Bayram

mihrimah

Well-known member
* Abdullah İbnu Amr İbnu'l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır" buyurmuştu. Bir adam kendisine: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim?" diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hayır, dedi, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek traşını olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer."
* Nübeyşe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biz sizleri, kurbanların etinden üç günden fazla yemenizi, birçoğunuza kurban eti ulaşsın diye yasaklamıştık. Şimdi, Allah Teâla bolluk verdi. Artık yiyin, biriktirin ve ücret isteyin. Haberiniz olsun, bu bayram günleri yemek, içmek ve zikir günleridir."
* İbnu Abbâs (radıyaIlahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bayram günü - çıkıp iki rek'at namaz kıldırdı. Ne bunlardan önce ne de bunlardan sonra başka namaz kıldırdı.''
* Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şu gününüzde iki bayram bir araya geldi. Dileyene (bayram ) cum'a için de yeterlidir. Biz her ikisini birleştiriyoruz."
* Ebu Ubeyd Sa'id İbnu Ubeyd'in anlattığına göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh) ile bir bayramda beraber olmuştur. Hz. Ömer önce namaz kıldırmış, sonra hutbe okuyup halka şöyle hitab etmiştir: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sizleri bu iki bayram gününde oruç tutmaktan men etti. Bu iki bayramdan biri oruç tuttuğunuz aydaki ramazan bayramınızdır. Diğeri de kurbanlarınızdan yediğiniz günün bayramıdır!''
* Ubeydullah İbnu's-Sebbak rahimehullah'tan gelen bir rivayette, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm cumalardan birinde şöyle buyurmuştur: "Ey müslümanlar! Bu öyle bir gündür ki, Allah Teâla Hazretleri onu (sizlere) bayram kılmıştır, öyleyse yıkanın. Kimin yanında bir tiyb (sürünme maddesi) varsa ondan sürünmesinde bir zarar yoktur. Size misvakı da tavsiye ediyorum."
* Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, benim yanımda iki cariye, Buas (savaşı ile ilgili hamâsi) türküler söylerken çıkageldi. Gidip yatağın üzerine (yan üstü uzandı ve yüzünü de (aksi istikamete) çevirdi. Derken (babam) Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh girdi. Derhal beni azarladı ve: "Resûlullah'ın hane-i saadetlerinde şeytan çalgısı ha!" dedi. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, ona yönelip. "Bırak onları (söylesinler!)" buyurdu. (Onlar sohbete dalıp, bizden) dikkatlerini çekince, ben cariyelere göz işareti yaptım, kalkıp gittiler." Hz. Aişe devamla der ki: "Bir bayram günüydü. Siyahiler, mescidde kılınç-kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan taleb etmiştim (bilemiyorum), yoksa o (kendiliğinden) mi "Seyretmek ester misin?" buyurdular. Ben: "Tabii!" dedim. Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üstünde olduğu halde durduk. "Ey Erfideoğulları göreyim sizi (oynayın)!" diyordu. Ben usanınca(ya kadar böyle devam ettik. Usandığımı farkedince): "Yeter mi?" buyurdular. Ben: "Evet!" dedim. "Öyleyse git!" dediler."
* Hakîm İbnu Ebî Hürre el-Eslemi'nin anlattığına göre, "İbnu Ömer radıyallahu anhümâ'nın -önceden belirttiği bir günde oruç tutmaya nezreden bir kimsenin, nezrettiği o günü, Kurban veya Ramazan bayramlarına rastladığı taktirde, nezrini yerine getirip getirmeyeceği hususunda- şöyle dediğini işitmiştir: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'da sizin için güzel örnek vardır. O, ne Kurban ne de Ramazan bayramlarında oruç tutmamıştır. Üstelik o günlerde oruç tutmayı uygun da görmemiştir:" Soru sahibi sorusunu tekrar edince İbnu Ömer: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm nezre uymayı emretmiştir, iki bayram gününde oruç tutmayı da nehyetmiştir" demiştir. Soru sahibi sorusunu yine tekrar edince eski cevabına ilavede bulunmamıştır."
* Sa'd el-Karaz radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam bayram namazlarına giderken Sa'id İbnu Ebi'l-As'ın mahallesinden geçer, sonra çadırların bulunduğu yerden geçer, namaz dönüşünü başka bir yoldan yapar, Beni Zürayh'ten Ammar İbnu Yasir'in evine, oradan Ebu Hureyre'nin mahallesine, oradan Balat'a geçerek (evine gelirdi)."
* İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam ashabına fıtır sadakasından yedirmedikçe Ramazan bayramı günü bayram namazına çıkmazdı."
PIRLANTA SERİSİ...
Bayram, bütün bir ramazanın özü, usâresi ve ötelerin sihirli vâridatıyla gelir boşalır başımızdan aşağı ve bize bitiş içinde başlangıcın müjdesini verir. Böyle bir müjdenin duyulup hissedilmesi, fertten ferde, toplumdan topluma değişebilir; geçirilen ramazanın derinden duyulması, gönüllerin ramazan rengine boyanması, şuurların ötelere ve ötelerin de ötesine uyanması ölçüsünde bayram da daha bir nazlı gelir, daha bir farklı yaşanır ve daha bir büyülü geçer.
Gönüllerin derinliğinde duyulan bir bayramda her ses, her soluk, her hareket, her davranış ruhlara tesir eden müphem, fakat sihirli öyle beyan tarzlarıdır ki, azıcık ifade ve hâlden anlayanlar için daha müessiri olamaz. Genç-ihtiyar, kadın-erkek, alim-cahil, talebe-muallim, işçi-esnaf gönlünün menfezleri az açık olan hemen herkes belli bir seviyede bu beyanın sihriyle otururkalkar ve bulunduğu her ortam da bayram rengiyle tüllenir, bayram sevinciyle tebessüm tebessüm bütün gözleri okşar ve gönüllere kevserler gibi akar.
Bayram, her kesimden insana fevkalâde mûnis gelir.. hemen herkesin içine işler.. herkese kendini dinletir ve ne yapar yapar herkesi mutlaka kendi atmosferine çeker. Kimseye karşı cebir kullanmaz, protokollere bağlı kalmaz, açık-kapalı kendisini kabul etmeyenleri tehdit etmez, ama herkes ona yürekten, gönüllü ve selim fıtratının tabiî insiyakları ile koşar; koşar ve onu kutlamaz, sadece yaşar.
Bayrama eren bütün inanmış gönüller, onun senelere denk ışıktan saniyelerini yaşarken, kendilerini hep sevincin, neş'enin bürüdüğü sırlı bir atmosferde sanır ve gezip dolaştıkları her yerde, yukarılardan başlarına bir şeylerin boşaldığını, boşalıp ruhlarının derinliklerine kadar her yanlarını sardığını duyar; bütün benlikleriyle o vâridatın kaynağına yönelir; derken, canlı-cansız çevrelerindeki her varlığın eriyip gittiği ihsaslarıyla kendilerini ötelerin davetlisi birer misafir gibi düşünerek hep sınırlarını aşkın yaşarlar. Böyle ruhanî bir atmosferde kendi mevhibelerini duyup seslendirmesini bilenler, marifet ufuklarının aydınlığı ve zenginliği, aşk u şevklerinin canlılık ve harareti ölçüsünde, hayatlarına bu engin hislerini karıştırarak, her zaman, kendileriyle beraber çevrelerindekilerini de lezzetten heyecana, aşktan insanî münasebetlere sürükler dururlar.
Ramazanda çok defa, her ses, her soluk, her davranış bize, âdeta beşiklerimizin başında ninni söyleyen annelerimizin içli nağmeleri gibi gelir. Bazen bu sözleri, bu düşünceleri o kadar ince, bu tavırları ve bu davranışları o kadar yumuşak buluruz ki, gezip dolaştığımız her yerde, aldığımız bu nezaket banyosuyla kendimizi kuşlar gibi hafiflemiş, ruhanîler gibi de mekân üstü bir hâl almış zannederiz.
İnsan, bayramda karşılaştığı birinden gördüğü muameleyi, karşılaşacağı daha başkalarından da göreceği mülâhazasıyla, gün boyu, realitenin elinden yudumladığı zevk ve lezzetlerin yanında, iyiliğe bu kadar açık insanlardan göreceği mutasavver hazları da doya doya yaşar; realitelerle tasavvur ve tahayyül dünyasından kendine göre yepyeni bir âlem inşa ederek, mekânın dar üç buuduna karşılık ve zamanın izafîlik esprisine dayalı göz görmemiş, kulak işitmemiş, dünyevî aklın sınırlarını aşkın bir sihir dünyasında dolaşır durur.
Evet bayram, bazen tam bayramlaşabilmiş insanlarla o kadar aşkınlığa erer, o kadar ledünnîleşir ve o kadar Cennetin Cuma Yamaçlarına dönüşür ki, insan yer yer onu kendi dublesi, zaman zaman da melek tüylerinden örülmüş kanatları gibi hisseder ve gezdiği her yerde bu gizli refîkin azizliğini görür ve heyecanını yaşar. Gerçi bayram, bir ölçüde herkese kendi boyasını çalar; herkesi kendi gibi söyletir ve herkese hükmettiğini bar bar bağırır ama, onun bazı ruhlar üzerindeki tesiri daha bir başkadır.
Bazen bayram, minarelerin gülbanklar gibi gürleyen sesinde, mihrapların ukbâ buutlu iniltisinde o denli farklılaşır ve aşkınlaşır ki, o eşref saatlerde hemen pek çok kimse, göklerin bütün mânâ ve usârelerinin üzerlerine boşaldığını ve ötelere ait esrarın sağanaklaştığını sanır ve her an ayrı bir cennet duygusu yudumlar durur.
Hemen her bayram, onda füyuzât hislerimizi coşturacak âmillerin güçlülüğü nispetinde, onu başımızın üstünde ışıktan, renkten, mânâdan, ruhtan örülmüş bir kubbe gibi tahayyül eder ve kendimizi, o kubbede bulunan irili-ufaklı menfezlerden sonsuzu temâşâ etme konumunda hissederek, imanın mü'minlere kazandırdığı bu engin mülâhaza sayesinde, bu daracık zaman ve mekânın ne kadar çok buutlu olduğunu düşünür; çok kanatlı, çok buutlu melekler gibi duygu ve düşüncelerimizle bir yerde fakat çok aynada, hâl fânusu içinde ama kanatlarımızı hem mâziye hem de âtiye açılmış görür, çok zamanlılığı ve çok mekânlılığı birden yaşarız, hattâ bazen bu mülâhaza daha da genişleyerek bizimle beraber başkalarını da içine alacak vüs'ate ulaşır ve bütün bir inananlar olarak, henüz vicdanlarımızda imanî bir nüve mahiyetinde varlığını hissettiğimiz Cennette, ruhların uçuşup durduğu tepelerde, onlarla beraber kanat çırpıp sonsuza uçtuğumuzu düşler; liyâkatlerimizi aşkın bu bin bir vâridat karşısında her birerlerimiz, "Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?" mırıltılarıyla hayretlerimizi ifade eder ve kendi kendimize "meğer bayram buymuş!" deriz.
Bazen, Rahmeti Sonsuz'a olan inançlarımızın feverânı sayesinde, vicdanlarımızda patlayıp çevremize yayılan ışık tufanları, etrafımızdaki maddî çeperleri darmadağınık edip her yanı öyle bir nura gark eder ki, vicdanın çok menfezli o engin rasathanesinden gökleri bütün derinlikleriyle temâşâ eder gibi olur, varlığın perde arkası esrarına ulaşır, bu dar âlem içinde yeni âlemlerin inkişâfını yaşar, tecessüs ve hayallerimizde de olsa, şu birkaç buutlu mekânın üstüne çıkarak, mekânların "lâmekân" olduğunu, cümle cisimlerin cân olduğunu, Hak tecellilerinin ayân olduğunu duyar gibi olur, iliklerimize kadar üprerir; mehâbet ra'şelerinin yanında muhabbetin sıcaklığını da hisseder ve "Ey Rab Senin varlığını duymak bir cennet / Ne olur beni de bu duygu ile âbâd et" der, ona intisapla yaşamanın ne erişilmez bir pâye olduğunu zevk eder.. "Hazîretü'l-kuds"e daha yakın olma yollarını araştırır.. hep O'na koşar.. O'na bağlı yaşar.. O'ndan ötürü her şeyi kucaklar.. baharları zevkle temâşâ eder.. çiçekleri koklar.. varlıkla hasbihâl içinde olur.. zaman gelir, dağlarla, tepelerle, ovalarla, obalarla söyleşir.. hayat ve varlık karşısında mü'min olmanın bütün hususiyetlerini ortaya koyar.. ve sık sık en nazlı dilekler, en içten iniltilerle O'nun kapısının tokmağına dokunur, sonra başımızı o kapının eşiğine koyarak içimizi sadece O'na dökeriz.
Ezanlar, kâmetler, namazlar, dualar, münâcâtlar, istiğfarlar, iç murakabeler farklı yöntemlerle o kapıya yönelmenin birer remzi ve işaretidir. O kapının önünde yükselecek bu ses ve bu davranışlar, ruhun solukları olması ölçüsünde, ötelerde nasıl kabul görür onu bilemem ama, biz, bazen varlığımızın, o duyuş ve söyleyişler içinde eriyip gittiğini hissederiz. Öyle ki bazen, içimizden kaynayıp gelen duyguları ifadeye kelime yetiştiremediğimizden fokur fokur kaynayan bir sükûta gömülür ve sessiz infiallerimizle, bu içli, bu derinden, bu ledünnî durumumuza bir yerden cevap verileceğini, bizim susmamıza bedel, ötelerin sesinin gürül gürül yükseleceğini beklemeye koyuluruz. Meleklerden mi, ruhanîlerden ki, yoksa kendi vicdanlarımızın meçhul bir menfezinden mi kopup geleceğini beklediğimiz böyle bir sesi net duymasak bile, mutlaka cevap verildiğine ve verileceğine inancımızla, ürpertilerimizde onu duyar gibi olur, haşyetle sarsılır veya sevinç gözyaşlarıyla boşalırız.
Hemen her zaman, böyle bir ruh hâliyle, hayata bakışımızın değiştiğini, her varlık ve hadisenin bir farklılaşma süreci yaşadığını görür gibi olur, içine sürüklendiğimiz bu fevkalâdelikler karşısında, bizden olmayanların hiçbir zaman duyamayacakları, bizi anlayamayanların kat'iyen anlayamayacakları neler duyar ve neler hissederiz..!
Bu duygu ve bu hisler sayesinde bazen, erken dönemlerde ve iptidâî bilgiler mahiyetinde ruhumuzun derinliklerine yerleştirilen o mukaddes fakat müphem gerçeklerin, kuvve-i inbâtiyesi iman ve nur olan kalb yamaçlarında, nasıl çiçekler gibi açtığını, bir çocuk saffetiyle kabullendiğimiz o mücerret hakikatlerin ne kadar varlığımıza ait olduğunu duyar ve içlerimizde sessiz sessiz uyuyan esrarın nasıl tomurcuklaştığını, nasıl meyveye yürüdüğünü hayretler içinde zevk ederiz.
Hâsılı, her bayram bizim dünyamızda, bir dolunay gibi doğar.. ufkumuzu bir gökkuşağı gibi tutar.. ışık kaynağı ötelerden, bize donanma gecelerinde göremeyeceğimiz şehrâyinler yaşatır.. arz üzerinde uğradığı hemen her dairede, bir teşrifat üslûbuyla bizler gibi bütün başkalarını da ayağa kaldırır.. şivelerin en mükemmeli, nağmelerin en tatlısıyla ruhlarımıza demet demet besteler sunar.. îmâ ve işaretleriyle meraklarımıza kapılar aralar ve gönüllerimize uhrevîlikler fısıldar.
KURBAN VE HİZMET
Kurban bayramında talebeye himmet elini uzatmak için maddî-manevî gayretten geri kalmayan arkadaşlar, o anda Arafat'ta ve Müzdelife'de olan kimselerin sevabına denk, belki de daha çok sevab kazanmış olabilirler. Zira hacdakilerin himmeti şahsî, burada bulunanlarınki ise içtimaî; orada şahsî füyuzatın artırılması, burada ise bir milletin yeniden ihyâsı söz konusudur.
BAYRAM
Gün doğa ülkemize
“Bayram o bayram olur.”

Bayram bir neş’e ve sürur günüdür. Bilhassa ma’nâsını bilenler için. İnsanlar sevinçli ve huzurlu görünürler bayramlarda. Yaratıcı’nın affına mazhar oldukları, cürm ü hatalardan kurtuldukları, geçmişi ve geleceği bir kere daha iç içe yaşadıkları için...
Her bayram, milletin gönlünde bir huzur, vatanın simasında bir sürur olarak belirir ve bir sürü hâtıraları tedâî1 ettirmekle de kemâle erer. Bayramların tedâî ettirdiği bu hâtıralardan gönüllere akıp gelen mutluluklar, bazen o günlerdeki zevk ve şenlikleri gölgede bırakacak kadar renkli, derin ve muhteşem olur.
Bizler her bayramda, geçmişi ve geleceği hayâllerimizde yan yana getirerek, muhteşem atalarımızın elleriyle, gökçek yüzlü torunlarımızın başlarını aynı anda öper, mâzî ve müstakbelin bütün mutluluklarını vicdanlarımızda duyarak, sonsuz zevklere ereriz. Karamsar ve bedbin gönüller bundan birşey anlamasalar bile, geçmiş dâsitanî bütün renk ve cümbüşüyle, gelecek bin şevk ü tarabıyla, her bayram, başlarımızın üzerinde bir gökkuşağı haline gelir ve bize en parlak şehrâyinler ve donanma geceleri yaşatır.
Evet, hangi saadet vardır ki geçmişimize ait tabloların bütününü, geleceğe ait en çarpıcı manzaralarla yan yana müşahede etmekden doğan gönüllerimizin mutluluklarla dolmasına denk gelebilsin!..
Duygu, düşünce ve kalbi itibariyle hazır zaman gibi, geçmiş ve gelecekle de alâkadar olan, onlardaki haz ve zevkleri vicdanında duyabilen insan ruhu, bayramı böyle kanatlanmış ve zamanın üstüne çıkmış olarak, çok farklı buudlarda idrak eder. Bu ma’nâda idrak edilen bir bayram, günübirlikçilerin mesaj ve beyanlarıyla anlatmak istedikleri bayramlardan çok farklıdır. Onların, geçmişten ve gelecekten koparılmış alabildiğine ölgün ve solgun bayramları, çocuklara şeker dağıtmak için tayin edilmiş birer gün olsalar bile, kat’iyyen bayram sayılamazlar.
Her bayram; bana, geleceğin rengârenk şehrayinleriyle gelir, en tatlı ve en çarpıcı tarihî levhaları kalbime aksettirir öyle gider. Ben, o gelip giden bayramlarda, maddî-mânevî irfana ermiş, duyguları itibariyle incelmiş,ruhuyla bütünleşmiş ve birbiriyle sarmaş dolaş, geleceğin mutlu nesillerini hayalen seyreder mest olurum. Gözümün önünde kafası fen ve teknikle, kalbi Yüce Yaratıcı’ya imân, O’na muhabbet ve varlığa sevgiyle dolu, itmi’nâna ermiş insanlar belirir. Onların, gönlüme boşalttıkları ruhanî zevklerini, vicdanımda hisseder ve emsalsiz dakikalar yaşarım. O iklimde yaşlıları çok muhterem ve insanlığa yükselmiş, gençleri iffetli ve nefsini frenlemiş, çocukları (günebakanlar) gibi rengârenk ve yukarıdan gelen ışıklarla yüzleri hep aydın, kadınları bu sihirli cümbüşün hazırlayıcısı olarak tahayyül eder, iliklerime kadar hazlara gömülürüm.
Ve yine o iklimde, idare en hassas ve usta ellerin işlediği gergefler gibi ölçülü, nizam ve asayiş, kaneviçeden çıkmış bir nakış mevzuniyeti içinde belirir gözümün önünde... Teb’a ve “Başyüceler” topluluğu yan yana ve âhenk içindedir geleceğe ait bu senaryoda. Adalet coşkun ve şehbal açmıştır her tarafta, zulüm sarsık, yılgın ve mecalsizdir. Ne zalimin hayhuyu duyulur o alemde ne de mazlumun iniltisi...
Mektebler kâinatın sırlarını çözmeye çalışan birer laboratuar gibi sıra sıra geçer hayâlimden bayramlarda. Ve çıraklarını gökler ötesi esrâra ulaştıran yüce kamet muallimler görürüm o mekteblerde. Yüzlerinde aydınlık, içlerinde samimiyet ve düşüncelerinde istikamet, yüce muallimler...
Bayramlarda, davul sesi duyar gibi olurum serhad boylarında!.. Ve gürül gürül fatih orduların tarrakaları gelir kulaklarıma. Dünya muvazenesi için tehlikeleri göğüsleyen ve devletler arası dengeyi temin uğrunda, yaşama haz ve zevklerini feda etmiş fatih orduların tarrakaları...
Her bayram böyle rengârenk ve gülbanklarla doğar ruhuma. Her bayram ilhamları ve hatırlattıklarıyla mest eder gönlümü. Yunmuş, yıkanmış ve bütün bütün yenilenmiş hissederim kendimi. Hissederim de keşke: “Hep bayram olsaydı” derim!..
Bazılarına göre bunlar birer hayâl, bazılarına göre de binlerce misâli geçmiş yüce bir ideâl ve emareleri çoktan ufkumuzda belirmiş ölümsüz hakikate kısa bir meâl...
RİSALE...
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni'-i Hakîm; şu dünyayı, Âlem-i Ervah ve ruhâniyyat için bir bayram, bir şehrâyin Sûretinde yapıp bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in'amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt'ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagîrenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvatı seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl târifinden âcizdir. Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise: rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır. Bir ciheti şudur ki:
Sâni'-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahatâ bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, Âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sâir zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriyye-i Rabbâniyyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniyye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mâneviyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi insâniyyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder. Rahat-ı kalb ile gider...
NÜKTELER...
KURBAN
İbrahim Peygamber, oğlu İsmail ile hanımı Hacer'i Mekke'ye yerleştirmiş; Filistin topraklarına geri dönmüştü. Hazret-i İbrahim ara sıra Mekke'ye geliyor, oğluyla birlikte dağlara odun toplamaya, yiyecek bulmaya gidiyorlardı. Yine Hazret-i İbrahim Mekke'de olduğu bir gündü. Vakit gece yarısından sonraydı. Hazret-i İbrahim uyuyordu. Rü'yasında bir ses şunları söylüyordu: - Ey İbrahim! Allah, oğlun İsmail'i kurban etmeni emrediyor." Hazret-i İbrahim korkuyla uyandı. Gördüklerinin gerçek olup olmadığını düşündü. Bu rü'ya Allah'tan mı idi, yoksa Şeytan'dan mı, bir anda kestiremedi. Fakat içine bir şübhe düşmüştü.
Rü'yayı gördüğü vakit, Kurban Bayramından 2 gün önce idi. Ertesi gün (arefe günü) yine aynı vakitte, aynı rü'yayı gördü. Rü'yanın Allah'tan olduğuna artık kanaati gelmeye başlamıştı. Kurban Bayramının 1. günü de yine aynı rü'yayı görünce, rü'yanın Allah'tan olduğuna tam kanaat getirdi. "Bu, Allah'ın bir imtihanı" diye düşündü. Bu gerçekten de bir dostluk imtihanı idi. Dost dostu için sevdiği herşey'ini feda etmeliydi. Allah, Hazret-i İbrahim'i kendine Halîl, yani dost seçmişti. Şimdi de onun bu dostluğa lâyık olup olmadığını denemek istiyordu. Sevdiği en kıymetli varlığı olan oğlunu kendine kurban etmesini istemesi, bu yüzdendi. Ancak insanın sevdiği en kıymetli varlığını gözden çıkarması çok zordu. Onun için Allah, Hazret-i İsmail'i kurban etme emrini, Hazret-i İbrahim'e doğrudan doğruya vermemiş; 3 gece üst üste rü'yasında göstererek yavaş yavaş alıştırmıştı. O günden sonra, insana kabûlü zor gelen bir haberi birden vermemek, alıştıra alıştıra, yavaş yavaş vermek âdet olmuştur. *
Hazret-i İbrahim, o sabah oğluna ip ve bıçak almasını, birlikte oduna çıkacaklarını söyledi. Bu onların her zamanki âdetleriydi. Hz. İsmail hiçbir şeyden şübhelenmemişti. Yanlarına ip, bıçak ve balta alarak yola koyuldular. Minâ mevkiine gelince Hz. İbrahim gördüğü rü'yayı yavaş yavaş oğluna anlatmaya başladı. Allah tarafından büyük bir imtihana tâbi tutulduklarını bildirdi. Hazret-i İsmail'de, babasının anlattıkları karşısında en ufak bir üzüntü, tereddüd ve telâş meydana gelmemişti. Hayatı veren ve alan Allah değil miydi? Hayatın sâhibi olan Allah, şimdi ondan, verdiği hayatı kendisi için geri istiyordu. Bundan daha şerefli bir ölüm tasavvur olunabilir miydi? Hazret-i İsmail bunları düşünerek, tam bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi. Babasına şu cevabı verdi: "Babacığım! Ne ile emrolundunsa o işi yap. Beni inşâallah sabreden bir insan olarak bulacaksın..." Oğlunun bu cevabı, Hz. İbrahim'i hem sevindirmiş, hem de duygulandırmıştı. Gözleri yaşarmıştı. Büyük bir sevgiyle, yüksek bir îmanın sâhibi olan oğluna bakıyordu. Böyle bir oğul sâhibi olmakla iftihar ediyordu. Hazret-i ibrahim oğlunu sağ yanına yatırarak Allah'ın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Oğlunun gözlerini bağlamıştı, bıçağı görerek acı duymasını istememişti.
Bu hâdise, Minâ'da, şimdi kurbanların kesildiği yer civârında cereyan ediyordu. Hazret-i İbrahim, oğlunun boynuna bıçağı sürmek üzere Bismillâh çekti. "Ey Rabbim, işte emrini yerine
getiriyorum" diye söylendi. Bıçağı Hz. İsmail'in boynuna sürdü. Fakat bıçak kesmedi. Çünkü, Allah'ın murâdı, Hz. İsmail'in kurban edilmesi değildi. Bu hadise ile İbrahim âilesinin sâdakat ve sabırlarını meleklere ve bütün insanlığa göstermek istiyordu. Bu bir dostluk ve bağlılık imtihanı idi. Allah dostu olan Hazret-i İbrahim ile oğlu, en sevdikleri varlıklarını; İbrahim (as) oğlunu, İsmail (as) ise canını, seve seve Allah'a verebileceklerini isbatlamışlardı. Allah'a bağlılıklarını tereddütsüz göstermişlerdi.
Kısacası bu müthiş imtihanı en güzel şekilde kazanmışlardı. Hazret-i İbrahim, bıçağı yeniden İsmail'in boynuna sürmeye hazırlanırken bir ses duydu. Ses: Ey İbrahim! Sâdık biri kul olduğunu isbatladın. Allah dostu bulunduğunu herkese gösterdin. Dur artık! İsmail'i kesmene lüzum kalmadı," diyordu. Hazret-i İbrahim durdu. Etrafına bakındı. Gökten Hazret-i Cebrâil'in, gözleri sürmeli, boynuzlu bir koç ile yere inmekte olduğunu gördü. Cebrâil Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim'i tebrik ediyor: - Ey İbrahim! Bu koç 40 senedir Cennet'te beslenmektedir. Şimdi oğlun İsmail'in yerine onu kurban etmen için yeryüzüne gönderildi..." diyordu. Hazret-i İbrahim sonsuz bir sevinçle oğlunun gözlerini çözdü. Koçu Cebrâil'den alıp kurban etti. Allah'ın bu büyük lütfundan dolayı devamlı şükür namazları kıldı. O günden beri, bütün Müslümanlar, Hazret-i İsmail'in kurtuluşunu kutlama ve Allah'a şükran borçlarını ödemek üzere, her sene aynı gün kurban keserler. Kurban kesmek, hâli vakti yerinde olan Müslümanların üzerine vâcib bir ibâdettir.

MELİKŞAH VE BAYRAM GÜNÜ TESBİTİ
Onun bu eşsiz ihlâsından olacak ki, çevresine daima ilmiyle âmil din âlimleri toplanmış, herhangi bir yanlış hareket ve icraatında onu ikaz edip doğruya yöneltmişlerdir. Nitekim bir bayram günü tesbitinde bunun canlı bir misâlini görmekteyiz. Hilâli görme söylentisinin yaygınlığına bakarak Melikşah, yarınki günün bayram olduğunu ilân etmiş, ancak âlimler, bayramın girdiğini bildiren hilâlin söylenti ile tesbit edilemeyip bizzat iki şahidin şehâdetiyle sabit olacağını ifade ile, yarının bayram olmayıp oruca devam günü olacağını verdikleri fetva ile açıklamışlardı.
Böylece fetvaya imzasını atan büyük âlim Cüveyni, mesuliyeti üzerine alarak mes'eleyi müdafaa etmişti. Halk ise, Sultan'dan mukabil bir açıklama gelmediğinden, fetva gereğince hareket ederek ertesi günü de oruç tutmuş. bayramı ondan sonra yapmıştı.
Bayram ziyaretinde Melikşah, münasip bir lisanla bu fetvanın devlet işlerine karışmak mânasına geldiğini, İmamü'1-Haremeyn Cüveyni'ye hatırlattı. İmam ise şu karşılığı verdi: "Sultanım, devlet işlerine karışmak aklımızdan geçmez. Hem devlet emirlerine itaat bizim üzerimize vaciptir. Ancak oruç bir devlet işi değil, bir din işidir. Orucun ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini, din adamı bilir, devlet adamı değil. Bu sebeple biz devlet işine karışmadık, siz din işine karışmış oldunuz."
Melikşâh, bu sözlere zerre kadar kızmadığı gibi, hiçbir itirazda da bulunmamış, bilâkis ondan sonra din işlerine ait hükümleri din adamlarına havale etmekte titizlik göstermiştir.
NUMAN İSMİNİN BAYRAM OLMASI
Ankara'nın Çubuk kazasına bağlı Solfasol (Zülfazıl) köyünde 1352'de (H. 753) dünyaya gelen Numan, babası Ahmed Koyunculu'nun gayret ve çabalamasıyla ilk tahsilini civarda bitirdikten sonra. Bursa'ya gitmeye muvaffak olmuştur. Bursa, o günün tam mânâsıyla bir ilim ve irfan merkezidir. Nitekim ilk Şeyhülislâm Molla Fenâri, Yıldırım'ın Ulu Cami başimamı Süleyman Çelebi, tasavvuf büyüğü Emir Sultan ve fırın işletip ekmek sattığı için kendisine Somuncubaba denen Şeyh Cemalüddin-i Aksarayi gibi zâtlar hep Bursa'dalar. Çevrelerine mânâ ışıklan serpip, ilim, irfan nûru yaymaktalar. Buradaki tahsil devresinde emsallerinden çok üstün bir muvaffakiyet gösteren Molla Numan, medrese ilimlerini bütünüyle hem de iyi derecede ikmal edince, onu Ankara'da Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'ye müderris tayin ederler. Ankara medresesinin başmüderrisi olan Numan, bu sırada halkın derin saygı ve hürmetini kazanır. Ama o yine de huzur bulmaz, bu şan ve şöhretin aldatıcı şeyler olduğunu düşünerek mânevi eksikliklerinin bulunduğunu düşünmekten geri kalmaz. Böyle mânevi muhasebe içinde kıvrandığı günlerden birinde kendisine tanımadığı biri gelir, uzattığı bir mektubu okumasını rica eder.
Mektup, Kayseri'de bulunan mânâ büyüğü Cemalüddin-i Aksarayi'den gelmekte, kendisini Kayseri'ye dâvet etmektedir. Şeyhin değerli talebesi Şücaaddin ile birlikte yola çıkan Müderris Numan, bir Kurban Bayramı gününde Kayseri'ye varıp. Şeyhin huzuruna girer. Bundan çok memnun olan Şeyh, ayağa kalkar: "Bilmem bu iki bayramın hangisiyle sevineyim" der. Müderris Numan'ın gelişini de ayrı bir bayram telâkki eder.
İşte bundan sonradır ki, Numan ismi bırakılır, Bayram ismi söylenmeye başlanır. Buradaki ikameti müddetince Şeyh Cemalüddin-i Aksarayi'den mânevi feyizler alıp ihlâslı irşadlarını iyice benimseyen Bayram, Şeyhiyle birlikte hac yolculuğuna da çıkar. İlk önce Şam'a, daha sonra da Mekke'ye varırlar. Geçtikleri yerlerin ilim ehli. irfan sahibi zâtlarını görüp ziyaretlerinde bulunurlar. Hac'dan sonra tekrar Ankara'ya dönen müderrisimiz, artık "Hoca Numan" değil, "Hacı Bayram"dır. Şeyhinin iltifatıyla Bayram ismini almış, gittikleri hac münasebetiyle de Hacı sıfatına lâyık olmuştur. Hacı Bayram, artık doğduğu Solfasol köyüne yerleşir, iktisab ettiği tasavvuf ilmiyle çevrede İslâmi hizmete başlar...
RAMAZAN BAYRAMINA GİRERKEN
Mü'minler olarak bir ay boyunca Allah için oruç tuttuk. Öyle bir oruç ki, seheri bir başka, sahuru bir başka; öğleni, ikindisi, akşamı, iftarı bir başka!... Ya teravihler?.. Çocuğuyla, genciyle, yaşlısıyla camilere koştuk, "Donandı her yer kandiller ile/Doldu camiler mü'minler ile" diyerek...
Oruç ayına önce hoş geldin dedik, sonra merhaba, daha sonra da elveda! Bugün ona elveda demenin hüznü ile doluyuz. Ancak kurulmuş gönül pazarında, can içre canan bulma, balı yağa katıp cevher satma, cevahir bahşeden dükkana kavuşma hayali için de bir elveda... Demek ki bu, bildiğimiz türden bir elveda değil, sonsuza kadar bir hoş geldin,,.
Şükür Mevlâ'ya, binlerce şükür, rahmet-i İlahiyeye daldık bu ayda. İlahi mağfirete erişme ve cehennemden azat yolunda ümitlendik, hız kazandık bu ayda..
Yolda kalan zavallıyı, açta açıkta kalan fakiri, pideyi baklava niyetine yiyen miskini düşündük bu ayda. Yetimin elinden tuttuk, zekat verdik, fıtır sadakası dağıttık. Allah kabul eder ümidiyle ve herkes sevinsin, gülmeyen bir yüz, ferahlamayan tek bir ev bile kalmasın diye... Milli ve manevi dertlerimiz için ağladık, gözyaşı döktük bu ayda. Dua ve niyazlarımız hicabı, engeli aşabildi mi? 'Aşabildi' diye ümitlendik bu ayda. Cennet kapıları ardına kadar açıldı, cehennem kapıları sonuna kadar kapandı bu ayda... Nefs-i emmareden levvâmeye, levvâmeden mutmainneye doğru kanatlandık, ümitlendik bu ayda.
Her şeye rağmen "Görmez, duymaz, hissetmezler" var ise Yunus'umuzun "Kördür münkirin gözü âlem münevver ise" mısrasını tekrarladık bu ayda, hâlâ gaflette olanlar için hayıflandık bu ayda...
Öyle bir bayrama giriyoruz ki, gönül alışverişimiz doruğa tırmanacak; dargınlar, barışmak bir yana dostlaşacaklar; yüzler gülecek, gülücükler yağdıracak; küçükler mutlu, büyükler hem mutlu hem de umutlu; evlatlar, öğrenciler taatlı, itaatli; anne-babalar, öğret-menlerse duâlı, niyazlı olacaklar. Son söz Yunus'un: "Şükür minnet ol Allah'a gönlümüzü şad eyledi."

RAMAZAN BAYRAMI
Peygamber Efendimiz (sas) Medine'yi teşrif buyurdukları zaman Medinelilerin iki bayramları olduğunu görmüştü, o günlerde oyunlar oynuyorlar, şenlik yapıyorlardı. Bunu müşahede eden Sevgili Peygamberimiz (sas) şöyle buyurdu:
"Allah Teala iki bayrama bedel daha hayırlılarını, lyd-ı Fıtr (Ramazan Bayramı) ile Iyd-ı Edhâ (Kurban Bayramı) günlerini tahsis etmiştir."
(et-Tâc, I, 309)
Böylece Asr-ı Saadet'ten beri bütün İslâm âleminde bir yılda iki defa dini bayram kutlanagelmiştir. Müslümanlar bayramların huzurlu sabahında o günlerin manevi havasını ortaklaşa hissetmenin bahtiyarlığına ererler.
Bağışlama ve Mükafat Günleri
Müslümanlar bir ay boyunca sahura kalktılar, besmele ile sahur yemeğini yediler; seherde Hakk'ın divanına el açıp yalvardılar, yakardılar, tövbe, istiğfar, dua ve niyaz ettiler. Gündüzleyin her türlü meşakkate Allah rızası için katlanarak aç-susuz kaldılar, oruçlarını tamamladılar, kulluk imtihanından başarı ile geçtiler, akşam ezanıyla dualarla iftar ettiler; ruhi ve manevi hazzın doruğuna tırmandılar; sofralarında yoksulları, yetimleri, kimsesizleri doyurdular; ailece, çoluk-çocuk iftarın sevincim paylaştılar... Teravihe gittiler, o coşkun cemaatin içinde rükuya eğilip, secdeye kapandılar; kalplerindeki kinleri, hırslan, düşmanlıkları birer birer attılar, terk ettiler ve mütevazı, olgun, samimi birer kul oldular.
Bir ay boyunca her gelen günü evvelkine göre daha da şuurla değerlendirdiler; gün geldi kendilerini nefs muhasebesine tabi tuttular, iç dünyalarında kendileriyle hesaplaştılar, eğilmeyen başlar da secdeye kapandı. Hakk'a kul olmanın zevkine erdi; günah vadilerinde koşanlar o şerli yollardan çoktan döndüler; sevaplara, hayırlara ve iyilik yollarına yöneldiler. Mü'minler bir ay boyunca sadece aç kalmadılar, sadece midelerine oruç tutturmakla yetinmediler; ellerini, ayaklarını, dillerini, gözlerini, kulaklarını dinimizce haram olan ve yasak olan her söz ve davranıştan sakındırdılar... Bu ayda midelerle beraber bütün diğer organlarımız da oruç tuttu. Ayaklar kötülüğe yürümedi, eller zulme aracı olmadı, gözler şerri görmedi, kulaklar ahlaka uymayan sözleri dinlemedi, diller dedikodu ve gıybetten sakındı.
İşte bu ciddi çabanın ürünlerini bugün mü'minler devşirecekler. Bugün İlahi bağışa erecekler; bugün yüzler gülecek, gönüller sürurla dolacak, evler şenlenecek.
Kardeşlik-Birlik-Dayanışma Günleri
Bayram günleri kardeşlik duygularının en geniş bir şekilde ortaya çıktığı günlerdir. Bugün dargınlar barışmalı, dostlar kaynaşmalı; büyük-küçük herkes üzerine düşeni yapmalı... Akrabalar birbirlerini ziyaret etmeli, anne-babaların elleri öpülmeli, hal ve hatırları sorulmalı, baba dostları ziyaret edilmeli... Dargınların barıştırılması için teşebbüste bulunmalı, böyle teşebbüsler desteklenmelidir... Bugün çocuklar en güzel elbiseleri giyinmeli; yetimler yoksullar, kimsesiz çocuklar unutulmamalı. Unutmayalım ki bir öksüzün ayağını rahatsız eden diken çıkarıldığında, Cenab-ı Hak o dikenden nice manevi güller açtıracak ve kabir hayatında o hayır ve iyilik sahibini mutlu kılacaktır. Kabirlerinin gül bahçesine benzemesini isteyenler bayramda yoksulların, öksüzlerin, kimsesizlerin gönüllerini alsınlar, onları yardımlarıyla sevindirsinler... Yine unutmayalım ki, kimsesiz bir çocuğun ayağına giydirdiğimiz bir çift pabuç, mahşer gününde, bizim en sıkıntılı zamanımızda şefkat vesilesi olarak karşımıza çıkacaktır; hasılı, yapacağımız her çeşit hayır, iyilik ve yardım asla karşılıksız kalmayacaktır!..
Bugün Hiç Kimse Unutulmamalı
Bugün işimiz bayramın öngördüğü kardeşlik halkasını genişletmek ve bayramın huzurunu teneffüs etmek, bayramın mutluluğunu manen sindirmektir. Bugün hiç kimse ihmal edilmemelidir. Bugün ağlayan gözler gülmeli, inleyen hastalar teselli edilmeli, kederli gönüller şenlendirilmeli, büyükler ziyaret edilmeli, küçükler sevindirilmeli, dostların hal ve hatırları sorulmalı, uzakta olan akraba ve dostlara tebrikler yollanmalı, bilhassa asker ocağındaki evlatlarımıza mektup yazmalı, bu sevinç gününde onların bayram sevincine de iştirak edilmelidir.
Bayramlar sevinç ve meserret günleridir. Peygamber Efendimiz (sas) bayram günlerinde Habeşli'lerin kılıç-kalkan ile harp oyunu oynamalarına, ashabının da onları seyretmesine izin vermiştir. (Müslim, Salâtü'l-îdeyn, 19) Yine böyle bir bayram gününde def çalıp ezgiler söyleyen kızları seyreden Hz. Aişe'yi bundan engellememiştir. (Müslim, Saiâtü'ı-ideyn, 16) İslâm âlimleri Asr-ı Saadet'te yaşanmış olan bu örnekleri, bayram günlerinde çeşitli eğlenceler yapılabileceği tarzında değerlendirmişlerdir. Tabii ki, bu eğlenceler, dinimizin helal kabul ettiği hareketlerle sınırlı olacaktır. Yani meşru ve mubah olacaktır.
Mademki bayramlar sevinç ve neşe günleridir, o halde bayramların ruhaniyeti ve manevi neşesini karartacak en küçük hatalardan bile kaçınmamız icap eder.
Bayram Namazı
Bayram sabahı mümkünse erken kalkmalı, banyo yapmalı, temiz çamaşırlar ve elbiseler giyilmelidir. Camiye gidilirken acele etmeden vakur adımlarla yürümeli, Allah'ı zikrederek tekbir getirilmelidir. Ramazan Bayramı'nda bayram namazı için evden çıkmadan bazı tatlı şeyler yenilmesi. Kurban Bayramı'nda ise o günün ilk yiyeceğinin kesilen kurban etinden bir şeyler olması sünnet olan davranışlardır. Keza, bayram namazına genç, yaşlı, hatta çocukların bir arada veya peş peşe gitmeleri; bilhassa gençlerin ve çocukların bu vesile ile namaza başlatılması çok isabetli olur. Bayram münasebetiyle ilk defa namaza gelenlere de hor gözle bakılma-malı, öylelerine şefkatle yaklaşılmalı ve güleryüz gösterilmelidir. Belki bu vesile ile onların da dini hayatı sevmeleri sağlanmış olur.
Bayram namazı kılındıktan ve bayram hutbesi dinleyerek dua edildikten sonra cami çevresinde, mahallede, evde, köy odalarında ve şehirlerde örfe göre bayramlaşma, tebrikleşme başlar.
Burada şunu da hatırlatalım ki, bir gün öncesinden bayram namazının kılınışı hakkında bilgi edinmek yararlı olur. Bu, bir din hizmetlisinden (müftüden, vaizden, imamdan) öğrenilebileceği gibi, evlerimizde bulunan "ilmihal" kitaplarından okuyarak da öğrenilebilir. Böylece, senede sadece iki defa kılındığı için unutulmuş olan bilgiler tazelenmiş olur. Ertesi sabah bayram namazı kılarken, herhangi bir şaşırma ve yanılmaya da meydan verilmemiş olur.
KURBAN BAYRAMI
Kurban, belirli bir hayvanı, belirli bir vakitte ibadet niyetiyle kesmektir. Belirli bir hayvandan, "Koyun, keçi, sığır ve deve gibi kurban edilmesi dinen caiz olan hayvanlar" kast olunmaktadır. Belirli vakit ise Kurban Bayramı günleridir.
İmam-ı A'zam Hazretleri'ne göre kurban kesmek Müslümanlara vaciptir. Kur'an-ı Kerim'den delili "O halde Rabb'in için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2) ayetidir.
Fıkıh âlimleri kurbanın vücubuna delil olarak bazı hadisleri de gösterirler. Bunlardan bazılarını burada zikredelim. Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuştur ki:
"Kurban kesin. Zira o, babanız İbrahim'in sünnetidir. "
(A. Davudoğlu, Bulûğu'1-meram, IV, 196)
"Hali vakti yerinde olduğu halde (dini ölçüye göre zengin sayıldığı halde), kurban kesmeyen kişi bizim musallamıza (namazgahımıza, mescidimize) yaklaşmasın!"
(İbn Mâce, Edâhi, 2)
Kurbanı Kimler Keser?
"Hür, mukim (yolcu değil), Müslüman ve dinî ölçüye göre zengin sayılan (nisaba malik olan) kişiler"
kurban kesmekle mükelleftirler.
Kurbandaki dini zenginliğin ölçüsü aynen fıtır şadakasındaki ölçü gibidir. Kurbandaki dini zenginlik ölçüsüne göre bir ticaret malının veya kazanılmış paranın üzerinden zekatta olduğu gibi bir yıl geçmesi şart değildir, artıcı nitelik taşıması da aranmaz. Bu sebeple daha evvel fakir iken, kurban bayramı günlerinde aniden kazanç sağlayan kişiye kurban vacip olur. Daha evvel zengin olup da kurban günlerinde aniden yoksul düşen kişiye ise vacip olmaz.
Yukarıda naklettiğimiz ikinci hadisinde Sevgili Peygamberimiz zengin olduğu halde kurban kesmeyen Müslümanlar hakkında çok ağır ve acı konuşarak, "Onlar bizim musallamıza sakın yaklaşmasınlar!" demiştir. Bu sebeple varlıklı Müslümanlar kurbanlarını kesmeli, birtakım bahanelerle bu önemli ibadeti terk etmemelidirler.
Kurban Edilebilen Hayvanlar
Koyun ve keçi (bir yaşım bitirmiş olmalı veya yedi sekiz aylık olduğu halde, bir yaşını bitirmiş gibi semiz olmalı), sığır (iki yaşım bitirmiş olmalı), manda (iki yaşını bitirmiş olmalı), deve (beş yaşını bitirmiş olmalı).
Bir koyun veya bir keçi yalnız bir kişi adına kurban olabilir. Bir deve veya sığır ise bir ila yedi kişi arasında olabilir. Ancak bu takdirde iştirak edenlerden her biri Müslüman olmalı, her biri hayvanın yedide birine malik olmalı ve Allah rızası için kurbân kesecek bir niyet taşımalıdır.
Kurbanlık hayvanın iki veya bir gözünün kör olması, dişlerinin çoğunun düşmüş olması, kulaklarının kesilmiş olması boynuzlarının birinin veya her ikisinin kökünden kırılmış olması, kulak ve kuyruğunun yarısından fazlasının kopmuş olması, yaradılıştan kulakları veya kuyruğunun bulunmaması, kemikleri içinde iliği kalmamış derecede zayıf olması, kesileceği yere yürüyemeyecek kadar topal veya hasta olması gibi kusurlar böyle bir hayvandan kurban olmayacağını gösterir.
Hayvanın şaşı olması, topal olması (fakat yürüyebilmesi), boynuzlu veya boynuzsuz olması (doğuştan böyle olması), boynuzunun biraz kırık olması, kulaklarının delinmiş veya enine yarılmış olması, kulaklarının uçlarından kesilip sarkık durumda olması, dişlerinin bazısının düşmüş olması, burma olması gibi hususlar ise kurbana engel teşkil etmez.
Kurban Nasıl Kesilir?
Kurban, bayramın ilk üç gününde kesilebilirse de, ilk gününde kesilmesi daha faziletlidir. Elinden gelirse sahibi kesmelidir. Aksi halde bir Müslüman kardeşine kestirir. Kurban, kesilirken kıbleye doğru yatırılır, "Allah'ım! Bu, Sen'dendir ve Sana'dır," dedikten sonra, "Şüphesiz ben, bir muvahhid olarak, yüzümü, o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim. Ben müşriklerden değilim." (En'am, 6/79) ve "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabb'i olan Allah içindir." (En'am, 6/162) ayetleri okunur ve "Bismillâhi Allahü Ekber" diyerek kurban kesilir. Başkasına kestiren kişinin kesenle beraber "Bismillâhi Allahü Ekber" demesi uygundur. Az önce mealleri verilen ayetleri bilmeyenlerin hulusi kalple Allah'a yönelmiş olarak temiz bir niyetle "Bismillâhi Allahü ekber" demeleri de yeterli olur. Ancak bıçağın bileylenmiş olması uygun olur. Böylece hayvana eza verilmemiş olur.
Ashabtan Cabir Hazretleri'nin kurbanla ilgili Peygamber Efendimiz (sas)'den naklettiği bir hadisi burada kaydetmek yerinde olacaktır. Bu zat diyor ki: "Peygamber Efendimiz (sas) kurban kesme gününde boynuzlu, semiz ve burulmuş iki koç kesti. Onları kesmek için yönelttiği zaman 'Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana doğru çevirdim. Ben Allah'a şirk koşanlardan değilim; namazım, öteki hak ibadetlerim, sağlığım ve ölümüm bütün âlemlerin Rabb'i olan Allah'ındır. O'nun ortağı yoktur. Ve ben Müslümanlardanım. Ya Rabbi bu kurban Sen'dendir, Senin içindir, Mubammed'in (sas) ve ümmetinin adına 'Bismillahi Allahü Ekber' dedi' ve kurbanı kesti.

Peygamber Efendimiz, "Kurbanlarınızdan yeyin tasadduk edin ve biriktirin." buyurmaktadır. (et-Tâc, m, 217) Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre bir Müslüman, kesmiş olduğu kurbanın etinden bir miktarını ziyarete gelen misafirlerine ikram eder, bir miktarını yoksullara ve muhtaçlara dağıtır. Bir miktarını da çoluk-çocuğuna (aile fertlerine) ayırır. Her halükârda kurban kesen kişinin iki rekât namaz kılarak Cenab-ı Hakk'a hamd-ü sena etmesi, dua etmesi ve kurbanın Hak katında kabulü için yalvarması uygun görülmüştür.
Peygamberimizin Müjdesi
Bir Müslüman samimiyetle kurbanını keserse kıyamet gününde karşılığını kat kat görecektir. Peygamberimiz (sas) bu konuda şöyle buyurmaktadır: "İnsanoğlu Allah nezdinde kurban gününde kurban kesmekten daha sevgili bir iş işlememiştir. O kurban; kıyamet gününde boynuzlan, postu ve tırnakları ile gelir. Kurban kanının Allah nezdinde büyük itibarı vardır. Kan akıp yere düşmeden kurban kabule geçer, kurbanı temiz ve halis bir kalp ile Allah'a takdim edin." (et-Tâc, in, 209)
Kurbanın Hikmeti

Toplumda zenginler ve orta halliler yanında aylarca et yüzü göremeyen, yarı aç yan tok gezip de durumlarını belli etmeyen onurlu, şahsiyetli yoksullar vardır. Çoğu defa bunlar yüzsuyu dökmezler, kimseden bir şey istemezler. İşte bu tip yoksullar için Kurban Bayramı Allah Teala'nın bir ziyafetidir. Bu İlahi ziyafetle yoksulların da gönülleri alınmış olacak, onlar da toplumdaki refahtan paylarını almış olacaklardır. Bu da sosyal adaletin yaygınlaşmasında ve insanlarımız arasındaki sevgi bağlarının kuvvetlenmesinde etkili olacaktır. Ayrıca kurban kanının akıtılması ile Müslümanda kalbî ve ruhî bir huzur doğacaktır.
Bugün bütün Müslümanların kalbi; dostluk, kardeşlik, sevgi saygı, acıma, yardımseverlik ve dayanışma duyguları ile dopdoludur.. bugün nefretler eriyecek, kinler yok olacak; düşmanlıklar, dargınlıklar sona erecektir. Ana babaların, akraba ve dostların, komşu ve iş arkadaşlarının bayramları tebrik edilecektir.
Dua edelim ki. Yüce Allah'ın rızasını kazanmak için akıtılan kurban kanları, insanlarımızın kalplerinden küskünlükleri, dargınlıkları alıp götürsün! Yerinde sevgi çiçekleri açsın. Ne mutlu, kurbanlarla beraber kalplerindeki husumet duygularını da kurban ederek ruhlarını temizleyebilenlere!.

 
Üst