PIRLANTA SERİSİ...
“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz.”(Haşir 59/21).
Yani, Kur’ân, İlâhî hitâba muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvîm sırrına mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur’ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Evet, Allah’a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle gelirdi, ancak; gel gör ki insan, kalb ve kafasını Kur’ân’dan uzak tuttuğu için, Kur’ân ona bu şekilde müessir olamamaktadır. İç âlemiyle Kur’ân’a karşı yabanîleşen his, fikir ve kalb âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan insan elbette Kur’ân’dan nasipsizdir.
“Gavvas olana Kur’ân
Mücevher dolu umman
Nasipsizdir Kur’ân’dan
Her müstağni davranan.”
Kur’ân bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk O’nu azâmetiyle, peyderpey, insanların maslahatlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur’ân çok bereketli bir kitaptır. Mübârektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur’ân bereketin tâ kendisidir.
İnsanlar O’nun emirlerine ittibâ ettikleri zaman hayatları bereketlenir, bütün milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, bu ittibâ ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek dünyayı Cennet haline getirir.
Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur’ân-ı Kerim, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an, her zaman düşünülmeli ve her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur’ân’dan böyle bir cehd ve gayretle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir.
Kur’ân, hayatın hayatıdır. İnsanın hayatının hayırlı, müteyemmin ve mübârek olması, Kur’ân-ı Kerim’i hayatına düstur yaptığı nispette olur. Kur’ân’dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur’ân’dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.
Allah Resulü (sav) bir Hadîs-i şeriflerinde:
“Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına öğretendir.” En hayırlı olmak istiyorsak, Kur’ân’ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ bu yolla Kur’ân’a sahip çıkmış bulunduğumuzu âleme göstermiş olalım... Yoksa Kur’ân-ı Kerim’in nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmemiz düşünülemez.
Ortada büyük bir hakikat var, Kur’ân hakikatı. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece mushafları muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur fakat zarftan ziyade mazrûfa saygılı olmak lâzımdır. Kur’ân’ı bir kılıfa koyup evimizin en müntehap köşesine asmakla, Kur’ân’a karşı saygılı olma vazifesini yerine getirmiş olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafa mı atarsınız, yoksa “hükümdar ne istiyor” deyip mektubu hassasiyetle açıp, okuyup anlamaya mı çalışırsınız? İşte hükümdarlar hükümdarı, Mâlikü’l-Mülk olan Hazreti Allah, size bir nâme göndermiş, öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde, sizin hem dünyanızla, hem de ahiretinizle alâkalı pek çok mes’eleler vardır. Siz bunu alsanız, ta’zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz..?
Kur’ân-ı Mu’ciz’ül Beyân, hayatınızı nizâm altına almak için size tekrîmen gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede: “Andolsun ki biz, insanı ahsen-i takvime mazhar olarak yarattık” buyurmaktadır.
Evet, bizler Kur’ân-ı Kerim’le tekrim edilip şereflendirildik. Zirâ Kur’ân’sızlara Allah : “Onlar hayvanlar gibi, belki onlardan da aşağı” diyor. Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihrâz etmiyor; senin şerefinin içinde, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a sahip çıkmanın hissesi çok büyüktür.
Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Kur’ân-ı Kerim’i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur’ân-ı Kerim’i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.” Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirâk etmesi kastedilir. Aynen öyle de: Açıktan okunan Kur’ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur’ân’la başbaşa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur’ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur’ân’da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü’min için Kur’ân’da yer aramak ve kendini Kur’ân’a göre ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü’mindir. Ömer b. Abdülaziz, Muhammed İbn Ka’bi’l-Kurazî ve daha niceleri, Kur’ân’ı hep bu mülâhaza ile sabahlara kadar tilâvet etmiş ve onun hakiki ma’nâ ve derinliğine ancak bu yolla ulaşabilmişlerdir.
İçten, samimi ve güzel bir edâ ile okunan Kur’ân, insanın rûh, kalb ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz (sav)’in fem-i güher-i mübâreklerinden dökülüyor gibi Kur’ân’ı dinlemek, insanı sonsuz huzûra garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril’e misafir olma ve bizzât Kur’ân’ı ondan dinleme, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların verâsında Kur’ân’ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi O’na muhatap olmak.. kalbin buna tahammülü var mıdır bilemem, insanı âdetâ semavîleştirir...
KUR’ÂN-I KERİM’İN ALLAH (c.c.) KELÂMI OLDUĞUNUN VE EFENDİMİZ (s.a.v.)’İN RİSÂLETİNE EN BÜYÜK ŞÂHİD OLDUĞUNUN DELİLLERİ
KUR’ÂN
1. Basit bir tetkik, Kur’ân’ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûb, ma’nâ ve muhtevâ bakımından da Kur’ân, eşsiz ve emsâlsizdir. O halde, ya Kur’ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da Onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’ân bir beşer sözü değildir.
2. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz (sav)’e hitaben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48). Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât (sav)’tır. İlimlerin bir bakıma zirveye ulaştığı kabul edilen şu zamanda, fizikçisi, kimyacısı, astronomu, tabibi, sosyoloğu, edebiyatçısı ile bütün ilim ve edebiyat ehline O Zât, “haydi, elele verin de, fazla değil, Kur’ân’ın sûrelerinden tek bir sûrenin mislini getirin” diyor. Bu bile, Kur’ân’ın O ümmî Zât (sav)’ın değil de, Allah’ın kelâmı olduğuna kâfî bir delil ve şâhid değil midir?
3. Yine Kur’ân’da meâlen: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Şu Kur’ân’da az bir) şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.” (Bakara, 2/23); “Yoksa O’nu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin” (Yunus, 10/38) buyurulmaktadır.
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur’ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına “(Durup) Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilâf ve tenâkuzlar) bulurlardı” (Nisa, 4/82) âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı’nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.
4. Kur’ân’ın ifâde ve beyân tarzı ile, Efendimiz (sav)’in ifâde ve beyân tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhatına ve üstün ifâde gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir. Onun diğer yönlerini olduğu gibi, bu yönünü de anlatmak için ciltlerle eser verilmiş, sözgelimi sadece bir “elhamdülillah” için sayfalar yazılmıştır. Seçilen her bir kelime ve harf yeri, sayısı, ses ve iç mûsiki ahengi, bulunduğu yer ve Kur’ân’ın tamamıyla olan münâsebet ve bağlantısı ve hatta matematik değeriyle kaneviçe içinde kaneviçe meydana getirmekte ve bir tabloda her rengin ayrı ayrı tonlarının ayrı ma’nâlar ifade etmesi misâli belli husûsiyetler arzetmektedir.
5. Kur’ân’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsâbakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Ka’be duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve, Hz. Muhammed (sav) aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’ân’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zâten benzemiyor; en iyisi, ‘sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhûr şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’ân’dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve “Kur’ân’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hâyâ ederim” diyorlardı.
6. O dönemde şiir, çok gelişmiş ve belli bir seviyeye ulaşmış olmakla birlikte, lisân olarak arapça, metafizik ma’nâlar, ilmî, dinî ve felsefî mefhûm ve ifade şekillerinden, medenî bir lûgattan mahrum bulunuyordu. Sadece çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini onun dar hayatını ifade etmeğe yarayan bu lisân, Kur’ân’la birdenbire öyle bir değer ve zenginlik kazandı ki, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzû ve mes’eleleri ifâde edebilecek bir seviyeye ulaştı. Lisân tarihinde böyle bir hâdiseye rastlamak mümkün değildir. Böyle bir filoloji inkılâbı ve bütün zaman ve mekânları kucaklayacak muazzam bir gelişme, değil ümmî bir Zât’tan, yüzlerce lisân âliminden bile beklenemez. Çünkü, Arap lisânının geçirdiği tedricî bir gelişme değildir. İhtilâl çapında bir gelişmeyle ulvî ve mükemmel bir seviyeye sıçrama ve birden iptidaî mantık sahasından, yeni bir kültür ve medeniyetin düşünce ve ifade hamlesini taşıyacak bir noktaya ulaşmaydı. İşte, böylesi bir gelişmenin, bir insanın eseri olamayacağı güneş gibi ortadadır.
7. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsikişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, mes’elesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’ân’dır.
8. Kur’ân’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’ân’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesnâ eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne ma’nâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider.
9. İnsanı maddî-ma’nevî bütün yönleriyle anlatması, hayatın her saha ve safhasına ait bahisler açması, içtimaî, iktisadî, hukukî, siyasî ve idarî bütün problemleri halledici düsturlar getirmesi ve dünya saadeti yanında Ahiret saadetini, aklın itminanı yanında rûhun da tatminini ihtivâ eden prensipler koyması yönüyle de Kur’ân’ın beşer kelâmı olamayacağı açıktır. Evet, bir insanın her sahada rehber ve mütehassıs olması mümkün değildir. Her asırda, her türlü şartlar altında ve her seviyede insanın müşkillerini çözebilecek prensipler ortaya koymak, hiç bir zaman bir insanın vüs’at ve kapasitesi dahilinde olamaz. Hiç bir beşerin zihninden çıkan prensipler, asırlarca kıtalara huzûr ve saadet veremez. İlâhî Kitâb’a dayanmayan, Vahy’e istinad etmeyen beşerî sistemler değişmeden, revizyona uğramadan 50 yıl bile ayakta kalamazlar. Beşer mahsûlü kaideler, sistemler, fikirler, düşünce ve ideolojiler eskir, yetersiz kalır, yan te’sir gösterir ve yenilenir, hatta değiştirilme ihtiyacı hissettirir. Halbuki, Kur’ân’ın hiç bir mevzûunda, hiç bir kaide ve prensibinde ve hiç bir mes’elesinde bu gibi ârıza ve noksanlıklar bulmak mümkün değildir. Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmaması (Haşr, 59/7); insan için sa’y ve emeğinden başka bir şey olmadığı (Necm, 53/39); emanet ve vazifelerin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi gerektiği (Nisa, 4/58) ve bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğu (Maide, 5/32) şeklindeki temel, ölümsüz kaide ve prensipleri; ayrıca, ferd, aile ve cemiyet için birer semm-ü katil, yani öldürücü zehir olan faiz, kumar, içki ve fuhşun her çeşidinin, yalan, iftira, lüks ve israfın yasaklanması; insanın insanlığını kazanması, ferdî ve içtimaî hayatında daha dünyadayken Cennet benzeri bir hayat yaşaması için emredilen namaz, oruç, hacc, zekât ve daha başka ibâdetler, yine en iyi ve en güzel ahlâk kaideleri, akıl ve ruhları Cennet ve ebedî âleme yönlendirip, Allah korkusunu her kalbe inzibat, buna karşılık Allah sevgisini de teşvikçi yapma, ferd ve cemiyetin saadeti için konulan ideal ölçü, kaide ve prensipler, onun ezelî ve ebedî, Hakîm ve Rahîm Yaratıcı’nın Kelâmı olduğunun bâriz delilleri değil midir?
İnsan ve kâinat kimin eseriyse Kur’ân da O’nun sözüdür. Zira Kur’ân-ı Kerim, insanı insana şerhetmekte ve Kâinat kitabını tefsir etmektedir. Evet, Kur’ân bir taraftan insanı, bütün zaaf ve faziletleriyle, diğer taraftan da kâinatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki, bütün kâinatta tasarruf edemeyen bir Zât’ın, öyle bir söz söylemesi mümkün değildir.
10. İnsan, eserinde kendini her yönüyle anlatamaz; ideal ve düşüncelerini, karakter ve ahlâkını bütün açıklığıyla yazıya dökemez. Bunu bir an için yapabildiğini düşünsek bile, bu kez de fikir, ahlâk ve davranış açısından kolay kolay değişmeden kalamaz. Fakat, bir Kur’ân’a, bir de Efendimiz (sav)’in hayatına, ahlâk, karakter ve da’vâ düşüncesine bakalım... Bu ikilinin birbirine tıpatıp uyduğunu, Kur’ânî hakikatlerin O’nun mümtaz şahsiyetinde ve örnek hayatında kristalleştiğini ve ahlâkının bütünüyle Kur’ân’dan ibâret bulunduğunu müşahede etmekle kalmaz; 23 yıl boyunca söz, davranış, karakter, ahlâk ve ideallerinde en küçük bir değişikliğin meydana gelmediğini Kur’ân’ın her beyânının hayatında tam ma’nâsıyla ma’kes bulup, tatbik edildiğini ve ilk gün ne söylemişse son gün de aynı şeyi söylediğini görürüz. Muhalfarz, O, Kur’ân’ı aklından uyduran biri olsaydı, (Muhalfarz denilerek, caiz olmayan şeyler üzerinde temsil getirilse bile, yine de O Kâmet-i Bâlâ (sav) için bu tür ifadeler hoş olmuyor; bizi bağışlasın!) mücadelelerle geçen o hareketli hayatında, ilk sözünü son gün de tekrarlayabilecek, her söz ve hareketini yazdığına göre ayarlayabilecek ve hiç değişmeden kalabilecek güç ve kabiliyeti asla gösteremezdi. Öyleyse O (sav), Allah’ın te’yid ve terbiyesi altında hareket eden bir nebîdir, Nebîler Sultanı’dır. Kur’ân da O’na Allah tarafından vahyedilen ilâhî bir Kitab’tır.
11. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa, Kur’ân’a baktığınızda, onun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat’i ifâdeler kullandığını görür ve ister istemez, “bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız.
12. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur’ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik.. kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab’ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e hitâben meâl olarak: “Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 29/48) ve “Sen (önceden) kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” (Şûrâ, 42/52) denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyân ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’ân’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.
13. Hangi yazar, eserinin hiç bir kritiğe tabii tutulamayacağını, ihtivâ ettiği hakikatlerin hiç eskimeden asırlar boyu devam edip gideceğini ve üzerine hiç bir eserin hiç bir sahada yazılamayacağını iddia edebilir? Bu yazar ister filozof, ister ilim adamı, ister edib, isterse dâhî olsun, netice değişmez. İnsanın kaleminden çıkan her eser, hatta muharref şekilleri ve yönleriyle Tevrat ve İncil bile zamanın aşındırmasından kendilerini kurtaramamış ve değerlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Yalnızca Kur’ân’dır ki, her türlü aleyhte çalışmaya, iftiralara, kendinde tenâkuz ve yanlışlıklar bulma gayretlerine, tekrarları, ifâdeleri ve yazısıyla uğraşılmasına ve ihtivâ ettiği hakikatlere zaman zaman dil uzatılmasına rağmen, her geçen gün daha bir taze, daha bir derin ve daha bir anlaşılır olarak zihinlere ve kalblere girmekte ve mutlak hâkimiyetini devam ettirmektedir. Kâinata her geçen gün daha bir ışık tutan o nûru yakan, ancak ve ancak kâinat’ın sahibi Allah (cc)’tır ve elbette onu söndürmeğe kimsenin gücü yetmeyecektir!
14. Bir esnafsınız, bir muallimsiniz, bir tüccar, bir idareci, ya da bir teğmensiniz; şimdi, esnaf teşekkülleri adına; profesörler dahil, her sahadaki bütün muallimler adına; en büyük bir sanayici veya ithalatçı-ihracatçı adına, Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Genelkurmaybaşkanı adına kitap yazabilir, söz söyleyebilir, kanun veya kararname çıkartabilir misiniz? “Evet” dediğinizi kabul edelim; bu durumda bütün ifadelerinizin temsil iddiasında bulunduğunuz makam sahibinin ağzından olması mümkün müdür? Yani, ifadeler her bakımdan onun, emirler onun, yasaklar onun, va’d ve vaîdler onun; yapabilir misiniz bunu; hele hele, çevrenizde hiç yalana başvurmamış biri olarak tanınıyorsanız? Bu mevzûda sizin yapacağınız, elinizde böyle bir kitap olduğunda, onu kitlelere “Bu, bana O Zât tarafından size ta’lim ve tebliğ etmem için gönderilmiş kitaptır” şeklinde takdim etmek olacaktır.
Şimdi, Fem-i güher-i Nebevî (sav)’den şeref-südûr olan beyânlara, Kur’ân’ın ifâdelerine bakın: Ancak, Kâinat’ın idaresini elinde tutan Zât’a yakışan ifâdeleri, peygamber bile olsa bir beşerin beyân edip söylemesi, O Mukaddes Makam adına -hâşâ-uydurması hiç düşünülebilir mi?
15. İlâhî Makam’a ait olup, Allah adına hiç bir beşerin söylemesinin mümkün olmadığı:
Yaratma, hayat verme ve öldürmeyle ilgili beyân ve ifâdeleri; aklı başında hiç bir insan, ilimlerin oldukça ilerlediği günümüzde bile kimsenin kesin konuşmaya cesaret edemediği göklerin, yerin, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanların yaratılması ve ilim adamlarının önünde hâlâ başlı başına bir muammâ olarak duran ‘hayat’ hakkında asla Yaradan adına konuşamaz. Konuşsa bile, hiç bir taraftar toplayamaz ve sözleri asla ömürlü olamaz. Yalancı peygamberlerle, teori teori üstüne üreten bilim adamlarının durumu buna apaçık misâllerdir.
16. Kur’ân’da geçen bazı hitâp şekilleri, Allah’dan Rasûlü’ne tebliğatta bulunulduğunun bariz misâlleridir: “Ey Nebî, de ki!..” gibi hitâplar sıkça tekrarlanmakta, hatta 332 yerde (Mu’cem) “kûl=de!” emri geçmektedir. Dünya çapında en büyük bir mürşid bile irşâd ve tebliğ sadedinde, Allah’a ait olan bu kâbil tebliğ fermanlarını tayin ve tesbit edemez.
Kur’ân’ın bu kâbil hitâplarında çok defa ta’lim vardır, nasîhat ve tesellî vardır, dışarıdan sorulan sorulara cevaplar vardır; fıkıh kâidelerini tesis etme ve hayatın getirdiği müşkîlleri çözme vardır; müşrikleri ve Ehl-i Kitab’ı yerinde dâvet, yerinde ilzâm ve susturma vardır; insanın mâhiyetini, duygu ve kabiliyetlerini teşrîh, ruh yapısını tahlil vardır; bilinmeyen âlemlere işâretler, ebedî âleme ait ikâzlar, kötü ahlâktan men’ ve güzel ahlâka teşvik vardır; kadınlık âlemiyle ilgili mes’eleler, ibadete teşvik ve azaptan terhîb vardır; geleceğe dâir beyânlar, işaretler ve remizler ve ilmî hakikatlere işaretler vardır. Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok hususları muhtevî “kûl=de!” hitaplarını binbir renkli kaneviçe gibi bir araya getirip, Allah adına söz söylemek hangi insanın kârı olabilir?
17. Hangi yazar, başkası adına bile olsa eserinde kendini tehdid eder veya başkasının ağzıyla tehdid ettirir? Bunun da ötesinde, Allah adına söz söylediğini iddia ederken, hiç bu iddiasına halel getirecek bir beyânda bulunur mu? Yine, kendini ithama varacak ifâdeleri kitabına alır mı? Halbuki, Kur’ân’da, “Eğer (Muhammed) Bize karşı ona (Kur’ân’a) bazı sözler katmış olsaydı, Biz kendisini kuvvetle yakalar, sonra da şah damarını koparırdık” (Hakka, 69/44-46) buyurulmakta; Tebûk Gazvesi’nden geri kalanlar için “Onlara neden izin verdin?” ikâzında bulunulmakta, Hz. Zeynep’le izdivacı anlatılmakta, yani bir insanın kendi yazdığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyân ve ifâdelerde bulunulmaktadır. Demek oluyor ki, Kur’ân hiç bir zaman Efendimiz (sav)’in değil, mutlak sûrette Allah (cc)’ın kelâmıdır.
18. Hiç bir yazar, geçmişe ve geleceğe ait mes’eleleri bahis mevzû yaptığı, hayattan ve yaratılıştan, başlangıçtan ve sondan bahsettiği, hayatın her sahasına ait kaideler ve umumî prensipler vaz’ ettiği, yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak ilmî ve teknik icâtlara parmak bastığı, kısaca esasen bir insana ait olması mümkün görünmeyen ifâde ve beyânlarda bulunduğu eserinde, kendini yalanlayacak, kendi kendisiyle tenâkuza ve başkalarının da diline düşecek şekilde kendisi hakkında “sen okumuş-yazmış değilsin” der mi? Tarihî ma’lûmatı olan bir topluluk karşısında ve tarihle alâkalı kesif araştırmaların yapılacağı bir gelecek karşısında geçmiş bazı hâdiselerden çok kesin ifâdelerle bahsedecek ve sonra da “ben bunları anlatıyorum ama, ne o hâdiselerin içinde bulundum; ne de haklarında en ufak bir şey okudum” diyeceksiniz; bu hiç mümkün müdür? Halbuki, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Efendimiz (sav)’in okuma-yazması olmadığından bahsedilmekte ve dolayısıyle önceden ne eline bir kitap alıp okuduğu, ne de bir kitap yazmış olduğu anlatılmakta (Ankebût, 29/48), hem de geçmiş hâdiselerin içinde bulunmadığı ve daha önceden o hâdiseleri bilmediği ifâde edilmektedir (Âl-i İmran, 3/44, Hûd,11/49, Kasas, 28/44). Okuma-yazması olmayan, eline önceden kitap almayan tabiî ki geçmiş hâdiselerin içinde bulunmayan, kimseden dinlemeyen ve öğrenmeyen bir Zât’ın her sahada çok kesin bilgiler vermesi, o Zât’ın Allâmü’l-Guyûb olan Allah (cc)’ın Rasûlü olduğunu göstermez mi?
19. Hiçbir yazar, eserinde, kendisinin ve eserinin korunacağını ve bahsettiği hakikatlerin bir gün bütün âlemin ufuklarında şehbâl açacağını kesin bir dille ifâde edemez. Rahat döşeklerde, konforlu arabalarda ve her türlü imkân içinde hayat sürerken bile, bütün tehlikelerden mâsun ve mahfûz kalıp, vazifemizi itmâm edeceğimizi söyleyebilir miyiz? Evet, biz nasıl hayatımızı garanti edemezsek, eserimizin hayatiyetini de aynı şekilde garanti edemeyiz. Çok makaleler, kitaplar, şarkılar bir ara liste başı olur, sonra da söner ve unutulur gider; yerlerine yenileri gelir, onlar da eskir ve bu hep böyle sürer gider. Halbuki, bizzat Kur’ân’da “Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide, 5/67) ve “Kur’ân’ı Biz indirdik ve onun koruyucuları da Biz’iz” (Hıcr, 15/9) denilerek, Peygamberimiz’in de, Kur’ân’ın da her türlü tehlike, yıpranma, sû-i kasd ve akla gelebilecek maddî-ma’nevî taarruz ve tuzaklardan mâsun ve mahfûz olduğu açıkça ilân edilmekte ve bu ilân geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir, Kıyamet’e kadar da edecektir.
20. Eserinde manzara tasvirinde bulunan bir yazar, daha çok tabiî şekilleri, iklimi, arazi yapısı ve bitki örtüsüyle yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi tanıtır. Halbuki, Kur’ân’da çölün ve çöl hayatının tasvirinden çok, coşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can katan yağmur yüklü bulutlardan, bağ ve bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahis açıldığını görürüz. Sözgelimi, Nûr Suresi 40’ncı âyette, engin denizin karanlıkları, üst üste dalgaların gelmesi, dalgaların üstünü bulutların kaplaması ve bütün bu karanlıklar içinde elin görülememesi gibi gerçekten enteresan teşbih ve anlatımlarda bulunulmaktadır ki, bu ne o zamanki Arap coğrafyası, ne de devrin denizcilik literatürüyle alâkalıdır. Sonra, çölde doğup çölde büyüyen ve sadece, gençliğinde bir veya iki defa Şam tarafına, yine çöllerden geçerek seyahatte bulunan Efendimiz (sav), ne Kur’ân’ın sözünü ettiği manzara ve bitki örtülerini görmüş, ne de deniz yolculuğu yapmıştı. Bu durumda, böylesi tasvir ve teşbihler çölde yetişmiş bir insanın muhayyile ve dehâsından nasıl kaynaklanmış olabilir?
En’âm Sûresi 125’nci âyette, kâfirin hâli, göğe doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetilir. Kelimenin telaffuz husûsiyeti de, şeddeli “Sad”ın arkasından şeddeli “Ayn” harfinin gelmesiyle havasızlıktan açık kalan ağzı resmetmektedir (yessa ’adü). Bugün ilmî gelişmeler, gerekli cihaz kullanılmadan dağların tepesine doğru yükseldikçe oksijen azlığından insanın nefessiz kaldığını ve göğsünün daralıp sıkıştığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu gerçek, ancak balon gibi vasıtalarla yukarılara çıkıldığında, ya da çok yüksek dağlara tırmanılmakla anlaşılabilmektedir. Efendimiz’in döneminde balonla yolculuk bir hayal bile olmadığı gibi, Arabistan coğrafyası da kendisine çıkılmakla göğsün daralacağı yüksek rakımlı yerlerden mahrumdu. Öyleyse, böyle bir teşbih ve ifade, ancak her şeyi bilen Allah (cc)’a ait olabilir.
21. Yazar, eserini daha çok en fazla duygulandığı, letâifinin en müsâit olduğu, dolayısıyle zihin konsantrasyonunun tam sağlandığı anlarda yazar ve kendisini üzüntüye veya sevince sevkeden hâdiselerden de bahsetmemezlik edemez. En güzel edebî eserler, kalblere en ince ve keskin ma’nâların dolduğu ve dışta bu hâlete yol açan hâdiselerin cereyan ettiği zamanlarda kaleme alınmıştır. Çoğu eserler, yâr, yârân ve dostlar, ya da evlâtlardan bahseder; zindanda çekilen çileler, gurbet hatıraları, meslek hayatının tecrübeleri ve acı-tatlı anları onların biricik mevzûlarıdır. Kalblerde ve ruhlarda derin tesirler icrâ eden hâdiselerden tecerrüd etmek öyle kolay kolay mümkün değildir.
Şimdi, Allah Rasûlü (sav)’nün o çileler, ızdıraplar, mücâdeleler, sıkıntı ve kederlerle dolu hayatını inceleyin; bir yandan dışa karşı amansız bir mücâdele verirken, diğer yandan o müstesna cemaatini nasıl yetiştirdiğini nazara alın ve sonra da Kur’ân’da, O’nun çektikleriyle, belâ ve musibet demleriyle, hatta çocuklarının vefat ve hayatıyla bile alâkalı âyetler bulabilecek misiniz, bakın! O’nun en çileli günlerinin dert ortağı ve en büyük destekçisi Hz. Hatice (r.anh)’den ve O’nun bir diğer destekçisi Ebû Talib’in vefatı sebebiyle adına “Hüzün Senesi” denilen seneden, Haşim Oğulları’na kızgın güneşin altında üç yıl süreyle uygulanan boykottan, kendi ciğerinin dağlanmasına yol açan sevgili amcası Hz. Hamza (ra)’nın katlinden ve ciğerinin doğranıp çiğnenmesinden ve kendisine en büyük kötülüğü yapmış müşrik ileri gelenlerinden bahis açılmış mıdır? Elbette hayır. Öyleyse bu Kitap O’na ait değildir. O sadece bir vasıtadır ve Kur’ân’ı geldiği şekliyle tebliğ etmektedir.
22. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’ân’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashâbı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun (sav) gâyesi, makam, mevkî, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde Risâleti’nin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Halbuki, Kur’ân’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık ‘Muhammed’ isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini (Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29) hayretle görür ve O Yüce Kâmet (sav) önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasûlüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
23. Esbâb-ı Nüzûl denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’ân’da on beş kadar âyette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (cc) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz (sav)’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim, kendisine ‘ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu.
24. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra ‘yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Halbuki, Kur’ân’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için ‘rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed (sav), zaman zaman Kur’ân’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’ân’a göre yönlendirirdi.
Kendisi insanların hidâyeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidâyetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan âyet meâlen O’na şöyle diyordu: “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidâyete erdirir” (Kasas, 56).
Bakın başka misâller: Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı (Tevbe, 9/84). Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, âyetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı (Ahzâb, 33/4). Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu (Ahzâb, 33/37). Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” (Necm, 53/4).
25. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce ‘emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz (sav)’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe (r.anha) Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz (ra)’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ‘ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’ân’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Halbuki, Kur’ân, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” (Ahzâb, 33/33) ve “sözü (yumuşak-tatlı) edâ ile konuşmayın” (Ahzâb, 33/32) şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’ân’ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu isbata yetmez mi?
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.
Kur'ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâl-i hazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tâbiri caizse son noktasına kadar bilen Hz. Allah'ın ilminden gelmiş Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri insanlığın durumunu ve onun kazanacağı halleri parlak olarak anlatması Kur'ân'ın mu'cizesidir ve Kur'ân'a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur'ân.l4 asır evvel nâzil olmuştur ama, O, Mele-i Alâdan, herşeye hakim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah'ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.
Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur'ân gençleşiyor. Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkib kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha sâlim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatlar de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa'yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu halde, sanki Fizik zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, Astronomi, Astrofizik, Tıp ve sair ilimler de böyle... Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyâmete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir halde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemâl emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.
İşte bu hâl Kur'ân'ın anlaşılmasına yardım ediyor;ve bir gün gelecek Avrupa'da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatları casus gibi araştırması neticesinde Kur'ân'ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, "Allah im ne büyüksün" diyecekdir. Evet, teleskoplarla ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve "Allah'ım ne büyüksün" diyecekler.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel en ârızasız bir toplumun içtimâî kanununu vaz' etmiş, fakat biz bunu henüz anlıyamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, kominizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur'ân'ın bu içtimâi yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimâî noktaları değil, beşerin hayatına taallûk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız... Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare haline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz Allah'ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibariyle derinliği sezilememesine rağmen içinde binbir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer "bu memleket şu sistemle yükselir" diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur'ân-ı Kerimin yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedîd ve ceyyid şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur'ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazan Kur'ân'dan öyle şeyler anlıyoruz ki;` bunu beşer söyleyemez;' demek mecburiyetinde kalıyoruz.
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)
Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.
"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)
Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer ayetde ise :
"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.
Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.
KUR’AN VE VAHİY
İlahî kelamdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî Kuranın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Hedef kitlenin seviyesine göre konuşacağını konuşma, yapacağını yapma ve dinleyen herkese birşeyler anlatma Kuran’ın üslubudur. Dolayısıyla Kur’an, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecelli dalga boyunda -bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülahazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyordu.. bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu. Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz. Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. –Haşâ ve kellâ, teşbihde hata olmasın- Efendimizin mahiyetine yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mana olarak geliyor; O da manayı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor” diyorlar. Bazılarının “Kuran’ın manası Allah’tan kelimeleri Efendimiz’den..” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “sadece mana vahyediliyor” diyemeyiz. Her gelen sinyal bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimizin mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim, şu ayeti bir daha söyle.” demiyor. Aksine vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Rasulüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’anı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle.”(Kıyamet 16-18) buyruluyor. Yani adeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor. Öyleyse, vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Arzettiğim husus meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.