmaz. Zira O, hulfu’l-vâ’d gibi bir noksanlıktan münezzehtir...
İşte böyle kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hakk bir kitap gibi yarattığı şu kâinatı bir gün kapatıp, başka bir gün yeniden açacağını vaad ediyor. Madem ki, söyleyen O’dur; ve bu mevzuun ihtisas sahibi olan nebiler, sıddıklar ve veliler hep buna şehadet ediyorlar; öyleyse muhakkak olacaktır. O halde haşrin meydana geleceğine mümkün olarak değil mutlak vaki’ nazarıyla bakmalıdır.
“O gün Sur’a üflenir, bölük bölük gelirsiniz. Gök açılmış kapı kapı olmuştur.” (Nebe, 78/18, 19)
Sırtlarına yüklenen büyük emanet hakkında kendilerine sorulacak sorulara cevap vermek, istintaka tâbi tutulmak üzere, ins ve cinle beraber, melâike de mahşeri saracaktır. Kur’ân-ı Kerim’in müteaddid ayetleri bu hususa dikkati çekiyor.
YERYÜZÜNDE GÖRÜLEN ÖLDÜRME ve DİRİLTME HÂDİSESİ ÂHİRETİ İSBAT EDİYOR
Yeryüzünü tetkik ettiğimiz zaman, bir an olur ki, o anda herşey var olma ve dirilme havası içinde arz-ı didar eder. El ele, omuz omuza, diz dize, bütün mahlûkat Cenâb-ı Hakk’ın karşısında resm-i geçit vaziyeti alıyor gibi hazır vaziyet alırlar. Ağaçlar, otlar, yeşillikler ve bütün çemenzâr, formalarını takan askerler gibi, Şâhid-i Ezelî’nin karşısında boy boy dizilirler. Başka bir an olur ki, yapraklar dökülür, varlıklar enkaz haline gelir ve zemin çöl manzarası arzetmeye başlar. İlkbaharda, yeryüzünü alabildiğine cazibedarlık, revnekdarlık içinde görmemize karşılık, hazan mevsiminde, yıkıcı, sökücü ve götürücü rüzgârların ardından, herşeyin yüzüne kül elenmiş gibi bir manzara müşâhede ederiz. Sonbaharda çölde yürüyor gibi yürürüz. Hele kış basıp da kar düşen yerlerde, hayattan ve canlılıktan eser kalmaz gibi olur. Ağaçlar kupkuru kemik haline gelir. Otlar çürür, hayatları biter. Toprak istihâlelerle tohumları çürütür.
Fakat ilkbaharda bu enkaz yeniden canlanmaya başlar. Bir de bakarsınız, o kül üzerinde yan gelmiş yatan ağaçlar, sündüs ve istebrak gibi bütün süs ve zinetlerini takınır; Şahid-i Ezelî’nin karşısında kıyâma dururlar. Ağaçlar altında pörsümüş ve solmuş o otlar, çiçekler ve toprağın altındaki tohumlar yeniden neşv ü nema bulup arz-ı didar etmeğe başlarlar. Bütün hevâmm ve haşerât ölüm uykusundan rahat rahat gözlerini açarlar, teneffüs edecekleri tertemiz havanın, yüzlerini okşadığını hissederler. Rızıklarını, toprağın sinesinde yeşillikler halinde stok edilmiş olarak bulurlar. Her baharda Cenâb-ı Hakk, milyonlarca mahlukat çeşidini bunun gibi haşr ve neşreder.
İşte bu umumî haşr ve neşr; o kadar canlı ve revnekdar cereyan etmektedir ki, buna bakan herkes şu kanaate varır: Biz de öldükten sonra, aynen bunlar gibi, öbür âlemin baharında haşr ve neşr olacağız...
Kur’ân-ı Kerim:
“De ki: “Yeryüzünde gezin, bakın yaratmağa nasıl başladı, sonra Allah, son yaratmayı da yapacaktır. Çünkü Allah, herşeye kâdirdir.” (Ankebût, 29/20)
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bakın ki, nasıl yeri ölümünden sonra diriltiyor?! Şüphe yok ki, O, ölüleri de diriltecektir. O, herşeye kâdirdir” (Rûm, 30/50) diyerek bu hakikate işaret etmektedir.
Bir sahifede, milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arz eden bir Zât, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini vaad etse, bu O’nun kudretinden uzak görülebilir mi?
Yoktan, bir makinayı icad eden sanatkâr, daha sonra bu makinayı söküp dağıtsa ve ikinci defa aynı makinayı monte edeceğini söylese, inkâr edilebilir mi? Hiçten ve yoktan bir orduyu teşkil edip intizam altına alan bir kumandan, efradı istirahat için dağılmış bir orduyu, bir boru sesiyle tekrar toplayabileceğini söylese, ona karşı “hayır yapamazsın” denilir mi?
İşte bu basit misaller dahi âhiretin inkârının mümkün olmadığına kanaat getirtmeğe kafi ve yeterlidir. Halbuki bunun misali üç-beş değil, üçyüzbin, belki milyonlarcadır.
EN BASİT ŞEYLERE GÖSTERİLEN İHTİMAM
Bu mevzuda sadece küçük bir misâl arz etmek yeter zannederim.
Selüloz maddesi ağaçların içinde liğninle beraber odunun temel rükünlerini teşkil eder.
Çeşitli sanayi maddelerinde kullanılan selülozun kâğıt sanayiinde ayrı bir yeri vardır. Ayrıca o, elastikiyetiyle, ağaçların rüku eder gibi eğilmelerini ve bu esnada kırılmamalarını temin eder.
Selülozun, erimesi ve hazmı çok zordur. İnsan selülozlu maddeleri yese eritemez. Ancak geviş getiren hayvanların salgıladıkları enzimler, selüloz maddesini çözebilir. Selüloz, hayvanın vücudunda faydalı hale gelir ve biz de ondan istifade ederiz. Hatta dışkısından dahi gübre olarak yararlanıyoruz. Âdetâ hayvanlar, selülozlu maddelerin faydalı hale getirilmesi için bir fabrika gibi çalışıyor.
Fakat bu kadar çok selüloz maddesinin hepsini hayvanlar yiyemez. Dolayısıyla yere dökülenler de olur. Bunlar da yerdeki bakterilerin akıl durdurucu faaliyetiyle küçük moleküller haline getirilir. Bir taraftan toprak bunlardan istifade ederken, diğer taraftan yeryüzü kerih kokulu maddelerden kurtulmuş ve temizlenmiş olur.
Bakteri deyip geçmemeliyiz. Şöyle bir düşünelim. Hz. Âdem’den bu yana ölmüş olan insanlar, dünya kurulduğundan beri ölmüş olan hayvanlar ve bitkiler eğer çürümeselerdi acaba bugünkü hayattan eser kalır mıydı? Meseleyi bu kadar uzatmaya lüzum da yok. Birkaç sene içinde yaşayıp ölen sinekler eğer çürüme ameliyesine tâbi tutulmasalardı, yeryüzü birkaç santim kalınlığında sinek ölüleriyle örtülecek ve insan adım atacak yer bulamayacaktı.
Görüldüğü gibi Cenâb-ı Hakk en küçük varlıklara büyük işler yaptırıyor. Bir avuç toprakta milyonlarcası bulunan bakterilere, yeryüzünün temizlik vazifesini gördürüyor.
İşte böyle, selülozu ve bakteriyi başıboş bırakmayan; bu basit ve küçük varlıklara büyük bir ihtimam gösteren Allah (c.c) nasıl olur da insan gibi, kâinatın sultanı olan bir varlığı başıboş bırakır? Bu asla mümkün değildir.
DELİLLER... DELİLLER... ve YİNE DELİLLER...
Vücutta meydana gelen bir yara kapanıyor; kabuk bağlıyor ve sonra o kabuğu da atmak suretiyle kendi kendini tamir ediyorsa bu, o yaranın meydana geldiği uzuvdaki canlılığa delâlet eder.
Meyve, meyveyi yetiştiren ağacı gösterir... Yoldaki izler, yürüyeni ele verir. Gezip tozduğumuz yerde su sızıntıları varsa, orada su cetvelleri var demektir. İnsanda da öyle izler öyle sızıntılar ve tamirler var ki, ona bakanın âhireti görmemesi mümkün değildir.
Sınırlı ve mahdut kalıplar içerisine sıkışmış bir insana bu sonsuzluk fikri nereden geldi? Onun böyle bir düşünceye kendi kendine sahip olduğu söylenemez. Bu âlemde, ona böyle bir ilham verecek varlık da yoktur. Öyle ise ondaki bu duygu esasen başka âlemden gönderilen mesajlardan ibarettir. Su sızıntılarının su cetvellerine delâleti nasıl kat’î ise; ebediyet sızıntılarının da ebedî âlemlere delâleti o kat’iyet-tedir.
İnsan iç âlem ledünniyatıyla, maddî âlemde elde edemediği semereleri elde eder. İnsan öyle coşar, dünya ve mâfihaya öyle sırt çevirir ve mâsivanın üstüne çıkar ki, bu hal ve keyfiyet onun şu imkân âleminin üstünde mümkün olmayan bir varlıkla münasebetini anlatır. Şu sınırlı, yıkılan ve yapılmayan ve yapılmayacak olan dünya dahi, hiç yıkılmayacak bir yurdun olacağına delâlet eder. Bu vaziyetiyle her varlık, bir yönüyle sahibini gösterirken; diğer yönüyle öbür âlemdeki mazhariyetlerine işaret etmektedir.
İnsanın vücudundaki hücreler nasıl birbiriyle ittisal edip rabıta kuruyor; birinde meydana gelen bir arızanın imdadına koşuyor; bir vücut ayrı ayrı eyaletler gibi işliyorken, iktiza ettiğinde bu eyaletler baş başa verip müşterek düşmanı tardedip ona karşı bir temerküz ve tahşidat meydana getiriyorlar; aynen öyle de, kâinatın sînesinde, yerine göre kalp gibi atan; göz gibi ışık saçan; bazen kabz bazen de bast eden; en küçük kürelerden en büyük nebülozlara kadar bütün kâinat, âdetâ ayrı ayrı uzuvlardan meydana gelmiş tek vücut gibidir. Belki bütün kâinata müekkel bir melek vardır ki, kâinatın ruhu odur. Kâinat muhteşem keyfiyetiyle ve insandaki küçük misaliyle canlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir. Tıpkı insan uzuvları gibi o da yaralanmakta ve yaraları tamir edilmektedir. Einstein: “Bilemediğimiz bir sırla kâinatın uzak köşelerinde yeni yeni cisimler teşekkül etmektedir” diyor. Elbette şu kâinat denilen sarayı yapıp kurduktan sonra Cenâb-ı Hakk onu bir insan vücudu gibi serfiraz edecek ve o da vazifesini bitireceği ana kadar işine devam edecektir.
Yeryüzünde insanların vazifeleri bitinceye kadar o bir kalp gibi atacak, göz gibi görecek ve güneş gibi ışık saçacaktır. Kendisine tevdi edilen vazifeyi de şuurlu bir mü’min edasıyla yerine getirecektir. Bunun için de tahrib edilen yerleri tamir; bozulan yerlerine ilâveler yapılacak ve bu âlemin işaret ettiği ikinci bir âlem, bu kâinatın bir köşesinde inşa edilecektir.
Bizler, eşya ve hâdiselere bütünüyle nüfuz edemiyoruz. Onların arasında halden ve dilden anlamayan seyirci ve müşahitler gibi dolaşıyoruz. Onun için de hangi şeyden neler olur henüz bilemiyoruz. Belki bir gün eşya ve hâdiselerin ruhunu kavrasak, bunların var ediliş keyfiyetine tam nüfuz etsek; hayatımıza tuzak kurmuş mikroplardan dahi en büyük şekilde istifade etme kapıları açılacaktır. Belki de çeşitli mikroplar üreten fabrikalar kuracak ve memleketin gelir kaynaklarından en büyüğünü keşfetmiş olacağız. Fakat şu anda bizler, akan bir ırmağı sadece seyreden ve ondan çok çeşitli yönleriyle istifade edemeyen insanlar durumundayız. Evet, eşya ve hâdiseler akıyor ve biz de sadece bakıyoruz. Halbuki Allah Rasulü (s.a.s) bir duasında, Cenâb-ı Hakk’tan eşya ve hâdiselere nüfuz edebilmeyi talep ediyor ve “Allahım bana eşyanın hakikatını göster” diyor. İnsan için ideal ufuklardan birisi ve belki de en birincisi eşyanın hakikatına nüfuz edebilme keyfiyetini kazanabilmektir. İşte bu keyfiyetle kâinat tetkik edilse, her eşya ve hâdisenin verâsında, ince bir perde arkasında âhiret görülüp müşahede edilecektir.
Yeryüzünde diken gülle, bülbül kargayla, beraberdir. Esasen birbirine zıt gibi görünen eşya yekdiğerini tamamlamaktadır. Kâinatta abes ve boş hiçbir hâdise ve eşya yoktur. Mesela yeryüzündeki bütün köpekleri yok etsek; kâinatın sinesinde bir boşluk meydana gelir. Bir zaman Batılı bir mütefekkir, bir kuş türünün tükenmeye yüz tuttuğunu ve bu sebeple kâinatta mühim bir gediğin açılacağını gazeteler diliyle ilân etmişti.
Kâinatın seyri içinde, herkese ve herşeye bir vazife düşmektedir. Onun için kâinatın sinesinden neyi alırsanız alın, orada bir boşluk, tarrakalar çıkaracak ve “Kâinatta bir boşluk meydana geldi” diyecektir.
Nebiler Nebisi (s.a.s) Buharî ve Müslim’de: “Eğer köpekler başlı başına bir millet olmasaydı hepsini öldürürdüm”13 buyuruyor. Köpekler dahi, tek başına aynen insanlar gibi bir millettir. O da omuzuna büyük vazifeler almış ve bir gediği kapatmaktadır. İnsanlara saldıran, evlere meleğin girmesine mani olan ve insan vücuduna zararlı birtakım mikropları taşıyan köpeklerin belki öldürülmesi gerekirdi. Fakat öldürülmüyor. Zira, bu kâinat sarayında onun da bir yeri vardır. Ancak asıl mesele onun yerini bilmek ve onu yerine koymaktır. Onlar öldürülse meydana gelecek zarar önü alınamayacak kadar büyük olacaktır.
Ağaçların içindeki bakteriler yok edilse, birkaç sene sonra meyvelere öyle şeyler musallat olacak ki artık onları bu tasalluttan kurtarmak mümkün olmayacaktır. Zira, Cenâb-ı Hakk, birbirine mukabil varlıklarla kâinatta bir denge ve düzen kurmuştur. Siz mukâbillerden birini ortadan kaldırdığınızda diğerinin istilasıyla karşı karşıya kalırsınız.
Evet, kâinat öyle bir binadır ki, bu binayı meydana getiren taşların hepsi birbiriyle irtibatlıdır. Oradan küçücük bir taşı çıkarayım derseniz, binayı başınıza yıkarsınız.
Ayrıca, hâdiselere devreler hakimdir. Yedi senelik fâsılalarda hububatın; ondört senelik fasılalarda ise balıkların çok bol ve mebzul olarak elde edildiğini bir ilim adamı tesbit etmiştir. Eğer bu devreler mevzuu, ilmî hüviyetiyle ve tam mânâsıyla tetkik edilse, beşerin içtimaî ve iktisadî çok meseleleri halledilecektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Sure-i Yusuf’da bu devreler meselesine işaretler vardır. Şu küçük devrelerin bir intizam ve nizam içinde cereyan ve deveran etmesi, işaret ve isbat ediyor ki, dünya hayatı da bir devirdir. O da bir gün bitecek ve ardından başka bir devir başlayacaktır. Dünyada bolluk ve bereket içinde yaşayan insan, kıtlık mânâsını taşıyan bir kabir hayatını da yaşayacak. Sonra da apaçık bir haşir devresine girecektir. Onun ardından, sıkıntı ve ızdırap içinde bir hesap verme hayatı, daha sonra da sırattan geçme devresi gelecek. Varabilen cennete varacak ve görebilen Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görecektir. Fakat verilen nimetlerde veya aksine ızdıraplarda, ülfet ve alışkanlık olmayacak. Cennet veya cehennemde de ayrı ayrı devrelerde karşılaşılacaktır.
Adiyy b. Hâtim (r.a) -ki dünyanın en cömert insanı olan Hâtim-i Tâi’nin oğludur. Önce Hıristiyanlığa süluk etmiş ve ardından da hak din olan İslâm’ı bulmuştur - şöyle der: “Allah Rasûlü (s.a.s) dünyaya ait bazı hâdiseleri daha vukû bulmadan önce haber vermişti. Bir de ayrıca âhirete ait haberler verdi. Dünyaya ait verdiği haberler aynen çıktı. Bununla anlıyorum ki âhirete ait verdiği haberler de aynen zuhur edecektir.”14
Allah Rasûlü (s.a.s) Hz. Enes’e (r.a) dua etmişti: “Allahım onun ömrünü uzun ve evlatlarını çok et. Onu cennetine koy!” Hz. Enes (r.a) yüz yaşından fazla yaşadı ve kendi ifadesiyle yüz tane evladını kendi eliyle defnetti. Hz. Enes (r.a) şöyle derdi: “Allah Rasulü (s.a.s)’nün benim için ettiği duadan ikisini gördüm ve üçüncüsünden de ümitliyim.”15
Biz Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir devreler âlemi içinde yaşıyoruz. Fakat bu devran, kafiyesiz bir şiir gibi bitiyor. Öbür âlem bu şiire kafiye olup tamamlayacaktır. Bu dünyaya ait haber verilen hâdiselerin aynen tahakkuku; mü’mini mesrur ve kâfiri mahzun edecek bir hâdisenin de tahakkuk edeceğini isbat etmektedir.
İnsan doğar doğmaz bir taraftan yaşamaya diğer taraftan da ölmeye başlar. Her doğuş bir ölümün ve her ölüm de yeniden bir doğuşun habercisidir. Eğer neticede ebedî bir doğuş yoksa, yeryüzünün en talihsiz varlığı insandır. İnsanlar içinde de en talihsizi nebiler ve nebiler içinde de İki Cihan Serveri’nin en talihsiz olması icab eder. Halbuki O, bütün bir cihanın yaratılma sebebidir. İnsanlık ağacı öyle bir meyve elde etmek için dikilmiştir. İnsanın yeryüzüne gelmesinden, insanlık içinde zuhur eden nebilere kadar her hâdise, neticede âhireti isbat eder.
Ayrıca: Cenâb-ı Hakk’ın, Allah; Peygamberimiz’in Rasûlullah; ve Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller aynı zamanda âhireti de isbat eder. Zira iman bir bütündür; tecezzi ve inkisam kabul etmez.
TARİH ve FELSEFE “ÂHİRET VAR” DİYOR
Tarih, haşir akîdesi zaviyesinden ele alındığında, ilk insandan günümüze kadar insanlık çapında bir haşir inancının var olduğu müşahede edilir. Will, medeniyet tarihinde çeşitli milletlerin öldükten sonra dirilme mevzuundaki kanaatlerini, nasıl mezarlara gömüldüklerini, duvarlarına yazdıklarını ve dehlizlerinde mevzu ile alâkalı resimlerin tesbit edildiğini anlatır. Dünyanın en maddeperest insanları olan firavunlar dahi öldükten sonra dirilme mevzuunu ele alıyorlardı. Firavun mezarlarındaki kazılarda şu mânâyı ifade eden sözler bulunmuştur: “İnsanlar öldükten sonra, mücrimler yerin altında, çirkin suretlere dönüşmek suretiyle ebedî kalacaklar, sâfi ve tertemiz ruhlar ise; meleklere iltihak edecek yüceler içinde bir hayat yaşayacaklar.”
Bu itikad sebebiyledir ki, firavunlar, mezarlara yiyecek, içecek ve en güzel elbise ve zinet eşyalarını da beraber koyduruyorlardı. Anlayışta inhirafla beraber âhirete itikattır ki, onlara bunu yaptırıyordu. Ayrıca mezarları içine alan dehlizlerin duvarlarına balık ve yılan resimleri yaptırıyor, ilahların bu resimlerden hoşlandıklarına inanıyorlardı. Bu inanış dahi onların, öldükten sonra başlayan ikinci bir hayata itikad ettiklerini isbat ediyor. Zira yaptırdıkları bu resimlerle, -itikat-larınca- ilahlarının rızasını kazanacaklar ve böylece diğer bir âlemde rahat edeceklerdir...
SEMÂVÎ KİTAPLAR ve ÂHİRET
Kur’ân-ı Kerim’in beşte üçü âhiretle alâkalıdır. Bu mevzuda birkaç misali daha önce zikretmiştik. Burada sözü yine oraya havale etmekle iktifa edeceğiz.
Tevrat, Hz. Musa (s.a.s)’dan günümüze kadar birçok defa tahrif edildi. Hatta Efendimiz (s.a.s) zamanındaki Tevratlarda mevcut olan bazı ayetleri bile şimdi bulmamız mümkün değil. Kısas ayeti, buna bir delil olarak gösterilebilir.
Tevrat, tamamen maddîleştirildi. Gün be gün mânâya ait yüce mefhumlar teker teker silinip, yerine tam zıddı fikirler yerleştirildi. Buna rağmen işaret kabilinden dahi olsa, Tevrat’ta âhirete ait birçok meselelere temas edilmiştir.
İncil, bir cihetle Tevrat’ta tahrif olunanları tashih, tahrif olunmayan hususları ise tasdik için gelmiştir. O günün Tevrat’ında âhirete ait meseleler anlatıldığından dolayı, İncil bunu tasdik etmekle yetinmiş ve meselenin tafsiline girmemiştir. Böyle olmasına rağmen yine biz yer yer onda da âhirete ait mânâları ifade eden ayetler buluruz.
Matta İncil’i Beşinci İshah’da şu ayetler var:
“Kim bu dünyada salih amel işlerse, o, Rabb’in melekutuna yükselecektir.”
“Müjdeler olsun miskinlere! Onlar melekut-u semavata yükselecekler.”
“Müjdeler olsun merhametlilere ki, onlar öbür âlemde Allah’ın merhametine mazhar olacaklar.”
“Müjdeler olsun müttakilere ki, onlar Rablerini görecekler.”
“Göklerin ve yerin melekûtunun misali şuna benzer: Zürra tarlaya tohum atar. Bu tohumlar biter. Matlup olan semaya doğru ser çeker ve büyür. İçinde birtakım dikenler de boy gösterir. Bunu görenler tarlanın sahibine müracaat edip derler: Seyyidimiz! Mahsulü matlup olan bu güzel bitki nema buldu yeşerdi, fakat aradaki bu dikenler de nedir? Cevap verir: “O da bu da gerek!” Havâriler Hz. Mesih’e sordular: “Bunu bize izah eder misin?” Hz. Mesih: “Evet”, diyor ve anlatıyor: “O tohumu atan Allah (c.c)’tır. Mezra ise yeryüzüdür. Ekilen tohum, beşerdir. Matlup olan mahsul ise salih insanlardır. Dikenler ise kâfirlerdir. Burada iyi kötüyle beraber bulunacaktır. Fakat âhirette iyiler melekut-u semâvâta yükselecek; kötüler ise cehenneme girecektir.”
Matta İncili Yirmibirinci İshah:
“O gün melik gelecek. Ebrar sağında; eşrar ise solunda yerlerini alacaklar. Melik, ebrara şöyle diyecek: “Sizi bugün mükâfatlandıracağım. Çünkü dünyada iken ben acıktım, yedirdiniz. Susadım, su verdiniz. Mahpus oldum, âzad ettiniz. Garip kaldım, beni barındırdınız. “Onlar melike şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, mahpus olur ve garip kalırsın? Zira sen Rab’sin!..” Allah (c.c) onlara şöyle karşılık verecek: “Dünyada benim zaif ve garip kullarım vardı. Siz biliyordunuz ki, onlara yedirdiğiniz, içirdiğiniz zaman bana yedirip içirmiş gibi oldunuz. Onları âzad ettiğiniz ve barındırdığınızda sanki bu iyilikleri bana yapmış gibi oldunuz.”(*)
Sonra da Rab, solundakilere döner ve şöyle der: “Sizi bugün ta’zib edeceğim. Çünkü acıktım birşey yedirmediniz. Susadım, içirmediniz. Garip kaldım, barındırmadınız. Mahpus oldum, âzad etmediniz.” Onlar da aynı şekilde “Ey Rabbimiz! Sen nasıl acıkır, susar, garip kalır ve mahbus olursun!?” derler. Bunun üzerine Melik: “Bilmiyor musunuz, eğer benim dünyada bazı kullarım acıktığında doyursaydınız, susadığında su içirseydiniz, garip kaldığında barındırsaydınız ve mahpus kaldıklarında âzad etseydiniz, bütün bunları bana karşı yapmış gibi olacaktınız” der.
İncil’de bunlara munzam daha birçok âyetlerde, hemen hemen Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine mutabık şekilde âhirete ait meseleler dile getirilmiştir. Fakat bu mevzuda esas söz sahibi; her türlü tahrip ve tahriften korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’e aittir ki, biz yukarıda bunları Kur’ân-ı Kerim’in haşri isbat metodunda mücmel de olsa zikretmiştik. (Geniş Bilgi “Ölüm Ötesi Hayat” Kitabında Bulunabilir)
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
TEKRAR DİRİLMEK
İki adam cennet gibi güzel bir memlekete giderler. Bakarlar .ki oradakiler evinin, dükkanının muhafazasına fazla dikkat etmiyor. Paralar ve mallar açıktadır.
Onlardan birisi her şeye elini uzatır, çalar, gasp eder, ahlâksızlıklar yapar.
Arkadaşı: "Bu memleketteki nizâm ve ahenkten anlaşılıyor ki, bu mallar sahipsiz değildir. Bak görüyorsun, herkes görevinde azamî bir dikkatle çalışıyor ve her biri çok önemli İşler görüyor. Belli ki herkes buranın padişahının askeridir. Her yerde o padişahın memurları, kameraları, dinleyicileri vardır. Belki sivil olduklarından sana dokunmuyorlar. Sen başıboş gibi, kimse görmüyor gibi hareket etme. Onun memleketinde, onun kanunlarına uygun hareket edeceğini, misafir gibi davranacağını ona ilan et!" diyerek onu uyarır.
O sersem: "Bunlar birinin malı değil, sahipsizdir." diyerek inad eder. Aralarında ciddi bir tartışma başlar.
O adam divanece "Ne padişahı, ben padişah falan görmüyorum ve tanımıyorum!" der.
Arkadaşı: "Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız, bir harf katipsiz olmaz, Bu kadar düzenli, bu denli güzel bir memleketin ha-kimsiz olması, bu sarayların, bu nakışların kendi kendine yapılması hiç mümkün müdür. Hem bak o padişahın her şey üzerinde mührü ve imzası var." diye cevap verir.
"Tamam" der o sersem... "Padişahı kabul ediyorum. Fakat, benini bu küçük yaramazlıklarımın ona ne zararı olabilir. Herkes vazifesini yaparken bir tane de benim gibisi olsun. Hem zindan falan da görünmüyor, bu yaptıklarımdan ötürü ceza görmüyorum."
Arkadaşı: "Burası bir manevra meydanıdır. Vazifesini yapmak için her gün kafileler gelir, kafileler gider. Bir müddet sonra bu yıkılmaya müsait diyar tamamen boşaltılacak, buradakiler daimi bir memlekete alınacak. Herkes vazifesini yapması nispetinde ya ceza çekecek, ya mükafat görecek." der.
"Buradan başka bir diyar olduğuna, bizim oraya götürüleceğimize inanmıyorum!" der inatçı adam.
O emin arkadaşı: "Madem bu denli inat ediyorsun, ben sana o gidilecek hakikî diyarı isbat edeyim."der.
Bu yerlerin padişahının hak edene hak ettiğini verdiğine bu misafirhanenin şahit olduğunu, bunun onun adaletini isbat ettiği gibi gönderdiği yaverine de adaletini söylettiğini, halbuki zalimlerin izzetiyle mazlumların zilletiyle gittiğini, demek bir mahkeme-i kübra'ya bırakıldığını, Onun itaat edenlerin mükafatını vermesi için ebedî bir diyarın olması gerektiğini, kendisi için olmasa bile bu ahenkli misafirhanede huzuru bozanlardan itaat edenlerin hakkını almak için bir hesap meydanını kuracağını, vaadini, vaadinden dönmesinin O'nun için muhal olduğunu, zira vaadini yerine getirmekte aciz olmadığını, bu dünyada bile her ölüme bir dirilişi takip ettirerek, ölen bir elmayı midede, ölen bir çekirdeği toprakta dirilterek diriliş numuneleri gösterdiğini, bu memleketi yoktan kuran birisinin dağılmış parçalarını toplamasının akıl için daha kolay olduğunu, ebedî ikram etmek isteyenin ebedî ziyafet sofralarının ve ebedî tecellisinin olacağını.... Binlerce delil ile anlatır.
Evet, öldükten sonra dirilmek, gecenin sabahı, kışın bahan kadar kafidir.
"Vermek istemeseydi istemek vermezdi." (10. Söz)
ŞEFKATLİ PADİŞAH
Bu misafirhanenin sahibi olan emsalsiz Zatın icraatları gösteriyor ki, Onun pek büyük bir şefkati vardır. Her musibetzedenin imdadına koşuyor, her isteğe cevap veriyor. En küçük bir raiyetinin, en küçük bir ihtiyacını ihmal etmiyor. Bir koyunun ayağı incinse, ya merhem, ya hekim gönderiyor.
Bak, bu misafirhanede büyük bir içtima var. Onun yaveri, bütün misafirler adına bir nutuk okuyor. Padişahtan bir şeyler istiyor. Bütün ahali, "Evet, biz de istiyoruz." diyorlar. Padişahın en kerim memuru diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin asıllarını, membalarını göster. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başıboş bırakıp idam etme!" diyor ve pek çok yalvarıyor.
Bu kadar şefkatli ve kudretli padişahın, en küçük bir isteği bile cevapsız bırakmazken, hem kendi muradı, hem merhamet ve adaletinin gereği olan, en sevgili yaverinin umum adına yaptığı isteğe cevap vermemesi düşünülemez.
Hakikî hazinelerini ve lütfunu öyle bir tarzda gösterecektir ki, bütün akıllar hayrette kalacaktır. (10.Söz 5-Suret)
İKİNCİSİ DAHA KOLAY
Mucizevî eserler veren bir kâtip, üç yüz bin çeşit kitabı, bîr saatte, hiç birini bir diğerine karıştırmadan, noksansız bir şekilde yazsa, o kâtibin, suya düşüp yazılan dağılmış bu- kitabını çok kolay ve çabuk bir şekilde tekrar yazmasını akıldan uzak görmek, o katibin gözle görünen İcraatından hiçbir şey anlamamaktır ve aynı zamanda ahmaklıktır.
Veya, muhteşem bir sultanın, denizleri kaldırıp yerlerine dağlar kurduğunu, dağlan denizlere çevirdiğini, bir sayfadan bir diğer sayfaya geçiyor gibi zemin yüzünü değiştirdiğini gördükten sonra, o sultanın ziyafet sofrasına iştirak edecek olan davetlilerin geçtiği bir vadiye yuvarlanan ve onların yolunu kapatan taşı kaldırmaya gücü yetmeyeceğine zannetmek, idrak gözünün çok berrak seyredebileceği bir hakikati görememektir.
Veya, kara, deniz ve hava kuvvetlerine sahip bir orduyu, bütün teçhizat, silah ve talimiyle bir günde hazırlayıp kuran bir kumandanın, istirahat için dağıttığı ordusunu, bir düdük sesiyle toplayamayacağına ihtimal vermek divaneliktir.
Aynen öyle de, kışın beyaz sayfasını çevirip, baharın ve yazın yeşil sahifesinde, üç yüz bin çeşit mahlukatı, birbirine karıştırmadan yazan, binlerce çeşit ağacın programını küçücük bir çekirdekte, insanların hayatlarını hafizalannda kaydedip muhafaza eden, dünyayı bir sapan taşı gibi çeviren, hayat sahiplerini bir ordu gibi yoktan yaratan bir zatın, dünya sayfasını kapatıp yeni bir sayfa açması, vefat edenlerin asıllarını ve ruhlarını muhafazası, rahmetinin, kudretinin, hikmetinin, izzetinin ve vaadinin neticesidir. O âlemin varlığı bu âlemden daha aşikardır. (10.Söz 9.Hakikat)
BAŞKA MAKSAT
Nasıl ki bir sinema setinde harcanan o kadar emek ve masraf, sadece o birkaç dakika İçin değil, nice yıllar sinemalarda seyredilmek içindir.
Aynen onun gibi, hayat ve Ölüm arasında yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat bir başka gaye içindir.
Bu dünyada kısa bir zamanda, bir toplum içinde yaşamak, vakıaların ve neticelerin kaydedilmesi, büyük bir huzurda ve meydanda görülüp gösterilmesi, mizanda tartılması, ebedî bir saadeti netice vermesi içindir.
Hadis-i şerifteki, "Dünya ahiretin mezraasıdır." sözü bu hakikatin ifadesidir. (10.Söz 10.Hakikat)
BURANIN DEĞİL
Küçük bir kışlada misafir edilen bir paşanın rütbesi, vazifesi,
cihazları, hareket tarzı ve maaşı, o paşanın oraya ait olmadığını ilan eder.
İnsanın kalbi latifeleri, aklî potansiyeli, istekleri ve kabiliyetlerle donatılması, onun ebede müteveccih olduğunu, o şeylerin orası için verildiğini, ona göre teçhiz edildiğini gösterir.
Elbette ki, kocaman bir yunus balığının her hâli, dar bir akvaryum için olmadığını ve oraya sığamayacağını haykırır. (10.Söz 11.Hakikat)
BiR SAYHA
Meydanda hiç ordu yokken, tam donanımlı bir orduyu bugünde kuran birisi için, talimden sonra kısa bir istirahat için dağıttığı ordusunu bir sayha ile toplamak daha kolaydır.
Allah (cc) için, zorluk, kolaylık yoktur. Fakat, varlığın yoktan var edildiğini gördükten sonra, tekrar diriltilmesi akıl için uzak ve zor olmamalıdır. (10.Söz 9-Hakikat)
DOSTLARIN YANI
Bir adamın yüzde doksan dokuz ahbabı istanbul gibi bir şehre gider. Sadece kendisi köyündedir. Akrabaları orada rahat ve huzur içinde yaşamaktadır. O da oraya gitmek için iştiyaklıdır. Ona "Sen de git!" denilse sevinerek, gülerek gider.
Diğer bir adamın da ahbaplarının yüzde doksan dokuzu gitmiştir, fakat o onlan göremediği için, mahvolduklarım, kaybolduklarını, perişan olduklarını zannetmektedir. O, onların gittikleri yere gitmek istemediği gibi, kendisine gelip geçen misafirlerden dostlar tutmaya çalışmaktadır.
Evet, bir müminin başta Habibullah olmak üzere birçok ahbabı kabrin öbür tarafindadır. Ölümün yüzüne erkekçe gühneli ve kabirden korkup başını çevirmemelidir.
BİTKİSEL HAYAT
Bitkiler hayatın en alt basamağındadır. Komaya giren insan hakkında onun için bitkisel hayatta tabiri kullanılır.
Ölü çekirdek, toprağın altına girince, kokuşur, çürür, dağılır. Fakat, onun öldüğü noktada filizin hayatı başlar.
Meyvelerin dalından koparılarak ölmeleri, insanların midelerinde yeni ve daha yüksek bir hayatta dirilmelerini netice verir.
Adeta, her ölüm bir dirilişle gelir.
Bitkisel hayat seviyesindeki bir varlık, bir çekirdek, öldükten sonra dal budak salarak böylesine dirilirse, hayatın en üst basa-mağındaki insanın öldükten sonra dirilmesi ve hakikat-ı insanî-yenin bütün potansiyeli ile açılması kim bilir ne kadar muhteşem olacaktır. (l.Mektup 2.Sual)
CENNET FİKRİ
İnsanların hemen hemen yansını teşkil eden çocuklar, kendilerine dehşet veren ve ağlatan ölümlere ancak Cennet fikriyle dayanabilirler. Mesela, "Benim kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu, Cennette geziyor" derler. Yoksa bir çocuk her an çevresinden duyduğu ölüm haberiyle öyle sarsılır ki, gözleriyle beraber ruhu, kalbi aklı, bütün duygulan ağlar. O nazik vücudu ancak böyle bir manevî kuvvetle ayakta durabilir. Yoksa ya mahvolur, ya divane bir serseriye döner. (9.Şua 1.Nokta Birincisi)
EVLÂDINA KAVUŞMAK
Bir insanın sevdiği evlâdı, sekerattta, Ölmek üzere iken, Hz. Hızır ve Lokman Hekim gibi zatlar gelip, tesirli ilaçlarla çocuğun tedavisine vesile olsalar, o sevimli ve güzel çocuk ölümden kurtulsa, elbette çok sevinir,
İşte o çocuk gibi, insanın bir çok sevdiği, mezarda mahvolup,
kaybolmuşken, İman hakikatleri Lokman hekim gibi idamhane vehmedilen kabristana, kalp penceresinden bir ışık verir. Adeta orada yatan ölüler, baştan başa dirilir ve hâl diliyle, "Biz ölmedik, sizinle yine görüşeceğiz." derler.
Böylece insan, imanın nasıl bir sevinç ve ferah vesilesi olduğunu daha bu dünyada iken anlar. (ILŞua 3.Mesele)
ALMANYA'NIN SERVETİ KADAR
Her insanın, her Müslüman'ın başına öyle bir dava açılmıştır ki, dünyaya hükümran olmaktan da, Cihan Harbi'nden de daha önemlidir. Eğer her bir adamın, Almanya ve İngiltere kadar serveti olsa, böyle bir davayı kazanmak için tereddütsüz sarf etmelidir.
O dava, binlerce meşhur insanın, Kâinatın Sahibinin vaatlerine dayanarak haber verdiği, herkesin, iman karşılığında, dünya büyüklüğündeki bahçeleri ve sarayları kazanmak veya kaybetmek davasıdır.
Her ferdin, fani bir diyarın, fani bir köşkü ve saltanatı değil, dünya büyüklüğündeki ebedî köşkleri kazanma ve cehennemden kurtulma meselesine, Amerika kadar serveti ve tüm insanların ömrü kadar vakti olsa, o uğurda sarf etmesinden daha makul bir şey olamaz. (ll.Şua 4.Mesele)
RED VE KABUL
Bir fende ihtisası olan iki zatın hükmü, ihtisası olmayan binlerce kişiye tercih edilir.
Bir adam, " Hindistan cevizi var ve süt konservesine benziyor." dese, bin tane reddiyeciye karşı davasını kazanır. Çünkü varlığını iddia edenin yapması gereken tek şey, bir Hindistan cevizi getirip göstermek veya bahçesini haber vermektir. Yok diyen adam, bütün dünyayı arasa ancak, "Ben bulamadım, ben göremedim." diyebilir. Öyle de, haşri isbat eden, haşre işaret eden en küçük bir işaretin yanında, binlerce inkarcının en küçük bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü onlar, ebede kadar uzanan zamanları görmek ve göstermekle ancak davalarını isbat edebilirler. (11.Şua 7-Mesele)
HİÇ OLMASA
Nasıl, serseri asi bir adam, bulunduğu yerin izzetli hakimine, "Beni hapse atamazsın ve yapamazsın!" dese, o hakim kendi izzetinin muhafazası için, o şehirde hapis olmasa, o edepsiz için bir hapis yapıp, onu içine atar. Öyle de, kâfir, küfrüyle İzzet-i Celâline şiddetle dokunduğu için. Cehennemin icadını iktiza eden başka hikmetler olmasa, sadece kafirlerin o tavrı Cehennemin yaratılmasına yeter. (11.Şua 8.Mesele 2.Nükte)
YONTULMUŞ TAŞLAR
Bir firka askerin tanışıklığı, birbirine alışmışlığı, talimi ve terbiyesi olmadığında, yontulmamış yaşlar gibi olduklarında bir araya getirilmelerinde çok zahmet vardır. Fakat terhisten sonra çok kolay içtima ederler.
Öyle de, birbirine alışmış, bir derece yontulmuş taş hükmüne geçmiş beden hücreleri, öldükten sonra, Halikın izniyle, İsrafil'in borusuyla çok kolay içtima eder, yine eskisi gibi aynı bedeni oluştururlar. (İşarat-Bakara)
KISA ÖMÜRLÜ GÜL
Allah'a ait sanat eserleri beka içindir, ölüm ve fenaları vazifelerinden terhistir, idam değildir. Onlar ölümle bir cihette fenaya gitseler de, çok cihetlerden baki kalırlar.
Bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren kaybolsa bile, Allah'ın izniyle kulaklarda, kağıtlarda, kitaplarda, akıllar adedince akıllarda nasıl baki kalıyorsa, kısa bir zamanda vazifesi tamam olan, solan, ölen gül de, onu gören insanların hafızaları ve ardından gelen tohumlardaki suretleri adedince bakidir. Demek ki, gülün tohumu, hafızalar, gül için bir menzildir.
Başıboş bırakılmayan insan için de dünya bir menzil olduğu gibi, kabir de, berzah da, haşir de birer menzildir. Bütün mahlukat için olduğu gibi, onun da amali hıfzedilmektedir. (Mesnevi Lasiyyemalar)


HIFZ KANUNU
Bir ağaç meyveye hamile olduğu gibi, o meyveden hasıl olan tohum da meyveye hamiledir. Ağacın bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semeresi mevcuttur. Meydana gelen ve geçen olaylar, insanın hafızasında mevcuttur.
En küçük bir hadiseyi kaydeden hafizîyet kanunu her şeyi kuşatmıştır. O kanunun yüzü ise ebede bakar. (Mesnevi -Lasiyyemalar)
CİSMİN DEĞİŞMESİ
Ey haşri inkar eden kafasız! Ömründe kaç defa cesedini değiştiriyorsun? Sabah akşam elbiseni değiştirdiğin gibi, her sene bir defa cismini değiştirip, yeniliyorsun. Belki her sene, her gün cisminden bir kısım şeyler ötür, yerine benzeri gelir.
Bunu hiç düşünmüyorsun. Eğer düşünebilseydin her yerde ve her zaman binlerce numuneleri meydana gelen Öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmezdin.
Doktora git, kafanı tedavi ettir. (Mesnevii -Habbe)
HACDA
Nasıl bir asker, bayramda bir paşa ile beraber padişahın huzuruna girebilir. Sair vakitlerde onu ancak subaylarından dinler, tanır.
Öyle de, her insan hacda bir derece veliler gibi Cenab-ı Hakkı Rabb-ül Alemin unvanıyla tanımaya başlar. Allahu Ekberln tekrarıyla kibriya mertebeleri kalbine açılır. Ruhunu istila eden bütün hayret sualleri cevabını bulur. O nida, şeytanın desiselerini kökünden keser, kati cevaplarını kalbe duyurur. Ve ahiret hakkındaki suallere de Elhamdülillah cümlesi haşri ihtar ederek cevap olur. Evet, bütün şükürleri hakîkî şükür yapan ebedî saadettir. (11. Şua S.Mesele 2.Nükte)
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
NASIL DİRİLECEK?
Hazret-i İbrahim Filistin'den kalkıp sık sık Mekke'ye geliyor, oğlu İsmâil ile hanımı Hacer'i ziyaret ediyordu. Bu mûtad ziyaretlerinden birinde, yolculuğunu sahilden yapmak zorunda kalmıştı. Deniz kenarında bir hayvan leşi gördü. Leş üzerine dalgalar vuruyor ve dalgalarla birlikte gelen balıklar ve deniz hayvanları, o leşten yiyorlardı. Dalga çekilince, bu defa da kara hayvanları ve kuşlar leşin başına üşüşüyorlardı. Her bir hayvan, leşten bir parça koparıp midesine indiriyordu.
Gördüğü bu manzara Hz. İbrahim'in merakını çekti. "Cenâb-ı Hak, acaba bu hayvanı nasıl diriltecek? Herbiri başka bir hayvanın midesinde olan zerrelerini nasıl toplayıp bir araya getirecek?" diye düşündü.
Bu düşünce, onda "dirilme" hâdisesini gözüyle görmek arzusunu uyandırmıştı. Allah'a yönelerek,
"Ey Rabbim! Ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster" diye dua etmeye başladı.
Hz. İbrahim'in bu dua ve niyazına Allah:
"Ey İbrahim! Ölüleri Allah'ın dirilteceğine îmanın yok mu? Bu hususta herhangi bir şübhen mi mevcut?" sorusuyla karşılık verdi.
Hazret-i İbrahim cevaben:
"Ey Rabbim! Ben ölüleri dirilteceğine kesin olarak inanıyor, bu hususta hiçbir şübhe duymuyorum. Ancak bu hârika fi'lini gözümle de görüp kalben tam tatmîn olmak istiyorum" dedi. İnsan bâzan, kesin olarak bildiği, inandığı şeyleri, gözüyle de görmek ister. Bu, son derece tabiî bir haldir.
Hz. İbrahim'in isteği de bu nevidendi. Şübhesiz onun, Allah'ın ölüleri dirilteceğine inancı tamdı. Bu konuda hiçbir şüphesi yoktu. Buna rağmen, dirilme hâdisesini merak ediyor, gözüyle de görmek istiyordu.
Allah'ın Hz. İbrahim'in niyetini bildiği halde, "sen îman etmedin mi?" diye sorması da düşündürücüdür. Böylece Hz. İbrahim'in içindeki niyyetini açıklamasına imkân vermiş oluyordu. Hâdiseyi sonradan duyan insanların onun hakkında kötü düşünmelerine fırsat bırakmıyordu.
Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'in, ölülerin nasıl diriltildiğini görme isteğini kabul ederek, ona:"Ayrı cinsten 4 kuş al. Onları önce iyice kendine alıştır. Sonra kes. Parçalarını birbirine karıştır. Bu parçalardan herbirini etrafında görünen şu dağların ayrı bir yerine koy. Sonra o kuşları isimleriyle çağır. Sür'atle, âzaları tam ve diri olarak sana geldiklerini göreceksin" dedi.
Hazret-i İbrahim verilen bu emri yerine getirdi. Önce kuşları bulup kendine alıştırdı. Sonra kesti. Tüylerini yolarak herbirini 4 parçaya ayırdı. Her parçayı diğerleriyle karıştırarak, başlarını da yanlarına koydu. Dört ayrı dağın tepesine baktı. Sonra o kuşları, isimleriyle çağırdığı zaman, hepsinin canlı olarak kendisine uçup geldiğini gördü.
Bu manzara karşısında kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Çünkü ölülerin dirilişi hakikatini bizzat görme nimetine nail olmuştu. Bundan dolayı, Allah'a hamd ve şükürlerde bulunuyordu. Kalbi tam itmi'nan bulmuş, huzur ve vecd içinde kalmıştı.
DOĞUMDAN SONRA HAYAT VAR MI?
Aşağıda okuyacağınız hikayeyi, Emre Gedikli isimli okuyucum Eskişehir’den göndermiş. İnternet’te dilden dile gezen şeylere iltifat etmek âdetim değil fakat bu hikâyeyi sizlerle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Şuur ve hayatın farklı boyutlarda tecelli edebileceğini en azından hatırlattığı için bu küçücük metin çok hoşuma gitti.
Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış: “Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”
Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, anneleriyle onları birbirine bağlayan kordonu farketmişler. Bu kordon sayesinde hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini anlamışlar. “Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”
Aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyorlarmış. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya, dokuzuncu aya yaklaştıklarında, belirtileri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: “Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?” Öteki daha sakinmiş, üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; sezgileriyle daha geniş bir alemi arzuluyormuş. Cevap vermiş: “Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor” ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz artık.”
“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi.
“Hep burada kalmak istiyorum.” Öteki, “Elimizden gelen birşey yok, hem, belki doğumdan sonra bambaşka bir hayat vardır.” “Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış diğeri. “Buradan ayrılmak zorunda kalırsak nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbiri geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söyleyebilsin. Hayır bu herşeyin sonu olacak.” Ve karamsarlıkla eklemiş:
“Hem belki de anne diye birşey yok!”
“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya baska türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”
“Sen hiç anneni gördün mü” diye üstelemiş öteki; “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.” Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş.
Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar.
Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.
ZİNDANDAKİ ADAM
Kuyu gibi bir zindana hapsedilen adam, rüyasında kendisini bir gül bahçesinde görür ve Allah'a yalvararak:
-Ya Rabbi, beni bedenime döndürüp uyandırma, şu gül bahçesinde kalayım, salınıp gezeyim, der.
Cehab'ı Hak (c.c), duasını kabul eder, ruhunu bir daha bedenine döndürmez. Adam ölüm acısını tatmadan cennete girer.
Böyle bir insanın bir daha uyanmayı; esarete, zindandaki işkencelere, zincirlere, bukağılara dönmeyi İstemesi, oraya ait bir şeye talip olması hiç mümkün müdür?
Cennete, oradaki güzelliklere ve İkramlara göre kıyas edilince, dünya, mü'min için zindan gibidir. Manevî dünyalarında cenneti yaşayan Hak dostları, ten kafesini, bedenî istekleri, dünyanın dağdağalarını, boğuşmalarını manevî hayatları adına işkence gibi görmüşlerdir. Ahiret yurdunu hedefleyen ve dünyayı öteler için talimgah ve erzak hazırlama yeri olarak gören insanların, dünyaya ait maksatları olduğunu vehmetmek, bir mahpusun zindandaki değişik şeylere talip ve sevdalı olduğunu, oraya bağlandığını zannetmekle aynı şeydir.
Onlar için hürriyet dünyaya ait arzuları aşmaktır. Ve dünyaya talip olanların öylelerinden endişesine gerek yoktur.
MAHPUSLAR ÎÇİN
Mevlana Hazretleri'ne, hanımı;
-Hüdavendigâr Hazretleri'nin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık bir aziz ömrünün olması lâzımdı, dedi.
Bunun üzerine Mevlana:
- Niçin, dedi, niçin? Biz ne Firavun ve ne Nemrud'uz! Bizim bu toprak âlemi ile işimiz, huzur ve kararımız olmaz. Biz, birkaç mahpusun kurtulması İçin bu dünya zindanına hapsolmuşuz. Yakında Allah'ın sevgili dostunun yanına döneceğimiz umulur.
Bu kararsız, bu katı, bu fani diyar, ancak nefislerinin kölesi olan insanların hedefi olabilir.
Hak dostlarının halkın arasında bulunmasını, halk için lütuf, onlar adına da tenezzül olarak görmek gerekir. Onlar, ebedî mahkûmiyetten insanları kurtarmak için gönderilmiş ısmarlama insanlardır.
Birileri gibi dünya mahpushanesini asıl maksat zannetmiş değillerdir.
SEFER
(Yavuz Sultan Selim, Mısır şef erinden İstanbul' a döndüğünde, valileri bir korsan yuvası haline gelen Rodos üzerine sefer yapılmasını ister. Yavuz:
- Bizim der, şimdiden sonra, ahiret şef erinden başka seferimiz yoktur.
Kısa bir müddet sonra vefat eder.
Sultan odur ki, onlar gibi hem burasının hem ötenin sultanı olsun. "Bizler uzun bir seferdeyiz, buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz."
İBRAHİM ETHEM VE İĞNE
İbrahim Ethem'in valilerinden birisi onu aramaya çıkar. Alıp Beih'e, saltanatının basma götürecektir. Bir deniz kenarında onu gömleğinin söküklerim dikerken bulur:
- Nedir o elindeki diye sorar. - Dikiş iğnesi...
- Bir zamanlar kılıçla dağları bölerken şimdi bir iğneye mi kaldı işin?...
- Bu iğne o kılıçtan daha kuvvetlidir. Allah dilerse o iğnenin ucuyla bana üzüm taneleri gibi yıldızları toplatır.
- Demek keramet bu iğnede, der vali ve iğneyi dinden kapıp denize atar. İbrahim Ethem seslenir:
- Balıklar getirin iğnemi!
Bir balık ağzına iğneyi alıp getirir.
- Sırra kastettim, der, meğer farkında olmadan kefenimi dikmeye başlamışım.
- Nereye gidiyorsun? diye sorar balıkçı...
- Saraya... îçine yalnız beyaz gömleklilerin alındığı... Kılıçlı böceklerin nöbet tuttuğu... Havaya, ışığa bile yasak denilen... Darlığın genişliğe çevrildiği... Saray... Ben, Belh Sultanı İbrahim Ethem. Sarayıma gidiyorum.
Asıl saltanat, fani diyarda, binilen bir binitte, uçakta, trende, gemide olan saltanat değildir, insan, bir gün indirileceği dünya binitinin sultanı olamaz. Hakikî saltanat mana diyarının, manevî sultanlığıdır. Onun da tek sermayesi acizliktir.
ÇOCUK TAZİYESİ
Bir adamı hapse atmışlar. Yanında küçük bir çocuğu da varmış. Adam, kendi derdinin yanında bir de çocuğunun üzüntüsünü yaşıyormuş. Hem bakım görümü ona çok müşkül geliyor, hem de sıhhî olmayan o ortamda çocuğunu korumak için didiniyor muş. Padişah, bu durumdan haberdar olmuş. O merhametli sultan, çocuğu saraya, yanma almak için memurunu göndermiş. Adam, çocuğundan ayrılığa razı olmamış ve vermek istememiş. Arkadaşları: "Bunu sen nefsin için yapıyorsun. Halbuki çocuk saraya gitse, hem sen bir çok meşakkatten kurtulacaksın, hem de çocuk sarayda rahat edecek, inadın manasızdır. Çocuğu sultanımıza ver. ilerde çocuk büyüdüğünde babasını görmek isteyecektir. Padişah, çocuğu zindana getirip senin perişan halini ona gösterecek değil ya, elbette ki seni alıp saraya götürecektir. Böylece sen de kurtulmuş olacaksın." derler. Adam, ikna olur ve ayrılık zor gelse de çocuğunu gönderir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu hikayeyi bir çocuk taziye-si münasebetiyle ve Efendimiz'in, evladı vefat eden mü'min ebeveynin cennete gireceği hadisim izah ederken anlatır. Buluğ çağma girmemiş masum çocukların cennetlik olacağına dair rivayetler vardır. Elbette, çocuklar annelerim ve babalarım görmek istediğinde, Allah onları cehenneme göndermeyecek, belki onları da cennetine alacaktır.
TİTO'DAN TARİHÎ İTİRAFLAR
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İslâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gidiş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi ...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!
BİZİM ESAS MUHTAÇ OLDUĞUMUZ ŞEY
...Her say ebedi alemde, saadet aleminde, bâki sümbüller verecek mahiyette böyle izan ve kabul edilirse insan en büyük mahalik karşısında dahi tereddüt etmeden gözünü kırpmadan hak bildiği hakikat bildiği istikametten dur olmayacak ve ilerleyecektir. Bütün miskinliğimizin, bütün uyuşukluğumuzun, metotdan uzak bulunuşumuzun, dünyayı her şey sayışımızın ve fırsat ele geçtiği zaman onu değerlendirişimizin altında ahirete olduğu gibi inanmama hastalığı ruh haleti yatmaktadır. Eğer bir sahabi anlayışı ve idraki içinde ahirete inanmış olsaydık; nefsim adına ötesini arz edeyim, nefsim adına arz edeyim de başkasının kafasına mızrak ve kılıç sokmayayım. Başkasının ruh ve hissiyatını rencide etmeyeyim.
Ben rahat döşekte yatmazdım. Ben nefsim adına en küçük mameleke sahip olmazdım. Ben Resulü Ekrem gibi hasır üzerinde yatar üzerime bir battaniye alırdım. Milletim sefalet içinde çırpınırken, milletim imansızlığın cenderesine kıstırılırken, gençlik adım adım mahv edilirken benim bir varlığım ve mamelekim olmazdı. Soğukta emanet bir cübbeyle dolaşırdım Emanet bir ayakkabıyla çarşıda gezerdim. Ve bu halimle mevlanın huzuruna gidersem kovulacağım endişesi vardır içimde çünki birinci işi ihmal etmiş bir insan olarak manen kolu kanadı kırık bir mücrim olarak rabbimin huzurunda bulunmaya müdrikim.
Nefsim adına söyleyeyim. Derdin büyüklüğü, azamet ve ihtişamı karşısında hala beşeri zevklerimi düşünmeyi terk edemedim. Hâla yemenin kavgasını vermeyi terk edemedim. Hâla gece yatarken altıma bir yumuşak döşek sermeyi terk edemedim. Hâla aklımdan kadını kızı çıkaramadım…çıkaramadım ve hicap altında eziliyorum.
Düşünün, fani şeyleri vermeden bâki şeyler elde edilemez. Maddi ve manevi mahrumiyette ve katlanmadan muvaffakiyet elde edilemez. Ağlanmadan gülünemez, ıstırap çekmeden saadete erilemez. Milleti kurtarmayı düşünüyorsanız bürokratik yollardan millet kurtarılamaz. Bu milletin başında sadece elbisesi sırtında ki olan kimseler olduğu zaman millet kurtulacaktır. Şahsı adına yatırımıyla, şahsı adına devlet kurmasıyla, şahsı adına tesisatıyla, aile efradı adına tesisatıyla milleti kurtaracağım diye kahramanlık sevdasıyla milletin başında arzı didar edenler sadece sine-i millette ümit kırmış, onları bedbinliğe itmişlerdir.
Ömer gibi insanlar, giysisi sırtında bineceği şey devlet hazinesinde. Gandhi gibi insanlar, altında ot olan insanlar, milletleri kurtaracak bunlardır. Ve bizi kurtaracak nesil de bu nesildir. Cenab-ı hak bu neslimize bahş ettiği zaman bürokrasiyi rüyasında dahi düşünmeyen bu nesli bize bahş ettiği zaman milletimizin kurtarılması mevzuunda ümit var olacağız.
Üniversite değil bizi kurtaracak. Gönüldür, aşktır, heyecandır. İlim dediğin şey sonra ilim adamının yapacağı şeydir. Çok basit şeydir. Atom üssü kurmak, füze üssü kurmak çok basit şeydir. Ama ben görüyorum ki, gezdikçe gördükçe görüyorum ki, yüz elli seneden beri çeşitli kimselerin elinde oyuncak haline getirilen Türkiye ve alem-i islam ileri götürelim diye her müdahalede on sene geriye gitmektedir. Siyasi, gayri siyasi her darbede ve idareye her müdahalede on sene geriye götürülmektedir.
Bu kem talihliler, bu şom ağızlılar, bu yarasa bakışlılar milletin kaderine vaziyet ettiği müddetçe bu millet bir adım ileriye gitmeyecektir. Belki her sene on sene geriye gidecektir. İşte Batı ve işte ağlanacak durumumuz âlem-i islamla beraber.
Öyleyse bizim esas muhtaç olduğumuz şey; aşktır, heyecandır, imandır, hasbiliktir, fedakarlıktır, milleti için yaşamaktır, kendisini feda etmektir. Varsa bu pazarda bezi olan, varsa bu anlayışa iştirak eden gelsin beraber çalışalım. Bırakalım bürokrasiyi, gezelim köy köy dolaşalım. Hasbiliğimizi ve samimiyetimizi götürelim.
Ve bu işi düzelteceğimiz âna kadar söz verelim Allah’a, Resulullaha söz verelim…yumuşak döşekte yatmayacağız… ağlayacağız gülmeyeceğiz… ıstırap çekeceğiz ve dilenmeyeceğiz…


 
Üst