Kitaplara iman

mihrimah

Well-known member
وَالَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ

وَبِالْاخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ


Bakara / 4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.​

وَامِنُوا بِمَا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَاتَكُونُوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه وَلَاتَشْتَرُوا بِايَاتى ثَمَنًا قَليلًا وَاِيَّاىَ فَاتَّقُونِ


Bakara / 41. Elinizdekini (Tevrat'ın aslını) tasdik edici olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin. Sakın onu inkâr edenlerin ilki olmayın! Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden (benim azabımdan) korkun.​

امَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ


Bakara / 285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır" dediler.​

قُلْ امَنَّا بِاللّهِ وَمَا اُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا اُنْزِلَ عَلى اِبْرهيمَ وَاِسْمعيلَ وَاِسْحقَ وَيَعْقُوبَ وَالْاَسْبَاطِ وَمَا اُوتِىَ مُوسى وَعيسى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَانُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ


Al-i İmran / 84. De ki: Biz, Allah a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub ve Ya'kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onları birbirinden ayırdetmeyiz. Biz ancak O'na teslim oluruz.​

يَا اَيُّهَا الَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ امِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلى اَدْبَارِهَا اَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا اَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ اَمْرُ اللّهِ مَفْعُولًا


Nisa / 47. Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.​

يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا امِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِه وَالْكِتَابِ الَّذى نَزَّلَ عَلى رَسُولِه وَالْكِتَابِ الَّذى اَنْزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِه وَرُسُلِه وَالْيَوْمِ الْاخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعيدًا


Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.​
HADİS...

* Abdullâh b. Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (şu temsîli) işittim. Buyuruyordu ki: Sizden evvel gelen ümmetlere nisbetle sizin (dünyâda müddet-i) bekânız (bütün güne nisbetle) ikindi namazından gurûb-ı şemse kadar (olan müddet gibi) dir. Ehl-i Tevrât'a Tevrat verildi. (Onunla) âmil ol(up çalış)dılar. Lâkin gün yarıyı bulunca çalışmaktan âciz kal(ıp vazgeç)diler. (Fakat) kendilerine (yine) birer kırat (olan gündelik) verildi. Ehl-i İncil'e (de) İncil verildi. Onlar da ikindi namazı vaktine kadar (onunla) âmil ol(up çalış)dıktan sonra âciz kalıp vazgeç)diler. Onlara da birer kırat (olan gündelik) verildi. Sonra bize Kur'ân verildi. Gurûb-ı şemse kadar çalıştık. Ve bize ikişer kırat olarak (gündelik) verildi. Bunun üzerine ehl-i Tevrât ile ehl-i İncil: "Ey Rabimiz, onlara ikişer kırat, bize ise (yalnız) birer kırat verdin. Halbuki biz daha çok çalıştık." derler. Allah (Celle ve Alâ Hazretleri) de: "(Bütün gün çalıştığınıza göre şart edilen) gündeliğinizden bir şey kestim mi ki?" diye sorar. Onlar: "Hayır, (kesmedin yâ Rab)" derler. O da: "İşte o, benim (kerem ve) fazlımdır ki, dilediğime veririm" buyurur.
* Berâ' İbn-i Âzib radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Ashâb'dan) bir kişi (Üseyd İbn-i Hudayr, bir gece) Kehf (Sûresin) i okumuştu. Evinde de bir atı vardı. Bu sırada at ürkmeğe, deprenmeğe başladı. Bunun üzerine Üseyd: Yâ Rab, Sen âfetten emîn kıl! diye duâ etti. Hemen Üseyd'i duman gibi bir şey, yâhut bir bulut kapladı. Sonra (Üseyd) bu vâkıayı Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'e hikâye etti. Resûlullâh: - Oku ey kişi, durma oku! (Bu tecellîyi ganîmet bilerek her gece Kur'ân oku!). Çünkü o bulut gibi görülen şey Sekîne idi. (Allâh'ın sekîneti, vekârı, rahmeti hâmil olan bir mahlûku idi.) Kur'ân dinlemek için, yâhut Kur'ân'ı tebcîl için inmişti, buyurdu.
* Abdullâh İbn-i Ömer radiya'llâhu anhumâ'dan rivâyete göre (Medîne'de) birtakım Yahûdîler Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e gelerek içlerinden bir erkekle bir kadının zinâ ettiğini hikâye ettiler, (ve ne hükmedersiniz? dediler). Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem onlara: - Siz, Recim (hükmü) hakkında Tevrât'ta ne bulursunuz? diye sordu. Onlar: - Biz zinâ edenleri teşhîr ederiz, bunlar bir değnekle de döğülürler. Abdullâh İbn-i Selâm bunlara: - Yalan söylediniz!. Tevrât'ta Recim (âyeti) vardır, dedi. Bunun üzerine Tevrât'ı getirdiler. Ve kitabı açtılar. Yahûdîlerden birisi (Abdullâh İbn-i Surya) elini Recim âyeti üzerine koyarak ondan önceki ve sonraki âyetleri okumağa başladı. Abdullâh İbn-i Selâm ona: - Elini kaldır! dedi. O da elini kaldırınca Recim âyeti görülüverdi. Yâhûdîler: - Yâ Muhammed! Abdullâh İbn-i Selâm doğru söylemiştir: Tevrât'ta hakîkaten Recim âyeti vardır, dediler. Bunun üzerine (Resûlullâh zinânın vukûu hakkında şâhid istedi. Dört Yahûdî zânî ve zâniye aleyhinde vech-i mahsûs üzere şehâdet ettiler.) Resûlullâh da bunların recmolunmalarına hükmetti de recmolundular.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyete göre Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Dâvud aleyhi's-selâm'a (kendisine vahyolunan Zebûr'u) okumak kolaylaştırıldı. Dâvud kendisinin (ve maiyetinin) binit hayvanlarının (sefere) hazırlanmasını emrederdi de onlar eğerlenirdi. Ve bunlar eğerlenmezden evvel Zebûr'u okur (da hatmeder) di. Yine Dâvud yalnız kendi elinin emeğinden yerdi.
* Abdullâh İbn-i Mes'ûd radiya'llâhu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Bir kere Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem bana: Ey İbn-i Mes'ûd haydi bana Kur'ân oku, diye emretti. Ben de: - Yâ Resûla'llâh! Kur'ân sana gönderildiği halde onu size nasıl okuyacağım? dedim. Resûl-i Ekrem: - Kur'ân'ı ben başkasından işitmeği çok hoşlanırım, buyurdu. Ben de Sûre-i Nisâ'yı okumağa başladım. Okurken (فكيف اذا جئنا من كل امة بشهيد و جئنا بك على هؤلاء شهيدا)âyetine gelince Resûl-i Ekrem: - Sus, buyurdu. O sırada gördüm, ki Resûlullâh'ın iki gözü yaş döküyordu.
* İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Bu âyet nâzil olduğu sıra Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (İslâm'ın ilk günlerinde) Mekke'de gizli yaşıyordu. Fakat Ashâbiyle namaz kıldığı zaman Kur'an okurken sesini yükseltiyordu. Müşrikler ise Kur'ân'ı duyunca hem Kur'ân'a, hem onu gönderene, hem de Kur'ân kendisine gelene küfrediyorlardı. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allâhu Teâlâ Peygamber'i salla'llâhu aleyhi ve sellem'e: - Habîbim! Namazda kırâatini açıklama. Sonra müşrikler işitirler de Kur'ân'a küfrederler. Kırâatini Ashâbından gizleme de. Sonra onlara duyuramazsın. Bunun ikisi arası bir yol ihtiyâr et, buyurdu.
* Ebû Mûsâ el-Eş'arî radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Şu bir hâlis mü'min ki: Kur'ân okur ve onun muktezâsiyle amel eder, o, tadı güzel, kokusu güzel turunç (meyvesi) gibidir. Şu bir mü'min de Kur'ân okumaz, fakat mû'cebiyle amel eder. Bu da tadı güzel, fakat kokusu olmıyan hurma gibidir. Kur'ân okuyan (fakat mû'cebiyle amel etmeyen) munâfıkın benzeri de kokusu güzel fakat acı reyhâne (otu) gibidir. Kur'ân okumayan munâfıkın benzeri de tadı acı ve kötü, kokusu acı Ebû Cehil karpuzu gibidir.
* Cündeb İbn-i Abdullâh radiya'llâhu anh'den Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Kur'ân üzerinde gönülleriniz birleştikce Kur'ân okuyunuz. Kur'ân hakkında ihtilâf edince de artık kalkıp oradan dağılınız!
TEFSİR...
وَالَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْاخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ

Bakara / 4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.
Bundan sonra gaybda özetlenen imana ait esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o muttakîler ki, hem sana vahiy ve inzal edilen<D> ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi) kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin peygamberliğine ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür. Çünkü habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm indirilenlerden birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman müminler; bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında indi deniliyor. Bununla beraber böyle olması iki âyetin birbirini tamamlayıcı ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi hikayeden ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve geçmiş peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından bir parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin şahididir. Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır. Nesih, amele ait hükümler itibariyle cereyan eder.
Bu ve benzeri Kur'ân âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki, Müslümanlık dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak altında, din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, vicdanlarının sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımamayı dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile tanırlar. Yakın zamanlara kadar Hıristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki politik hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık kavgalarından doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra liberallik, laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden sapmaya doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet kurmaya yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru olumsuz bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve ihtiraslara sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu hürriyet hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış açısıyla denilebilir ki, şimdiki insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın nurunun genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün insanlık üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp çabalamaktadırlar. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen olması fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin "tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu, tutkuların kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) çiğnenmesini, herkesin selamet ve emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte insanlığın hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği esasındadır. Ve İslâm'ın eşit yaşamak için {*} "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış kanunu" da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya iman ile onun mutlak egemenliğine uymak için İslâm dinine ve Muhammed (s.a.v.)'in bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar vicdanların kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın kalbi, bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını bu genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu kavrayamayan, bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür tutarak göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe has bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir...
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.”(Haşir 59/21).
Yani, Kur’ân, İlâhî hitâba muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvîm sırrına mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur’ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Evet, Allah’a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle gelirdi, ancak; gel gör ki insan, kalb ve kafasını Kur’ân’dan uzak tuttuğu için, Kur’ân ona bu şekilde müessir olamamaktadır. İç âlemiyle Kur’ân’a karşı yabanîleşen his, fikir ve kalb âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan insan elbette Kur’ân’dan nasipsizdir.
“Gavvas olana Kur’ân
Mücevher dolu umman
Nasipsizdir Kur’ân’dan
Her müstağni davranan.”

Kur’ân bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk O’nu azâmetiyle, peyderpey, insanların maslahatlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur’ân çok bereketli bir kitaptır. Mübârektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur’ân bereketin tâ kendisidir.
İnsanlar O’nun emirlerine ittibâ ettikleri zaman hayatları bereketlenir, bütün milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, bu ittibâ ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek dünyayı Cennet haline getirir.
Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur’ân-ı Kerim, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an, her zaman düşünülmeli ve her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur’ân’dan böyle bir cehd ve gayretle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir.
Kur’ân, hayatın hayatıdır. İnsanın hayatının hayırlı, müteyemmin ve mübârek olması, Kur’ân-ı Kerim’i hayatına düstur yaptığı nispette olur. Kur’ân’dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur’ân’dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.
Allah Resulü (sav) bir Hadîs-i şeriflerinde:
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına öğretendir.” En hayırlı olmak istiyorsak, Kur’ân’ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ bu yolla Kur’ân’a sahip çıkmış bulunduğumuzu âleme göstermiş olalım... Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmemiz düşünülemez.
Ortada büyük bir hakikat var, Kur’ân hakikatı. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece mushafları muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur fakat zarftan ziyade mazrûfa saygılı olmak lâzımdır. Kur’ân’ı bir kılıfa koyup evimizin en müntehap köşesine asmakla, Kur’ân’a karşı saygılı olma vazifesini yerine getirmiş olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafa mı atarsınız, yoksa “hükümdar ne istiyor” deyip mektubu hassasiyetle açıp, okuyup anlamaya mı çalışırsınız? İşte hükümdarlar hükümdarı, Mâlikü’l-Mülk olan Hazreti Allah, size bir nâme göndermiş, öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde, sizin hem dünyanızla, hem de ahiretinizle alâkalı pek çok mes’eleler vardır. Siz bunu alsanız, ta’zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz..?
Kur’ân-ı Mu’ciz’ül Beyân, hayatınızı nizâm altına almak için size tekrîmen gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede: “Andolsun ki biz, insanı ahsen-i takvime mazhar olarak yarattık” buyurmaktadır.
Evet, bizler Kur’ân-ı Kerim’le tekrim edilip şereflendirildik. Zirâ Kur’ân’sızlara Allah : “Onlar hayvanlar gibi, belki onlardan da aşağı” diyor. Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihrâz etmiyor; senin şerefinin içinde, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a sahip çıkmanın hissesi çok büyüktür.
Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Kur’ân-ı Kerim’i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur’ân-ı Kerim’i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.” Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirâk etmesi kastedilir. Aynen öyle de: Açıktan okunan Kur’ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur’ân’la başbaşa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur’ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur’ân’da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü’min için Kur’ân’da yer aramak ve kendini Kur’ân’a göre ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü’mindir. Ömer b. Abdülaziz, Muhammed İbn Ka’bi’l-Kurazî ve daha niceleri, Kur’ân’ı hep bu mülâhaza ile sabahlara kadar tilâvet etmiş ve onun hakiki ma’nâ ve derinliğine ancak bu yolla ulaşabilmişlerdir.
İçten, samimi ve güzel bir edâ ile okunan Kur’ân, insanın rûh, kalb ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz (sav)’in fem-i güher-i mübâreklerinden dökülüyor gibi Kur’ân’ı dinlemek, insanı sonsuz huzûra garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril’e misafir olma ve bizzât Kur’ân’ı ondan dinleme, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların verâsında Kur’ân’ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi O’na muhatap olmak.. kalbin buna tahammülü var mıdır bilemem, insanı âdetâ semavîleştirir...
KUR’ÂN-I KERİM’İN ALLAH (c.c.) KELÂMI OLDUĞUNUN VE EFENDİMİZ (s.a.v.)’İN RİSÂLETİNE EN BÜYÜK ŞÂHİD OLDUĞUNUN DELİLLERİ
KUR’ÂN
1. Basit bir tetkik, Kur’ân’ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûb, ma’nâ ve muhtevâ bakımından da Kur’ân, eşsiz ve emsâlsizdir. O halde, ya Kur’ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da Onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’ân bir beşer sözü değildir.
2. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz (sav)’e hitaben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48). Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât (sav)’tır. İlimlerin bir bakıma zirveye ulaştığı kabul edilen şu zamanda, fizikçisi, kimyacısı, astronomu, tabibi, sosyoloğu, edebiyatçısı ile bütün ilim ve edebiyat ehline O Zât, “haydi, elele verin de, fazla değil, Kur’ân’ın sûrelerinden tek bir sûrenin mislini getirin” diyor. Bu bile, Kur’ân’ın O ümmî Zât (sav)’ın değil de, Allah’ın kelâmı olduğuna kâfî bir delil ve şâhid değil midir?
3. Yine Kur’ân’da meâlen: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Şu Kur’ân’da az bir) şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.” (Bakara, 2/23); “Yoksa O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin” (Yunus, 10/38) buyurulmaktadır.
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur’ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına “(Durup) Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilâf ve tenâkuzlar) bulurlardı” (Nisa, 4/82) âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı’nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.
4. Kur’ân’ın ifâde ve beyân tarzı ile, Efendimiz (sav)’in ifâde ve beyân tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhatına ve üstün ifâde gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir. Onun diğer yönlerini olduğu gibi, bu yönünü de anlatmak için ciltlerle eser verilmiş, sözgelimi sadece bir “elhamdülillah” için sayfalar yazılmıştır. Seçilen her bir kelime ve harf yeri, sayısı, ses ve iç mûsiki ahengi, bulunduğu yer ve Kur’ân’ın tamamıyla olan münâsebet ve bağlantısı ve hatta matematik değeriyle kaneviçe içinde kaneviçe meydana getirmekte ve bir tabloda her rengin ayrı ayrı tonlarının ayrı ma’nâlar ifade etmesi misâli belli husûsiyetler arzetmektedir.
5. Kur’ân’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsâbakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Ka’be duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve, Hz. Muhammed (sav) aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’ân’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zâten benzemiyor; en iyisi, ‘sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhûr şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’ân’dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve “Kur’ân’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hâyâ ederim” diyorlardı.
6. O dönemde şiir, çok gelişmiş ve belli bir seviyeye ulaşmış olmakla birlikte, lisân olarak arapça, metafizik ma’nâlar, ilmî, dinî ve felsefî mefhûm ve ifade şekillerinden, medenî bir lûgattan mahrum bulunuyordu. Sadece çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini onun dar hayatını ifade etmeğe yarayan bu lisân, Kur’ân’la birdenbire öyle bir değer ve zenginlik kazandı ki, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzû ve mes’eleleri ifâde edebilecek bir seviyeye ulaştı. Lisân tarihinde böyle bir hâdiseye rastlamak mümkün değildir. Böyle bir filoloji inkılâbı ve bütün zaman ve mekânları kucaklayacak muazzam bir gelişme, değil ümmî bir Zât’tan, yüzlerce lisân âliminden bile beklenemez. Çünkü, Arap lisânının geçirdiği tedricî bir gelişme değildir. İhtilâl çapında bir gelişmeyle ulvî ve mükemmel bir seviyeye sıçrama ve birden iptidaî mantık sahasından, yeni bir kültür ve medeniyetin düşünce ve ifade hamlesini taşıyacak bir noktaya ulaşmaydı. İşte, böylesi bir gelişmenin, bir insanın eseri olamayacağı güneş gibi ortadadır.
7. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsikişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, mes’elesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’ân’dır.
8. Kur’ân’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’ân’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesnâ eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne ma’nâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider.
9. İnsanı maddî-ma’nevî bütün yönleriyle anlatması, hayatın her saha ve safhasına ait bahisler açması, içtimaî, iktisadî, hukukî, siyasî ve idarî bütün problemleri halledici düsturlar getirmesi ve dünya saadeti yanında Ahiret saadetini, aklın itminanı yanında rûhun da tatminini ihtivâ eden prensipler koyması yönüyle de Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağı açıktır. Evet, bir insanın her sahada rehber ve mütehassıs olması mümkün değildir. Her asırda, her türlü şartlar altında ve her seviyede insanın müşkillerini çözebilecek prensipler ortaya koymak, hiç bir zaman bir insanın vüs’at ve kapasitesi dahilinde olamaz. Hiç bir beşerin zihninden çıkan prensipler, asırlarca kıtalara huzûr ve saadet veremez. İlâhî Kitâb’a dayanmayan, Vahy’e istinad etmeyen beşerî sistemler değişmeden, revizyona uğramadan 50 yıl bile ayakta kalamazlar. Beşer mahsûlü kaideler, sistemler, fikirler, düşünce ve ideolojiler eskir, yetersiz kalır, yan te’sir gösterir ve yenilenir, hatta değiştirilme ihtiyacı hissettirir. Halbuki, Kur’ân’ın hiç bir mevzûunda, hiç bir kaide ve prensibinde ve hiç bir mes’elesinde bu gibi ârıza ve noksanlıklar bulmak mümkün değildir. Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmaması (Haşr, 59/7); insan için sa’y ve emeğinden başka bir şey olmadığı (Necm, 53/39); emanet ve vazifelerin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi gerektiği (Nisa, 4/58) ve bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğu (Maide, 5/32) şeklindeki temel, ölümsüz kaide ve prensipleri; ayrıca, ferd, aile ve cemiyet için birer semm-ü katil, yani öldürücü zehir olan faiz, kumar, içki ve fuhşun her çeşidinin, yalan, iftira, lüks ve israfın yasaklanması; insanın insanlığını kazanması, ferdî ve içtimaî hayatında daha dünyadayken Cennet benzeri bir hayat yaşaması için emredilen namaz, oruç, hacc, zekât ve daha başka ibâdetler, yine en iyi ve en güzel ahlâk kaideleri, akıl ve ruhları Cennet ve ebedî âleme yönlendirip, Allah korkusunu her kalbe inzibat, buna karşılık Allah sevgisini de teşvikçi yapma, ferd ve cemiyetin saadeti için konulan ideal ölçü, kaide ve prensipler, onun ezelî ve ebedî, Hakîm ve Rahîm Yaratıcı’nın Kelâmı olduğunun bâriz delilleri değil midir?
İnsan ve kâinat kimin eseriyse Kur’ân da O’nun sözüdür. Zira Kur’ân-ı Kerim, insanı insana şerhetmekte ve Kâinat kitabını tefsir etmektedir. Evet, Kur’ân bir taraftan insanı, bütün zaaf ve faziletleriyle, diğer taraftan da kâinatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki, bütün kâinatta tasarruf edemeyen bir Zât’ın, öyle bir söz söylemesi mümkün değildir.
10. İnsan, eserinde kendini her yönüyle anlatamaz; ideal ve düşüncelerini, karakter ve ahlâkını bütün açıklığıyla yazıya dökemez. Bunu bir an için yapabildiğini düşünsek bile, bu kez de fikir, ahlâk ve davranış açısından kolay kolay değişmeden kalamaz. Fakat, bir Kur’ân’a, bir de Efendimiz (sav)’in hayatına, ahlâk, karakter ve da’vâ düşüncesine bakalım... Bu ikilinin birbirine tıpatıp uyduğunu, Kur’ânî hakikatlerin O’nun mümtaz şahsiyetinde ve örnek hayatında kristalleştiğini ve ahlâkının bütünüyle Kur’ân’dan ibâret bulunduğunu müşahede etmekle kalmaz; 23 yıl boyunca söz, davranış, karakter, ahlâk ve ideallerinde en küçük bir değişikliğin meydana gelmediğini Kur’ân’ın her beyânının hayatında tam ma’nâsıyla ma’kes bulup, tatbik edildiğini ve ilk gün ne söylemişse son gün de aynı şeyi söylediğini görürüz. Muhalfarz, O, Kur’ân’ı aklından uyduran biri olsaydı, (Muhalfarz denilerek, caiz olmayan şeyler üzerinde temsil getirilse bile, yine de O Kâmet-i Bâlâ (sav) için bu tür ifadeler hoş olmuyor; bizi bağışlasın!) mücadelelerle geçen o hareketli hayatında, ilk sözünü son gün de tekrarlayabilecek, her söz ve hareketini yazdığına göre ayarlayabilecek ve hiç değişmeden kalabilecek güç ve kabiliyeti asla gösteremezdi. Öyleyse O (sav), Allah’ın te’yid ve terbiyesi altında hareket eden bir nebîdir, Nebîler Sultanı’dır. Kur’ân da O’na Allah tarafından vahyedilen ilâhî bir Kitab’tır.
11. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa, Kur’ân’a baktığınızda, onun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat’i ifâdeler kullandığını görür ve ister istemez, “bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız.
12. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur’ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik.. kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab’ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e hitâben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48) ve “Sen (önceden) kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” (Şûrâ, 42/52) denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyân ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’ân’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.
13. Hangi yazar, eserinin hiç bir kritiğe tabii tutulamayacağını, ihtivâ ettiği hakikatlerin hiç eskimeden asırlar boyu devam edip gideceğini ve üzerine hiç bir eserin hiç bir sahada yazılamayacağını iddia edebilir? Bu yazar ister filozof, ister ilim adamı, ister edib, isterse dâhî olsun, netice değişmez. İnsanın kaleminden çıkan her eser, hatta muharref şekilleri ve yönleriyle Tevrat ve İncil bile zamanın aşındırmasından kendilerini kurtaramamış ve değerlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Yalnızca Kur’ân’dır ki, her türlü aleyhte çalışmaya, iftiralara, kendinde tenâkuz ve yanlışlıklar bulma gayretlerine, tekrarları, ifâdeleri ve yazısıyla uğraşılmasına ve ihtivâ ettiği hakikatlere zaman zaman dil uzatılmasına rağmen, her geçen gün daha bir taze, daha bir derin ve daha bir anlaşılır olarak zihinlere ve kalblere girmekte ve mutlak hâkimiyetini devam ettirmektedir. Kâinata her geçen gün daha bir ışık tutan o nûru yakan, ancak ve ancak kâinat’ın sahibi Allah (cc)’tır ve elbette onu söndürmeğe kimsenin gücü yetmeyecektir!
14. Bir esnafsınız, bir muallimsiniz, bir tüccar, bir idareci, ya da bir teğmensiniz; şimdi, esnaf teşekkülleri adına; profesörler dahil, her sahadaki bütün muallimler adına; en büyük bir sanayici veya ithalatçı-ihracatçı adına, Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Genelkurmaybaşkanı adına kitap yazabilir, söz söyleyebilir, kanun veya kararname çıkartabilir misiniz? “Evet” dediğinizi kabul edelim; bu durumda bütün ifadelerinizin temsil iddiasında bulunduğunuz makam sahibinin ağzından olması mümkün müdür? Yani, ifadeler her bakımdan onun, emirler onun, yasaklar onun, va’d ve vaîdler onun; yapabilir misiniz bunu; hele hele, çevrenizde hiç yalana başvurmamış biri olarak tanınıyorsanız? Bu mevzûda sizin yapacağınız, elinizde böyle bir kitap olduğunda, onu kitlelere “Bu, bana O Zât tarafından size ta’lim ve tebliğ etmem için gönderilmiş kitaptır” şeklinde takdim etmek olacaktır.
Şimdi, Fem-i güher-i Nebevî (sav)’den şeref-südûr olan beyânlara, Kur’ân’ın ifâdelerine bakın: Ancak, Kâinat’ın idaresini elinde tutan Zât’a yakışan ifâdeleri, peygamber bile olsa bir beşerin beyân edip söylemesi, O Mukaddes Makam adına -hâşâ-uydurması hiç düşünülebilir mi?
15. İlâhî Makam’a ait olup, Allah adına hiç bir beşerin söylemesinin mümkün olmadığı:
Yaratma, hayat verme ve öldürmeyle ilgili beyân ve ifâdeleri; aklı başında hiç bir insan, ilimlerin oldukça ilerlediği günümüzde bile kimsenin kesin konuşmaya cesaret edemediği göklerin, yerin, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanların yaratılması ve ilim adamlarının önünde hâlâ başlı başına bir muammâ olarak duran ‘hayat’ hakkında asla Yaradan adına konuşamaz. Konuşsa bile, hiç bir taraftar toplayamaz ve sözleri asla ömürlü olamaz. Yalancı peygamberlerle, teori teori üstüne üreten bilim adamlarının durumu buna apaçık misâllerdir.
16. Kur’ân’da geçen bazı hitâp şekilleri, Allah’dan Rasûlü’ne tebliğatta bulunulduğunun bariz misâlleridir: “Ey Nebî, de ki!..” gibi hitâplar sıkça tekrarlanmakta, hatta 332 yerde (Mu’cem) “kûl=de!” emri geçmektedir. Dünya çapında en büyük bir mürşid bile irşâd ve tebliğ sadedinde, Allah’a ait olan bu kâbil tebliğ fermanlarını tayin ve tesbit edemez.
Kur’ân’ın bu kâbil hitâplarında çok defa ta’lim vardır, nasîhat ve tesellî vardır, dışarıdan sorulan sorulara cevaplar vardır; fıkıh kâidelerini tesis etme ve hayatın getirdiği müşkîlleri çözme vardır; müşrikleri ve Ehl-i Kitab’ı yerinde dâvet, yerinde ilzâm ve susturma vardır; insanın mâhiyetini, duygu ve kabiliyetlerini teşrîh, ruh yapısını tahlil vardır; bilinmeyen âlemlere işâretler, ebedî âleme ait ikâzlar, kötü ahlâktan men’ ve güzel ahlâka teşvik vardır; kadınlık âlemiyle ilgili mes’eleler, ibadete teşvik ve azaptan terhîb vardır; geleceğe dâir beyânlar, işaretler ve remizler ve ilmî hakikatlere işaretler vardır. Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok hususları muhtevî “kûl=de!” hitaplarını binbir renkli kaneviçe gibi bir araya getirip, Allah adına söz söylemek hangi insanın kârı olabilir?
17. Hangi yazar, başkası adına bile olsa eserinde kendini tehdid eder veya başkasının ağzıyla tehdid ettirir? Bunun da ötesinde, Allah adına söz söylediğini iddia ederken, hiç bu iddiasına halel getirecek bir beyânda bulunur mu? Yine, kendini ithama varacak ifâdeleri kitabına alır mı? Halbuki, Kur’ân’da, “Eğer (Muhammed) Bize karşı ona (Kur’ân’a) bazı sözler katmış olsaydı, Biz kendisini kuvvetle yakalar, sonra da şah damarını koparırdık” (Hakka, 69/44-46) buyurulmakta; Tebûk Gazvesi’nden geri kalanlar için “Onlara neden izin verdin?” ikâzında bulunulmakta, Hz. Zeynep’le izdivacı anlatılmakta, yani bir insanın kendi yazdığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyân ve ifâdelerde bulunulmaktadır. Demek oluyor ki, Kur’ân hiç bir zaman Efendimiz (sav)’in değil, mutlak sûrette Allah (cc)’ın kelâmıdır.
18. Hiç bir yazar, geçmişe ve geleceğe ait mes’eleleri bahis mevzû yaptığı, hayattan ve yaratılıştan, başlangıçtan ve sondan bahsettiği, hayatın her sahasına ait kaideler ve umumî prensipler vaz’ ettiği, yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak ilmî ve teknik icâtlara parmak bastığı, kısaca esasen bir insana ait olması mümkün görünmeyen ifâde ve beyânlarda bulunduğu eserinde, kendini yalanlayacak, kendi kendisiyle tenâkuza ve başkalarının da diline düşecek şekilde kendisi hakkında “sen okumuş-yazmış değilsin” der mi? Tarihî ma’lûmatı olan bir topluluk karşısında ve tarihle alâkalı kesif araştırmaların yapılacağı bir gelecek karşısında geçmiş bazı hâdiselerden çok kesin ifâdelerle bahsedecek ve sonra da “ben bunları anlatıyorum ama, ne o hâdiselerin içinde bulundum; ne de haklarında en ufak bir şey okudum” diyeceksiniz; bu hiç mümkün müdür? Halbuki, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Efendimiz (sav)’in okuma-yazması olmadığından bahsedilmekte ve dolayısıyle önceden ne eline bir kitap alıp okuduğu, ne de bir kitap yazmış olduğu anlatılmakta (Ankebût, 29/48), hem de geçmiş hâdiselerin içinde bulunmadığı ve daha önceden o hâdiseleri bilmediği ifâde edilmektedir (Âl-i İmran, 3/44, Hûd,11/49, Kasas, 28/44). Okuma-yazması olmayan, eline önceden kitap almayan tabiî ki geçmiş hâdiselerin içinde bulunmayan, kimseden dinlemeyen ve öğrenmeyen bir Zât’ın her sahada çok kesin bilgiler vermesi, o Zât’ın Allâmü’l-Guyûb olan Allah (cc)’ın Rasûlü olduğunu göstermez mi?
19. Hiçbir yazar, eserinde, kendisinin ve eserinin korunacağını ve bahsettiği hakikatlerin bir gün bütün âlemin ufuklarında şehbâl açacağını kesin bir dille ifâde edemez. Rahat döşeklerde, konforlu arabalarda ve her türlü imkân içinde hayat sürerken bile, bütün tehlikelerden mâsun ve mahfûz kalıp, vazifemizi itmâm edeceğimizi söyleyebilir miyiz? Evet, biz nasıl hayatımızı garanti edemezsek, eserimizin hayatiyetini de aynı şekilde garanti edemeyiz. Çok makaleler, kitaplar, şarkılar bir ara liste başı olur, sonra da söner ve unutulur gider; yerlerine yenileri gelir, onlar da eskir ve bu hep böyle sürer gider. Halbuki, bizzat Kur’ân’da “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide, 5/67) ve “Kur’ân’ı Biz indirdik ve onun koruyucuları da Biz’iz” (Hıcr, 15/9) denilerek, Peygamberimiz’in de, Kur’ân’ın da her türlü tehlike, yıpranma, sû-i kasd ve akla gelebilecek maddî-ma’nevî taarruz ve tuzaklardan mâsun ve mahfûz olduğu açıkça ilân edilmekte ve bu ilân geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir, Kıyamet’e kadar da edecektir.
20. Eserinde manzara tasvirinde bulunan bir yazar, daha çok tabiî şekilleri, iklimi, arazi yapısı ve bitki örtüsüyle yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi tanıtır. Halbuki, Kur’ân’da çölün ve çöl hayatının tasvirinden çok, coşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can katan yağmur yüklü bulutlardan, bağ ve bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahis açıldığını görürüz. Sözgelimi, Nûr Suresi 40’ncı âyette, engin denizin karanlıkları, üst üste dalgaların gelmesi, dalgaların üstünü bulutların kaplaması ve bütün bu karanlıklar içinde elin görülememesi gibi gerçekten enteresan teşbih ve anlatımlarda bulunulmaktadır ki, bu ne o zamanki Arap coğrafyası, ne de devrin denizcilik literatürüyle alâkalıdır. Sonra, çölde doğup çölde büyüyen ve sadece, gençliğinde bir veya iki defa Şam tarafına, yine çöllerden geçerek seyahatte bulunan Efendimiz (sav), ne Kur’ân’ın sözünü ettiği manzara ve bitki örtülerini görmüş, ne de deniz yolculuğu yapmıştı. Bu durumda, böylesi tasvir ve teşbihler çölde yetişmiş bir insanın muhayyile ve dehâsından nasıl kaynaklanmış olabilir?
En’âm Sûresi 125’nci âyette, kâfirin hâli, göğe doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetilir. Kelimenin telaffuz husûsiyeti de, şeddeli “Sad”ın arkasından şeddeli “Ayn” harfinin gelmesiyle havasızlıktan açık kalan ağzı resmetmektedir (yessa ’adü). Bugün ilmî gelişmeler, gerekli cihaz kullanılmadan dağların tepesine doğru yükseldikçe oksijen azlığından insanın nefessiz kaldığını ve göğsünün daralıp sıkıştığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu gerçek, ancak balon gibi vasıtalarla yukarılara çıkıldığında, ya da çok yüksek dağlara tırmanılmakla anlaşılabilmektedir. Efendimiz’in döneminde balonla yolculuk bir hayal bile olmadığı gibi, Arabistan coğrafyası da kendisine çıkılmakla göğsün daralacağı yüksek rakımlı yerlerden mahrumdu. Öyleyse, böyle bir teşbih ve ifade, ancak her şeyi bilen Allah (cc)’a ait olabilir.
21. Yazar, eserini daha çok en fazla duygulandığı, letâifinin en müsâit olduğu, dolayısıyle zihin konsantrasyonunun tam sağlandığı anlarda yazar ve kendisini üzüntüye veya sevince sevkeden hâdiselerden de bahsetmemezlik edemez. En güzel edebî eserler, kalblere en ince ve keskin ma’nâların dolduğu ve dışta bu hâlete yol açan hâdiselerin cereyan ettiği zamanlarda kaleme alınmıştır. Çoğu eserler, yâr, yârân ve dostlar, ya da evlâtlardan bahseder; zindanda çekilen çileler, gurbet hatıraları, meslek hayatının tecrübeleri ve acı-tatlı anları onların biricik mevzûlarıdır. Kalblerde ve ruhlarda derin tesirler icrâ eden hâdiselerden tecerrüd etmek öyle kolay kolay mümkün değildir.
Şimdi, Allah Rasûlü (sav)’nün o çileler, ızdıraplar, mücâdeleler, sıkıntı ve kederlerle dolu hayatını inceleyin; bir yandan dışa karşı amansız bir mücâdele verirken, diğer yandan o müstesna cemaatini nasıl yetiştirdiğini nazara alın ve sonra da Kur’ân’da, O’nun çektikleriyle, belâ ve musibet demleriyle, hatta çocuklarının vefat ve hayatıyla bile alâkalı âyetler bulabilecek misiniz, bakın! O’nun en çileli günlerinin dert ortağı ve en büyük destekçisi Hz. Hatice (r.anh)’den ve O’nun bir diğer destekçisi Ebû Talib’in vefatı sebebiyle adına “Hüzün Senesi” denilen seneden, Haşim Oğulları’na kızgın güneşin altında üç yıl süreyle uygulanan boykottan, kendi ciğerinin dağlanmasına yol açan sevgili amcası Hz. Hamza (ra)’nın katlinden ve ciğerinin doğranıp çiğnenmesinden ve kendisine en büyük kötülüğü yapmış müşrik ileri gelenlerinden bahis açılmış mıdır? Elbette hayır. Öyleyse bu Kitap O’na ait değildir. O sadece bir vasıtadır ve Kur’ân’ı geldiği şekliyle tebliğ etmektedir.
22. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’ân’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashâbı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun (sav) gâyesi, makam, mevkî, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde Risâleti’nin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Halbuki, Kur’ân’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık ‘Muhammed’ isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini (Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29) hayretle görür ve O Yüce Kâmet (sav) önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasûlüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
23. Esbâb-ı Nüzûl denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’ân’da on beş kadar âyette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz (sav)’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim, kendisine ‘ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu.
24. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra ‘yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Halbuki, Kur’ân’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için ‘rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed (sav), zaman zaman Kur’ân’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’ân’a göre yönlendirirdi.
Kendisi insanların hidâyeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidâyetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan âyet meâlen O’na şöyle diyordu: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidâyete erdirir” (Kasas, 56).
Bakın başka misâller: Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı (Tevbe, 9/84). Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, âyetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı (Ahzâb, 33/4). Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu (Ahzâb, 33/37). Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” (Necm, 53/4).
25. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce ‘emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz (sav)’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe (r.anha) Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz (ra)’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ‘ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’ân’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Halbuki, Kur’ân, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” (Ahzâb, 33/33) ve “sözü (yumuşak-tatlı) edâ ile konuşmayın” (Ahzâb, 33/32) şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’ân’ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu isbata yetmez mi?
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.
Kur'ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâl-i hazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tâbiri caizse son noktasına kadar bilen Hz. Allah'ın ilminden gelmiş Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri insanlığın durumunu ve onun kazanacağı halleri parlak olarak anlatması Kur'ân'ın mu'cizesidir ve Kur'ân'a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur'ân.l4 asır evvel nâzil olmuştur ama, O, Mele-i Alâdan, herşeye hakim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah'ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.
Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur'ân gençleşiyor. Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkib kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha sâlim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatlar de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa'yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu halde, sanki Fizik zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, Astronomi, Astrofizik, Tıp ve sair ilimler de böyle... Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyâmete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir halde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemâl emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.
İşte bu hâl Kur'ân'ın anlaşılmasına yardım ediyor;ve bir gün gelecek Avrupa'da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatları casus gibi araştırması neticesinde Kur'ân'ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, "Allah im ne büyüksün" diyecekdir. Evet, teleskoplarla ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve "Allah'ım ne büyüksün" diyecekler.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel en ârızasız bir toplumun içtimâî kanununu vaz' etmiş, fakat biz bunu henüz anlıyamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, kominizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur'ân'ın bu içtimâi yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimâî noktaları değil, beşerin hayatına taallûk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız... Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare haline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz Allah'ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibariyle derinliği sezilememesine rağmen içinde binbir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer "bu memleket şu sistemle yükselir" diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur'ân-ı Kerimin yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedîd ve ceyyid şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur'ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazan Kur'ân'dan öyle şeyler anlıyoruz ki;` bunu beşer söyleyemez;' demek mecburiyetinde kalıyoruz.
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)
Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.
"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)
Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer ayetde ise :
"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.
Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.
KUR’AN VE VAHİY
İlahî kelamdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî Kuranın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Hedef kitlenin seviyesine göre konuşacağını konuşma, yapacağını yapma ve dinleyen herkese birşeyler anlatma Kuran’ın üslubudur. Dolayısıyla Kur’an, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecelli dalga boyunda -bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülahazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyordu.. bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu. Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz. Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. –Haşâ ve kellâ, teşbihde hata olmasın- Efendimizin mahiyetine yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mana olarak geliyor; O da manayı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor” diyorlar. Bazılarının “Kuran’ın manası Allah’tan kelimeleri Efendimiz’den..” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “sadece mana vahyediliyor” diyemeyiz. Her gelen sinyal bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimizin mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim, şu ayeti bir daha söyle.” demiyor. Aksine vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Rasulüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’anı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle.”(Kıyamet 16-18) buyruluyor. Yani adeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor. Öyleyse, vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Arzettiğim husus meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
KUR'AN'IN VE FENNİN BAKIŞI
Bir zamanlar, hem dindar, hem sanatkar, hem sözü her şeye geçen meşhur bir hakim, Kur"an-ı Kerim'i, manasındaki kutsiyete uygun gelecek değerde ve kalitede bir kitap şeklinde yazmak İstedi. Bunun için en kıymetli cevherleri kullandı. Manaya harika bir elbise giydirdi. Ondaki geniş hakikati ifade edebilmek için her çeşitten aldı. Sanatının bütün inceliklerini gösterdi. Öylesine yüksek bir hakikate gölge düşsün istemiyordu. Onun için en pahalı şeyler mürekkep olarak kullanılsa değerdi. Bazı harflerini elmas ve zümrütle, bir kısmını lü'lü ve akikle, bir taifesini pırlanta ve mercanla, bir nevini altın ve gümüşle, bir bölümünü ışıkla, nurla, yıldızla, hayatla, kanla, canla, tenle, terle, şefkatle, sevgiyle, ikramla, meyveyle, merhametle yazdı. Kitap öylesine süslü, öylesine iç açıcı, öylesine renkli, öylesine mükemmel olmuştu ki, okunmak için yazılan kitabı seyredenler hile hayran kalıyordu.
Sonra o hakim, bu süslü ve ziynetli Kur*an'ı, bir ecnebi filozofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe etmek ve hem de mükafat vermek için, onlardan, o kitabı izah eden bir eser yazmalarını istedi.
Filozof, yazdığı eserinde, sadece, o kitabın yazıldığı zemin-den, kullanılan cevherlerden, o cevherlerin özelliklerinden ve birbiriyle olan münasebetlerinden bahsediyor, fakat manasına hiç ilişmiyordu. Halbuki, o kadar kıymetli cevher mana için kullanılmıştı. O kitap, elbette ki manasız harf yığınları değildi. Hiçbir kitap böyle okunmamalı idi. Bir kitabı, beyaz bir kağıdın üzerinde, ince uçlu mavi bir dolmakalemle çizilmiş aşağı yukarı giden çizgiler, muhtelif şekiller der gibi okumak, o kitabın yazarını 'Beni manasız şeyler yazmakla suçlayamazsın' diyerek hiddetlendirir di.
Müslüman alim ise, ona baktığı zaman anladı ki, o Kitab-ı Mübin'dir, Kur"an'ı Hakim'dir. Bu hakperest zat, ondaki yüksek manaları okudu, anladı. Kullanılan cevherlerden ve onların özelliklerinden bahsederken, onların o yüksek hakikatların cisimleşmiş dili olduklarını, gölge düşürmeyecek cevherlerin onun için tercih edildiğini bildi.
O ikisi, eserlerini takdim ettiklerinde, hakim, tabiat perest filozofun cevherleri tanımakta maharetli olduğunu, fakat manasını hiç anlayamadığını gördü. Kitabını başına vurup, huzurundan kovdu. Sonra, o müdakkik âlimin kitabını inceledi. Gayet güzel bir tefsir ve hakkı takdir olduğunu gördü. Kitabının her harfini on altınla mükafatlandırdı.
O ziynetti Kur"an, bin bir sanatlarla süslenmiş bu muhteşem kâinattır, O hakim ise, Hakim-i Ezelî olan Allah (cc)'tır. O iki adamdan birisi Kur"an talebesi, diğeri dinsiz feylesoftur.
Evet, kâinat, cisimleşmiş hakikattir. Mesela, güya Allah'ın rahmeti cisimleşmiş, yağmur olmuştur. (12.SÖZ l.Esas)
KUŞATAN BAKIŞ
Kur'an'ın mucizevî ifadelerinde varlığın hakikati, dünyanın yaratılmasından, ahiretîn en nihai ufuklarına, zerreden güneşe, ferşten arşa, öylesine bir uyum içindedir ki, yaratılış ağacı en net tablolarla resmedilmektedir.
Gayet büyük bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir görünmez perde ile saklanmış olsun. Elbette her ağacın uzuvları; dalları, yaprakları uyum içindedir. İnsanın uzuvlarındaki uyum gibi... Her bir uzvun yüzü maksadına, meyvesine dönüktür. Fakat, bu ağaç kâinat kadar büyük olduğu için, herkes o ağacı tarif ederken kendi bulunduğu yeri tarif eder. Bakışı o ağacı kuşatamayanlar-dan biri kökünden, biri dalından, biri yaprağından bahseder. Fakat birisi, o büyük ağacı muhteşem bir uyum içerisinde, en kü-Çük ayrıntısına kadar, net ve tam olarak tarif etse, anlaşılır ki onun bakışı bütün ağacı kuşatmıştır ve onun için ağacın üzerindeki bütün örtüler ve perdeler kaldırılmıştır. Onu dinlemeyen bütün tarifçiler kendi nazarlarına takılıp kaldıkları için aldanmaya mahkumdur.
Evet, şecere-i hilkatin tarifçisi Kur"an'dır. (13,Söz)
BAKIŞ FARKI
Kur"an, güneş için, "Dönen bir siracdır, bir lambadır." der. Zira güneşten, güneş için bahsetmiyor. Birinci hedefi mahiyetini • izah da değildir. Nasıl bir nizamın zembereği olduğunu anlatarak, Saniiıü gösteren bir ayine olduğunu söylüyor.
"Güneş döner." derken, yaz kış, gece gündüz deveranındaki ince hikmet ve rahmete işaret eder. "Sirac" tabiri ile, âlemi bir saray gibi göstererek, o süslü ve sanatlı saraydaki nimetler ile ihsanat-ı İlahîyi akla getirir.
Sersem ve geveze felsefe ise, güneşten, etrafına parçalan dağılmış bir ateş kütlesi olarak bahseder. Azametini ve mahiyetini anlatır. İnsana bir dehşet ve hayret hissi verir ama, ruha yüksek bir irfan dersi vermez. Zahiri tantanalı, fakat batını koftur.
Kurban, özü gösterirken, felsefe aklı kesrette dağıtır, kabukta dolaşır. ( 19 Mektup 14.Reşha)
KUR'AN DEFİNESİ
Çeşitli cevherlerin bulunduğu kıymetli bir definedeki ziynet-]eri keşfetmek için birkaç adam denize dalar. Denizin dibinde araştırma yapan birisinin eline uzunca bir parça elmas geçer. Definenin tamamının aynı şekildeki elmaslardan ibaret olduğuna hükmeder. Sonra arkadaşlarından başka şekildeki elmasların bulunduğunu dinlediğinde, asıl elması kendisinin bulduğuna, diğerlerinin onun nakışlan veya tamamlayıcıları olduğuna hükmeder. Bir diğeri yuvarlak bir elmas bulur. Bir başkası başka bir şekilde... Bazıları muvazeneyi kaybedip kendi bulduğuna itimat edince, diğerlerini inkar eder. Sonra tevillere, zoraki yorumlara başlar.
Hakikat denizine Kur"an da dalmış, nazarı tamamını ihata ettiğinden ve gözü açık olduğundan her şeyi asıl hüviyetiyle ve çok net olarak görmüştür. Her asra, her meşrebe, her kabiliyete hitap etmesi ondandır. Adeta, kendisi de her asnn sahiline uzanan bir denizidir.
Dengeyi kaybetmemenin yolu Sünnet-i Seniyyeyi muvazene yapmaktır. (Mesnevi -Zeylü'l-Habbe)
MEYDAN KUR'AN'IN
Başı semaya değen bir minare ve o minarenin altında da yeryüzünün merkezine kadar kazılmış bir kuyu farz edelim. İki fırka, bütün memleketlerden duyulan bir ezanı okuyan adamın, minarenin başından kuyunun dibine kadar hangi mevkide olduğunu tartışıyorlar.
Birinci fırka, "O zat minarenin başındadır. Çünkü ezanını herkes işitiyor ve o ses yüksekten geliyor. Belki herkes, onun yüksekliğinden Ötürü onu orada göremiyor, fakat herkes onu nerede görürse görsün makamının yüksek olduğunu biliyor. Nazarı yüksek olanlar onu minare başında görürken, nazarı kısa olanlar da kendi durumlarmca o zatın mertebesini ve yerini küçük bir emare ile kavrıyor." der.
Diğer şeytanî güruh ise, "Yok, makamı minarenin başı değil, nerede görünürse görünsün kuyunun dibidir." der. Halbuki, o zatı kuyunun dibinde ne gören vardır ve ne de görebilir.
İşte, o iki cemaatin münakaşasını halletmek için birisi çıkar ve der ki:
"Ey hayırsız topluluk! Eğer o müezzinin makamı kuyu dibi olla, her hali taş gibi katı ve karanlık olmalıdır. Öyle olsa, ona kalan yer sadece kuyu dibidir, aradaki hiçbir merhale değildir. Zira, kuyu dibindeki adamda hiç nur olmaz. 'Az da olsa nur var1 diyorsanız, kuyu dibinden başka hangi noktada gösterirlerse davayı diğerleri kazanır. Sizin müdafaa noktanız sadece kuyu dibidir. Ya kuyu dibinde olduğunu isbat edin, ya da susun."
İşte, temsildeki gibi, şeytanla münazara bahsi, arştan ferşe kadar bütün mesafeyi şeytandan ve talebelerinden alıyor, onları dar ve girilmez bir deliğe sıkıştırıyor. Onlara ."Kur'an nasıl bir kitaptır?" diye sorulsa, "Güzel ahlaki ders veren bir kitaptır." diyecekler. "Öyle ise Allah'ın kelamıdır, ki sizi bile güzel demeye mecbur ediyor." denilir.
"Peygamberi nasıl bilirsiniz?" denilse, "Güzel ahlaklı ve çok akıllı bir adam." derler.
Onun nuru, asan ve hakikati, onun minare başında olduğunu gösteriyor. İkisinin arasında bir noktada görenler, kendi bakışlarındaki zayıflıktan onu orada göremiyor. Fakat, makamını da inkâr edemiyorlar. Kuyu dibinde olması muhaldir. Eğer ehli dalaletin dediği gibi olsa, ikisinin arasında veya zirvede değil, kuyunun dibinde olması gerekir. Öyle ise O, en âli makamdadır. Bütün meydan Kur"an'ın ve Hz. Muhammed (asv)'mdır. (26.Mektup 4.Mebhas 6 Mesele)
HER YERDEN SU
Bir suyu elde etmek için bazıları uzaklardan, dağlan delerek borularla su getirir. Bazıları da her yerde kuyu kazıp su çıkabilir. Birinci kısım, zahmetlidir, tıkanıp su kesilebilir. Her yerden su çıkarmaya ehil olanlar daha rahat ve durumları sağlamdır.
Öyle de, kelâm âlimleri sebepler ve silsilelerin devamındaki f muhalden ötürü bir noktada kesip, Vacib-ül Vücud'un varlığını l îsbat ederler. Uzun bir yolda giderler. Kur'an-ı Hakim'in hakikatyolunda ise her yerden su bulunup çıkarılır. Her bir ayet, Hz. Musa'nın asası gibi, nereye vurulsa hayat suyu fışkırır. (26.Mektup 4.Mebhas 2Mesele)
İNSAN ELİ YETİŞEMEZ
Nasıl ki, nakışlı bir sarayda, bütün nakışların düğümü hükmünde olan bir kilit taşını yerleştirmek için bütün o sarayı ve duvan bilmek gerektir. Zira sanki o taşın, bütün diğer taşlara bakan bir yüzü, hepsini gören bir gözü vardır. Ve hepsi ile uyum içindedir.
Hem nasıl ki, göz bebeğini göze yerleştirebilmek için, bütün cesedi ve bütün uzuvların vazifelerini, birbiriyle olan irtibatlarını bilmek gerekir.
Bu uyum, adeta her bir şeyi ait olduğu bünyedeki diğer uzuvlara göre kalp ve çekirdek haline getirir. Ahengin muhafazası, vücudun dağılmaması, uyuma bağlıdır.
öyle de, hakikat ehli, Kur'an'ın her ayetinin ve her kelimesinin diğer ayetlere bakan yüzünü ve uyumunu izahlanyla göstermişlerdir. Hatta, harf ilmi ile uğraşanlar, Kur'an'ın bir harfinde bir sayfa kadar sırlar bulunduğunu erbabına isbat etmiştir.
İnsanların sözleri arasında da, belki Kur'an'm kelimeleri ve cümleleri gibi ifadeler bulunabilir. Fakat, Kur'an'ın ifadelerinde-ki incelikler ve sayısız çokluktaki hikmetlerle her ayetin ve her harfin birbirine bakan yüzünü ayarlamak bütün varlığı kuşatan bir ilmi gerektirdiğinden, insan eli oraya ulaşamaz.
Kur'an İçin bir ilm-î muhit lazımdır. (19.Mektup 18.İşaret 2.Nükte)
DAĞLAR DİREK
"Dağlan birer kazık yapmadık mı?"(Nebe-7) ayeti avam halkın bile zemin yüzünde çok rahatlıkla okuyabildiği bîr cümleyi nazara verir.
"Direk ve kazıklarla tehlikelerden korunan bir gemi gibi, yer-
yüzü de içerisinde meydana gelecek karışıklıklardan dolayı parçalanmak tehlikesinden korunmak için dağlarla kazıklanmıştır." Hayatı beslemek üzere.dağlar arza direk yapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağı dağlardır, kirinden . arındırır. Toprağı himaye eder, denizin istilasından korur. Zaten 1 hayatın direkleri de bu unsurlardır. Kur'an, dağların zemine direk olmasını anlatırken, hayatın direği olduğunu da akılların nazarına verir. Devamındaki ayetlerde de açıklar. (MesNevi -Şemme)
TEKRAR
Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Tekrar usanç verse de, her kelâma şamil değildir. Besleyici gıdaların tekrarı memnuniyet ve kuvvet verir. Lezzet için yenilen meyvelerin tekrarı usandırır. Kur'an, kalbe gıda, akla kuvvet, ruha ışık ve nefse şifa olduğu için usandırmaz. (Îşarat-Bakara)
DELİL İDDİADAN GİZLİ
Eğer Kur'an, "Ey insanlar! Fezada bir çekim kuvveti ile uçan, sürekli hareket eden, güneşi, yeri ve gök cisimlerini umumî bir çekimle birbirine bağlayan, yaratılış ağacmdaki unsurlara ve kimyevî faaliyetlere dikkat ediniz" veya," Küçücük bir damla suyun içerisinde mikroskobik canlılarla dolu bir âlem yaratan Kâinatın Sanatkân'nın her şeye kadir olduğunu tasdik ediniz." dese idi, delil İddiadan daha fazla izaha muhtaç olurdu. (Muhakemat-1. Makale 1.Mukaddeme)
KARANLIKTAN AYDINLIĞA
Bir hayalî vakıada, kendimi geniş bir sahrada gördüm. Zeminin yüzünü karanlık, sıkıcı, boğucu bir bulut kaplamıştı. Ne hava, ne ışık ve ne de su vardı. Vahşi mahlukların ortasındayım sandım. Denizler, fırtınalar benim düşmanım olmuşlardı. İçime, 'Zeminin öbür tarafında hava, ışık ve su var.' diye bir his geldi. Tünel gibi bir mağaraya sürüklendim. Yürüdüm. Baktım ki, buradan benden önce de çokları geçmiş. Çokları boğulup kalmışlar. Bazılarının ayak izleri vardı. Kimilerinin bir müddet seslerini işittim, fakat sonra o sesler kesildi.
Sonra elime, ışıklı, parçalayıcı bir alet verildi. Onun ile yolumu aydınlattım, Önümü açtım, dağlan parçaladım. Dağların ve denizlerin üzerine çıkarak seyre başladım.
Bir ses bana, o elektrikli aletin, Kur'an hazinelerinden verilmiş ayetler olduğunu söyledi.
O zemin, tabiat ve tabiat perestlik felsefesi idi. O tünel, felsefecilerin hakikate ulaşmak için açtıkları yollardı. Boğulanlar Aristo, Eflatun gibi felsefeciler, sesini işittiklerim bir müddet hak yolda yürüyenlerdi.
(30.Söz 1. Maksat)
BAYRAMLAR VARDIR
Nasıl ki, her sultanın memleketinde ilan edilen bayram günleri vardır. Öyle günlerde sultanın hediyesi ve ihsanı diğer günlerin çok ötesindedir. Bu günler, ya bir tahta çıkışın, ya bir zaferin, ya bir başlangıcın yıl dönümü olabilir.
Öyle de, Cenab-ı Hakkın, bazı has günlerdeki ihsanatı sair günlerin çok ötesindedir. Hususîyle, Kur'an'ın inzal edildiği ramazan ayı, Kadir Gecesi, bayram günleri ihsanatın bire bin artırıldığı günlerdir. (29.Mektup 2.Kısım 7.Nükte)
YOL İKİDİR
Önümüzde iki yol var. Birisinde giderken, bütün canlıların ve insanların dünyaları harap edilmiş görülüyor, mazlumların iniltileri ve ayrılık vaveylaları duyuluyor. Ya insanlıktan sıyrılıp,
kalbimizi katılaştırarak vahşicesine kendi selametimizi umumun felaketine tercih edeceğiz. Veya kalp ve aklın kulağını kapatacağız.
Sefahat ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış tek gözlü Deccal gibi kör dehalı Avrupa'nın insanlığa gösterdiği yol, insanı âlâ-yı illiyyinden esfel-i safiline atar. Bu illete karşı bulduğu ilaç, uyutucu hevesat ve fantezilerle hisleri iptaldir.
İkinci yol, Kur'an'ın açtığı ölümsüzlük yoludur ki, şevk ve sürür ile yapılan vazifelerden saadet saraylarındaki mükafatlara geçiş kapısının açılmasıdır. (17.Lem'a 5.Nota)
RUHLARA HEDİYE
Nasıl ki hava, ağızdan çıkan bir kelimenin herkese ulaşmasına vesiledir. Bîr minareden okunan ezan, radyolar aracılığı ile aynı anda bir çok yerden dinlenebilir. Bir yerde yanan lamba binlerce aynada birden görünebilir. Öyle de, bir Yasin-i Şerif okunsa ve milyonlarca ruha hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer. (l.Şua l.Sual)
BİR ÜSTAD
Kırk elli sene evvel Eski Said, daha çok aklî ve felsefî ilimlerle iştigal ettiği için, kendisine hakikat ve tarikat erbabının mesleği gibi bir meslek aradı. Onların her birisinin kendine göre cezbedici hususiyetleri vardı. Hangisinin arkasından gideceğini düşünüyordu. İmam-ı Rabbani de ona gaybî bir tarzda, "Tevhid-i kıble et, yalnız bir üstadın arkasından git." demişti. Eski Saİd'in çok yaralı kalbine;
"Hakikî Üstad Kur'an'dır. Kıble birliği de onunla olur." diye geldi. Hem ruhu, hem kalbi garip bir seyre başladı. Nefsi onu, şek ve şüphelere karşı manevi bîr mücadeleye mecbur ediyordu. İmam-ı Gazalî (r.a.), Mevlana Celaleddin (r.a.), İmam-ı Rabbani(r.a.) gibi kalp, ruh ve akıl gözleri açık olarak yürüdü. Başkalarının akıl gözünü kapadıkları noktalardan gözü açık geçti. Kur'an'm irşadıyla umumî fazilet yolunu tercih etti. Kur'an'm hem kalbe, hem akla, hem ruha hitab etmesi gibi, o da zikir, fikir ve his yolunun bütünü ile meşgul oldu. (Mesnevi-Mukaddeme l.Nokta)
SÖNDÜRÜLMEZ GÜNEŞ
Said Nursi, Van'da Vah1 Tahir Paşa'nın yanında iken bir gazeteden, İngiliz Müstemlekat Nazırının, İngiliz Mebuslar Meclisinde, elindeki Kur'an'ı göstererek: "Bu Kur'an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hakim olmayız. Ya Kur'an'ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur'an'dan soğutmalıyız!" dediğini okur. Bunun üzerine ruhunda bir feveran ve gayret uyanır ve: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim." der. (İlk hayatı)

SURLAR YIKILINCA
Birinci cihan harbinden evvel, yan uyku gibi bir sadık vakıada, kendimi Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altında gördüm. Birden o dağ müthiş bir şekilde infilak etti'. Dağlar gibi parçalarını dünyaya dağıttı. O dehşetli halde baktım ki merhum validem de yanımda imiş. Dedim: "Ana, korkma. Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahimdir ve Hakimdir."
O halde iken, mühim bir zat bana emreder gibi, "Kur'an'm ifadelerindeki yüksek hakikatleri göster!" dedi.
Uyandım, anladım ki, büyük bir infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra Kur'an'ın etrafındaki surlar yıkılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; ifadeleri ve yüksek hakikatleri onun zırhı olacak. Ve ondaki hazinelerin bir nevini şu zamanda göstermeye benim gibi bir adam namzet olacak, vazifelendirilecek.
Müslümanların üst el olmalarından ve Osmanlının kuvvetinden ötürü kimse doğrudan doğruya Kur'an'a ilişemiyordu. Herkes "Müslümanlık güzel ki, Müslümanlar dünyanın azizleridir." diye düşünüyordu. Müslümanların maddeten mağlubiyeti İle o güzel sığınak, sur yıkıldı. Fakat, Müslümanlığın güzellikleri ve Kur'an'ın hakikatleri hiçbir zaman mağlup olmadı. (28.Mektup 7,Mesele l.Sebep)
NÜKTELER...
YAHUDİNİN MÜSLÜMAN OLUŞU
Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı.
Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:
-Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun?
Yahudi şöyle cevap verdi:
- Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.
Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı.
Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı.
Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti.
Me'mun buna şaştı:
- Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz?
Yahudi şöyle îzah etti:
- Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten.
- Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi?
- Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:
- Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti.
Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım.
Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.
- Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur.
Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler.
Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu.
KUR’AN NASIL OKUNMALI?
Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki: "Bu genç Kur'an okumak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur'ân'ı bir gece zarfında hatmediyor." Bunun üzerine hoca sormuş:
-Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun. Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca:
- Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş.
Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş:
-Dediğimi yaptın mı?
- Evet efendim.
-Kur'an'ı hatmedebildin mi?
- Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım.
- Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme.
Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş, genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, şeyh ona:
- Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla... Ve Allah'ın huzurunda Kur'an okuduğunu düşün... demiş.
Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına:
-Hocam, Allah size çok sevablar ihsân eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha sûresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu âyetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de "Ancak sana ibâdet ederiz" (İyyâke na'büdü) demekten, (yani bu âyeti okumaktan) utandım... Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" âyetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" âyetini okuyamadım... Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı..." demiş.
İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş:
- Ey üstâdım, ben diri (olan Allah'ın) indinde diriyim. Allah beni herhangi bir bakımdan hesâba çekmedi...
TARİHE GÖMÜLENLER
Onkolog Dr. Halûk Nurbâki, Konya'nın tek gazetesi olan "Babalık" gazetesinin başyazarı olan pederinden işittiği tüyler ürpertici, ibretlik bir hâtıra ile mukaddeslere dil uzatanların akıbetini gözler önüne seriyor:
1920'de Saruhan mebusu olarak TBMM'ye giren Mustafa Necati (1894-1929), Cumhuriyetin ilk Maarif vekillerinden (Millî Eğitim Bakanı) biri olarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Harf Devrimi olarak adlandırılan Latin harflerinin kabulünde etkin rol oynamasıyla bilinir.
Mustafa Necati, bu faaliyetler çerçevesinde Hazreti Mevlâna beldesi Konya'ya gelmiş ve Lâtin harflerinin üstünlüğünü anlatmak üzere bir konferans düzenlemişti. Şehrin her tarafına yapıştırılan ilânlarda:
"Eski Harflerle Birlikte Kur'ân'ı da Tarihe Gömdük" yazıyor ve konferansın ertesi gün saat 10'da verileceği belirtiliyordu.
Akşam, mükemmel bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati, ani bir apandist krizine yakalandı ve hemen hastahaneye kaldırılarak ameliyat edildi*.
Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok; bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmuş, fakat ne çare ki haddini aşarak Kur'ân'a dil uzatmıştı.
Gece yarısı, imkânsız denebilecek bir şey oldu ve Bay Necati'nin yattığı yatak yan demirinden kırıldı. Hasta yere düşmüş ve ameliyat yeri patlamıştı.
Ertesi gün saat 10’da, yani konferansın yapılacağı bildirilen saatte Bay Necati öldü (tarihe gömüldü).
KUR'AN'I ANLAMAMAK
İmam Abdurrahman Ekkaf’a sormuşlar:
- Kur'an'ın, mânâsını bilmeden, anlamadan okuyan kimseye hiç tesiri olur mu?
Şöyle cevap vermiş:
- Birisi, ilaç alsa veya zehir içse, aldığı veya içtiği şeyin ne olduğunu bilmese bile, bunlar ona tesir eder. Kur'an niçin tesir etmesin? Kur'an daha çok tesir eder. Bir de, mânâsım bilerek okuyanlar üzerinde Kur'an'ın tesirinin nasıl olduğunu düşününüz.
İnsan, ilaç içtiğinde, maddî yapısındaki hangi noktalara müdahale edildiğini, hangi şifrelerin çözüldüğünü, hangi mekanizmaların harekete geçtiğini bilmemesine, bunları kendisi harekete geçirmemesine rağmen, o bilmeden, o ilaç, onun üzerinde tesirini gösterir.
Bünyeyi tanımayan bir taş parçasını Allah (c.c.) şifaya bahane yapar. Ona verdiği kimyevî şifreyi dua olarak kabul eder.
İnsan, sadece maddeden ibaret değildir. Nasıl, maddî bünyesine, maddî şeyler tesir eder; öyle de, ruhuna manevî şeyler tesir eder.
insanın manevî yanı, yani ruhu ve ruh ilimleri inkâr edilmeden, manevî şeylerin etkisi inkâr edilemez.
Alınan maddî gıdanın ağızdan girdikten sonra tesirini İnsan ayarlamadığı, minerallere ve elementlere yön vermediği gibi, manevî gıdanın tesirini de insan ayarlamaz. Onun içindir ki, Kur'an'ın tesiri için mânâsını anlamak çok önemli bir avantaj ise de, tek şart değildir.
İnsan, anlamıyorsa, "Rabbim konuşuyor" düşüncesiyle dinleyebilir. Kalbinin ve aklının kulağını öyle açar.
Mânâsını anlıyorsa, "Rabbimin emirleri ve hakikatler bunlardır" diye tefekkür eder. O manevî sofradan istifadesi ziyadeleşir. Akıl, kalp ayağına daha güçlü destek vermiş olur.
KUR'AN'A SAYGI GÖSTERMEK
Bir gün Osman Gazi, bir köylünün evine misafir olur. Akşam yemeğini yiyip, biraz sohbet ettikten «mira yatma zamanı gelir. Köylü Osman Gazi'nin yatacağı yatağı hazırlar, Allah rahatlık versin efendim der. Kapıyı kapatır, çıkar.
Osman Gazi, yatmak üzere hazırlanır, tam yatacağı zaman gözüne karşısındaki duvarda asılı Kur'an-ı Kerim torbası ilişir (görünür). Osman Gazi, yatağa iki dizinin üzerine oturur. Sabaha kadar böyle kalır.
Sabah olur ev sahibi gelir. Bir de bakar ki, yatak hiç bozulmamış. Akşam serdiği gibi duruyor. Ev sahibi, Osman Gazi'ye:
—Aman Efendim, niçin istirahat etmediniz? (Niçin yatıp uyumadınız?) Yatak benim yaptığım gibi duruyor. Yoksa bir rahatsızlık mı oldu? diye sorar. Osman Gazi:
—Hayır bir rahatsızlık falan yok. Duvarda asılı Kur'an-ı Kerimi gördüm, Kur'an-ın karşısında ayağımı uzatıp yatmak bize yakışmaz. Kur'an'a karşı saygısızlık etmek, bir Müslüman için hiç de uygun (iyi) bir hareket (davranış) olmaz diye cevab verdi.
KUR’AN İDAM EDİLDİ
Bir gün Hakim Karakuşi'ye bir hırsız gelerek, hırsızlığa girdiği evin penceresinden çıkarken kolunun kırıldığını bu yüzden ev sahibinden şikayetçi olduğunu söyler. Karakuşi ev sahibini çağırtır. O, kabahatin marangozda olduğunu söyler. Marangozu çağırır. O da, pencereyi takarken gözünün, göz alıcı renklerle boyanmış elbiselerle dolaşan bir kadına takıldığından dalgınlıkla bu hatayı işlediğini beyan eder. Kadını çağırtır. Kadın kabahati, kumaş satan kişiye atar. Onu çağırtır, o da kabahatin boyacıda olduğunu söyleyince, Karakuşi boyacıyı mahkemeye celbeder, O bir mazeret gösteremeyince onun asılmasına karar verirler. Vazifeliler biraz sonra gelirler ve: "Efendim idam sehpasına göre bu adamın boyu uzun geliyor, asamıyoruz, şimdi ne yapalım?" diye sorarlar. Karakuşi: "Öyleyse kısa boylu bir boyacı bulup asın" der.
İşte Allah'tan geldiği gibi muhafaza edilmeyip tahrif edildiğinden dolayı yer yer akıl ve mantıkla, ilim ve fenle çatışan önceki kitaplar için bir sehpa hazırlandı. Fakat masum olduğu halde Kur'ân idam edilmek istendi.
KÖR DERVİŞİN KUR’AN’A BAKINCA GÖRMESİ
Yoksul dervişin biri, bir dervişin evine misafir oldu. Evde rahlenin üzerinde duran Kur'an'ı görünce şaşırdı. Çünkü kör dervişten başka evde yaşayan kimse yoktu.
Kendi kendine: "Burada bu Kur'an'ın ne işi var? Bu kör adamdan başka burada kimse yok ki." diye düşündü. Bu düşünceden dolay; rahatsız oldu, fakat bir türlü soramadı:
"İyisi mi sabredeyim belki bunun sebebini öğrenirim." dedi.
Bu düşünceyle yatıp uyudu. Gece yarısı bir Kur'an sesi duyunca uykusundan sıçrayıp uyandı ve gördüğü manzara karşısında şaşırıp kaldı. Kör derviş Kur'an'ı önüne almış okuyordu. Dikkat etti, bir tek harfi bile yanlış değildi. Kör derviş okuduğu satırı parmağı ile takip ediyordu. Artık dayanamayarak sordu:
"Kör olduğun hâlde Kur'an'ı böylesine yanlışsız nasıl okuyabiliyorsun? Parmağınla takip ettiğine göre mutlaka harfleri görüyor olmalısın." dedi.
Kör derviş gülümseyerek cevap verdi:
"Ey temiz kalpli insan bunda şaşacak ne var. Rabbül alemin istediği şeyi sebepli ya da sebepsiz yapamaz mı? Ben Kur'an okumayı çok seviyordum, fakat hafız değildim. Gözlerim de görmüyordu. Rabbime çok dua ettim. "Yarabbi Kur'an okuyacağım vakit gözlerime ışık ver, gözlerimi aç ki Kur'an'ı elime alıp okuyabileyim." dedim. Rabbim duamı kabul etti, ne zaman Kur'an'ı elime alsam Rabbim gözlerime nur verir, harfleri görürüm.
KAÇIRILAN KİTAB
BARNABA İNCİLİ Hıristiyan dünyasının taassub bulutlarıyla gölgelendiği kara günlerde, her gücün üstünde kabul edilen ruhban sınıfı, mukaddes kitab İncil'i tahrif etmek için, âdeta, büyük yarışa girmişlerdir. Her önüne gelen, ayrı bir İncil yazmakta ve bu mukaddes kitab şahsî fikirlere göre değiştirilmektedir. Sayısı yüzleri bulan ve birbirinden farklı olan İncillere, her geçen gün bir yenisi katılır. Fakat yazarının adı ile zikredilen bu İncillerin sayısı o kadar çoğalır ki, tedbir almak kaçınılmaz hâle gelir. Ve İznik'te toplanan bir hey'et, uzun süren bir çalışma sonucunda, o âna kadar yazılmış bulunan İncillerden 396'sının okunmasını yasaklar. Ancak bu İncillerden bir tanesi üzerinde özellikle durulur ve bunu okuyanların şiddetle cezalandırılacağı ilân edilir. M.S. 492 yılında Papa olan I. Celasyüs tarafından da yasaklanan bu İncil, Havârîlerin en eski talebelerinden biri olan Barnaba'ya aittir ve diğer İncillerde bulunmayan bir özelliğe sâhip olduğu için yasaklar listesine alınmıştır. Yasaklanan İnciller büyük bir hızla toplatılır. Bir kısmı ise, çok ağır olan cezalardan korkan halk tarafından imha edilir. Ancak bu arada dindar bir papaz, her şey'i göze alarak Barnaba İncillerinden bir tanesini kaçırmaya muvaffak olur. Bu İncil, daha sonra Viyana'daki İmparatorluk Kütübhanesine ulaştırılarak İngilizceye çevrilir. Fakat Kilise, Barnaba İncilinin izini tekrar bulmuştur. Bir hafta içinde bu İncilin bütün nüshaları imha edilmek üzere toplatılır. Ancak Kilisenin bütün gayretleri boşa gidecektir. Çünkü, İnciller imha edilirken iki tanesi tekrar kaçırılır. Bunlardan biri Biritanya Müzesine, diğeri ise Amerikan Kongresi Kütübhanesine gönderilir. İnciller, gönderildikleri yerlerde her nedense askerî sır gibi büyük bir titizlikle saklanarak halka kapalı tutulur. Bu sırrın ortaya çıkarılması ise, bir Müslüman General'e nasib olacaktır. Amerika Birleşik Devletlerinde askerî ateşe olarak görev yapan Pakistanlı General Abdurrahim, bu İncil'in mikrofilmlerini gizlice çekerek Pakistan'a kaçırmaya muvaffak olur. Mikrofilmler daha sonra Pakistan'daki Beşum Aısha Baıany Vakfı tarafından kitab hâline getirilerek İslâm dünyasına kazandırılır. Mikrofilmler banyo edilince, Barnaba İncili'nin geçirmiş olduğu bu büyük maceranın hikmeti anlaşılır. Çünkü bu İncil, Peygamber Efendimizin geleceğini çok öncesinden müjdelemekte ve kâinatın onun için yaratıldığını, bizzat mübarek ismiyle zikrederek ilân etmektedir. Batı dünyasının Asr-ı Saâdet münafıklarına has olan bir inad ve gayretle bu İncil'i yok etmeye çalışması, gerçekten son derece ibret vericidir. Barnaba İncil'i de tahrif edilmiş olmasına rağmen, içinde İlâhî hakikatlerden bir kısmını muhafaza etmektedir. Eserin 44. sayfasında Hz. İsâ (as), kendisinden sonra gelecek olan peygamberi, Havârîlerine şöyle tarif etmektedir: "Size söylüyorum, Allah'ın Resûlü bütün mahlûkata rahmettir. O, anlayışlı ve tesellici, hikmetli ve kudretli, Allah aşkı ve korkusuyla dolu, dakik ve yumuşak ruhludur. Rahmet ve yardımseverlik ruhu ile, adalet ve acıma hissi ile, nezaket ve sabır ruhu ile hareket eder. Cenâb-ı Hak, bütün yaratıklarına verdiğinin üç katını ona vermiştir. O, bu dünyaya geldiğinde saadet devridir. Bana inanınız. Bütün peygamberlerin Allah'ın onlara verdiği nübüvvet gözü ile gördüğü gibi, ben onu gördüm. Ben onu görünce ruhum teselli ile doldu ve "Ey Muhammed, Allah seninle beraber olsun ve beni senin ayakkabının bağı olmak şerefi ile şereflendirsin. Eğer ben bu muradıma erersem Allah'ın mübarek bir kulu ve büyük bir peygamberi olacağım. Ve Hz. İsâ (as) bunu söyledikten sonra Allah'a şükr etti." Hz. Peygamberden çok önceleri ona "Ey Muhammed" diye hitab ederek peygamberliğini tasdik ile haber veren Hz. İsâ (as) ve Barnaba İncili, O'nun en büyük peygamber olduğunun inkâr edilemez bir delilidir.
Yine aynı eserde Hz. İsâ (as), bir kadının, "Beklenen Mesih sen değil misin?" sorusuna şu cevabı vermektedir: - "Ben yalnız İsrail oğullarına gönderilmiş kurtarıcı bir peygamberim. Lâkin benden sonra Allah tarafından âleme Muhammed adında bir Resûl gönderilecektir. Esasen Allah, bu kâinatı onun için yaratmıştır" demiştir (Barnaba İncili, Fasıl 96, Cümle 8). Barnaba İncil'inde Hz. İsâ'nın ne ilâhlığından söz edilmekte, ne de çarmıha gerildiğine yer verilmektedir. Yine Barnaba İncil'inde Hz. İsâ (as): "Ben bütün yeryüzündeki kabilelerin beklediği Mesih değilim." (Barnaba İncili, Fasıl 96; Cümle, 12) demektedir. Hz. Muhammed'in (asm) bizzat ismini söyleyerek "Muhammed, Arab yarımadasında zuhur edecek, putları ve putlara tapanları te'dib edecektir." (Fasıl, 163; Cümle, 7) demektedir.

 
Üst