Meleklere iman

mihrimah

Well-known member


قُلْ​
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْريلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرى لِلْمُؤْمِنينَ


Bakara / 97. De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.​

مَنْ​
كَانَ عَدُوًّا لِلّهِ وَمَلئِكَتِه وَرُسُلِه وَجِبْريلَ وَميكَالَ فَاِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرينَ


Bakara / 98. Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.​

امَنَ​
الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ


Bakara / 285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.​

اَلْحَمْدُ​
لِلّهِ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلئِكَةِ رُسُلًا اُولى اَجْنِحَةٍ مَثْنى وَثُلثَ وَرُبَاعَ يَزيدُ فِى الْخَلْقِ مَايَشَاءُ اِنَّ اللّهَ عَلى كُلِّ شَىْءٍ قَديرٌ


Fatır / 1. Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.​

وَتَرَى​
الْمَلئِكَةَ حَافّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِىَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَقيلَ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ


Zümer / 75. Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve "alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denilmiştir.​

وَجَعَلُوا​
الْمَلئِكَةَ الَّذينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمنِ اِنَاثًا اَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسَْلُونَ


Zuhruf / 19. Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.​
TEFS​
İR...

قُلْ​
مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْريلَ فَاِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلى قَلْبِكَ بِاِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرى لِلْمُؤْمِنينَ

Bakara / 97. De ki: Cebrail'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.​
مَنْ​
كَانَ عَدُوًّا لِلّهِ وَمَلئِكَتِه وَرُسُلِه وَجِبْريلَ وَميكَالَ فَاِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرينَ

Bakara / 98. Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.
Bu âyetlerin nüzul sebebi olan bu düşmanlığın nasıl meydana geldiği hakkında birkaç rivayet vardır:
Birincisi: Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin bütününden çıkan sonuca göre; Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din büyüklerinden biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle birlikte Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed! Uykun nasıldır?" demiş, "Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber verilmiştir." Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim uyur, kalbim uyumaz." buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra "Nutfe babadan iken çocuk anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?" demiş. Peygamber Efendimiz "Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa çeker." buyurmuş. O yine "Doğru" demiş. Sonra "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî peygamber haber verecektir." demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub) şiddetli bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram olsun diye adakta bulundu ve onu kendi nefsine haram kıldı: "Deve eti yemiyeceğim, deve sütü içmiyeceğim diye adakta bulundu". Abdullah, buna da "evet" dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da söylersen sana iman ettim gitti." demiş. "Sana hangi melek geliyor da Allah tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?" diye sorunca Resulullah "Cebrail" buyurmuş. Bunun üzerine "O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk, bolluk ve bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman ederdik." demiş. Hz. Ömer hemen sormuş "Bu düşmanlık ne zaman başladı?" demiş. Abdullah İbn Suriya "Bunun başlangıcı çok eskilere dayanır." demiş, "Buhtu nassar denilen bir adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim peygamberimize vahyetmiş bildirmiş ve onu tarif etmişti. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir çocuktu, fakat Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber verdiği adam bu değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.' diyerek onu müdafaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, bize harp açtı, Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun için biz Cebrail'i düşman olarak tanırız." Bunun üzerine işte bu âyetler nazil olmuştur.
İkincisi: İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine olmuştur, şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur onları dinlerdi. Bir gün "Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler, canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz". Bunun üzerine Hz. Ömer, onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" dedi. Onlar "Tûr-i Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen yemindir." dediler. Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: "Doğru söyleyin Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar sustular, sükut ettiler, Ömer: "Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum." dedi. Birbirlerinin yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: "Söyleyin, yoksa ben söyliyeceğim." dedi. Bunun üzerine dediler ki; "Evet, biz onu kitabımızda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek Mikail olsa idi, herhalde iman ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa, huzur ve selamete vekil edilmiştir." Hz. Ömer yine sordu: "Tûr-i Sina'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri nedir?" Onlar dediler ki, "Cebrail sağında, Mikail solundadır." Bu cevap üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşman olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar Allah'a da düşmandırlar!" dedi ve olup bitenleri haber vermek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki, Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri okuyuvermişti.
Üçüncüsü: Yahudilerin "Allah Teâlâ, Cebrail'e, peygamberliği bize getirmesini emrettiği halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı ona düşmanız." dedikleri de rivayet edilir. Gerçekten de âyetin mazmununa göre, düşmanlığın esas sebebi, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesinden başka birşey değildir. Bunun da Allah'ın izniyle yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği Kur'ân'ın yalnızca şiddet ve azap değil, daha önceki semavi kitapları tasdik edip desteklediği, ayrıca müminlere hidayet ve müjdelerle dolu olduğu beyan buyurularak, onlar tarafından öne sürülen sebeplerin gerçek sebepler değil, yalan olarak söylendiği ortaya konmuştur.
Fayda: "Cibrîl" kelimesi esasen "cibr" ve "il" kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-ı kâinat (âlemlerin öğüncü) Efendimiz'e vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de tıpkı Abdullah gibi ve rivayete göre aynı mânâda bir izafet terkibi ise de Arapça Ba'lebek gibi mezcî (karışık) terkiplere benzer bir tarzda kullanılmıştır. Âlemiyet (isimlik) ve ucme (Arapça olmayan) gibi iki sebepten dolayı gayri munsariftir. Araplar bunu sekiz ayrı telaffuz şeklinde söylemişlerdir ki, bunlardan en meşhuru dörttür ve bu dört vecih Aşere kırâetinde vârid olmuştur:
1- Selsebîl vezninde "cebraîl", Hamze ve Kisaî kırâetleri,
2- "Cebreîl" Ebubekr Şu'be rivayetiyle Âsım kırâeti,
3- "Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,
4- "Cibrîl" cîmin kesriyle, geri kalan altı imam, bir de Hafs rivayetiyle Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de budur ve Hicaz lügatıdır. Diğer dört kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral ve Cebrîn" şeklindedir. Arapça'nın dışındaki bazı dillerde "Gabriyel, Gabraiyl, Gabril" gibi isimler de aslında "cîm" harfinin Mısır lehçesiyle okunmasından ibarettir.
Bu terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an için bir yana bırakır da kelimenin ne anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu konuda da çeşitli görüşler öne sürüldüğünü görürüz. İbrânîce'de "cebr" abd, yani kul ve köle anlamına, "îl" de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden "Cebraîl" de "Abdullah" (Allah'ın kulu) demek olur. Bununla beraber bazı tefsirciler bunun yani, "Allah'ın ceberûtu" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça "cebr" maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında hiçbir kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek amelî bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık sabit olan, hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her gücün üstünde bulunan bir melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu suretle ilmî kesinlik ifade etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle elde edilen bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan bırakmayan bir bilgi olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı zamanda onun görevini de bir anlamda tarif etmek demek olur. Buna ruh, ruhullah, emin ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi "Yüce arşın sahibi katında itibarlı, güçlü, kendisine itaat edilen ve her yerde güven duyulan" (Tekvîr, 81/20,21) özellikleri ile tanıtılması dahi bu mânâyı teyid etmekte ve desteklemektedir. Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere verilen mucizelerin ne kadar büyük bir kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay olacaktır. Bundan dolayı yahudilere karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan bu ismin seçilmiş olması, buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne kadar delilik ve ne kadar kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat olmuştur. Artık âyetlerin mânâsını izaha geçebiliriz:
Ey Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilan et ki her kim Cibrîl'e düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler bunun şart cümlesi olduğunda ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza cümlesinin hazf edilmiş olduğunu, onun da "sebepsizdir, mânâsızdır", yahut "kahrından ölsün, çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu, daha sonraki kelimesinin yukardaki şart cümlesinin cezası değil, takdir ile mahzuf olan ceza cümlesinin illeti olduğunu söylüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan başka cezanın mahzuf olmayıp, bu cümlenin devamı olan cümlesi olabileceğini de söylemiş ve buna göre meâlin "Bunun sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana indirmesinden ibarettir." olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit anlamı taşıdığını da anlatmıştır. Lakin buna cümlesinde şartına ait bir zamir bulunmadığından Arap dilinin kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Ancak Zemahşerî, burada "bunun adavetinin sebebi" diye bir müpteda ile bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden, Ebu Hayyan'ın bu itirazına verilen cevabı da anlatmıştır Demek oluyor ki, önceki şekilde ceza hazf edilmiş, cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci şekilde ise ceza mevcut, fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir. Her iki takdir şekline göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci âyetin bunu izah ettiğini unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin siyakı ise asıl kınama ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözönünde tutarak şu takdiri daha uygun görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman ise Allah'a düşmandır". Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirmektedir. Önündeki eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı müminlere hidayet ve müjde olmak üzere.
"Kalbin üzerine" buyurulması iki bakımdan dikkate şayandır:
Birincisi: "kalbine doğru" buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ ifade ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde kendiliğinden doğan ilham ve sunûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi, üzerinden çepeçevre kaplayıp istila etmek suretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini geçersiz kılarak, gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı konulamaz zorunlu bir ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm, ilâhî mecburiyet demek olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resulullah'ı öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah "Beni takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu. Buharî'nin başında Hz. Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam "Ey Allah'ın Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu. Resulullah da buyurdu ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir âdem şekline bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim." Hz. Aişe bunu naklettikten sonra demiştir ki: "Gerçekten ben de gördüm, gayet soğuk bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin alnından ter damlaları dökülüyordu. İlk vahyin peygamberimize nasıl geldiği Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde nakledilmişti. İşte burada "ilâ kalbike" " veya "ileyke", hatta "aleyke" buyurulmayıp da "alâ kalbike" buyurulması, özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade baskı yapan ve onu kuşatan en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
İkincisi: Bu sözü söylemeye Resulullah memur olduğu için sözün gelişi ve dış görünüşü gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle ve mütekellim (birinci şahıs) sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen Resulullah olduğuna göre, onun "benim kalbim üzerine" demesi lazım gelirdi. Böyle iken muhatap sigası ile "alâ kalbike" buyurmuştur ki, bu da bu sözü Resulullah kendi tarafından değil, Allah tarafından aynen söylemeye memur olduğunu nass halinde ortaya koymak içindir.
Özet olarak "Ey Muhammed! Sen değil, ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her kim Cibrîl'e düşman ise şunu iyi bilsin ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden değil, benim iznimle sana indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün ilâhî kitapları tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta müminlere onlardan da fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e düşmanlık etmek, Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere düşman olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa Cibrîl ile Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır. Yani onların belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve fırsat vermesi onlar için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir. Ancak tevbekâr olurlar da inananlar arasına katılırlarsa, o zaman söz konusu hidayet ve müjdeden onlar da faydalanır, nimete ererler.​
PIRLANTA SER​
İSİ...

Melekler, nurdan yaratılmış olup, hilkatlerinde nurun esas olduğu görülür. Melekiyet risalet, elçilik, nezaret, vekâlet, icraatı alkışlayıp ona nigehbân olma ve yüksek yerden nüzul etmek gibi ma'nâlara gelir. Mutlak ma'nâda melek, büyük âlemle, küçük âlem arasında münasebet kuran, elçilik yapan, haber getiren, kalbimizi okşayıp biçime koyan, ondan gelen mesajları alıp, adetâ regüle ederek kabûl edilebilir hale getiren çok mukaddes elçiler güruhuna denir. Yüzleri öbür âleme yönelik ve daha çok öbür âlemin vazifelileri olan melekler, Cenâb-ı Hakk'ın her iki âlemdeki tasarruflarına nezaret eder ve onları alkışlarlar.
Melekler, sadece Emirler Âlemi’nden olmayıp, nurdan kendilerine has cisimleri de vardır; şu kadar ki bu cisimleri, lâtif ve nurânîdir. Bu sebeple, hulûl ve nüfuz keyfiyetleri çok serî ve mükemmeldir. İnsanın gözbebeği içinde yer alır, baktırır ve ona güzel şeyleri gösterirler. Peygamber ve velînin kalbine ayrı ma'nâ ile, bitkiler ve hayvanlar âlemine ayrı ma'nâlarla gelirler. Kalbe doğan ilhamlar, ekseriya doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'tandır.. bazen de melekler vasıtasıyla eser gelir.
Melekler, “Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmezler ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler (Tahrim, 66/6). Bu meleklere has bir keyfiyettir. İnsan ise, asla melek gibi olamaz; sürekli iniş-çıkış ve zikzak çizmeler görülür onda. İnsan, melek-üstü bir mahiyet kazanabileceği gibi, akılsız, şuursuz mahlûkatın altında da yer alabilir. Meleklerin makamı ise sabittir. Nurdan yaratıldıkları için, insan ve cinlerde olduğu gibi, katiyyen kendilerinde isyan ve başkaldırma görülmez. Meleklerde erkeklik ve dişilik de yoktur. Öfke, kin, gadap, kıskanma, hased gibi kötü duygulardan uzak bulunmalarının yanısıra, beşere ve cinlere ait arıza ve garizalardan da mahfuz ve mâsundurlar.
Melekler yemez, içmez, acıkmaz, susamaz ve yorulmak nedir bilmezler. Maaş ve ücretleri yoktur ama, Allah (cc) namına işledikleri her emirde lâtif bir zevk ve hoş bir lezzetleri vardır. Terakki ve rütbeleri olmamakla beraber, Allah’a karşı ibâdetlerinden derecelerine göre feyiz alırlar. Nurdan olduklarından, gıdalarına nur kâfîdir. Nasıl insanlar su, hava, ışık ve değişik gıdalarla gıdalanır ve bunlardan lezzet alırlar; benzer şekilde melekler de zikir, tesbih, hamd, ibadet ve Cenâb-ı Hakk'a ait mârifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve mütelezziz olurlar. Hattâ güzel kokular dahi, bir nev'i onların gıdalarıdır; güzel kokudan zevk alır ve hoşlanır onlar. Burada, selim fıtratı en üst seviyede temsil eden Allah Rasûlü (sav)’nün güzel kokudan hoşlanıp, güzel koku süründüğünü hatırlatıp geçelim...
Melekler, Cenâb-ı Hakk'ın Zât-ı Ulûhiyetini idrak mevzuunda insandan ileri, esmâ ve sıfatlarını bilmede de öndedirler. Fakat Zât-ı Ulûhiyetine esmâ ve sıfâtlarına câmi bir ayna olmak bakımından insanı, his ve duyguları, kalb dünyâsı ve tefekkür hayatı itibariyle Allah (cc) onlardan daha ileri yaratmıştır.
Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla bilip tanıyoruz. Zira onlar hakkında hem Kur'ân-ı Kerim'de, hem de iki Cihan Serveri'nin mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle bahisler mevcuttur. Bazı melekleri ise, sadece gördükleri vazifenin nev'i itibariyle ve hepsine birden verilen ünvanla biliyoruz; fakat bu mevzûda herhangi bir rivâyet söz konusu olmadığı için, biz de onların isim ve adetleri hakkında malûmat sahibi değiliz.
Dört büyük melek olan Cebrail (as), Mikail (as), İsrafil (as) ve Azrail (as)'i tanımamıza rağmen, Arşın hamelesi sekiz meleği, Mele-i A’lâ'yı, Nediyy-i A’lâ'yı ve Refik-i A’lâ'yı bilemiyor ve tanıyamıyoruz.
Dört büyük meleğin dışında bildiklerimiz de var: Kerûbiyyun melekleri, Müheyyemun melekleri, Cennet'in nâzırı Rıdvan ve Cehennem'in bekçisi Mâlik isimli melekler gibi...
Ayrıca, ana karnındaki ceninin durumuyla ilgilenen meleklerle, her insanın söz ve davranışlarını kaydeden “Kirâmen Kâtibîn” melekleri de bildiklerimiz arasındadır. Diğer taraftan, hadislerde beyan edildiği üzere, her mü'minin kendisini koruyan 360 meleği vardır. Bunlar, hususiyle yaşlıları ve yavruları muhafaza ederler. İnsana hayrı gösteren, mü’min için duâ ve istiğfarda bulunan, kâfirlerin ise içine korku salan ve onları endişeye sevkeden melekler olduğu gibi, ibadet, zikir ve ilim meclislerini takip eden, ikindi ve sabah namazlarında vazife değiştiren, Cum'a günleri getirilen salâvatları seyre dalan, Kur'ân dinleyen ve böyle yerlere sekine indiren melekler de vardır.
Ve yine, namaz kılan, saflarda saf bağlayan, teşehhüddeki şehadete eşlik eden ve müslümanlarla musafahada bulunan melekler..
Ölüm anında ve ölüm sonrasında gelen ve kabirde soru soran Münkir ve Nekir isimli melekler..
Peygamber Efendimiz (sav)’in Mirac esnasında, yaratıldıkları günden beri Allah (cc)'ın azameti karşısında kimini rükûda, kimini secdede ve kimini de kıyamda müşahede ettiği melekler..
Yine, zerrelerin hareketinden yağmurun katreler halinde semadan inişine, meteorların düşüşünden dünyâ, yıldızlar, sistemler ve galaksilerin hareketine ve ağaçlardan çiçeklere kadar tekvinî faaliyetlere nezaret eden ve onlara nigehban olan belki kâinatın zerreleri adedince melekler vardır!..
Her nefis, her an ölümü tadıp durmaktadır (A.İmrân, 3/185). Her şey fanî; bakî olan sadece O (Rahmân, 55/26-27). Bu, her yaratılmışa şamil bir emirdir ve melekler de bu emirden hariç değildir.. hattâ, en son Azrail (as)'e “kendi ruhunu kabzet” denecektir. Bununla birlikte, Allah (cc)'a intisaplarıyla hayatlarını idâme ettirecekler varsa, onları da biz bilemiyoruz.
Melekler, hususiyle de rahmet melekleri heykel, resim, köpek ve çan bulunan evlere girmez; hayız ve cünüp olanlarla yakın münasebette bulunmaz ve soğan, sarımsak ve pırasa gibi kerih kokulu yiyecekleri yiyip mü'minleri iz'aç ve rahatsız eden kimselerin yanlarına sokulmaz; sigara gibi kerih kokan ve insanları rahatsız eden nesneleri de aynı gruba dahil edip, bu gibi çirkin kokulardan da meleklerin kaçacağını söylemek mümkündür. Meleklerin anne, baba ve akraba ile alâkayı kesenlere de gelmeyeceği rivâyetler arasındadır. Eğer meleklerin bizimle beraber olmasını istiyorsak, her şeyden önce onlara, onların istedikleri zemini hazırlama mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.​
2. Melek ne zaman korur ve zahîr olur?​
Allah (cc), insanı doğrudan koruduğu gibi, meleklerle de koruyabilir; fakat bunun için insanın, irâde ve kalbi ile kontak olması, saffetinin bu mevzûya uygun bulunması, melekle münasebete geçmesi; Allah’la alâka ve rabıtasının devam etmesi ve bir ma’nevî ittisalin gerçekleşmesi şarttır. Melekler âlemiyle münasebet kuran herhangi bir insanla melekler de münasebete geçerler; Bedir'de, Hayber'de zahîr oldukları ve sahabenin gasline ve cenazesine iştirak ettikleri gibi.. Meleklerin korumasını çocuklarda, masum sabîlerde ve beli bükülmüş yaşlılarda da görürüz; çünkü, Allah (cc)'ın bunlara hususî bir merhameti vardır. Meleklerin insana yardım edip zahîr olmaları, insanın Hakk kapısından ayrılmamasına, ilhah ve ısrarla ciğeri sökülüyor, göbeği çatlıyor ve kalbi fırlıyor gibi yalvarıp, yakarmasına ve ruhunun infisale geçerek, O’nunla kontak olup melekût alemiyle münasebet kurabilmesine bağlıdır. Yoksa, esneyerek ve ne dediğinden habersiz bir kalble değil.. Kalıpla ve ucundan tutarak yapılan ibadetlerle bu münasebet kurulamaz; çile ve ızdırap çekmeden, meleğin semavî eli imdada koşmaz.​
3. Meleklere inanmanın faydaları:​
Allah (cc)'a, haşir ve neşr'e inanma gibi meleğe inanmanın da, insan üzerinde çok müsbet tesirleri vardır. Bir defa bu inanç, ferde huzur verir ve onun vahşetini ünsiyete çevirir.. melek insana enîs ü celîs olur ve onunla arkadaşlık yapar. İlhamlar, insanın kalbinde onunla mevcelenir; ma'nâ yüklü hüzmeler, onunla gelir. Bu sayede insanın içi huzurla dolar ve bu nurlu varlıklarla onun hayatı da nurlanır. Ayrıca, her an meleklerin kontrol ve murakebesi altında bulunulduğu düşünülerek günahlardan uzak kalınır ve beşerî hevesata karşı frenleyici bir unsur olması sayesinde, hayatın zabt ü rabt altına alınması kolaylaşmış olur.
Rasül-ü Ekrem Efendimiz (sav), meleklerin havâssından, en faziletlilerinden de faziletlidir. Peygamberlere vahiy getiren melek de sair meleklerden faziletlidir. Beşer arasında Bedir, Uhud ve benzeri gazvelerde bulunanların bulunmayanlara karşı bir üstünlük ve fazileti olduğu gibi, meleklerden o gazvelere iştirak edenlerin de etmeyenlere karşı aynı şekilde üstünlüğü vardır.
Peygamber Efendimiz (sav), “Gökte benim iki vezirim vardır: Cebrail ve Mikail; yerdeki iki vezirim ise, Ebû Bekir ve Ömer” buyururlardı.​
Melekler ve cinler, insanlara nisbetle daha büyük ve daha ağır işler yapabilirler:​
Her şeyden önce, hiçbir iş ve şe’nin Allah (cc)'ın kudretine ağır gelmeyeceği malûmdur. Elmanın birini de binini de, bir bahçeyi de bütün dünyâyı da, atomu da galaksiyi de, balığı da denizi de aynı kolaylıkla yaratan Allah (cc), insana, meleğe ve cinlere de istediği ölçüde güç ve kudret verebilir. Esasen insanın yaptığı, meleklerin ve cinlerin yaptığından hiç de aşağı değildir. Dünyâ küresinin ve gök cisimlerinin hareketlerine nezaret eden melekse, dünyâyı evirip çeviren, maddeye şekil veren ve medeniyetler kurup, teknolojiler üreten de insandır; insan, elinde beş parmak yerine bir parmak, kollar yerine kuş kanatları ve kendi ayağı yerine fil ayağı olsaydı, bütün bu yaptıklarını yapabilir miydi acaba? Sonra bütün bu işleri el, ayak ve parmaklara mı vereceğiz? İşte, görünmeyen meleklerin ve cinlerin yaptıkları hârika işler ve işte, beyindeki görünmeyen reaksiyon ve elektrik akımlarının yaptıkları!. Elimiz, kolumuz, kaslarımız ağırlıkları ne ile kaldırıyor? Gide gide maddî güç ve kuvveti bulunmayan kemik iliklerine ve beyinden gelen lâtif akımlara varmıyor muyuz?
Hava akımı ve rüzgârlar, gözle görülmedikleri halde ağaçları söker, evleri yıkar. Bitkilerin ipek gibi incecik kök ve damarları, taş ve kayalarda ne harika tezgâhlar kurup, neler neler dokurlar! İlim adamlarının üzerine düştükleri pek çok enerji kaynakları vardır. Atom santralleri, barajların kabiliyetini de aşıp, ürettikleri enerjiyle maddeyi harekete geçirmekte, hele, tesbit edilen lazer ışını ve tesbit edilmeyi bekleyen daha pek çok şey, hayatın her sahasında maddeyi evirip çevirmektedir. Demek oluyor ki, görülmeyen kuvvetler, madde üzerinde karşı konulmaz bir hâkimiyete sahiptirler.
Enerji ve ışınlar maddeye böylesine te’sir ederken, onların da ötesinde görülmeyen varlıklar olarak melekler ve cinler de, Allah (cc)'ın kendilerine verdiği kumanda aletleriyle maddeyi harekete geçirip, bizim üstesinden gelemeyeceğimiz hârika işler yapabilirler. Kaldı ki, insan bile -ruh bahsinde temas edildiği üzere- çok hârika işler becerebilmektedir; medyumların eşyayı âletsiz, temassız harekete geçirip, ateşle oynamaları gibi...​
8. Meleklerin ve cinlerin sayısı ne kadardır?​
Meleklerin ve cinlerin sayısını ancak Allah (cc) bilir. Bir damla suda milyonlarca canlıyı vareden, bir milimetre küp kanda 4-5 milyon alyuvarları yaşatan, birkaç damla menide insan olmaya müheyyâ milyonlarca spermi barındıran, denizde balıklara ve toprak altında şu kadar canlıya hayat veren Allah (cc), dilerse yağmur damlaları adedince de melek yaratır. Zirâ, O Kudret Eli'nın aza da, çoğa da taallûku birdir.​
9. Meleklerin ve cinlerin temessülü, şekil ve mahiyet kazanıp görünmeleri:​
Daha önce de temas edildiği üzere, suyun buharlaşması, katı maddelerin gaz, sıvı ve buhar haline dönüşmesi, atomun parçalanıp enerji dalgaları ve kuantlar haline gelmesi, yıldızların karadelikler halinde ortaya çıkmaları gibi, hayatımızda ve kâinatta görülen âlemden görülmeyene doğru bir faaliyet, bir akış ve bir hamle mevcuttur. Bu İlâhî icraatı tersine düşündüğümüzde ise, görülmeyenden görülene ve bilinmezden de madde olarak müşahede edilir hale gelmeye doğru bir akışın varlığını gözlemek mümkündür. Gazlar sıvı olur; kristalleşir cisim olur; buharlaşan su zerrecikleri, “Bizi yok zannetmeyin, görülmüyoruz ama, kaybolmadık” der gibi, damlalar haline gelip başımızı ıslatır; gök tarlasındaki pamuk yığınları, yer aynasına kar örtüsü olarak yansır... Hattâ, buhar halinden çıkan su, daha da kesafet kazanayım ve şekillenip görüneyim diye buz olur, demirden de olsa kabını parçalar. Beynimizde plânladığımız nice görünmezler, dış âleme intikal edip görünür ve maddî vücut kazanırlar.
İşte, görünmeyen varlıklar olan melek, cin ve ruhanîler de, her ne kadar kendilerine has yapılarıyla bu âlemde görülmeseler bile, bu âleme has vasıtaları kullanıp, kılıf ve elbise giyerek görünebilirler. Meleklerin ve cinlerin bu şekilde görünmelerine ‘temessül’ diyoruz. Kur'ân, temessülü anlatırken (Meryem, 19/17), “(Melek, Meryem Validemiz’e) “tastamam bir insan şeklinde temessül etti” der. Efendimiz (sav)'e vahiy getiren melek, bazen kendine has keyfiyetle, bazen bir muharip şeklinde, bazen de daha başka suretlerde geliyordu. Benî Kureyza üzerine yürüneceği zaman Cebrail (as), tozu toprağı üstünde bir muharip suretinde gelmiş ve “Ya Rasûlellah, siz zırhlarınızı çıkardınız, fakat biz melekler taifesi çıkarmadık” demişti. Yine aynı melek, bazı zaman oluyordu ki, Dıhye (ra) suretinde geliyor, bazı zaman da, dinî tâlim maksadıyla üzerinde hiç de yolculuk emaresi taşımayan bir misafir kıyafetinde geliyor ve “İman, İhsan, İslâm nedir?” şeklinde suâller sorup, verilen cevapları “Doğru” diye tasdikleyip gidiyordu...
Cinler ve şeytanlar da, melek gibi temessül edebilir. Hüseyin Cisrî'ye göre, Allah (cc)'ın kendilerine verdiği yaratılış biçimi sayesinde havadan, esirden veya benzeri bir maddeden istedikleri kadar alıp yoğunlaştırarak istedikleri şekle sokar ve o şekli âdete bir elbise yapıp, o elbise içinde insanlara görünürler. İmam Şiblî, Ebu Ya'lâ'nın beyanına dayanarak, cinlerin ve şeytanların kendi kendilerine şekil değiştiremeyeceklerini, buna güç ve takatlarının olmadığını, fakat Allah (cc)'ın kendilerine öğrettiği kelime ve isimlerden âdeta şifre vazifesi yapan birini söylediklerinde, Allah (cc)'ın onları bir şekilden diğer şekle, bir halden başka bir hale soktuğunu belirtir. Bu, kendi âleminden başka bir âleme, o âleme ait bir vasıta ile geçebilmek için sanki sınırda söylenmesi gereken bir kelime, gösterilmesi şart bir vize ya da askerin geçit için sorduğu parola gibidir. Cinler ve şeytanlar, kendi kabiliyet ve irâdeleriyle bu tebdil-i kıyafeti (transformasyon) yapamazlar; yapmaya kalkıştıklarında, bünyeleri parça parça olur ve hayatiyetlerini kaybederler.
Cinlerden olan şeytan da, insan kılığına girebilir. Nitekim, onun Bedir Savaşı öncesi Necid'li bir yaşlı sûretinde Kureyş'e gelerek, kurdukları tuzak için onlara tahrik edici fikirler verip, çareler tavsiye ettiği rivayet edilir. Aynı şekilde bir başka defa, ganimetlere nöbetçilik yapan bir sahâbinin şeytanı ganimete zarar vermek isterken yakaladığı ve onun yalvarıp yakarması karşısında da salıverdiği nakledilir. Hâdise üçüncü defa tekerrür edince şeytan, kendisini Allah'ın Rasulü'ne götürmeye karar veren sahabiye, “Bırak da, sana bizden korunup, emniyette olacağınız şeyi söyleyeyim” der, Sahabi, “O nedir?” diye sorunca da, “Ayetü’l-Kürsî” cevabını verir. Hâdise kendilerine intikal edince Efendimiz (sav), “Habis yalancıdır ama doğru söylemiş” buyururlar.
Kur'ân'da, cinlerin Efendimiz (sav)'den Kur'ân dinledikleri ve bu mevzûdaki mütalâaları da anlatılır: Cinler, “Ey kavmimiz” dediler, “doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan Hakk’a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.” (Ahkaf, 46/29). Hadîs kitaplarında da, Efendimiz (sav)'in onlara Kur'ân okuduğu ve dini tebliğ ettiği muhtelif rivâyetlerle belirtilmektedir. Bu hâdiselerden birinde İbn-i Mes’ud (ra), bir diğerinde ise Hz. Zübeyr (ra), bir noktaya kadar Efendimiz (sav)'e refakat etmişlerdi.
Cinler, insan kılığında görünebilecekleri gibi, hayvan şeklinde de görünebilirler. Yılan, akrep, sığır, merkep ve kuş kılığına girdikleri de anlatılmaktadır. Nitekim, Nahle Vadisi'nde Efendimiz (sav), onlardan biat kabul ederken, akrep ve kelb gibi herhangi bir hayvan kılığında görünmemeleri veya kendi suretlerinde, ya da daha başka munis bir surette tezahür etmeleri teklifinde bulunmuş, ümmetine de, “Siz evinizde böyle bir haşere gördüğünüzde, ona önce üç defa “Allah rızası için git” deyin; belki o cin arkadaşlarınızdan olabilir. Eğer gitmezse, o zaman cin değildir; zarar verecekse, öldürebilirsiniz” buyurmuşlardı. Bu, bir bakıma iki ayrı taifenin, iki ayrı cinsin veya iki ayrı sınıfın mukavelesi gibiydi ki, onun bu teklifine karşı cinler de, “Ümmet'in her şeye besmele çeker, her şeyi kapatır ve muhafaza ederse, biz onların yiyecek ve içeceklerinden ne yer, ne de içeriz” şeklinde söz vermişlerdi. Tabiî ki, cinlerin bizim yediklerimizden nasıl istifade ettiklerini bilemiyoruz. Belki havasından, belki kokusundan, belki de müteaffin keyfiyetinden istifade etmektedirler. Nitekim bir hadîs-i şerifte, “Tezek ve kemiklerle taharetlenmeyiniz; çünkü onlar cin kardeşlerinizin yiyecekleridir” buyurulur. (Geniş Bilgi “Varlığın Metafizik Boyutu 1” kitabından temin edilebilir)​
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
MELEKLERİN VARLIĞI
Biri bedevî, vahşî, diğeri medenî, aklı başında iki adara, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde bir gecekondu mahallesine rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o mahallenin her yeri insanlarla, hayvanlarla doludur. Boş bir hane, sakin bir sokak bulmak mümkün değildir. Adım atmakta, kalabalıktan nefes almakta zorlanıyorlar. Kimi inşaat yapıyor, kimi tezgahını kurmuş çalışıyor, kimi dilencilik yapıyor, her metrede bir seyyar sergi açılıyor, çocuklar koşturuyor, tavuklar, kediler, kuşlar, anlar, böcekler o meydanda kendilerine bir yer kapabilmek için birbiriyle yanşıyor. Her biri kendilerine ve durumlarına uygun bir gıda ile besleniyor. Kimi sadece ekmek, kimi sadece ot, kimi sadece yakaladığı balığı yiyor.
O iki adam, daha sonra şehrin kendilerine uzak semtlerine bakıyorlar. Binlerce muhteşem sarayı, köşkleri, geceyi gündüze çeviren ışıklan, geniş meydanlan, otoyolları, sokakları görüyorlar. Oraların, o mahalleden çok farklı olduğunu anlıyorlar. O sa-raylann sakinlerini, ya uzaklıktan, ya gözlerinin zayıflığından veya gizlenip görünmek istememelerinden göremiyorlar.
O vahşi, cahil, muhakemesiz, şehir görmemiş adam, gülünç bir iddiada bulunarak, Şişli, Taksim, Beyoğlu gibi semtlere, oralardaki saray misal hanelere: "Boştur, oralarda oturanlar yoktur, oralarda canlılann yaşadığına inanmıyorum" diyor.
İkinci adam diyor ki: "Ey nasipsiz bedbaht! Bu karanlık, kı-nk dökük, bozulup yıkılabilir, 'yaşamaya müsait değil' dense belki de doğru olacak bir gecekondu mahallesi, bu kadar canlılarla, buralarda oturanlarla dolu iken, o muhteşem köşkler, villalar, saraylar, meydanlar hiç boş olabilir mi? Anlaşılan sen hiç şehir görmemişsin. Elbette oralar da bütünüyle doludur, fakat oranın hayat şartlan daha başkadır. Kuru ekmek yerine börek, baklava yiyebilirler. Bizim, bulunduğumuz bu yer ve durumdan onlan göremememiz, onların yok olmasını gerektirmez. Görünmemek olmamaya delil olamaz.
İşte, bu hikâyedeki gibi, dünya, kâinat âleminde, bu kadar katı, karanlık ve kararsız, her mevsim bozulup dağılabilir ve küçük olduğu halde, bu derece canlılarla dolu ise, elbette ki, dünyaya nisbetle muhteşem saraylan andıran gök cisimleri de kendilerine uygun misafirlerle doludur.
Hayat, latif ve nuranidir. Dünya, kesif, katı ve karanlıktır. Bu mahiyetiyle latif ve nurani olan gök cisimleri, hayata dünyadan daha müsaittir denilebilir.
Halbuki, hayvandan insana, mikroptan virüse dünya hıncahınç canlılarla doludur. Canlı olan insanın bile, sindirim sisteminde trilyonlarca canlı bakteri var iken, elinde, avucunda apatojen (zararsız) de olsa trilyonlarca canlı bakteri ve virüs vardır.
Vücudun kıymeti hayat iledir. Bir iğne başı kadar canlıda bir şehir kadar sanat vardır. Onun bütün mevcudatla irtibatı, bilmesi, bilinmesi, memnuniyeti, şükrü vardır. Bilinmek murad eden, harika sanatlarını görmek isteyen Zat, hayata kıymet verir.
Hayatın emaresi harekettir. Hayatı seven Zat, o sırdan ve o muhabbetten, atomdan galaksiye bütün mevcudatı cezbeye gelmiş bir Mevlevi gibi hareket ettirir.
Hayata kıymet verdiği için, dünyayı bu kadar canlı ile dolu yaratan Zat'ın, semayı boş bırakması düşünülemez. Belki, buranın misafirleri buraya uygun olarak etten kemikten yaratıldığı gibi, oranın misafirleri de oraya uygun olarak nardan, nurdan, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden, elektrikten ve sair latif şeylerden yaratılmıştır. Kur"an, onlara, "melaike ve ruhaniler' adını vermiştir.
"Semavat boştur, oralarda melaike ve ruhanîler yoktur" diyen adam, şehir görmemiş bir bedevinin, "Gecekondu mahalleleri doludur, fakat o lüks yerleşim yerleri boştur." diyen ahmaktan farkı yoktur. (29. Söz l.Maksat l.Esas)
AYRI HÜKÜMETLER
Ayrı ayrı hükümetlerin müstemlekîyet veya ticaret münasebetleri benzeri durumlardan ötürü bir memlekette hakimiyetlerinin bulunması gibi, semavat memleketinin, payitaht ve merkez itibariyle gayet uzak olduğu halde, arz memleketindeki insanların kalplerine uzanan manevî telefonları vardır. Sema âleminin sadece cismani âleme bakmayıp, ruhlar ve melekler âlemine de bakması gibi, mana âlemi bir yönüyle de perde altından şehadet âlemini ihata eder.
Habis ruhların, yıldız kayması denilen mancınıklarla semaya çıkmak isterken kovulması da, bu âlemlerin iç içe olmasındandır. (28.Lem'a 28.Nükte)
KIRK BİN BAŞ
Efendimiz (sav), kırk bin başlı, her başında kırk bin dili olan ve her dille de kırk bin ayn tesbîhat yapan meleklerden haber vermektedir.
Mesela, çeşitli varlıklar bir cemaat şekline girse, Barla ağzının, dağ dilinin, bir kelimesi olan bahçemizdeki çınar ağacının, her başında kaç yüz dal dillerinin, her dilde kaç yüz meyve kelimelerinin, her kelimede kaç yüz tohumcuk harflerinin, Sani-i Zülcelâline ne kadar yüksek bir methiye ve tesbihat okuduğu işitilir ve görülür.
Elbette ki, o çınara müekkel melek de mana âleminde çeşitli dillerle o tesbihatı yapar ve temsil eder. (14.Söz Üçüncüsü)
MELEKLERİN TİMSALİ
Nasıl ki, kocaman bir ağacın kendince kulluğu ve tesbihatı vardır. Yaprak, meyve ve çiçekleri o tesbihatın adeta kelimeleridir. Öyle de, semavat denizi de, kelimeleri hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla Sani-i Zülcelâline tesbihat yapar ve hamd eder. Şuursuz oldukları halde şuurlu gibi hareken eden cansız varlıkların ve gök cisimlerinin mana alemindeki temsilcileri, teşbih ve teşekkürlerinin takdimcileri meleklerdir. O meleklerin mülk alemindeki maddî temsilcileri, timsalleri, hane ve mescitleri de gök cisimleridir. (29.Söz 1. Maksat 4.Esas)
AKLA PERDE
Azrail Aleyhisselam, Cenab-ı Hakka dua etmiş ve "Vazifem gereği ruhlarını kabzettiğim için insanlar bana küsecekler, benden şikayetçi olacaklar." demiş.
Allah (c.c.), ona cevaben buyurmuş: "Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım. Böylece kullarımın şikayeti onlardan olacak, sana gelmeyecek."
Aynen diğer perdeler gibi, haksız şikayetlerin Cenab-ı Hakk’ın gitmemesi için Azrail (a.s.) da bir perdedir. Çünkü İnsan, her zaman ölümdeki hikmetleri, rahmeti, güzellikleri ve faydalan göremez, şikayete başlar. Rahim-İ Mutlak'a haksız şikayetlerin gitmemesi ve onları Allah'a baş kaldırıyor gibi mes'ul etmemesi için Azrail (a.s.) perde olmuştur. (11.Şua 11. Mesele)
NÜKTELER...
Müslümanlara en sıkışık zamanlarında yardımı esirgemeyen Cenab-ı Allah Bedir savaşında olduğu gibi bir çok defa Osmanlı askerlerine de nusretini inzal etmiştir. Bunlardan bir tanesi de müslüman Türk askerlerinin Kırım’da Ruslarla yaptığı savaş ve tarihçi Ahmet Mithat’ın kaydettiği hadiselerdir.
Ruslar Oltaniçe’de yüz elli bin kişilik bir kuvvetle Eflak ve Boğdan mıntıkasına girdiklerinde sadece yirmi beş bin kişiyi Bükreş üzerine salmıştı. Oltaniçe de serdar-ı Ekrem Ömer paşanın kumandasında üç bin kişilik bir kuvvet Rusları tutmaya çalışıyordu. Ellerinde ise iki veya üçten fazla bataryaları bile yoktu. Ruslar evvela Oltaniçe’de bulunan Türk askerlerini ezmeyi planlamışlar buraya on misli bir kuvvetle hücuma geçmişlerdi.
Bu manzarayı Eflak ve Boğdan ahalisi ve hatta yabancı gazeteciler görmek istiyorlar ve Rusların Türkleri nasıl perişan edeceğini seyre hazırlanıyorlardı. Sabahın erken saatlerinde Ruslar, külliyatlı bir top ateşiyle müslümanlar üzerine gülle yağdırmaya başlamışlardı. Müslümanların arkasında Tuna nehri akıyordu ve bu sebepten geriye dönmeleride artık imkansızdı. Düşmanlarının sayı ve silah bakımından kendilerinden kat kat üstün olduklarını gayet iyi bilen Türkler kolağasının da müsaadesiyle abdest alıp iki rekat namaz kılarak birbirleriyle helallaşıp kucaklaştılar. Artık son hücumlarını yapacaklar Allah ne emretti ise ya şehit veya gazi olacaklardı. Çünkü Türklerin ellerinde bütün mermileri de bitmiş “süngü tak” emri verilmişti.
Yeri göğü titreten o müthiş topların himayesinde Türklere iyice yaklaşan Ruslar da artık ağır silahlarını susturmuşlar , süngülerini takmışlardı. Karşı tepelerden Türklerin birkaç misli düşman elinde nasıl eriyip yok olacağını düşünerek gayri ihtiyari gözleri yaşararak seyreden yabancı gazeteciler ve halk neticeyi beklemeye başlamışlardı. O anda müthiş bir hadise oldu. Bir elini semaya doğru kaldıran kolağası şehadet parmağıyla gökyüzünde bir şeylerin olduğunu gösteriyor ve şöyle sesleniyordu:
“Gaziler! Benim imanlı çocuklarım bakınız Allah (c.c.) bize yardım gönderiyor semaya bakın, diyerek haykırmaya hançerini yırtarcasına bağırmaya başladı.
Allah’tan başka sığınakları kalmayan imanlı Osmanlı Türk askerleri bir anda havaya baktıklarında ne görsünler: bölük bölük yeşil elbiseli turna gibi dizilmiş Melaike ordusu Müslümanların imdadına yetişmiş ve Rus askerlerinin üzerine bir kartal gibi saldırmaya başladılar...
...Türk askerlerin yanlarına gelen gazetecilerin ilk sorusu şu oldu:
“Yanınızda sizlerle beraber savaşan ve nurani yüzlü yeşil elbiseli askerler nerede, onları bize gösterir misiniz?...
 

mihrimah

Well-known member
İMAN, İSLAM, İHSAN
Hz. Ömer (ra) anlatıyor:
"Bir gün biz, Hazret-i Peygamber'in (asm) yanında bulunurken huzur-u Nebevîye, üzerinde yolculuk eseri görünmeyen, hiçbirimizin tanımadığı bir adam geliverdi, Peygamberimizin ta yanına oturdu. Diz kapaklarını O'nun diz kapaklarına dayadı. Ellerini dizlerine koydu ve:
- Ey Muhammed, bana İslâm'dan haber ver? dedi. Allah'ın Resûlü buyurdu ki:
- İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in (asm) Allah'ın Resûlü olduğuna şehadet etmen (Kelime-i Şehadet), namaz kılman, zekât vermen, Ramazan ayında oruç tutman, (yol bakımından gücün yeterse) hac etmenden ibarettir.
- Doğru söylüyorsun, dedi. [Ömer diyor ki: "Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de Peygamberi tasdik ediyordu." Adam devam ederek:
-Bana îmandan haber ver, dedi. Allah'ın Resûlü buyurdu ki:
-İman, Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve bir de hayır ile şer (her şey)'in Allah'ın takdîri ile olduğuna inanmandan ibarettir. Adam:
- Doğru söylüyorsun, dedi ve devam ederek ilâve etti:
- Bana ihsandan haber ver? Allah'ın Resûlü bu suâle de:
- İhsan, Allah'a, görür gibi ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de O seni görür, buyurdu. Adam devam etti:
- Bana Sâat'ten (Kıyâmetin zamanından) haber ver. Allah'ın Resûlü:
- Bu mes'ele hakkında kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir. (Yani bu hususta ben de senden fazla bir şey bilmiyorum) Lâkin onun alâmetleri vardır, karşılığını verdi. Adam, bunun üzerine Allah Resûlünden, Kıyâmetin alâmetlerini haber vermesini istedi. Allah Resûlü de, Kıyâmetin bâzı alâmetlerinden bahsetti.
Adam, bundan sonra huzur-u Nebevîden ayrılıp gitti. Arkasından Resûlüllah (asm) ashâbına hitâben:
- O adamı bana geri çeviriniz, diye emretti. Ashab adamı geri getirmek için derhal harekete geçtiler... Fakat adamı bir türlü bulamadılar. Yer yarılmış, sanki içine girmişti. Bunun üzerine Allah'ın Resûlü:
- İşte o Cibrîl'dir. İnsanlara dinlerini öğretmek için insan kılığında geldi, buyurdu.
BİZ HİÇ, BİR ÇOCUĞA TESLİM OLUR MUYUZ?
Zaman Gazetesi yazan Abdullah Aymaz anlatıyor:
Bir gün, Çandarlı'ya İbrahim ismindeki bir arkadaşımızın ziyaretine gitmiştik. Arkadaşımızın anne tarafindan dedesi ile tarlalarında sohbet etmek nasip oldu. Dereden tepeden konuşurken, arkadaşımız İbrahim, dedesinin 12 yaşında kurtuluş savaşına katıldığım söyleyerek:
- Dede, düşmanları nasıl esir ettiğini bu arkadaşlara bir anlatır mısın? Dedi. Biz de ısrar edince, İbrahim’in dedesi anlatmaya başladı:
- Yunanlılar kasabamıza girince, hemen karargâhlarını kurdular. Bir akşam birkaç kişi bizleri toplayarak merkezlerine götürdü. Sebebini bilmiyorduk. Tam içeri girerken, bizden önce nezarete atılan birisi bana, kaç, diye işaret etti. Ben de bir fırsatını bulup Yunanlıların elinden firar ettim. Ayakkabılarımı elime alıp sessizce kabristana doğru koştum. Varınca da içine gizlendim, Yunan atlıları aramaya geldilerse de bulamayıp geri döndüler.
Dedenin sözünün burasında, Yunanlılar'ın kendilerini niçin topladıklarını sorduk, dedi ki:
- Daha önce yerli Rumlar'dan birisini kavgada Türkler öldürmüşlerdi. Ben de olaya şahittim, ama kavgaya hiç karışmamıştım. O zaman orada bulunanların hepsini o gece toplamışlar. Neyse ben kaçtım. Yaşım da küçük, daha 12'ye yeni girmiştim. Artık köye inemezdim. Ordumuza katılacaktım. Günlerce yürüdükten sonra askerlerimizi buldum. Durumumu onlara anlatarak mutlaka beni içlerine almaları için yalvardım. "Oğlum, biz seni ne yapalım" diyorlar, ben de; "Atlarınızı yederim. Ayakkabılarımın altı bile kalmadı. Hem dönersem öldürürler." diye direniyordum.
Sonra halime acıyıp içlerine aldılar. Akşamlan bir grup ortadan kayboluyor, sonra bir sürü silah ve yiyecekle dönüyorlardı. Meğer düşman askerlerine baskına gidiyorlarmış. Bir seferinde ben de katıldım. Usulca düşman mevzilerine sokuluyorlar, nöbetçileri sessizce iple boğduktan sonra depolara koşuyorlardı. Ben de onlarla malzemelerin bulunduğu yere girip, bir palto ile harbiliği mermilerle dolu bir filinta kapıp döndüm. Zor kaldırıyordum. Zar zor, atmasını öğrendim. "Bu çocuk ne yapacak" diye silahı elimden almak istedilerse de, komutan "Bırakın, çocuğun kalbini kırmayın, onun nasibiymiş." diye engel oldu. Artık bir silahım olduğu için dünyalar benimdi.
Aradan epey vakit geçtikten sonra beni de çatışmaya gönderdiler. Altışar adımlık arayla mevzilenmiştik. Karşılıklı ateş devam ediyordu... Bir ara 15-16 kişilik düşmanı karşımda, hem de çok yakınımda gördüm. Sağıma baktım, yanımdaki asker şehit olmuştu. Soluma baktım, o da şehit düşmüştü. Çarem yoktu, silahımı doğrultup ateşlerken, bir de baktım ki, hepsi ellerini kaldırmış, bana teslim olduklarını bildiriyorlardı. İnanamadım, beni çocuk gördükleri için alaya alıyorlar sandım. Fakat çok ciddiydiler. İhtiyatı elden bırakmadan onlara, bütün mermileri çıkarıp bir torbanın içinde toplamaları için işarette bulundum. Hemen emrimi yerine getirdiler.
Sonra hepsini önüme katıp bizim karargaha doğru yürümeye başladım. Biraz ileride büyük komutanla karşılaştık. Beni bu halde görünce; "Bunları kim esir aldı?" diye sordu. "Ben" dedim. "Hadi oradan be!" dedi. Ben de "İnanmazsanız kendilerine sorun" dedim. Komutan yanındaki yaverine dönüp; "Sor bakalım." dedi. O Rumca biliyordu. Yaver; "Bu çocuğun dediği doğru mu, bu mu sizi esir etti?" deyince onlar "Biz hiç, bir çocuğa teslim olur muyuz? Siz arkasındaki eli silahlı sarıklıları görmüyor musunuz?" demişler.
Yaver tercüme edince, biz de hayretle arkamıza baktık, ama birşey göremedik. Daha sonra komutan bir pusula yazıp bana verdi. Merkeze varınca esirleri teslim ettim. Pusulayı da bizimkilere verdim. Bana bir onbaşı rütbesi verilmesini büyük komutan pusulada yazdığı için beni onbaşı yaptılar.
Dedenin gözleri derinlere dalmıştı. Sanki o günleri tekrar yaşıyordu...
BİR GAZİ PİLOTUN YAŞADIĞI OLAĞANÜSTÜ OLAY
Kıbrıs Gazilerinden Yüzbaşı Sedat, Eskişehir'e uğrar bir gün.
- Ben, piyade yüzbaşı Sedat Göl, komutanla görüşmek istiyorum! der.
- Buyrun yüzbaşım!
- Kıbrıs'tan geliyorum. Temmuz çıkartmasındaydım. Bir pilot, on üç canı kurtardı en sıkışık yerde. Bu bir mucizeydi. Adını bile öğrenemediğim bu pilota, teşekkür borcum var... Geliş saatini, gününü, yerini kaydettim. Yardım edilirse bu pilotla tanışmak istiyorum.
- Kıbrıs'a ... Birçok üsten uçak kalktı yüzbaşı! Hepsi de verilen görevleri hakkıyla başarıp döndü.
Özel olarak birini bulmaya gerek yok artık. Yapılanlar, vazife icabıdır!...
Her yerde verilen cevaplardan biridir bu. Yüzbaşı direnir:
- Evet efendim, ama ... Ben yine de o bir tanesini mutlaka bulmalıyım! Lütfedip yardımcı olsanız...
- Hangi üsten kalktığını da bilmiyorsunuz.
- Maalesef bilmiyorum! Sadece yerden gözledim onu.
- Emirler, Genelkurmay'dan geliyordu yüzbaşım. Onlar planlayıp emir veriyorlardı üslere. Siz ancak oradan araştırabilirsiniz!..
- Ama bu üsten kalkmışsa, uçuş emri kayıtlıdır.
- Bak yüzbaşı... Ortalık daha yatışmış değil! Böyle bir zamanda, kırılma ama... Böyle bir sim bizden alamazsınız. Zaten bizden kalktığı da belli değil!..
- Anlıyorum efendim!
- Sen... dediğim gibi, dilersen Ankara'dan araştır.
Haftalardır, aylardır beynime çakılmış bu iş. Bulacağım eninde sonunda!.. Ona, on üç can borcum var.
Nasıl başardı bu işi? Evlerin damlan işaretli değil ki... Bunda silah yuvası var, bunda yok, bilesin! Ben yardım da istemiş değilim. Zaten böyle bir bağlantı da söz konusu değil.
Nasıl bilinir de bir ev atlanır. Öteki bombalanır? El, bunu nasıl ayarlar. Hiç atlamadan, şaşmadan? Bu nasıl bir pilot? Emri kim vermiş?
ve pilot bulunuyor...
Elindeki ipucu, giderek onu bir pilot üsteğmenle karşılaştırır bir akşam; merakın, sorumluluğun, azmin sonunda... Buluşmaya giderken, yüzlerce soru kafasında cirit atmaktadır.
İlk karşılaşış! Hayret! Sıradan, başkaları gibi bir insan... Neresinde ne var bu yüzün? Bu duruşun, bu kafanın içinin?.. Nasıl bir fark? Bu olağanüstü olayın kahramanının olağanüstülüğü neresinde?
Kibarca karşılar yüzbaşıyı.
- Beni aramışsınız yüzbaşım!
- Evet üsteğmenim, evet! Ben Piyade Yüzbaşı Sedat Göl. Kıbrıs'tan dönenlerdenim!
- Memnun oldum efendim! Üsteğmen Şencan Güner!
Tokalaşırlar. İçtenlikle üsteğmenin gözlerine bakıp:
- Sana, tam on üç can borcum var üsteğmen. Tam on üç!.. Oraya gelişinde, senin oraya uçuşunda oldu bu iş. Teşekkür ederim. Hem... Mahzuru yoksa, seni öpmek istiyorum ben! der.
Duygulanır Şencan üsteğmen, sarılırlar. İkisi de sivil giyinik. Orduevinin bir odasında bulunmaktalar.
- Sözün neresinden başlasam, bilemiyorum... Şimdi iyi dinle bak... Soruşturdum, araştırdım, buldum seni. Tarih, gün, saat, yer, hepsi yanımda. İşte şu... Evet şu kağıtta... Bak! Üsteğmen, uzatılan kağıda bakar. Gülümser. Ağzını oynatır anlamsızca:
- Evet, kuzey... Son sefer!.. Siz oradaydınız demek?
- Peki, tamam. Dinle öyleyse, şimdi merakımı: Ben pilot değilim > ama birazcık olsun şu aerodinamiği, şu sizin uçakların hızlarını ve gücünü bilirim. Şimdi soruyorum sana. Bir, nereden bilebildin, -o son seferde işte- birkaç katlı evlerde gizli olan, havadan görünmemesi gereken silah yuvalarını? İki, nasıl öyle kısa aralıklarla ve tam isabetle, hem de ev ev atlayarak bombalamayı nasıl başarabildin?
- Ben size...gerçeği anlatsam...
- Evet, kurtulurum meraktan!
- Amma, gerçeği anlatsam, belki de bana deli dersiniz! Belki de uydurdu dersiniz. Ne bileyim! Bir sivil arkadaşıma dayanamayıp anlattım, o da inanmadı!
- Ben inanırım Şencan kardeşim! Çünkü, o olağanüstü olayı gözlerimle gördüm bir delikten. On iki erle bir eve sığınmıştık ve kurtuluşumuz imkânsızdı o gün ... Şimdi sana teşekkür ederken, o on iki çocuğun da yerindeyim, bilesin!
Biraz rahatlar içi Şencan'ın.
- Ben de teşekkür ederim! Anlatayım dilerseniz.
Derin bir soluk alır üsteğmen. Sesi de değişik çıkar:
- Diyarbakır üssündeydim. Emir alınca, kuşandım uçağıma atladım. Tam havalanacakken, uçağımın yanına bir ihtiyar geldi. Ak sakallı bir ihtiyardı. Sivil... Selam verdi: 'Ne yana yolculuk evladım böyle?' Kıbrıs'a baba, dedim. 'Beni de götürür müsün oğul?' dedi. Peki, dedim. Aldım ve havalandım. Kısa kısa bir iki şey konuştuk aramızda. Bilirsiniz yüzbaşım, bizim uçaklar için mesafeler çabuk tükenir... Her şey normal. Uçağım saat gibi tık tık! Hava berrak. Hem de her zamankinden daha berrak... Akdeniz'i geçerken, yaşlı zat şöyle dedi bana : 'Oğlum, şimdi oraya varınca, ben ne dersem, sen öyle yap! Ben nerede düğmeye bas dersem, sen hemen bas oğlum. Unutma!'
- Peki, baba, dedim. Beşparmak Dağları'nı geçtik. Toroslar gibi.,.Evet, emre uygun olarak şehre yanaştım. Baba, konuştu yine: 'Oğul şöyle bir yay çiz ve alçal!' Parmağı ile de işaret veriyordu. Dediğini yaptım. 'Oldu* dedi. Şehrin kuzeybatısı... Uçağın burnu doğrulunca, kesik kesik, parmakla da işaret vererek 'Bas, bas' demeye başladı baba. Ben de sektirmeden, çarçabuk dediğini yapıyordum. Sonra, 'Bir tur daha at aynı yere oğul!?* dedi. Dediğini yine yaptım. 'Biraz sağa kay! dedi. Ardından da yine parmakla işaret... 'Bas, bas, bas* dedikçe bombaladım aşağıyı, düşünmeden...
Görev tamamlanınca, rahat, ama biraz dalgın olarak üsse döndüm. Uçağımı piste indirdim ve bir derin soluk aldım. İşte yüzbaşım, o zaman her şeyi yeniden düşünmeye, yeniden kavramaya başladım. Dank diye uykudan uyandım sanki... İçimden hızla geçirdim olayları. Yahu nasıl olur? Önce uçak tek kişilik, yaşlı zat nereye oturur?.. Yanıma kaydı gözüm, hiç kimse yok yüzbaşım! İhtiyar falan yok çevremde!.. Şoke olmuşum yerimde. Düşünmeye koyuldum her şeyi yeniden, uçaktan çıkmadan: Hava üssünde, hem de böyle alarmda, sivil bir ihtiyarın işi ne? Uçağın yanma kadar nasıl yaklaştı? Peki, nasıl anlıyordu bu bombalama işinden? Peki nereye bindi? Peki ben nasıl tehlikeyi göze alarak bir sivili savaş zamanı uçağa aldım? Peki şimdi o nerede? Ya nasıl oldu
da onun emrine girdim, dediklerini harfi harfine uyguladım?.. Şimdi yüzbaşım, sizden de her atışın işe yaradığını öğreniyorum. Gerçi kayıtlarda da var sonuçlar ama, sizin görüş ve anlatışınız, daha da sağlam bir görev başarıldığım doğruluyor. Olan bu yüzbaşım! Tutup da, bunu, mesela doktora anlatsam, 'Uçuş psikozu' der çıkar işin içinden... Halüsinasyon gördüğünü iddia eder. Şimdi ben sorayım size: Anlatamadığım, aydınlanmasını istediğiniz bir yer var mı?
İlk kez böyle bir şey dinleyen Sedat, donmuştur sanki. Uykudan uyanır gibi kımıldanır:
- Olağanüstü bir şey gerçekten!.. Şaşılası şey!.. Madem sor dedin, sorayım yeni merakımı: Uçaktayken, neden sormadın o yaşlı adama, sen kimsin, niçin bindin yanıma, niçin gidiyorsun falan?
Gülümser heyecanla Şencan:
- Ben olayı kısaca anlattım size. Zaten demin belirttiğim, yani Diyarbakır üssüne döndüğümde, kendi kendime sorduklarım vardı ya, zihnim açıldığı için düşünüp sorabilmiştim... Oysa o yaşlı baba yanıma geldiğinden itibaren, -ki bunun da sonra farkına vardım- zihnim, nasıl anlatayım, idrakim tutulmuştu sanki... Uçaktayken, havadayken yani, asla kafam çalışmadı. Çalışmadı derken, nasıl anlatayım, uçağımı falan rahat kullandım. Ancak, asla aklıma gelmedi baba ile ilgili tek soru... Üstelik, sanki uykudaymışım, rüyadaymışım gibiydi her şey, kendiliğinden oluyordu bensiz. Hem de ben ile... Nasıl anlatayım, kelimelere sığmaz! Havadayken, hedefteyken, neler yaptığımı, havanın berraklığından tutun da, atışlara varıncaya kadar olan her şeyi, daha sonra kavrayıp tazeleyebildim yüzbaşım!..
Temmuz Çıkartmasından dört yıl sonra, İzmir'deki bir havacılar seminerinde, Yüzbaşı Şencan Güner, Temmuz 1974 operasyonuna katılmış pilot arkadaşlarıyla karşılaşır. Seminer aralarında, birbirlerine anlatırlar serüvenlerini. Pilot Güner'in bütün şüpheleri yerine oturur birden.
Meğer şaşıran, aklından zoru olduğunu sanan, bir kendisi değildir. Onun başına gelen olayın daha ilginçleri, başkalarının da başına gelmiştir.
SENİ DE ATTAYA GÖTÜRÜRLER
Filmleri izleye izleye uzmanlaşan bir arkadaşım, "Ben her şeyin püf noktasını kavradım. Hayatta öyle işler yapacağım ki hiç kimse bir ipucu bulamayacak ve beni asla yakalayamayacak. Her defasında bir fırıldak çevirip kurtulmayı başaracağım." dedi. Ona dedim ki: "Senin gibi fırıldakçı birisi varmış. Her zaman da bir yolunu bulup kurtulurmuş." Bir gün rüyasında kendisine, "Artık saklanılmayacaksın. Azrail'in elinden kurtuluş yok..." demişler. O da düşünmüş taşınmış bir çare bulmuş. Kendi kendine: "Giderim inşaatımın başına, çocuk numarası yapar evcilik oynarım. Beni çocuk diye kimse tanımaz!" demiş. Tam inşaatının bulunduğu yerdeki kumlarla oynamaya başlamış ki, arkasında birisi belirmiş ve "Sen burada ne yapıyorsun?" diye sormuş. O da, "İşte gördüğün gibi evcilik oynuyorum. Peki öyleyse çocuk!" demiş. "Gel benimle... Haydi attaya gideceğiz!" Meğer gelen Azrail imiş... Ona, "Şimdi dersini aldın mı? Allah'ın mülkünden nereye kaçacaksın?" dedim. İnşallah dersini almıştır.
 
Üst