Peygamberlerin kadim mirasi: Hayâ

mihrimah

Well-known member
EBUBEKİR SİFİL

İnsanın özünden uzaklaştığı, kendine yabancılaştığı ve insanlık hasletlerinden birer birer koptuğu bir zaman diliminde, bize kendimizi hatırlatan bir kavram olarak öne çıkıyor hayâ...

Sahip olduğu geniş ve derin anlam çerçevesi üzerinde duracağımız bu kavramın, günümüzde çağrıştırdığı tek anlam “utanma”dır ve o da bir “kişilik arızası” olarak algılanmaktadır.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın kendisini başkalarına ispat etmesi, toplum tarafından beğenilip takdir görmesi, kıyafetinden yeteneklerine ve hatta vücuduna kadar nesi varsa her şeyini büyük bir “cesaretle” sergilemesi, teşhir etmesi, başkalarını geride bırakarak öne geçebilmek için hak-hukuk tanımadan her fırsatı değerlendirmesi özendiriliyor.

Böyle yapanlar paraya, şöhrete, konfora ve her türlü maddi imkana kestirmeden ulaşıyor; toplumun önüne “örnek” olarak konuyor.

Günümüz toplumlarına hakim olan değer yargılarının dayattığı bu hayat tarzı, şüphesiz ki ancak “ar damarı”nı çatlatmakla mümkündür. Modern hayat tarzında kişi ne kadar “arsız” ise, işinde ve mesleğinde o kadar başarılı oluyor.

Talebenin hocadan, küçüğün büyükten, gencin yaşlıdan... hayâ etmesinin “medeniliğe” aykırı görüldüğü bir hayat tasavvurunda, tabiatıyla yaratılanın Yaratıcı'dan hayâsı da söz konusu olmayacaktır.

Tıpkı zühd, takva, güzel ahlâk vb. gibi hayâ da imandan gelir.

İmandan kaynaklanan hasletlere adeta savaş açmış bulunan modern hayat tarzı, elbette bütün peygamberlerin ortak özelliği ve mirası olan hayâyı da hayatın dışına itecektir.

Hayâsını kaybetmiş bir insanın, diğer dinî hasletleri yaşatamayacağı açıktır. Zira bir müslüman için hayâ, müslümanlığın en temel göstergesidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bu gerçeği;

“Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn Mâce: Muvatta) buyurmak suretiyle dile getirmiştir.

Hayâ nedir?

Sözlüklerin “utanma, çekinme, vaz geçme, tevbe” gibi anlamlara geldiğini söylediği hayâ, peygamberlerden (hepsine salât ve selam olsun) tevarüs edilen en temel insanlık ölçülerinden biridir.

Kur'an'da da bu kavramın türevleriyle üç yerde geçtiğini görüyoruz: Bakara, 26, Kasas, 25, Ahzab, 53... A'raf Suresi'nin 26. ayetinde geçen “libâsu't-takvâ” (takva elbisesi) ifadesinin, insanın ruhunu bezeyip ahlâkını güzelleştiren ve koruyan hayâ anlamına geldiği, hemen bütün müfessirler tarafından ifade edilmiştir.

Günlük dilde genellikle “utanma” anlamında kullanıldığı halde, “hayâ”nın bundan çok daha geniş ve derin anlam boyutlarına sahip olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in, “Allah'tan hakkıyla hayâ edin” buyruğuna Sahabe'nin (Allah onlardan razı olsun), “Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a hamdolsun; biz Allah'tan hayâ ediyoruz” demesi üzerine şu çarpıcı ifadeyi kullanması hayânın anlam ağırlığını açık biçimde göstermektedir:

“Kasdettiğim bu (sizin anladığınız) değil… Allah'tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse, dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli, ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî)

Bu hadiste geçen “başı ve onun taşıdıkları” ifadesinden maksat, başta bulunan göz, kulak, dil gibi maddi ve zahirî; hafıza, hayal, tefekkür gibi manevi hassalardır. “Karnı ve onun ihtiva ettikleri” cümlesinden kasıt ise, kalp, mide, cinsel organ, el, ayak gibi zahirî ve batınî organlardır.

Müslümanca hayatın temeli

Bu nebevî uyarı bize, hayânın aslında müslümanca yaşamanın temeli olduğunu öğretiyor. İnsan, bütün benliğini, maddi ve manevi varlığını hayâ duygusu ile donatmak suretiyle yüzü ahirete dönük bir hayat yaşamadıkça, Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmiş sayılmayacaktır.

Hayânın “utanma”yı da ihtiva etmekle birlikte, müslüman için, onun çok ötesinde bir ağırlık ve fonksiyona sahip olduğuna dikkatimizi çeken bir diğer peygamberî ihbarda da şöyle buyurulur:

“İman yetmiş küsur (bir diğer rivayette altmış küsur) şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mace)

Şu halde hayânın, imanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve imandan kaynaklandığını söylememiz gerekiyor. Dikkat edilirse görülecektir ki, modern hayat tarzının dayatmalarına direnemeyen insanın ilk kaybettiği haslet hayâ olmaktadır. Hayâ duygusunu kaybetmeden, bir kimsenin Allah Tealâ'nın çizdiği sınırları dışına çıkmayı göze alması mümkün değildir.

Peygamberlerin önderi s.a.v. bu gerçeği şöyle ifade buyurmuştur: “İlk nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden biri şudur: Eğer hayân yoksa, dilediğini yap!” (Buharî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel, Taberanî, İbn Hibban)

Ulema bu hadisi açıklarken şöyle der: Gerçek hayâ, Allah Tealâ'dan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla elde edilir. Bunun aslı da İslâm'a göre değerli olmayan şeyleri (mâlâyânîyi) terk ve anlamlı, değerli şeylerle iştigal etmektir. Kim bu söyleneni yerine getirirse, Allah Tealâ ona gerçek hayâya ulaşmayı kolaylaştırır. Hayânın birçok mertebesi vardır. En üst mertebesi, kişinin, zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşahede makamı kazandıracak olan murakabe makamıdır.

Bu anlamdaki bir diğer hadiste de şöyle buyurulur: “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)

Şu halde hayâ, peygamberlerin insanlığa kadim bir mirasıdır. Ve ancak onlara inananların şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak tebarüz eder.

Cenab-ı Allah'tan ve meleklerden utanmak

Efendimiz s.a.v.'in, “bütünüyle hayr” olarak nitelendirdiği hayâ duygusunun canlı bir timsali olarak, kendisinin de yüksek bir hayâ duygusuna sahip olduğunu (Buharî) ve evinde oturan bir genç bekâr kızdan daha hayâlı olduğunu görüyoruz (Buharî, Müslim).

Hayâ timsali olmakla diğer sahabîlerden ayrılan Hz. Osman r.a., bu özelliği sebebiyle Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in özel itinasına mahzar olmuştur. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) yanına girdiğinde normal oturuşunu değiştirmediği halde, Hz. Osman r.a. yanına girdiğinde toparlandığını görenler, bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurmuştur:

“Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru olmaz.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan ortaya çıkan odur ki, hayâ, sadece utangaçlık olmadığı gibi, sadece başkalarına karşı izhar edilen bir duygu da değildir. Temeli iman olan hayâ, en başta Allah Tealâ'ya karşı gösterilir.

Bu noktada İslâm'a özgü bir diğer kavramla karşılaşıyoruz: Mürüvvet... İslâm uleması mürüvveti, “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” olarak tarif etmiştir. Şu halde İslâm'ın çizdiği çerçeve içinde ahlâkî ve ruhî olgunluk ancak kâmil anlamda hayâ duygusuna sahip olmakla elde edilebilir.

Hud Suresi'nin, “Bilin ki onlar Kur'an okunurken gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründükleri halde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, kalplerde olanı bilendir.” mealindeki beşinci ayetinde kimlerin kastedildiği İbn Abbâs r.a.'a sorulduğunda şöyle demiştir:

“Burada anlatılan kimseler, helada avret yerlerini açtıklarında o durumlarının semaya ulaşmasından, hanımlarıyla birlikte olma esnasında soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup hayâ eden (ve hicap duyan) kişilerdir.” (Buharî)

Buradaki “semaya ulaşmak” tabirinden maksat, meleklerin o duruma muttali olmasıdır. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in şu beyanı bu noktayı açıklığa kavuşturmaktadır: “Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler vardır. Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun.” (Tirmizî).

Utangaçlık hayâ mı?

Din-hayâ ilişkisi konusunda akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba hayâ duygusu insanın bir kişilik özelliği olarak yaradılışında mı mevcuttur, yoksa ona dinin kazandırdığı bir haslet midir?

Bu soruya cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Her ne kadar bazı insanlar yaratılış olarak utangaç iseler de, onlardaki bu duygu, dinin arzu ve itibar ettiği sınırlar çerçevesinde şekillenmedikçe makbul değildir. Din'in makbul saydığı hayâ, sadece insanlar karşısında değil, Allah Tealâ'ya, meleklere ve diğer mahlukata karşı da yaşatılması gereken bir duygudur.

Şu halde dinimizin itibar ettiği hayânın, imana, niyete ve bilgiye dayalı olması gerektiğini söylemeliyiz. Aksi halde hayânın imandan olduğunu ifade eden nebevî haberi doğru anlamamız mümkün olmaz. Nefsiyle baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen ya da böyle yapmasa bile niyetini halis kılmayan bir kimsenin utangaçlığının, İslâm'ın aradığı hayâ olmadığı açıktır.

Hayâ duygusunun kalbî ve ruhî bir haslet olduğunu, kalp ve ruhun da ancak iman ile hayat bulabileceğini düşünürsek ortaya şu çarpıcı gerçeğin çıktığını görürüz: “Hayâ” kelimesi, “hayat” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Bu da, hayânın ancak hayat ile mümkün olduğunu gösterir. Şu halde hayâ, ancak iman ile hayat bulan bir kalp ve ruhta vücut bulabilir.

Muvatta şarihi Zürkânî rh.a. bu konuda Hakîm Tirmizî'den naklen şöyle der:

“Kalp Allah'a imanla hayat bulduğu zaman onda hayâ da artar. Görmez misin ki, hayâ duygusuna sahip bir kimse bir şeyden hayâ ettiği zaman terler. Bu ter, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın coşmasından ruh da coşkuya kapılır ve kişinin bedeni ve alnı terler. Çünkü hayânın hakimiyeti yüzde ve göğüste tezahür eder. Bu, kişideki İslâm'ın kuvvetinden kaynaklanan bir durumdur. Zira İslâm, nefsin teslimiyetidir; din de nefsin boyun eğmesi ve inkıyad etmesidir. Bu sebeple hayâ İslâm'ın ahlâkı olmuştur. Müslümanın hayâ ve tevazu sahibi olması da bundandır.” (Şerhu'z-Zürkânî ale'l-Muvatta, 4/323)

Hayânın mertebeleri

Yukarıda hayânın birçok mertebesi olduğunu ve bunların en üstününün, kişinin, zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesi olduğunu belirtmiştik. Ebu Süleyman ed-Dârânî k.s. şöyle der:

“İnsanlar şu dört derece üzere amel eder: Korku, ümit, ta'zim ve hayâ. Bunlar içinde en şerefli mevki, hayâ üzere amel eden kimsenin mevkiidir. Zira bu kimse, kendisini Allah Tealâ'nın her halükârda gördüğünü yakinen bildiği için, hasenatından, günahkârların günahlarından hayâ ettiğinden daha fazla hayâ eder.” (Sühreverdî, Avârifu'l-Meârif, 516)

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in hayâyı, “Kavminden (iyi tanıdığın ve seni iyi tanıyan) salih bir kimseden hayâ ettiğin gibi Allah Tealâ'dan hayâ etmendir.” (Irakî: el-Muğnî -Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ- 1/172) şeklinde tarif etmesi, şüphesiz ki hayânın en yüksek mertebesini ifade etmekten çok, başlangıcını anlatmaktadır. Zira daha önce zikrettiğimiz bir hadiste, Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmenin nasıl olması gerektiği izah edilmişti.

Kullar karşısında hissedilmesi gereken hayâ duygusu, amelî ve kalbî hayatta kemalâta doğru yükselişte yakîn arttıkça gerçek anlamını bulur ve sahibini, az yukarıda Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'den naklettiğimiz mertebeye taşır.

Yine Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'nin şu sözü bu noktayı işaret etmektedir: “Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman hayrı tamamlamış olur.” (Ebû Nu'aym: Hilyetu'l-Evliya, 9/270)

Hayâ güzellik, hayâsızlık çirkinliktir

Hayâ sahibi bireylerden oluşan toplumsal hayatta faziletin en geçer akçe olduğunu belirtmeye gerek duymuyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumları derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel felaketin temelinde, çıkarcı, fırsat düşkünü, utanmaz ve uslanmaz bireyler bulunduğunu görmek zor değildir.

Hayatın hayâ ile ilişkisi koparıldığından beridir ki, aileden başlayıp bütün toplum kesimlerine yayılan çürüme kalpleri ve ruhları öldürüyor. Adına “modernlik” dediğimiz bu savrulma, insanı kendisinden, çevresinden ve hatta Yaratıcısı'ndan uzaklaştırıyor.

Bilenler bildikleriyle, cahiller cehaletleriyle hayâyı hayattan kovuyor; zira onlara bu hayatta var olmanın, fırsatçılıkla, yırtıcılıkla ve “medeni cesaret”le mümkün olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamda güzellikten, faziletten, esenlikten ve huzurdan söz etmek elbette mümkün değildir.

Kollarımızı makas gibi açarak haykırmanın vaktidir:

“Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.” (Tirmizî)

Kaynak: Semerkand dergisi,
 

mihrimah

Well-known member
FITRATIN YANLIŞA TEPKİSİ: HAYÂ
MÜBAREK EROL

Hata yapmak, yanlış işlere meyletmek, yolunu-yönünü şaşırmak, insan olarak yaratılmış bulunmanın bir sonucudur. Dilimize yerleşmiş bulunan “beşer şaşar” ifadesi bu gerçeği dile getirir.

Evet, insan hata yapar. Fakat dünyada insanlık izzetini muhafaza etmek için, ebedi hayatında saadete ermek için bile bile hata yapmamalı, düştüğü hatada da ısrar etmemelidir. Bunun için hem beşer nezdinde, hem de Allah katında kusur ve yanlışları telafi etmenin yolları açık tutulmuştur. Kula yapılan bir hatayı özür dileyerek ya da helalleşerek, Cenab-ı Allah'a karşı yapılan hataları da, pişmanlıkla tevbe ederek telafi etmek gerekir.

Yüce Rabbimiz, daha yanlışa düşmeden durulması gereken yeri hissettirmek üzere insanı hayâ ile donatmıştır. Hayâ Allah korkusunun başıdır. Günah işlemekten, yanlış işler yapmaktan hayâ sayesinde sakınır, kaçınırız.

Rabbimiz'in sadece insanoğluna bir lütuf olarak bahşettiği hayâ, yanlış davranışlara ruhun gizli bir tepkisidir. İnsan fıtratında mündemiç bulunan hayâ, Cenab-ı Mevlâmız'ın razı olmadığı, çirkin saydığı şeyleri yapmaktan sakınmaya yöneltir. Utanacağı bir şey yapmaktan kaçınan insan, başkaları tarafından kınanıp horlanmaya da hayâ sayesinde tedbir almış olur.

Tutum-davranışlarımızda bu kadar önemli rolü bulunan hayâ, dinî emir ve yasaklardan, toplumun örf ve adetlerinden bağımsız düşünüldüğünde, işlenmemiş bir cevher gibidir. Mahiyeti, yönlendireceği davranış biçimi belirsizdir. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayıramaz. Zaten bunun için verilmiş de değildir. Esasen insanı hayra, hakka yönelten iç hasletlerin hiç biri böyle değildir. Hayâ duygusunun neden sakındıracağı, neye yönelteceği dinin hükümleri ve teklif ettiği ahlâk ile, bir de toplumun örf olarak kabul ettiği kurallarla belirlenir.

* * *

Alimlerimiz hayâyı anlatırken üç kısma ayırıyor.

Birincisi, kulun Allah'tan utanmasıdır. Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz, “Allah'tan gerektiği gibi hayâ edin.” buyurmuşlardır. Böylesi bir hayâ, gelişigüzel bir utanma değil, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda, O'nu layıkıyla takdir ve tenzih edememenin mahcubiyetidir. Allahu Tealâ'dan gerektiği gibi haya etmek ise, O'nun yüce ismini her an zikretmek, noksan sıfatlardan tenzih etmek, emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmaktır.

Rabbanî alimler hayânın bu türünü şöyle tanımlamışlar: “Cenab-ı Hakk'ın nimetlerini ve ikramlarını müşahede etmek, bunun yanında kendi kusurlarını görmektir. Bunlar düşünüldüğünde insanda bir hal meydana gelir ki, ona hayâ denir.”

Manevi alemde ruhunun hayâ sıfatıyla dolmasını, cismanî alemin de bu hale katılıp, bedenin ve alnın terlemesiyle biliriz. Nitekim Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, Rabbül Alemin'in azamet ve heybetinden hayâ ettiklerinde, mübarek alınlarında ter damlacıkları oluşurdu. Bu hali anlamamıza şu söz yardımcı olur: “Hayâlı kişi ter döker, bu ondaki bir tezahürdür. Bundan önce benlik hissinden azat olmak gerekir. Kişide benlikten bir şey bulunduğu müddetçe, hayâdan nasibini alamaz.”

İkinci tür hayâ, insanın diğer insanların kınamasından, adının kötü anılmasından çekinmesidir. Bu şekilde insanlardan utanmak, örfe ve genel ahlâk kurallarına uymayı sağlar. İslâm'a aykırı olmayan örfün dinden sayıldığından hareketle, toplum içindeki kurallara -İslâm'a aykırı değilse- uyulması zaruridir. Bu prensip dikkate alınmaz, kişi toplum kurallarını çiğnerse, bunun adı hayâsızlıktır. Böyle bir duruma düşülerek utanmak hayâ değildir; böyle bir duruma düşmekten korktuğu için utanmak ve tedbir almaktır.

Üçüncü tür hayâ ise, insanın kendisinden utanmasıdır. İnsanın, izzet, şeref, namus gibi zatında bulunan kıymetli her şey için, kendisine duyduğu saygıya izzet-i nefs diyoruz. İzzet-i nefs sahibi biri, yalnız olduğu zamanlarda bile çirkin ve edepsizce davranışlardan kaçınır. Böyle bir şey yapacak olsa kendinden utanır, içinde bir rahatsızlık belirir, eziklik duyar. Kendini çirkin bir iş yapıyorken hayal bile etmekten hayâ eder.

* * *

Züleyha validemiz henüz Mısır'da sarayda iken, Hz. Yusuf a.s.'ı odasına alır. Odadaki putun üzerini bir örtüyle örter ve “hadi gel” diyerek Yusuf a.s.'ı çağırır. Hz. Yusuf a.s. sorar: “Neden o putun üzerini örttün?” Züleyha validemiz: “Ondan utandığım için” deyince, Hz. Yusuf a.s. şöyle buyurur: “Sen bu puttan utanıyorsun da, ben Alemlerin Rabbi yüce Allah'tan hiç hayâ etmez miyim.”

Habib-i Edib s.a.v. Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyurur ki: “Bütün peygamberlerin eskiden beri söyleyegeldikleri şudur: Eğer utanma duygusundan mahrum isen dilediğin şeyi yap.” (Buhari)

Yani hayâsız birine hiç bir şekilde söz geçmeyeceğini, onun kimsenin sözünü dinlemeyeceğini bildirmiş oluyor. Bu durum, Allahu Tealâ'nın ahlâkından o kişide zerrece bulunmadığına işaret eder.

Utanma duygusu olmayan hayâsız, arsız birinin, kıymetli hiç bir şeyi yoktur. O kişi kimseyi layıkıyla sevemeyeceği gibi, hiç bir nimete de şükretmeyecektir. Firavun'un hali ve meydan okuması hayâsızlık değil mi?

Eğer insan hayâ duygusundan mahrumsa, Firavun'un yaptığı gibi, her kötülüğü yapar. Onu hayırla yâd eden kimse bulunmaz. Fakat eğer Hz. Osman r.a. gibi hayâ örtüsüne sımsıkı bürünmüş ve ömrü boyunca hep orada bulunmuşsa, güzelce anmaktan başka, kim onun hakkında bir şey söyleyebilir?

* * *

Hayânın doğru bir şekilde işlenmemiş hali, bazen kişiyi zararlı alışkanlıklar edinmeye, içine kapanık biri olmaya sevk edebilir; bir takım kişilik bozukluklarına neden olabilir. Bu tür sonuçları doğuran ifrat derecesindeki utanma duygusu, hayâ hissinin yozlaşmış ve ölçüsüz hale gelmiş şeklidir.

“İlimde hayâ olmaz” diye bir söz var. Bu, yaşı, mevkii ne olursa olsun, müminin bilmediği dinî hükümleri ehil kişilere sorması ve öğrenmesi; bundan utanmaması gerektiğine işaret eder. Öğrenmek amacıyla soru sormak ayıp değildir. Mahrem yerinde hastalığı olanın utanması ve tedaviden kaçınması da böyledir.

Hz. Aişe r.a. validemiz şöyle demiştir. “Ensar hanımları ne iyidirler ki, hayâ sahibi olmaları dinin hükümlerini öğrenmelerine mani olmuyor.” (Müslim) Güzel ve salih işleri yapmaktan hayâ edilmez. Bunlardan sakınmak, uzaklaşmak abestir.

* * *

Hayâ, diğer bütün derunî hisler ve yüksek fikirler gibi sınırlı cümlelerle ifade edilmesi güç bir duygudur. O her türlü durumda kendini gösterir. İstikamet ne olursa olsun, hedef nereye varırsa varsın, olaylar nasıl cereyan ederse etsin, bunların hepsi hayâ duygusunun desteklemesi ya da engellemesiyle olur. Çünkü o, fert vicdanına farz kılınan daimi uyanıklıktır.

Hayâ, kişinin kendisine, bağlı olduğu insaniyete, içinde yaşadığı cemiyete, bütün gizlilikleri bilen yaratıcısına karşı duyduğu hassasiyettir. Bu hassasiyet, içinde bulunduğumuz beşeriyet dünyasının, dün, bugün ve gelecekte erişmek için çalışacağı en büyük hedeftir.

İslâm tarihini ve tabiatını araştıran herkes, hayâ ruhunu ve bu ruhun doğurduğu edebi fark eder. Bu ruh kuvvetli olduğu kadar apaçıktır da. İnsanın bunu fark ettikten sonra tesirinde kalmaması, ulvî atmosferine kendini bırakmaması mümkün değildir.

Rabbimiz, bizleri o hayâ örtüsünün altında, O'nu anmaktan başka her şeyden hayâ eder bir halde, Habib-i Edib s.a.v.'in ahlâkıyla ahlâklanan, salih kullarından eylesin.

Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile...


Kaynak: Semerkand dergisi
 
Üst