İslam Büyükleri...

Huseyni

Müdavim
İMAM-I A'ZAM EBÛ HANÎFE

Küfe 80/Bağdad 150

İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri, Emevi halîfelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında. Kûfe'de Hicri 80 senesinde (M. 699) dünyaya geldi. Yani sahâbeye yetişti.

Nitekim Hazret-i İmam'ın babası Sâbit, bir bayram günü, sahâbenin ilklerinden olan İmam-ı Ali'ye (r.a.) fâlüzec yemeği ikram etmiş; bu vesile ile de İmam-ı Ali'nin (r.a.) duasına mazhar olmuştur.

Hazreti Sâbit bunu anlatırken: "Ben, Hazret-i İmam'ın duası sayesinde nimetlere mazhar oldum..." der.

En büyük imam, mânasına gelen "İmam-ı A'zam" tabiri, her ne kadar isim yerine kullanılmakta ise de, aslında Hazret-i İmam'ın ismi "Numan", baba ismi de Sâbit'tir.
Numan, kan ve ruh manâlarına da geldiğinden Hazreti İmam'a fıkhın ruhu ve canı da denilmektedir.

Ebû Hanife künyesine gelince, bu tabir çeşitli mânaları hatırlatmaktadır. Hanif, hakka taraftar ve talip olan demektir. Ayrıca, divit ve kalem mânalarına da gelmektedir.

Buna göre, Ebû Hanife; hakka talip ve âşık olan. bu hakkı kalemle tesbite çalışan zat demektir...

Hazret-i İmam, bir Arap memleketi olan Kûfe'de doğmuş olmasına rağmen, babası Sâbit'in Fars asıllı oluşu sebebiyle aslen ve neseben Farslı sayılmıştır.

Buhârî ve Müslim'deki bir hadis de bunu te'yid etmektedir:

İmam-ı Süyûti, İmam-ı A'zam'ın geleceğini müj'deleyen şu hadisi delil olarak zikreder: "İlim Süreyya'da asılı bulunsaydı bile, Fars neslinden bir adam mutlaka ona ulaşıp sahip olurdu..."

Bu hadis. Ebû Hanife hazretlerinin büyük bir ilim aşkına ve öğrenme merakına sahip olduğunu göstermekte ve yüksek bir ilmi pâyeye ulaşacağına işaret etmektedir.

Nitekim birinci asrın sonlarında İmam-ı A'zam'a yaklaşabilecek bir başka Farslı âlim görülmemiştir.

Demek ki Resûlüllah'ın işaret buyurduğu Farslı âlim, Ebû Hanife hazretlerinin kendisidir.

Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan Seyyid Afifi der ki: "Hazreti Numan; şer'i ilimlerde, edebiyat ve hikmette geçilmesi mümkün olmayan bir iman ve aşılması kabil olmayan bir denizdir...."

Ebû Hanife'nin vefat ettiği sene içinde dünyaya gelen İmamı Şâfiî de, bu sözü şöyle te'yidde bulunur: "Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin talebesidirler."

Bu mevzuda meşhur başkadı Ebû Yusufun sözü de şöyledir: "Hadîs ilminin izahını Ebû Hanîfe'den daha güzel yapan birini görmedim..."

Sâbit oğlu Numan'ı böylesine eşsiz bir âlim haline getiren bir rüya hâdisesi vardır. Onu dilerseniz kendisinden dinleyelim:

"Ben gece-gündüz mescidde ilme çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde bulunuyordum. Bir gece kendimi Resûlüllah'ın kabrini açıp, mübarek, kemiklerinin parçalarını bir araya getirir şekilde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim. Ancak, bu rüyanın mânâsını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sîrîn'den sormadan edemedim. İşte bu sualden sonradır ki daha büyük bir şevk ve aşkla okumaya başladım."

Bunu dinleyen Yahya bin Nasr der ki:

"Yâ İmam, İbn-i Sîrîn o rüyanızı nasıl tefsir etmişti?"

"Geçmişe ait bir mes'ele. Onu şimdi sormayın, artık..."

Yahya Bin Nasr ısrar eder:

"Rüyanızın nasıl tefsir edildiğini mutlaka öğrenmek istiyorum."
İmam kısaca şöyle cevap verir:

"Resûlüllah'ın kabrini açmak, üzeri örtülü kalan ilmi açmak, kemiklerini bir araya getirmek de, sünnetini bir araya getirmektir, dedi. Benim ilmi faaliyetim buna işaretmiş...

İşte bunun için Hazret-i İmam'a derler ki:

"Ûzeri kapalı ilmi açan, dağınık sünnetleri bir araya getirip insanlara toplu halde sunan ilk âlimdir."

İmam-ı A'zam hazretleri, üzeri kapalı ilmi belli bahis ve fasıllara ayırıp herkesin anlayacağı şekilde tasnif eden ilk müctehiddir. Bu yeniliği ve eşsizliğidir ki, kendisini anlamayanlarca çekilememiş, dedikodu konusu yapılmıştır. Hz. İmam'ın bu dedikoduculara karşı dikkati çeken bir susma ve onlarla meşgul olmama hali vardır: Kendisine gelen her dedikoduya tekrarladığı sözü şöyleydi:

"Allah, arkamdan kötü konuşanları affetsin, iyi konuşanları da rahmetine mazhar kılsın!.."

O yine dersine döner; söylentilerle uğraşmayı, fuzuli iş sayardı. Zaten Hazret-i İmam'ın susması çoktu, tefekkürü dâimi idi. Faydalı bir bahis varsa konuşur. yoksa düşünmeyi tercih ederdi.

Meşguliyeti sadece ilim değildi. İlmine eş derecede ibadeti, buna eş derecede de takvâsı vardı. Mescidde namazla sabahladığını görenlere. "Bu Ebû Hanife'nin Rabbı'na ilticasıdır, sakın medih konusu yapmayın" diye tenbihte bulunurdu.

Takvası had safhadaydı.

Bir defasında hırsızların Küfe'de bir koyun çaldıklarını işitmiş. sonra koyunun ne kadar yaşayacağını sormuş, o müddet içinde Kûfe'de kasaptan et alıp da yememiştir. Çalınan koyunun etine rastlarım, diye...

Bütün hayatı, bu takva üzere devam etmiştir.

Diğer imamların sahip olamadıkları bazı özellikleri de vardı:

1-Herşeyden önce. sahâbeden bir cemaata erişmişti. Muhaddisler O'nun dört büyük sahâbi: Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebi Evfâ, Sehl bin Said ile Ebû't-Tufeyl'e eriştiğinde müttefiktirler. Sonraki imamların bunları görme imkânı olmamıştır.

2-Hadiste, zamanların en hayırlısı, Resûlüllah'a en yakın zaman olduğu bildirildiğinden. Resûlüllah'a diğerlerinden daha yakın bir zamanda içtihad etmiştir.

3-Zamanında Tâbiîn'in şeyhleri çoktu. Bir kayıtta "dört bin" Tâbiîn şeyhinden ilim aldığı bildirilmiştir ki, kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri bu kadar çok Tâbiîn'e erişememiştir.

4-Ayrıca, kendisi ilmi vasıta-i maişet yapmadığı gibi bu duruma hiç girmek zorunda da kalmamıştır. bilâkis, sahip olduğu maddi imkanlarını ilmin yayılmasına sarfetmiş, mahrumiyetten okuma imkanı bulamayan talebelere destek olmuş, muhtaç olan ulemâya yardım etmiştir.

Tarihlerin kaydına göre, teşriki mesâi ettiği ilim ehline, evine aldığı gıda maddesinin aynını almazsa rahat edemezdi. Evine götürdüğünün aynını medresesine de götürür, talebelerine de aynını yedirir, ancak böyle rahat ederdi. Bu imkânı da ticaretten elde ederdi.

5-Mes'elelere akıl gözüyle iyi bakar, mantığa uyacak izahları birinciliği kazanırdı. Mü'min feraseti, onda bütünüyle tecelli etmişti.

Bir gün Küfe'de mescid önünden geçen bir adam gördü. Meçhul adamı şöyle tarif etti:
"Bu adam yabancı biridir. Çantasında da yağlı bir azık vardır. Büyük ihtimalle kendisi de çocuk öğretmenidir..."
Merak edenler adamı çevirip sordular. Aynı çıkınca, imama gelip nereden bildiğini sual ettiler.

Şöyle anlattı: "Azık çantasına sinekler üşüşüyordu. Ondan şüphelendim, Yolda hem yürüyor, hem de çevresine tecessüsle bakıyordu. Yabancı olduğunu bundan anladım. Çocuğa rastlayınca gözü takılıyor, tebessüm ediyordu. Kendisinde çocukla meşguliyet yerleşmişti."

Ebû Hanife'nin bu aklî dirayetini büyük âlimler şöyle te'yidde bulunurlar.
İmamı Şâfii: "Kadınlar. Ebû Hanife'den daha akıllısını doğuramazlar."
Halife Hârun Reşid: "Ebû Hanife, baş gözüyle göremediğini, akıl gözüyle görüyordu."

İbn-i Mübârek: "Ebû Hanife'den daha akıllısını görmedim."
Ebû Yûsuf: "Rastladığım insanların içinde. Ebû Hanîfe'den daha akıllı ve cömert biri var, diyen kimse görmedim."

O'nun bu derece aklî feraset ve mantıki dirayetindendir ki, bazıları zaman zaman şaşırtıcı sualler sorarlar. vereceği cevabı beklerlerdi.

Bir gün bir adam, Hazret-i İmam'ın meclisinde şöyle muammâlı bir sual sormuştu:
"Cenneti istemeyen, Cehennemden korkmayan, ölü eti yiyen, rûkûsuz, secdesiz namaz kılan, görmediği yere şahidlik eden, fitneyi seven, hakkı istemeyen adama ne dersiniz? Bu adam Müslüman mı, kâfir mi?"

İmam susmuş. çevresindekilerin cevabını beklemişti. Dinleyenler:
Bunlar, kâfirin sıfatı... dediler. Tebessüm eden İmam:
Hayır, bu kimse, mü'minin ta kendisidir, dedikten sonra, şöyle izah yaptı: Adam, Cenneti istemez, çünkü Cennetin sahibinin rızasını kazanmak ister. Cehennemden korkmaz, çünkü Cehennemin sahibinden korkar. Ölü eti yer, çünkü balık eti yemektedir. rükûsuz, secdesiz namaz kılar. Çünkü cenaze namazı kılmaktadır. Görmediğine şahidlik eder. Çünkü Yaradanını görmemiştir. Fitneyi sever, zira âyette, "Malınız ve evlâdınız fitnedir" buyurulmaktadır. O da malını, evlâdını sever. Hakkı istemez, çünkü ölüm haktır, ama istenmez.

Bu tevilleri dinleyenler, tebessüm ettiler ve:
Bizim kâfir dediğimiz aslında kâmil Müslüman çıktı. Ebû Hanife'ye hiçbir yerde lâf yoktur, demek zorunda kaldılar.

Ebû Hanife hazretleri, ilmi tedvin ediyor, aynı mevzuya ait delilleri bir araya toplayarak bahisler, fasıllar tertip edip, mes'eleleri kayıt ve zabt altına alıyordu. Böyle bir çalışma yeniydi. Olmayan şeyi ihdas etmek gibi bir görünüş arzediyordu. Bu yüzden aleyhinde konuşanlar çıkıyor, hattâ bazıları O'nu zındıklıkla bile itham ediyorlardı.

Ebû Hanife'de ise şaşılacak derecede bir sabır ve mukavemet hissi görülüyordu. Heyecanlanmaz, telâşâ hiç kapılmazdı.

Bir gün bir adam dilini fazlaca uzattı. Geriden geriye:
-Ey zındık, ey zındık, diye lâf atmaya devam etti.
Ebû Hanife sadece:
-Allah bu adamı affetsin, alâkam olmayan şeyle itham ediyor beni, demekle iktifa etti. Bunu işiten adam şaşırdı. İnsafa gelip özür diledi:
-Beni helâl et, ben hatâ ettim, dedi. İmam'ın cevabı şöyle oldu:
-Cahillerin hepsini de helâl ediyorum. Ama âlimlerinki öyle değil...
Kendisine dediler ki:
-Sizin hakkınızda çok şeyler konuşuyorlar. Siz onlar hakkında hiçbir şey konuşmuyorsunuz?

Böyle diyenlere şu âyeti okuyarak cevap verdi:

"Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir."
Ebû Hanife'nin ilmî hizmetlerini yanlış anlayanlar yahut da siyasi temayülünü ters yorumlayanlar, aleyhinde kampanya sürdürüyordu. Bu aleyhtarlıklardan' ibretli misâller görüyoruz, tarih sayfalarında. Birini, İsâm bin Yûsuf şöyle anlatıyor:

"Mescidin bir köşesinde ayağa kalkan bir adam, Ebû Hanife'nin aleyhinde söylenmeye başladı. Fakat Ebû Hanîfe hiç onunla meşgul olmadı, çıkıp evine doğru yürüdü. Adam da onu takip etti. Ne adam söylenmesini bıraktı, ne de Ebû Hanife geriye dönüp de ona cevap verdi. Böylece kapıya kadar gittiler. Burada Ebû Hanife, adama döndü ve şöyle dedi:

Burası benim evim, eğer daha söyleyecek şeyin varsa bekleyeyim, söyle. içinde seni rahatsız eden bir şey kalmasın. Şayet söyleyecek birşeyin kalmamışsa müsaade buyur da evime gireyim artık...

Bunun üzerine adamın dili tutuldu. Söyleyecek bir söz bulamadı, sû-i zandan da vazgeçti."

Ebû Hanife ticaretle meşgul olurdu. Maddi ihtiyaçlarını din ilmi ile değil, ayrı bir meslek olan alışverişle temin ederdi. hattâ dini, maddi menfaatından o kadar uzak tutardı ki, satış esnasında dini bir mes'elenin ticarete âlet edildiğini hissederse o satışı hemen iptal eder. dini ticaretine âlet etmekten Allah'a sığınırdı.

Bir defasında bir kadın. Hazret-i İmam'ın dükkânından pamuklu kumaş istemiş. tezgâhtar da kumaşı indirirken kadının duyacağı şekilde "Allahümme salli alâ Muhammedin" demişti. Bunu duyan İmam. tezgâhtarın işine son vermiş ve:
"Kumaş satarken Resûlüllah'ın mukaddes ismini söyleyip ticaretine âlet eder duruma düşmekten Allah'a sığınırım" demişti.

Vefatından sonra hayatta kalan tek oğlu Hammad, çocukken gittiği Kur'an hocasından ilk sûreyi ezberlediğinde, bunun sevincini gönlünün ta derinliğinde duyan Hazret-i İmam. oğluna "beşyüz dirhem" vererek hocasına vermesini tenbihlemiştir. Hocasının: "Ben ne hizmet yaptım ki, bu kadar çok para yollamış? diyerek parayı geri çevirmesi üzerine Hazreti İmanı, şöyle cevap göndermiştir: "Muhterem hocanız bunu alsın. Bu kadarla iktifa edişim, daha çoğuna sahip olamayışımdandır. Eğer daha fazla bulunsaydı onu da verirdim. Kur'an'ın şânına lâyık olan bu değil daha fazlasıdır. Bu parayı çok bulmak. öğretilen sûreyi bundan küçük görmektir..."

Yolda giderken karşıdan gelen bir adamın öteki tarafa geçtiğini görünce sordu:

-Neden o tarafa geçtin, beni görünce? Adam utanarak cevap verdi:
-Size olan borcumu hâlâ ödeyemedim de. karşı karşıya gelmekten utandığım için bu tarafa geçtim.

-Ebû Hanife üzüldü ve şöyle karşılık verdi:
Ben o borcunu şu andan itibaren vermiş kabul ettim. Beni görünce üzülme. Beni her gördüğünde seni rahatsız ettiğim için de, beni helâl et...

Bir müddet fetva vermekten menedilen İmam'a, oğlu Hammad bir sual sormuş, cevap alamayınca da. "Sanki halife bize mi bakıyor?" demiş, İmam buna karşı:
"Oğlum, ben söz verdim, yalan söyleyemem" diye cevap vermiştir.

Alim 2.0 dan alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
İMAM-I EBÛ YÛSUF


113 - Bağdad 182


İmam-ı A'zam Hazretleri'nin bir numaralı talebesi olan Ebû Yusuf'u Hanefi fıkhının yegâne yayıcısı olarak görmek mübalâğalı değildir. Zira Ebû Yusuf, üç halifenin zamanında Başkadılık etmiş. sahip olduğu bu imkânı da Hanefi fıkhının yazılıp okunması yolunda kullanmıştır.


Bu bakımdan, ilâhi hükümleri Âyet ve Hadis'ten alarak açıklığa kavuşturmakla hizmetini tamamlayan Ebû Hanife, kitap yazarak bu hükümleri sabitleştirmeye muktedir olamamışsa da, sağ kolu sayılan Ebû Yusuf, çıktığı makamın imkânlarını bu hükümlerin tesbit ve tamimi yolunda azamî derecede kullanmış, böylece İslâm hukukuna en büyük hizmeti yapmıştır.


Ebû Yusuf, hicri 113'te doğmuş. (M. 731). altmış dokuz senelik fevkalâde verimli bir ömürden sonra, 182'de Bağdad'da vefat etmiştir.


Halifelerden Mehdi, oğlu Hâdî, sonra da. Hârun Reşid'in zamanında olmak üzere, tam 3 tane halifeye Başkadılık yapmış, bu müddet zarfında hukuktaki eşsiz liyakat ve istidadını da icraatıyla bizzat ortaya koymuştur.


Ebû Yusuf un zamanına kadar ilmiye sınıfının giyimi ayrılmamışken, o, ulemâya ayrı bir giyim tarzı getirmiş; böylece ilmiye sınıfının kıyafetini değiştirerek onlara ayrı bir resmiyet ve ciddiyet kazandırmıştır.


Gariptir ki, kıyamete kadar isminden bahsettirecek bir itibar ve makama kavuşan Ebû Yusuf, başlangıçta hiç de böyle bir itibar ve hürmete lâyık halde değildi. Mahrumiyetler ve hayatın musibetleri, küçük yaşta onun belini bükmüş, babası o henüz çocukken vefat etmesi üzerine bu mahrumiyet had safhaya çıkmıştı. Hatta annesi hayatta kimsesiz kalınca, onu bir çamaşırcının yanına hizmetçi vererek, oradan kazandığı gündelikle geçinmek zorunda bile kalmışlardı.


Ebû Yusuf ise, çalışmak üzere gittiği çamaşırcının yanından kaçıp Ebû Hanîfe'nin Kûfe Mescidindeki meclisine gelir, orada okunan hadîsleri, onlardan çıkarılan hükümleri dinler, burada âdeta kendinden geçer, hatta sık sık annesi gelip de kulağından tutup kaldırıncaya kadar da kimseden haberi olmazdı.


Kendisi bu devresini şöyle anlatır:

"Ben sık sık kaçıyor, Ebû Hanife'nin ilim meclisine katılıyordum. Annem de gelip beni yakalayarak çamaşırcının yanına götürüyordu. Bir gün yine gelip de beni derste yakalayınca, Ebû Hanîfe'ye çıkıştı: "Senin ekmeğin pişmiş, aşın hazırlanmış. Halbuki biz, bir dânik kazanmak için çalışıyoruz ki, karnımızı doyuralım" dedi.

Ebû Hanife ise şu karşılığı verdi:

-Sen bu çocuğa dokunma! O, şu anda fıstık yağıyla kavrulmuş pelte yemeyi öğreniyor!

Annem bu söze fena halde kızdı:

-İhtiyar, sen iyice şaşırmışsın, bizimle alay mı ediyorsun? Neresinde bunun fıstık yağıyla kavrulmuş pelte? Baksana bu çocuk çamaşırcının yanında bir dânik (o günkü paranın adı) kazanmak için gündelikçi olarak çalışıyor... dedi.


Bundan sonra Ebû Hanîfe bana sık sık para yardımında bulundu, çamaşırcının yanında çalışmak ihtiyacından kurtardı. Ne zaman ki Hârun Reşid'in sarayında Başkadı iken sofraya oturdum, işte o zaman Ebû Hanife'nin anneme söylediği sözü aynen zuhur etti. Sofraya buyur eden Halife, şöyle diyordu:


-Yâ Yâkub, bugünkü yemeğimiz biraz farklıcadır. Ben:

-Bu farklı yemek nedir yâ Emîre'l-Mü'minîn? dedim. O şöyle cevap verdi.

-Bu yemek, fıstık yağıyla kavrulmuş peltedir....

Bu cevap beni düşündürünce, Halife tefekkürümün sebebini sordu. Ben de Ebû Hanife'nin vaktiyle anneme verdiği cevabı söyleyince, Hârun Reşîd şöyle dedi:

-Allah'a yemin ederim ki, ilim hem dini, hem de dünyayı imar eder. Ebû Hanife baş gözüyle göremediği hususları akıl gözüyle görmüş, gördüğünü de aynen ifade etmiştir. İşte;onun haber verdiği yemek budur..."

İmam-ı A'zam'ın oğlu Hammad, babasının ilim meclisinden bahsederken Ebû Yûsuf'la Züfer'in durumunu şöyle anlatır:


"Bir gün Mescidin ders yerinde oturuyorlardı. Babam kendisine mahsus yerde, Ebû Yusuf sağında, Züfer de solundaydı. Diğerleri dersi biraz gerilerden takip etmekteydiler. Ebû Yûsuf bir mes'eleyi izah ediyor, Züfer eksiğini buluyordu.

Züfer izah ediyor, Ebû Yûsuf eksiğini çıkarıyordu. Derken, öğle ezanı okundu, mes'elenin son şekli ise Ebû Yusuf'un dediği gibi karara bağlandı. Bu sırada elini Züfer'in dizlerine koyan babam, tebessüm ederek dedi ki:

-Sakın Ebû Yûsuf'un kadılık ettiği beldede bir makama talip olmayasın."

Hammad sözünü şöyle bağlar:

"Gerçi Züfer, Ebû Yûsuf'a yetişemiyordu. ama Ebû Yûsuf'tan gayrı hiçbir kimse de Zûfer'i geçemiyordu."

Ebû Yûsufta zekâ, mantık had safhadaydı. Çoğu zaman mantığını işletir; akli delille mes'elenin nakildeki hükmünü bulurdu. Bununla beraber etrafına saygılıydı. Yalnız kendinin değil, başkalarının da konuşmasını isterdi.

Bir gün meclisinde hep susan bir adama iltifat etti:

-Hep biz konuşuyoruz, sen susuyorsun. buyur sen de konuş. Adam sanki fırsat bekliyormuş gibi hemen sualini sordu:

-Oruçlu insan ne zaman orucunu açar?

-Akşam güneş batınca...

Adam bu defa da sualini şöyle tekrarladı:

-Ya o güneş batmazsa?

Sualin saçmalığı meydandaydı. Ebû Yûsuf adama ne kızdı, ne de öfkelendi. Sadece gülerek şu cevabı verdi:

-Birader, sen konuşmamakta isabet etmişsin, ben ise seni konuşturmakta hata etmişim!.. Sen yine susmaya devam et...

Ebû Yûsuf mektup yazıyordu. Biri de yazdığına göz ucuyla bakıyordu. Mektubu bitirdikten sonra, göz hırsızlığı yapan adama sordu:

-Yazıda bir hatam oldu mu?

-Hayır, ne bir hata ne de bir harf eksik olmadı.

Adamın hâlâ utanmadığını görünce, oradan kalkıp giderken şöyle söylendi:

-Adam sanki fena ahlâk mektebinden mezun olmuş. Hiç de renk vermiyor. Mektubumu kontrol ediyor, yine de utanmıyor?

İbn-i Hallikan, Ebû Yûsuf için şunları kaydeder:

-"Ebû Yûsuf. Ebû Hanife'den sonra ilmin nihayeti, fıkhın sonudur. Asrında ondan ilerde kimse yoktur.

Hanefi mezhebi üzerine usulü fıkhı ilk defa yazan O'dur. Ebû Hanife'nin ilmini yeryüzüne yayan de Ebû Yûsuf tur."

Bunu İmam-ı A'zam Hazretleri de ifade buyurmuştur. Hastalığı yüzünden derslere bir ara gelemeyen Ebû Yûsuf u ziyarete giden Ebû Hanife. ziyaret çıkışında. eşikte iken şöyle konuşmuştur:

-Bu genç vefat ederse, bilin ki yeryüzünün en âlimi vefat etmiştir.

Ebû Yûsuf bu kadar ilmi nasıl elde etmiştir acaba? Sadece yaratılışındaki farklı zekâ ve kabiliyetiyle mi, yoksa kendi gayret ve cehdinin de bir neticesi midir bu? Bunu anlamak pek zor değildir.
Bakın şu söz Ebû Yûsuf'a aittir. Diyor ki:

"İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendinin tümünü vermezsen o sana yarısını bile vermez! Sen ilme gayretinin tamamını vereceksin ki o da sana yarısını versin."

Demek, Ebû Yûsuf tamamını vermiş ki, ilmin bu kadarını alabilmiş. Sadece yaradılıştaki kabiliyet ve istidatla işi bitirmemiş. Anlâşılan bu ölçüyü de hocasından almış...



alim 2.0 dan alıntıdır.http://www.tevhid.gen.tr/bediuzzamandan-nasihatler/20155-ustaddan-nasihatler/
 

Huseyni

Müdavim
İMAMI ZÜFER

110 - Basra 158

İmam-ı A'zam Hazretleri'nin yardımcısı mesabesinde, hatta sağ kolu diye tarif edilen çok kıymetli talebeleri vardır. Fıkıh kitaplarında isimleri ve görüşleri zikredilen bu değerli müctehidlerden biri İmamı Ebû Yûsuf, diğeri İmam-ı Muhammed, sözünü edeceğimiz üçüncüsü de İmamı Zûfer'dir.


İmamı Zûfer, hem âlim, hem zâhid, hem de beliğ ve fasih konuşan bir zâttı. Hadîsi çok iyi bilir, fıkhı bütün derinlikleriyle anlar, her mes'elede aklını, mantığını iyi işleterek karar verirdi. Bu yüzden İmam-ı A'zam Hazretleri de kendisine hürmet eder, meclise gelince onu talebelerinin üst tarafına oturturdu.


Bununla beraber Züfer ilmî hürriyetini korurdu. Bazı mes'elelerde İmam-ı A'zam Hazretleri'ne muhalif kalmış, aksi tarafı bile tercih etmiştir.


Kendisi Bağdad'da yaşamış, bir ara kardeşinin ölümü üzerine Basra'ya giderek, miras mes'elesini halletmek istemişti. Basra'ya varır varmaz halk büyük tehacüm gösterdiğinden, bir daha Bağdad'a dönme fırsatı bulamamış. kırk sekiz yaşında iken, 158 tarihinde orada vefat etmiştir.


Ebû Hanîfe mezhebinde bir müctehid olan İmam-ı Züfer, karşılaştığı mes'eleleri mantıkî misallerle pek güzel izah ederdi. Bir tanesini burada misal olarak arzediyorum sizlere:


Bir adam Ebû Hanife Hazretleri'ne geldi:

-Ben bu sabah bilmeden nebiz içtim, sarhoş oldum. karımı bir talâk ile boşadım mı, boşamadım mı bilmiyorum, ne dersiniz? dedi.

İmam-ı A'zam:
-Karın nikâhlındır, git aile hayatına devam et, boşadığını kesinlikle hatırlarsan gel, dedi.

Adam oradan çıkıp Süfyân-ı Sevri'ye vardı:
-Ben bu sabah nebiz içtim, sarhoş oldum. Karımı boşadım mı, boşamadın mı bilemiyorum, dedi.

Sevrî de şöyle cevap verdi:
-Git karına müracaat et, boşadığını geri aldığını söyle. Eğer boşamışsan ric'at etmiş olursun. boşamamışsan ric'atten dolayı birşey lâzım gelmez.

Adam bundan sonra Basralı âlim Şerîk'e geldi. Ona da sordu, o da şöyle dedi:
-Git karını önce ric'î talâkla boşa. Sonra yeniden müracaat et. Ric'i talâkı ibtal et.

En sonunda İmamı Zûfer'e gelen adam; ona da sordu sualini.

İmamı Zûfer:
-Benden önce kimseye sordun mu bu suali? dedi.

Adam:
-Sordum.

-Ne dediler?

-Ebû Hanîfe: "Git aile hayatını yaşa, karını boşadığına dâir kanaatin kesinleşirse gel," dedi.

İmam-ı Züfer:
-Bu doğrunun ta kendisidir.

-Sevri de dedi ki: "Git karına müracaat et, boşanmışsan ric'at etmekle vazgeçmiş olursun, boşamamışsan ric'atın bir şeyi gerektirmez.

İmam-ı Züfer:
-Bundan daha sağlam cevap olamaz

-Şerik'e de sordum; o da dedi ki: "Git karını ric'i talâkla boşa, ondan sonra ric'at ederek vazgeç."

İmamı Züfer bu cevabı işitince dâkikalarca güldü, sonra da şöyle veciz bir misalle verilen cevapları açıkladı.
-Senin durumun, selin gittiği çamurlu yerden, üzerine çamur sıçratan adamın durumu gibidir. İmam-ı A'zam:
-Git. namazını kıl, ibadetini yap, elbisene sıçrayan çamurun necis olduğunu kesinlikle bilirsen gel, demiştir.

Süfyân-ı Sevri:
-Git, elbiseni yıka, eğer sıçrayan çamur necisse yıkadın zaten, değilse yıkamakla birşey lazım gelmez, demiştir.

Şerik ise şöyle demiştir:
-Sen önce elbisene bevlet, ondan sonra da yıka!..

alim 2.0 dan alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
İMAM-I MUHAMMED


Vasıt 132/Horasan 189

Şer'i delillerden çıkardığı fıkhî hükümlerle İslâm âleminin dinî inançlarını tedvin edip modern bir hukuk sistemi meydana getirmiş olan İmam-ı A'zam Hazretleri'ne bu hizmetinde yardımcı, müctehid talebeleri vardır. Bunlardan biri de İmam-ı Muhammed'dir.


İmam-ı Muhammed, hicrî 132'de (M.747) Vasıt'ta dünyaya gelmiş, Bağdad'da ilk tahsilini yaptıktan sonra, Kûfe'ye gelip Ebû Hanîfe'nin önce derslerine devam etmiş, sonra da içtihad hizmetine karışarak müşterek çalışma kabiliyeti göstermiştir.


Kendi gibi bir talebe ve daha sonra da müctehid olan Ebû Yûsuf tan on dokuz sene sonra dünyaya gelen İmam-ı Muhammed; Üstadı Ebû Hanîfe'nin 150'de vefatından sonra 39 sene daha yaşamıştır. Bu süre içinde, devamlı ilmî faaliyette bulunup Ebû Hanîfe'den aldığı hazır içtihadları, tümüyle talebelerine nakletmiş, hattâ diğer mezheb imamlarına dahi bu yolda hocalık yapmış, onlara pek çok bilgiler aktarmıştır.


Nitekim dört mezhebden birinin imamı olan Ahmed bin Hanbel'e sormuşlar :

-Ey üstad, bu kadar geniş ilmi nereden aldınız? Hazret-i İmam, gayet açıklıkla cevap vermiş:

-Muhammed bin Hasan eş-Şeybani'den...

Alâkalı eserlerin kayıtlarına göre Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Muhammed'den bir deve yükü kitap almış, hepsini tedkik edip, bu ilmi tesbitlerden büyük istifade sağlamıştır.


Aynı istifade, İmamı Şafiî Hazretleri için de bahis mevzuu olmuştur. Nitekim bir sohbetinde İmamı Şafiî Hazretleri de şöyle demiştir:

-Çok ilim ehliyle görüştüm. Bunların içinde İmamı Muhammed kadar zekisini görmedim.

İmam-ı Muhammed bu keskin zekâsı sayesindedir ki, Hanefi fıkhına ait hükümleri, önce Ebû Hanife'den kolayca zabt etmiş; sonra da bunları kitap haline getirerek ilim adamlarına intikalini sağlamıştır.
Tarihlerin kaydına göre. İmamı Muhammed'in zabt ettiği mes'elelerden meydana gelen bu eserlerin sayısı 99'dur. Bunlardan bir kısmı halen elimizdedir. Zahirrürivaye'si meşhurdur.


İmamı Şafiî Hazretleri, İmam-ı Muhammed'le ilmi müzakere, hattâ münazaralarda bulunduktan sonra, Ebû Hanife'nin bu geniş bilgili talebesi hakkında fikrini soranlara şöyle bir açıklamada bulunmuştur:

-Ben çok ilim adamıyla görüştüm. Bunların içinde Muhammed Şeybani gibisini görmedim. Hangi ihtilâflı mes'eleyi sorup, hangi karışık mevzuu açtımsa O'nun yüzünde asla buruşukluk hissetmedim. Bilâkis bundan sevinip memnun olduğunu müşahede ettim. Ele aldığı mes'eleye hâkim olduğu muhakkak...


Bir ara Rakka'da kadılık da yapmış olan İmam-ı Muhammed, ayrılıp Bağdad'a geldiğinde. Halife Hârun Reşid'le birlikte Horasan'a doğru seyahata çıkmış, ancak ömrü vefâ etmeyip, 189'da Horasan'ın Rey şehrinde vefat etmiştir.


Îmam'ın vefat gününde nahiv âlimlerinden Kisaî'nin de vefatını işiten Halife:

-Yazık oldu, bugün iki ilmi birden toprağa verdik. Bu iki ilim, fıkıh ilmiyle lügat ilmi demiştir.


On beşle, on dokuz yaşlan arasında iken, fıkıhta müctehidlik seviyesine kadar çıkan İmam-ı Muhammed, Ebû Hanife ile geçen günlerindeki hatıralarından bazılarını anlatmıştır. Bunlardan biri bize şöyle intikal etmiştir. .

Hamile bir kadın doğumdan önce vefat etmiş. Ancak kadını yıkayacakları sırada karnındaki çocuğun hayatta olduğunu fark edince şaşırmışlar. Durumu Ebû Hanife Hazretleri'nin meclisine getirip ne yapacaklarını sormuşlar.
Orada hazır bulunanlardan bazıları:

-Kadın, hemen defnedilmesin. Bekletilsin. Belki çocuk bu bekleme sırasında doğâbilir.

Bazıları da:

-Ölmüş insan bekletilmez, defin yapılmalıdır. O çocuk zaten yaşamaz, demişler.

Ancak son sözü, Hazreti Ebû Hanife söylemiştir:

-Kadın ne bekletilmeli, ne de çocuk doğmadan defin yapılmalıdır.

Şaşırmışlar:

-Ey Üstad, ne olacak öyle ise? Ebû Hanife şöyle açıklamış:

-Kadının karnı yarılıp çocuk dışarı çıkarılmalıdır. Nitekim öyle de olmuş, çocuk canlı olarak dışarı çıkarılmış.

İmam-ı Muhammed der ki:

-Bu çocuk büyüdü, ilim meclislerine devam etti. Kimse onu ismiyle çağırmaz, hemen herkes ona, sağ olarak doğumuna Ebû Hanife sebeb olduğu için. "Ebû Hanife'nin oğlu" diye hitab ederlerdi.

alim 2.0'dan alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
İMAM-I A'ZAM'IN OĞLU HAMMAD



Bağdad v.176

İmam-ı A'zam Hazretleri Hicrî 150'de Bağdad'da vefat, ettiği sırada geride tek oğlu Hammad kalmıştı.

Hammad, her bakımdan bu muazzez babanın muhterem,evlâdıydı. İlmiye sınıfından olmuş, babasının mezhebine de sâlik bulunmuştu. Büyük bir ahlâk, fazilet, İslâmi ve imanî mevzularda tam bir mes'uliyet duygusu sahibi idi. Ondaki mes'uliyet duygusuna dair ibretli bir vak'ayı arzedeceğim sizlere:

Babasının cenazesinin defninden sonra derhal Bağdad kadısına giden Hammad, ona şöyle bir müracaatta bulundu.

-Sizden babamın uhrevî huzurunu te'min için bir istirhamda bulunmak istiyorum.

Bağdad kadısı:

-Buyurun, Hazreti İmam'ın uhrevi huzuru bizim de huzurumuzdur. Hemen gereğini yapayım.

-Babama emanet olarak bırakılmış külçe halinde altınlar, gümüşler, birçok değerli eşyalar vardır. Şimdi sahibi meçhul bu eşya ve değerler, benim elimde kalmıştır. Bunları bir an evvel benden teslim al ve babamı da emanet yükünden kurtar.

Düşünceye dalan Bağdad kadısı, kararını şöyle verir:

-Bu saydığın emanetleri muhafazaya ancak Ebû Hanife'nin oğlu lâyıktır. Onun nezdinde daha emin olur. Ricanızı kabul etmeyeceğim için özür dilerim:

Hammad ısrar eder en sonunda teklifini şöyle değiştirir:

-Şu anda miktarı ve sayısı resmen belli olmayan bu altın ve gümüşleri tartıp tesbit etmek için olsun elimden alın. Önce bir tesbit yapın, ondan sonrasını düşünürüz.

İbn-i Hallikan'ın kaydına göre. Bağdad kadısı bundan sonra emanet gümüş ve altını teslim alır ve tam iki gün iki gece çalışarak tartar, miktarı tesbit eder. Neticeyi aldıktan sonra da Hammad'a haber gönderir.

Ararlar, tararlar, Hammad'dan haber yok. Hammad meydana çıkmaz, tâ Bağdad kadısı altın ve gümüşleri bizzat kendisi teslim alıncaya kadar. Ne zaman Bağdad kadısı ilânını yapar. "Ebû Hanife'nin oğlu Hammad'dan şu kadar emanet teslim aldım, sahipleri gelip alsınlar" der. İşte ondan sonra ortaya çıkar Hammad.

Demek ki, harp ve darpların meydana getirdiği endişelere rağmen, halk İmam-ı A'zam'ı sağlam ve garantili buluyorlar; gazalara, seferlere çıkanlar, servetlerini Hazret-i İmam'a teslim etmekle en emniyetli yere bıraktıklarını kabul ediyorlardı.

İmam-ı A'zam Hazretleri'nin nasıl bir ahlâki ve İslâmî örneklik içinde yaşadığını bu hâdiseden de tahmin etmek mümkündür. Aynı mes'uliyet duygusunun, aynı itimada şayan yaşayışın kendisinden 26 sene sonra, hicri 176'da (M.792) vefat eden oğluna da geçtiğini söylemek zor olmasa gerektir.

Hazret-i İmam'ın bir de torunu vardı. Hammad'ın oğlu olan bu torunun adı İsmail'dir. İsmail, dedesine ait hatıralarını anlatırken, şöyle enteresan bir vak'ayı bizlere haber verir:

"Bir komşumuz vardı. Edepsiz bir Rafızi olan bu komşumuzun iki tane de katırı vardı. Bu Rafızi, sırf hakaret olsun diye katırından birinin adını Ömer, ötekinin adını da Ebû Bekir koymuştu. Onların yanına varınca "Ömer şöyle dur, Ebû Bekir böyle dur" gibilerde konuşur, sıkışınca da te'villi sözlerle kendini kurtarırdı... Biz bundan üzüldükçe, dedem: "Siz bu herife dokunmayın. âkıbetini kendi hazırlıyor" der, hem kendi teskin olur, hem de bizi teselli ederdi. Biz sabır ve tahammülle beklerken, bir sabah erkenden bir haber geldi:

"Rafızi'yi katırı teperek öldürmüştü..."
Dedem dedi ki:
-Gidip bakın, Ömer öldürmüştür onu!..
Gittik, baktık, cidden Ömer ismini verdiği katırı tepmişti Rafızî'yi.
Dedem dedi ki:
-Ömer'le alay edilmez, onun mukabelesi peşin ve sert olur!.."

alim 2.0'dan alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
İMAM MÂLİK HAZRETLERİ


Medine 93 /Medine 179
Mâliki Mezhebi'nin kurucusu olan İmamı Mâlik Hazretleri, İmam-ı A'zam'dan on üç sene sonra hicri 93'te (M.711) Medine'de dünyaya geldi.

Medine'de Sahâbenin sonlarına ve Tabiîn'in ilklerine erişen İmamı Mâlik, talebelik devrini İmam-ı A'zam'ın aksine yoksulluk ve mahrumiyet içinde yaşamıştır. Yüzüğünün kaşındaki, sabrın değerini işaret eden şu âyeti kerime, hayatta ona daima destek olmuştur.
"Hasbünallahü ve ni'melvekil!"

Daha sonraları; bu sabrının karşılığını maddi-manevî geniş nimetlere erişmekle gören Hazret-i İmam, herkesin de nail olduğu nimeti, giyiminde kuşamında göstermesini söylerken şöyle demiştir:

"Allah verdiği nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister."

Bu yüzden yoksullar onun yanından ayrılmamış, himayesine sığınmışlardır.

İmamı Mâlik'in en çok ikrah ettiği kötü hallerden birincisi gıybetti. Bu konudaki ikazlarından birinde şöyle der:

"Medine'de ayıpsız insanlar vardır... Ne zaman ki, başkalarının ayıbını konuşurlar, onlar da ayıp sahibi olurlar. Yine Medine'de ayıplı insanlar vardır. Ne zaman ki başkalarının ayıplarından söz etmezler, kendi ayıpları da gizlenir, ayıpsız hale gelirler."

17 yaşına kadar tahsil ettiği ilimle Medine'nin eşsiz âlimi haline gelen Hazret-i İmam, bu yaştan itibaren ders verip, çevresini irşada başlamıştır.

Doksan seneye varan ömrü boyunca hem okuyup, hem de okutarak bu irşadını sürdüren İmamı Mâlik'in en büyük ilmi eseri, Resûlüllah'ın hadîslerini topladığı meşhur MUVATTA' kitabı olmuştur.
Yazılan ilk hadis kitabını teşkil eden MUVATTA'ı Hazret-i İmam, yüz bin hadisten seçtiği dört bin hadîsle meydana getirmiştir.
Bunun için tam kırk sene çalışmıştır.

Tabiîn'den birçok âlimler, Resûlüllah Hazretleri'nin İmamı Mâlik'in geleceğine işaret ettiğini de söylerler. Bu konudaki hadîslerden biri şu meâldedir:

"Şark ve garptan birçok talebe, âlim ararlar. Fakat Medine âliminden daha âlimini bulamazlar!"

Nitekim İmam'ın ilmi itibarı, Müslümanların arasında iyice yayılmıştı. Aylarca yol alıp Medine'ye, Hazret-i İmam'a mes'ele sormaya gelenler çok olurdu.

Fazileti, takvâsı had safhadaydı. Bunca tevazu ve müsamahasına rağmen, huzurunda son derece saygı ve hürmetle dururlar, fuzuli konuşmaya cesaret edemezler, heyecan hâkim olurdu kendilerinde...

Sual soranları korkutmaz, "bu nasıl sual?" gibilerden ayıplamazdı. Ne sorulursa sorulsun, hemen izah eder, sözü uzatmadan "evet" yahut "hayır" şeklinde mes'eleyi bağlardı. Bazan da kolayca "bilemiyorum" der, ilmin siperinin bilmiyorum kelimesi olduğunu söylerdi.

Yaşının ilerlemesine rağmen Medine'de bineğe asla binmezdi. Son senelerinde kendisini ziyarete gelmiş olan İmam-ı Şafiî Hazretleri bu konuda gördüğü bir vakıayı şöyle anlatır:

"İmam'ın kapısında Horasan'dan, Fars'tan gönderilmiş hayvanlar gördüm. Ama O, hiçbirine binmiyordu.

-Bu bineklere binmeyişinizi hoş bulmuyorum, dedim.

-Hepsini de sana hediye ediyorum, sen bin... diye cevap verdi.

-Sen kendin için alıkoymalısın, yaya gidecek halin yok, dedim. O zaman da şu karşılığı verdi:

-Resûlüllah'ın bulunduğu bir şehirde ben hayvana binip de ayağımı sallaya sallaya gitmekten hayâ ediyorum, bu yüzden Medine'de bineğe binmeye cesaretim yok!..

Resûlüllah'a olan saygısı o haldeydi ki, ondan söz naklederken hemen kendisine çekidüzen verir, abdestini alır, güzel kokular sürünür, sarığını güzelce sarıp. giyimini düzeltir, tevbe-istiğfarda bulunur, bundan sonra Resûlüllah'ı ve hadisini sohbet konusu ederdi.

Bu kadar büyük, hazırlığın mecburi mi olduğunu sorana da şöyle cevap verirdi:

"Resûlüllah'a saygıyı ben üzerime bir vazife biliyorum. O'nu konuşurken abdestsiz olmaya cesaret edemiyorum."

Bu yüzden ayak üstü hadîs okumaz, acele halinde sünnetten söz etmezdi. Bu mevzuya girecekse müsait zamanda tam girerdi...
Bir defa hadis naklediyordu. Toprağın üzerinde peyda olan bir akrep, ayağını ısırdı. Hadisi bitirinceye kadar durumunu hiç değiştirmedi. Belki hadise olan hürmeti, başka şey hissettirmiyordu.

Sesini yükselterek konuşanlara ise:
"Medine'de Resûlüllah vardır. O'nun huzurunda böyle bağırarak konuşulmaz" der, Peygamberimizi hayatta gibi kabul ederdi.

Bağdad Halifesi Hârun Reşîd, Medine'ye gelmişti. Veziri Bermekî'yi Hazret-i İmam'a gönderdi. "Benden selâm söyle, hazırladığı değerli eserini alarak huzuruma teşrif etsin, bize hadis dinletsin" dedi.
Bermekî, Hazret-i İmam'a gelip Halife'nin selâmını, tebliğ ettikten sonra, muvatta ile kendi yanına gelmesini rica ettiğini de sözlerine ekledi. Hazret-i İmam buna şu karşılığı verdi:

"İlim ayağa gitmez! Belki ilmin ayağına gelinir. İlme talip olanlar ilmin yanına gelmelidirler, ilmi yanlarına çağırmamalıdırlar."

Bermekî dönüp bunu Halife'ye anlattığı sırada, İmam da arkasından içeri girdi.

Hârun Reşid:

-Ya Mâlik, bize muhalefetinin sebebi nedir ki? diye sordu. İmam şu açıklamayı yaptı:

-Size muhalefetim yoktur. Kastım size muhalefet değil, ilmin itibarını aşağı düşüren bir Halife olmanıza mani olmaktır. İlim hepimizden yücedir, onun yanına gitmeliyiz.

Bunun üzerine Hârun Reşîd kalktı, birlikte İmamın ders yerine geldiler. Hazret-i İmam, değerli eseri Muvatta'dan hadis okumaya başladı. Derste dinleyici olarak halktan kimseler de vardı.
Hârun Reşid, bundan memnun olmadı. O, kendisi için özel bir ders yapılmasını arzu etmişti. Bunu hisseden İmam, durumu şöyle izah etti:

-İlim umumun malıdır. Umumun malı, hususun arzusuna tahsis edilmemelidir.

Böylece Halife, mecburen sıradan insanların arasına oturmuş olduğu halde, Resûlüllah'ın hadislerini dinlemiştir. Hazret-i İmam, ilim meclisinde hiç kimsenin, sahip olduğu içtimai makamıyla kendisini farklı görme tavrına girmesinden hoşlanmazdı.

Bir ara Halife, oğulları "Emin" ile "Me'mun" un da İmam'dan hadîs dinlemelerini istemişti: İmam'ın buna da cevabı şöyle olmuştu:

"Buyursunlar, ancak mecliste nerede boş yer varsa oraya otursunlar. Halife çocukları oluşlarını imtiyazlarına sebeb görerek diğerlerini çiğnemesinler."

Bu şarta riayet ederek Halife çocukları İmam'ın Muvatta'ını dinlemişler, herkesten ayrı bir muamele görmemişlerdir.
İmam'ı hilâfet merkezi olan Bağdad'a götürmek isteyen Hârun Reşîd'e Hazret-i İmam, şöyle özür beyan etmiştir:

-Resûlüllah'ın, "benden sonra dünyayı isteyenler, Medine'yi terk edeceklerdir." dediğini tesbit ettim. Ben o kimselerden olmak istemiyorum. Ayrıca, yine Resûlüllah buyurmuş ki: "Medine kötüleri dışarı atar!..." Ben dışarı atılan kötülerden de olmayı arzu etmem. Resûlüllah'ın, medfun bulunduğu Medine benim için herşeydir. Bağdad'ı buraya tercih edemem.

Nitekim hicri 179 tarihinde Medine-i Tahire'de vaki olan vefatından sonra, kendisi Baki mezarlığına defnolunmuş. böylece 86 yıllık hayatı boyunca mukaddes bildiği beldeden dirisi gibi ölüsüyle de ayrılmamıştır.

İmam-ı A'zam Hazretleri'yle İmamı Mâlik Hazretleri, Medine'de birçok defalar görüşmüşler; karşılıklı saygı ve hürmet anlayışı içinde sabahlara kadar ilmi müzakerelerde bulunmuşlar; birbirlerinden pek çok hususlarda istifade etmişlerdir.

Bunlardan birine şahit olan İbn-i Mübârek şöyle der.

"Ben Medine'de İmam-ı Mâlik'in yanındaydım, o sırada biri geldi. İmam hemen âyağa kalkıp kendisini meclisin baş köşesine oturttu. Pek çok iltifat ve ikramda bulundu. Sonra o çıkınca dedi ki:

-Bu zât Ebû Hanife denen Sâbit oğlu Numan'dır. Ne söylerse delille söyler. Hattâ. "Şu direk altındandır" dese, delilini getirebilir. Fıkıh ilminin birçok derin mes'elesi O'na açılmıştır. Herkesin hayrette kaldığı mes'elelerde O, külfetsizce doğru hükme varmıştır. O'nun tesbit ettiği mes'elelerden binlercesi var yânımda...'

Evet, onlar birbirlerine karşı böyleydiler işte!.. Ya şimdiki önder sayılanlar!.. Birbirlerine karşı nasıl bir anlayış içindeler?

Birbirlerinden ilim alıp, fikir alışverişinde bulunabiliyorlar mı? Halbuki İmam-ı A'zam gelince İmamı Mâlik ayağa kalkıyor, sonra da arkasından onu medhediyor, ondan binlerce mes'eleyi öğrendiğini gayet rahatlıkla söyleyebiliyordu.


Alim 2.0'dan alıntıdır.
 

Huseyni

Müdavim
İMAM-I ŞÂFİÎ HAZRETLERİ

Gazze 170 / Mısır 204
Filistin'de Gazze şehrinde, hicrî 150 tarihinde (M. 767) dünyaya gelen İmamı Şâfiî, babası tarafından Resûlüllah'ın sülâlesi ile birleşirken, annesi tarafından da Hazreti Ali'ye bağlanır.

Hazreti Hasan'ın oğlu Abdullah'ın kızı olan anne Fâtıma, bir gün rüyasında karnından büyük bir yıldızın çıktığını, gökyüzünde parçalanarak her parçasının ayrı yere düşüp aydınlattığını görür.
İşte bu rüyayı te'vil edenler, ona dünyaya bir çocuk getireceğini, bu çocuğun yeryüzüne ilim, irfan nuru saçacağını söylerler.
Nitekim çok geçmeden bir erkek evlâdı dünyaya getiren Fâtıma, o günlerde Irak'tan Filistin'e gelen şu haberi de duyar:

"Büyük âlim Ebû Hanife Bağdad'da vefat etti."
O günün mâneviyat büyükleri derler ki:

"Cenâbı Hak yeryüzünü İslâm yıldızından mahrum bırakmaz. Birini alır, ama diğerini verir."
Bu arada hadislerden de İmamı Şâfiî'ye işaret çıkaran âlimler, Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatırlar:

"Kureyş'ten bir âlim çıkacak, yeryüzünü ilimle dolduracaktır."
Bu hadîsin işaret ettiği âlimin İmam-ı Şâfiî olduğu, sonradan açıkça anlaşılmıştır.

Gazze'de oğlu için gereken öğrenim çevresini bulamayan annesi, onu bu mahrumiyet bölgesinden alır, Mekke'ye getirir. Burada geniş ilmî çevrede kısa zamanda kendini yetiştiren küçük Muhammed, dokuz yaşında iken Kur`ânı Kerim'i bütünüyle hıfzeder. Onbeş yaşına gelince de, fetva vermeye ehil hale gelir. Onun bu kadar küçük yaşta fetva verecek bir makama erişmesinde; ilme karşı duyduğu şiddetli ilgi ve öğrenme merakının büyük hissesi vardır. İlme duyduğu bu büyük ilgiyi bizzat kendisi şöyle ifade eder:

"Bahil bir adam, mal toplamaya karşı nasıl hırs duyarsa, ben de ilme karşı öyle alâka duyuyorum:"
Bir diğer sözünde de şöyle der:

"Yavrusunu kaybeden anne, oğlunu bulunca nasıl sevinirse, ben de aradığım bir mes'eleyi bulunca öyle seviniyorum."
Böylesine şiddetli arzu ettiği ilimden ne anladığını ise şu kısa cümle içinde özetler:

"İlim, öğrenilen değil, yaşanandır. Yaşanmayan ilim, geçmeyen parâ gibidir: Sahibine gerçekte faydası olmaz."
Çok muhrik sesi olan İmamı Şâfiî, Kur'an okuyunca ağlar ve ağlatırdı: Nitekim ağlayarak mânevi kirlerden temizlenmek isteyenler, Ona giderler, Kur'an okuyuşunu dinlerlerdi:

İmam-ı A'zam Hazretleri gibi, Ramazan'da altmış defa hatim yaptığı kaydedilmektedir.

Şiire, edebiyata karşı da fevkalâde bir kabiliyete sahip olan İmam,

"Şiirin ulemânın itibarına gölge düşürmeyeceğini bilseydim, Lebid'den daha güzel şiir söylerdim" diyerek şiirden uzak kalır. Hattâ asıl meşgul olunacak ilmin "hadis, fıkıh ve itikad ilmi" olduğunu söyler.

Tabii ki, onun ifade ettiği bu üç ilmin içinde, dünyevi bütün ilimler de mevcuttu. Onlar tefsiri, hadisi, fıkıh ilmini bizim gibi dar ve dünya gerçeklerinden tecrid edilmiş şekilde anlamazlardı.

Mekke-i Mükerreme'de birçok meşâyih ve ulemâdan ilim elde eden Hazret-i Şâfii, aynı zamanda Medine'de bulunan İmamı Mâlik'in MUVATTA' adlı eserini de baştan sona kadar ezberler. Bu hadisleri toplayan Hazret-i İmam'a karşı şiddetli bir alâka duyar, onu mutlaka görmeyi ister.

Mekke valisinden, Medine valisine hitaben yazılmış bir mektup alarak bir kervanla yola koyulur. Yolda fuzûli sohbetlere alâka duymayan genç İmam, biri gece biri gündüz olmak üzere tam on altı defa Kur'ân-ı Kerim'i hatmederek Medine'ye varır. İlk iş olarak Mescidi Nebî'de namazını kılar, sonra valinin yanına gelir. Ziyaretten sonra valiye mektubu verip, kendisini İmamı Mâlik ile görüştürmesini rica eder.

Vali, ümitsiz şekilde İmam Mâlik'in kapısını çalar. İçerden çıkan birine, görüşme arzusunu izhar edince gelen cevap şöyle olur:

-Bir sual soracaksanız, yazıp verin, cevabını getireyim. İmam ilmî mes'elelerle meşgul. Bugün görüşme günü değil.
Vali, İmam'a bir mektup vereceğini, bizzat görüşmek istediğini söylemesi üzerine kapıya çıkan ak sakallı, nuranî yüzlü, heybetli Zât, altına konan bir iskemleye oturarak verilen mektubu okumaya başlar. Kâğıdın ortalarında

"Bunu size getiren Muhammed bin İdris, genç âlimlerimizdendir" cümlesine gelince, gerisini okumaz, heyecanla ayağa kalkar:

"Sübhânallah! Resûlüllah'ın bayrağı da bizimle görüşmek için araya vasıta mı koyuyor? Bu ne iştir?" diyerek aşağı iner. İmamı Şâfiî'yi kucaklar, göz yaşları ile içeriye alır.

İlmî gayretlerini işitip sevindiğini söyleyen İmamı Mâlik, bir ara gözünü Hazret-i İmam'ın gözüne dikip dikkatle baktıktan sonra şöyle der:

-Sende bir nûr görüyorum, sakın bu nûru maruz kalabileceğin bir ma'siyetle söndürmeyin!..
Altmış yaşlarındaki İmam Mâlik, henüz yirmi yaşı civarındaki İmamı Şâfiî'yi bundan sonra tam on sekiz ay yanından ayırmaz, kendi eliyle yemeğini getirir, misafirperverliğin görülmemişini gösterir, sahip olduğu ilim ve fazilet adına nesi varsa hepsini de ona aktarıp yetiştirir...

Bir gün Hazret-i İmam, ilim meraklısı Şâfiî'ye Muvâtta'ı, okuyacağını, dinlemesini söyler. Ama genç Şafiî'nin cevabı enteresan olur:

-Ben okuyayım da siz dinleyin efendim. Zira ben Mekke'de sizin bu değerli eserinizi bütünüyle ezberledim, huzurunuza o hadislerin tümünü zaptetmiş olarak geldim...

İmamı Mâlik'ten gördüğü maddi ve mânevi büyük yardımdan dolayıdır ki, İmamı Şâfiî şöyle der:

"Öğretmenim, üstadım, İmamı Mâlik'tir! Hiç kimse bana onun kadar destek olmamıştır. Hazret-i İmam'ı Rabbimle kendi aramda hüccet kabul ediyorum. Rabbim bana sorarsa ben de onu gösteririm, O böyle dedi, derim. Mezheb sahiplerinin birbirlerine karşı gösterdikleri şu yakınlığı, himmet ve alâkayı, inanç ve itimadı görüyorsunuz ya? Hareketlerinde Allah rızasını esas maksat yapanların durumu budur işte?

Halbuki bunlar, dinin bir kısım mes'elesinde ayrı re'y ve ictihadda ve farklı görüşler içinde bulunuyorlardı. Ama bu, Allah rızasına müstenid bir çalışma olduğundan, hiçbiri diğerine karşı hürmette kusur etmiyor, düşmanlık hisleri beslemiyorlardı.

Ya bugünkü biz mü'minlerin karşılıklı tutumumuz nasıl acaba? Birbirimize karşı aynı hürmet ve saygı içinde bulunuyor muyuz? İslâm'a hizmet eden cemaat liderlerinin hali de böyle mi? Saygılı ve hürmetliler mi yekdiğerine?..

Halbuki bizim böyle ilmi bir ayrılığımız da yoktur. Dinin bütün mes'elesinde ittifak halindeyiz. İhtilâfımız dini konularda değil, dine hizmetin şeklindedir. Şekildeki ve metottaki ihtilâflar sebebiyle karşılıklı sevgi ve hürmetimizi terk etmemiz câiz olur mu?

İmamı Şafiî, Medine'de muhtaç olduğu ilmi elde ettikten sonra, Irak'ta çalışmalarını duyduğu Ebû Hanîfe'nin talebelerinden Ebû Yûsuf ve Muhammed bin Hasan'la da tanışmak ve onların ilimlerinden istifade etmek ister. Üstadı İmamı Mâlik'e bu durumu şöyle açar:

-Mekke'den İslâm'ı öğrenmek için yola çıktım. Şimdi ise, Irak'taki falanca zâtları da görmeyi istiyorum. Validemden bunlar için izin almamıştım. Ne yapayım, izin için tekrar valideme mi gideyim? Yoksa, izin almadan Bağdad'a doğru yola mı çıkayım?
İmam-ı Mâlik'in cevabı şöyle olur:

-İlim talebinde yol alan kimsenin ayakları altına melekler kanatlarını sererler ki, bu hayırlı yolcu kanatlarımıza bassın diye.
İmam, bir başka mezhebin kurucusu olan İmam-ı Şâfiî'ye çıkarır kırk altı dinar da para verir, yolda müşkülâta maruz kalmayasın der.
İmamı Şâfiî, bu kadar parayı çok bulunca da, şu karşılığı verir:

-Merak etme, benim değil, Mısırlı İbn-i Kasım'ındır bu para. O bana vermişti. Ben de seninle paylaşmış oldum.
Böylece Medine'den Bağdad'a doğru İmam-ı Mâlik'in verdiği harçlıkla yola çıkan Şafii, on dört günde Kûfe'ye varır, İmam-ı Ali'nin merkadini ziyaret eder. Mescidde namaz kılan birinin rükûa eğilip doğrulurken ellerini omuz hizasına kaldırmadan tekbir aldığını görür, buna itiraz eder. Namaz kılan adam da şu karşılığı verir:

-Ben, Ebû Hanife'nin talebeleri Ebû Yûsuf'la, Muhammed'in yanında on beş senedir böyle kıldım, yanlış demediler. Sen kim oluyorsun ki itiraz ediyorsun?
Bunu, kapıdaki iki İmam'a da anlatır. Onlar:

-Geri dön de sor bakalım, o zat namaza nasıl başlıyormuş? derler.
Adam dönüp sorar. İmamı Şafiî cevabında:

-Ben namaza iki farz, bir sünnetle başlıyorum. İki farzdan biri namazdan önce niyet, ikincisi de ilk tekbir. Bir sünnet ise, ellerini kaldırmaktır, der.
Dışarıda bu cevabı dinleyen Ebû Yûsufla İmam-ı Muhammed:

-Bu, sıradan birinin cevabı değil, diyerek içeri girip Şafiî ile ilk defa böyle tanışırlar.

Birbirlerini işitip, ancak yeni görüşen ilim adamları, kucaklaşırlar. Şafii'den İmam Mâlik'i görüp görmediğini sorarlar.

-İmamı Mâlik'in yanından geliyorum. Hem hazırladığı hadîs kitabı MUVATTA'ı da tümüyle ezberledim, deyince, ona karşı hürmetleri daha da artar.

Böylece İmamı Şafiî, burada da uzun müddet kalır. Ebû Yûsuf ve İmam-ı Muhammed'in Ebû Hanife'den edindikleri ilmi, kaydettikleri hükümleri zaptedip, ezberler. Daha sonra kendisine bu ilmi nereden aldığı sorulunca, İmam-ı Muhammed'in yazdığı Ebû Hanife'nin görüşlerinden, diye cevap vermiştir.

Irak'tan da Anadolu'ya, İran çevresine giderek namı işitilen ilim adamlarının hepsini tek tek ziyaret eden Şafiî, daha sonra Filistin, Medine, Irak ziyaretlerini tekrarlayarak nihayet, Mısır'da hicri 204'te vefat eder.

Gariptir ki, Kûfe'den hareket ederken kendisine maddî yardımı Ebû Hanîfe'nin iki talebesi olan Ebû Yûsufla, İmam-ı Muhammed yapar. Bunlar, üç bin dinar kadar yol harçlığını, fıkıhta bir başka görüşün sahibi olan bu ilim adamına verirler.

Kıskançlık, çekememezlik ve rekabet gibi pespâye düşünceler onların yanlarına hiçbir zaman yaklaşamamış; akıllarının ucundan bile geçmemiştir.

Acabâ onları örnek alan bizler de öyle miyiz? Dinî cemaat mensupları birbirlerine bu anlayışı gösterebiliyorlar mı? Yardım edip yekdiğerine destek oluyorlar mı?

İmam-ı Şafiî Hazretleri sadece ilmiyle iktifa eden bir zât değildir. İlmine eş şekilde ameli de dikkatleri çekmektedir. Zaten, dünya çapında İslâmi hizmetler başarmış olan bütün meşhur âlimler, önce ilimlerinin icabını bizzat nefislerinde yaşamışlar, sonra da yaşadıkları hakikatleri çevrelerine takdim etmişlerdir. Muvaffakiyetlerindeki sır, ilim ile ameli birleştirmelerinden gelmektedir.

Denebilir ki, dört mezheb imamlarından hiçbiri kendi nefsinde tatbike çalışmadığı şeyi başkasına tavsiye etmemiştir. Zaten içtihad sadece ilim işi değildir. Aynı zamanda ilmin icaplarını yaşamak da şarttır. Aksi halde, ilmini yaşamayan müctehidin halka verdiği hüküm kuşun yavrusuna kusmuk verişi gibi olur. Azığından verir, kalbinden değil. Bu da hiçbir tesir göstermez tabii ki...

Nitekim İmamı Gazali Hazretleri, Hazret-i Şafiî'yi anlatırken geceyi üçe ayırdığını, bir kısmında ilme çalıştığını, bir kısmında ibadet ettiğini, kalan kısmını da uyku ile geçirdiğini kaydeder.

Talebesi Rebî, üstadının gece namazlarında okuduğu Kur'ân-ı Kerim'i şöyle anlatır:

"Bir Ramazan boyunca, kıldığı gece namazlarında tam altmış hatim indirirdi."
Onun diğer bir talebesi Buveyti de, hocasına uymak istedi, ancak O, günde bir hatim okuyabildi. Otuz hatimle Ramazanı bitirdi. Ûstadı gibi altmış hatme erişemedi.

Şafiî Hazretleri, yemekte, uyumakta son derece iktisatlı ve dikkatliydi. Kendisi bir sohbetinde şöyle demişti:

"Tam on altı senedir doyasıya yemek yemedim. Zira fazla yemek, bedene ağırlık verir, kalbi katılaştırır, zekayı durdurur. Uykuyu çeker, sahibini ilimden de, ibadetten de alıkoyar."

Şafiî Hazretleri'nde Allah korkusu o seviyede idi ki, doğru da olsa Allah üzerine yemin etmez, Allah ismine yeminden titrer, bunu en büyük hürmetsizlik, kulluk edebine zıt bir hareket kabul ederdi. Nitekim bir gün şöyle demiştir:

"Ne yalan, ne de doğru yere olsun, şimdiye kadar Allah'a bir defa olsun yemin etmedim..."
Hazret-i İmam, çok konuşmaktan da çekinir, ancak ihtiyaç varsa söylemeyi isterdi. Yoksa daima susmayı, konuşmaya tercih ederdi...
Bir gün kendisine bir sual sordular. Cevap vermekte gecikti, tefekkür ediyordu, dediler:

-Niçin susuyorsunuz?
Şöyle cevap verdi:

-Susmak mı hayırlı, yoksa konuşmak mı? Onu düşünüyorum. Yahya bin Vezir der ki:

"Mısır'ın kandiller çarşısında gezerken bir adamın bir hoca aleyhine konuştuğunu işittik. Şafiî Hazretleri bana dönerek şöyle dedi:
-Bu gibi herze sözlerden, dilinizi koruduğunuz gibi kulağınızı da koruyunuz. Zira dinleyen, söyleyenle ortaktır. Aleyhtar gıybetçiler, kendi herzelerine dinleyeni de ortak etmek isterler. Buradan hemen uzaklaşmalıyız..."

Alim 2.0'dan alıntıdır.
 
Üst