Besmele

mihrimah

Well-known member
وَقَالَ ارْكَبُوا فيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْريهَا وَمُرْسيهَا اِنَّ رَبّى لَغَفُورٌ رَحيمٌ


Hud / 41. (Nuh) dedi ki: "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir."​
اِنَّهُ مِنْ سُلَيْمنَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ


Neml / 30. "Mektup Süleyman'dandır, rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla (başlamakta) dır."​

يَسَْلُونَكَ مَاذَا اُحِلَّ لَهُمْ قُلْ اُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَمَا عَلَّمْتُمْ مِنَ مُكَلِّبينَ تُعَلِّمُونَهُنَّ مِمَّا عَلَّمَكُمُ اللّهُ فَكُلُوا مِمَّا اَمْسَكْنَ عَلَيْكُمْ وَاذْكُرُوااسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ وَاتَّقُوااللّهَ اِنَّ اللّهَ سَريعُ الْحِسَابِ


Maide / 4. Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar; de ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah'ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın (besmele çekin). Allah'tan korkun. Allah'ın hesabı pek çabuktur.​

فَكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ اِنْ كُنْتُمْ بِايَاتِه مُؤْمِنينَ
وَمَا لَكُمْ اَلَّا تَاْكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُمْ مَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ اِلَّا مَا اضْطُرِرْتُمْ اِلَيْهِ وَاِنَّ كَثيرًا لَيُضِلُّونَ بِاَهْوَائِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِالْمُعْتَدينَ


En’am / 118-119. Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılarak kesilenlerden yeyin. Üzerine Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu bir çokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir.​
HADİS...

* Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden kim bir şey yerse "Bismillah (Allah'ın adıyla)" desin. Bidayette söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: "Bismillahi fi evvelihi ve âhirihi (başında da sonunda da Bismillah)."
* Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğ ne göre: Kızlarına, kurbanlarını kendi elleriyle kesmelerini, ayağını kurbanın boynuna basmayı, keserken tekbir getirip besmele çekmeyi tenbih etmiştir. "
* İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: "(Hayvanı keserken) besmele çekmeyi bir kimse unutmuşsa bunun bir mahzuru yoktur. Ancak kasden terketmiş ise, kesilen yenilmez."
* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtü vesselâm)'a soruldu: "Halk bize et getiriyor, kesilirken besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, ne yapalım?" "Siz besmele çekin, yiyin!" cevabını verdi."
* İbnu Abbas (radıyallâhu anhüm ) anlatıyor: "Resülullah (âleyhissâlâtu vesselâm) buyurdular ki: "Suyu deve gibi bir solukta içmeyin. İki-üç solukta (dinlene dinlene) için. Su içerken besmele çekin. Bitirince de Allâh'a hamdedin."
* Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Abdesti olmayanın namazı da yoktur. Üzerine besmele çekmeyenin abdesti yoktur."
* Ümmeyye İbnu Mahşiyy radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş, geriye tek lokması kalmıştı. Onu ağzına kaldırırken: "Bismillahi evvelehu ve ahirehu" dedi. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm güldü ve: "Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki Allah'ın ismini zikretti, karnındakileri hep kustu!" buyurdu."
* Bilal İbnu Rabâh radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm bana, Müzdelife vakfesinin sabahında: "Ey Bilâl! Halkı sustur -veya Halkı dinlet!" buyurdular. Sonra halka şu hitabede bulundular: "Allah Teâla hazretleri, şüphesiz, şu Müzdelife'nizde, sizlere iyilik ve ihsanda bulunarak, günahkârlarınızı, hayır sahipleriniz hatırına bağışladı. İyilerinize dilediğini verdi. Öyleyse Allah'ın adıyla (buradan Mina'ya) hareket edin!"
* Safvan İbnu Assâl radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm beni seriyyede savaşa gönderdi. (Yola çıkarken) şu talimatı verdiler: "Allah'ın adıyla, Allah yolunda yürüyün. Allah'ı inkâr edenlerle savaşın. İşkence yapmayın, (ahidde bulunduğunuz taktirde) ahdinizi bozmayın, çocukları öldürmeyin."
TEFSİR...
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla
Mushaf-ı şeriflerde iki türlü besmele vardır. Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız olan besmele, diğeri Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu besmelenin, Neml sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir. Bundan dolayı besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum, açık tevatür ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat sûre başlarında yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında okunan besmeleye gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir âyet veya âyetin bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup olmadığı, Neml sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan tartışmalı bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet konularıyla ilgilidir.
Said b. Cübeyr Zührî, Atâ ve İbnü Mübarek hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer âyet olduğunu söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz on üç âyet eder. İmam Şâfiî hazretleri ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi âyetinden birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı değildir. Bunun için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü Şâfiîler diyorlar ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda yazmışlar, bunun yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini tavsiye etmişlerdir. Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır. Eğer sûrelerin başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı. Kısacası Mushaf'ın iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında İslâm alimlerinin ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet edilmiştir. O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk eden Allah'ın kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre (r.a.)'den: "Resulullah efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi âyettir, bunların başı "Bismillahirrahmanirrahim"dir buyurdu. Ümmü Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve "Bismillahirrahmanirrahim elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir âyet değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır ve yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
Diğer taraftan İmam Mâlik hazretleri Kur'ân'ın her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli olacağı, halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur'ân'dan olduğuna hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak sûre başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden, ne de bütün Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten başkasında besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük (mübarek sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı namazda ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için Mâlikîler namazda besmeleyi okumazlar.
Hanefîlere gelince, bu mezhebin en sıhhatli görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına bir âyet olarak Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak sûreleri birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir. Gerçekten yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya çıkan kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey yazılmadığına dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de Kur'ân'dandır. Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki besmelenin, başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir bir delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte Mâlikî delilinin kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine yakın bu noktalarının birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi besmelenin bütün sûrelerden ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla ilgili değişik "ahad haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek namazda ve gerek namaz dışında her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında okunması sünnettir. Bunun için namazın her rekatında, kırâetin başında okuruz, ortasında okumayız. Ancak Fâtiha'nın bir parçası olduğu anlaşılmasın diye kırâeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve böyle okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği içindedirler. İşte böyle seçkin bir âyettir...
"Er-Rahmân"; Bu da yüce Allah'a mahsus bir isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat zat ismi değil, sıfat ismidir. Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır. Bundan dolayı katıksız isim ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun için cer edatı ile geçişli olmaz, fiil gibi amel yapmaz. "Buna rahmandır." denilmez. Fakat izafetle (tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel eder. Böyle olması bu kelimenin fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir. Ve böyle sıfatlara sıfat-ı galibe (üstün sıfat) ismi verilir. Aslında içerdiği niteliğe sahip olan her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin olan özel bir kişi için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı olarak kullanılmış demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim olarak da kullanılır ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya varsayım şeklinde olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra bir şeye tahsis edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce genel olarak kullanılması bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural gereğince ise "varsayım anlamıyla" denilir.
(Er-Rahmân) ismi de varsayım tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir. Çünkü dil açısından (rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla acıma mânâsına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi mânâsına bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona (er-Rahmân) demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Halbuki hiç böyle kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis edilmiş olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan başkasına Rahmân denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a bir defa haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya devam ediyorsun." tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir. Böyle olduğu halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin hata ettiği belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı haydi haydi sabittir. Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a ait bir sıfat ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet sahibi diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı tercemesi mümkün olmaz. Çünkü özel isim terceme edilmez. Özel isimlerin terceme edilmesi onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur. Bazılarının Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz. Halbuki "esirgemek" aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır. "Benden onu esirgedin." denilir. Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî olduğundan esirgemek, onun gereği olan korumak mânâsına da kullanılır. "Beni esirgemiyorsun." deriz ki, "Beni korumuyorsun." demektir. Fakat "Bana merhamet etmiyorsun." gibi, "bana esirgemiyorsun" denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında "kıskanç" demek olacağından Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur. Elemlenmek, acı duymak demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru bir acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan kaldırmak ve onun yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik duygusudur ki dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız tatlı mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli yerinde "acıyıcı, esirgeyici" demeyiz. Bunun için eskilerimiz burada "yarlığamak" fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmeti ile yarlığasın", "rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle yarlığa kıl ya gani (zengin)" gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak" ve "yarlayıcı" denildiği de olmuştur. Ve aslında "yar (dost) muamelesi yapmak" demektir ki, merhametin sonucudur. Fakat "yarlığayıcı" da isim değil sıfattır. Özetle Rahmân "pek merhametli" diye noksan bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme olunamaz. Çünkü "pek merhametli", ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır, ne özel isimdir, "Rahim" demek de olabilir. Sonra yüce Allah'ın rahmeti, merhameti; bir kalb duygusu, psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik duygusu değildir. Fâtiha sûresi tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek veya sonsuz nimet verme mânâsınadır. Dilimizde de rahmet bu mânâ ile bilinir, fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân" ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi ile karıştırmak da uygun olmaz. Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir. Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen "bağışlayıcı" sıfatı ile de terceme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve tercemesi ile değil, tefsiri ile rahmet mânâsından anlamağa çalışırız.
"Er-Rahîm" de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır. İki sıfatın farkının daha açık olması için burada ikincisi daha uygundur ki "çok merhamet edici" demek olur. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat yalnız sıfat olarak kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan) tek başına kullanılmaz. Bundan dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle sıfat olarak kullanılan kelime) ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için de kullanılabilir ve fiil amelini yapar. Başındaki belirleme edatı da bilinen zat içindir. Şu halde sıfat terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir, ikincisi hem isim, hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır. Üç kelimeden oluşan sıfat, özel isimden umumî mânâya doğru açılmıştır. Ve bu iki sıfat, "Allah" zat ismine kalbimizde anlam kazandırmıştır. Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl tecellileridir.
Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43)...
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
BESMELE
Şimdi de Besmele-i Şerifin ma'nâlarını arzetmeye çalışalım:
bütün hayırlı işlerin başıdır.
O Ars-ı A'zâm'dan insanların eline uzatılmış nurânî bir hayttan ibarettir. "Bismillah"a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah'a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı "Bismillah"la açılmıştır. Kâinat "Bismillah'la kurulmuştur. Her hâdise "Bismillah"la meydana gelir. Ve kıyamet "Bismillah"la kopacak, Haşr ü Neşr, Cennet-Cehennem "Bismillah'la teessüs edecek, mü'minler "Bismillah" dediklerinde cennetin kapısı açılacak ve orada mü'minler, —inde anlatılan Allah'ı,
Rahman ve Rahîm olan Zât'ı göreceklerdir. Âlem "Bismillah"Ia başladığı gibi "Bismillah" la bitecektir.
Besmele harf-i cer olan (be) ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada (isim) kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisardan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna gelirken âdeta münkesir, yani kırık bir kalple gelmeyi ders verir. Esasen, her hayırlı işte havi ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk'a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O'nun kuvvetini davet eden bir şefaatçi olsun...
(be)'de musâhabet (yakınlık, dostluk) ma'nâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü'ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir. Ve yine «be» de ilsak (birlikte olma, sarılma) ma'nâsı vardır. İnsan, besmele ile Allah'ın Rahman ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma “be” nin noktasıyla başlar. «rahim» in mimiyle sona erer. «be» nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif, hakikat ilminde Allah'ın remzidir. Elifin alt tarafına bir nokta koyup onu "be" yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve namütenahi ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu. "Ben gizli hazine idim"17 ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.
(be) namütenahi uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah'ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed'in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bîr elif vardı, iş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed (savj'in remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (sav): "İlk yaratılan benim Durumdur."18 sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sav) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed (sav)'in nurunu yarattı. Kâinatı da O'nun nurundan halketti, nihayet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhur edip ortaya çıktı. "Mir'ât-ı Muhammed'de Allah görünür daim" sözünden biz bunu anlıyoruz.
Ayna ve aynada tecelli eden şey ' de yer almış bulunmaktadır.
"Bismillah"ta ilk isim Allah'ın adıdır. "Allah'ın adıyla" ma'nâsına "Bismillah"la işlerimize başlıyoruz. "Bismillah" m sonundaki "Rahîm" Allah'ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur'ân'da Habîb-i Edîb'ine isim olarak takmıştır.
O mü'rnirılere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir Tevbe, 9/128) derken, Hazreti Muhammed'i kasdetmektedir.
"Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik "(Enbiya, 21/10?) derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed (sav)'in rahîmiyetine parmak basmaktadır. "Bismillah da Allah anlatılır. Ve "Bismillah" da Allah'ı anlatan Hz. Muhammed (sav) dile getirilir.
«be» nin alâkalı olduğu bir fiil vardır. Zaten kâinat fiillerden ibarettir. Bu fiil, ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa'aldi. Belki, ef'âli de Zâtıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz...
Herşey Allah'a bağlı ve herşey Allah'la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nuru ve ziyası Allah kelimesidir. "Allah" kelimesinin mevcut olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evham, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde "Allah" kelimesine dayanmayan bütün ilim, teknik ve f enlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka nâmlar takar, ma'nâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne ma'nâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.
Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki, bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve ma'nâsını, tonunu bulmuş olsun, insan gibi âbide ve yaratılış ağacının meyvesi olan bir varlık, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, "Rahman" ve "Rahîm" kelimeleridir.
Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah'a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah'a bağlı, bütün hissiyatıyla O'na imân etrafında pervane gibi uçan ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalannı beklemektedirler.
Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu "Allah" kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ilimler ve maârif bir hakikate dayanmış ve ma'nâsını, tonunu bulmuş olacaktır.
İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah'a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın ma'nâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah'ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hakk kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünkü böyle bir kâinatın artık ma'nâsı kalmamıştır.
Allah (cc), Mâ'bûd-u bi'l-Hâk ve Maksûd-u bi'l-İstihkâk'tır, yani, Kendisi'ne ibadet edilmeye lâyık yegâne varlıktır. Allah bizatihi mahbûbtur. Kalpler Allah'ı zikirle doygunluğa ulaşır. Bütün kırık gönüller Allah'a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azametine ulaşamaz. Allah Muhtecîp'tir, bu gözlerle O'nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O'dur. Allah'ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde ayandan daha ayan olan Allah'ın eserlerini görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhurundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların sığınağı Allah'tır. Allah mü'min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında ma'rifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların Ma'bûd'udur. Allah, Allah olduğu için Ma'bûd'dur. Şimdi de bütün bu arzettiğim sözlerin hepsini "Allah" kelimesiyle alâkalı ve Lafz-ı Celâle'ye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:
İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesafe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmemiş, vicdan ve kalp taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından isimler makamına, isimler makamından sıfatlar makamına, sıfatlar makamından Zatî şuûnât makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği âna kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekme hâsıl olacaktır.
"Dikkat edin! Kalpler ancak, Allah'la oturakladır, Allah'a imânla huzur ve itmi'nâna kavuşur" (Râd, 13/28) Öyle ise kemâl arayanların sığınağı, son durak noktası Allah'tır. Dolayısıyla “Allah” kelimesiyle “elehtü ileyh” sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu ma'nâ sezilmektedir.
Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de (velehe) dir. «velehe» 'irtifa etti, yükseldi' ma'nâsma gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve haddinden taşkın olarak: "Ben fezaları dolaştım da Allah'ı göremedim" desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idare eden, herşeyi teşbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâ-dır. İşte, Allah öyle mürtefi, öyle yüksektir. Bu da, Lâfz-ı Celâle'nin altındaki ma'nâda mündemiç bulunmaktadır.
Bir başka kelime de (velh) kelimesidir. Velh, 'şaşkınlık ve aklın gitmesi' demektir. Bu kelime, bir yönüyle hayret makamını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nurunun bir cilvesidir.
İnsanlardan bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esma makamını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindir, ister ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nurunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük ma'nâ da yine Lafz-ı Celâle'de meknuzdur.
Yine Lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, "Lâhe"dir. “gizlendi' demektir. Allah gözle görülmez. Halbuki ayandan daha ayandır. Görünmemesi, varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemâl nok-tasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın zıddı ve benzeri yoktur.
O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, imân-küfür, adâlet-zulüm ve bütün zıtlar hep O'nün tecellisiyledir. Hayır ve şer O'ndandır. Böylesine her şey O'ndan olan, zıddı ve benzeri bulunmayan Allah'ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O'na, "O, şiddet-i zuhurundan gizlidir" diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalp, "ey şiddet-i zuhurundan gizli olan, ey kemâl-i nurundan muhtefî bulunan Allah'ım!" diye O'na münâcatlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İbrahim Hakkı:
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misl-ü âlemde
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâllah
Şeriki
yok, bendir doğmadan doğurmadan ancak
Ehad'dir, küfvü yok, îhlas içinde zikreder Allah.
Ayrı bir kelime de (elihe)'dir. 'iltica etti, sığındı' ma'nâsına gelir. Arap, annesine sığındı, iltica etti' der, yani demektir.
Bir yavru, aczi ve zaafını şefaatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer, yine ona iltica eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine iltica edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk'tır ve bu iltica ma'nâsı da Lafz-ı Celâle'de gizlidir.
“Elihe” kelimesinin bir diğer ma'nâsı da 'kulluk yaptı'dır. Ve Allah "Ma'bûd" ma'nâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir. Ve yine «elihe» 'himaye etti' ma'nâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk'ın kulunu koruyup, himaye etmesini ifade eder. Aynı kökten «<ui» ise 'ilâh edinildi' demektir. Zaten, Allah'tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sadece ve sadece O (cc) vardır.
Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma'bûd-u Mutlak'ı, Lafz-ı Celâle'nin altında müşahede edelim: Allah, kolu kanadı kırıkların sığınağıdır. O, ibadet edenlerin Ma'bûd'udur. O, dertlilerin dermanı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nuru ve ziyâsıdır. Her şey O'nunla hallolur. O'nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.
(hû) başlı başına bir mu'cizedir. İnsan «hu» dediği zaman şu ma'nâları mülâhaza eder veya şu ma'nâların mülâhazası ona «hu» dedirtir: "Nerede ben, nerede Sen? Ben bir damla hakir sudan mahlûk, Sen ezel ve ebed sultanı Ma'bûd. Ben, Sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ'na ait ma'nâları birden ifade etme sadedinde, unvanın olan “hu” ile sesleniyorum. Ve ancak (hû) demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum."
İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerini anarken, çok kere o ismin varlıkla olan alâkalarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: "Yâ Kerîm" dediği zaman, Allah'ın kendisine olan ikramını hatırına getirir. "Yâ Muhsin" dediği zaman, Allah'ın ihsanını, "Yâ Cemil" dediği zaman da Allah'ın cemâl ile tecellisini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki (hû) dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A'lâ'ya has bir unvan ile, her türlü beklentinin, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O'nun Ma'bûd-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde "hû" demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinliklerinden (hû) demiş İnsanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, ruhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.
Ayrıca, Allah bize, kendini eserleri ve icrââtı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcud tecelli ve eserleri nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izafîdir, hakiki ma'rifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan kerem, lütuf ve ihsan adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin failini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde mes'eleyi değerlendirir. Halbuki "hû" deyince, nefsü'l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecefl-i A'lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de afakî bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda, O'na hitap sıgasıyla "Sen" demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle "O" ma'nâsı, "hû" denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir "hû" dan ibarettir. Yani "hû" bizim hayat kaynağımızdır. O'nü demeden yaşamamız mümkün değildir.
Diğer bir husus da şudur:
İnsan, o Sultan'ın huzurunda ve O'nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve alâyişi ve hattâ kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, başka her şeyden alır, sadece O'na çevirir ve orada "O" ma'nâsına deyiverir. Herşey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu ma'nâları mütâlâa ve müşahede etmiş oluyoruz.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:
Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himâyesine girsin -tâ şakîlerin şerrinden kurtulup, hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevâzi idi; diğeri mağrur. Mütevâzii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıü't-tarîka rast gelse, der: "Ben filân reisin ismiyle gezerim." Şakî def' olur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nâm ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Dâimâ titrer, dâimâ dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezil oldu.
İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir, şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübârek bir defînedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet nâmına hareket eder. Hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun nâmına, devlet nâmına der. Her işi yapar, her şeye karşı dayanır.
Başta demiştik: "Bütün mevcudât lisân-ı hal ile, 'Bismillâh' der." Öyle mi?
Evet. Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.
Öyle de, her şey Cenâb-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç "Bismillâh" der; hazîne-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor.
Her bir bostan, "Bismillâh" der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdâyı takdim ediyorlar.
Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları "Bismillâh" der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. "Allah nâmına, Rahmân nâmına" der; her şey ona musahhar olur.
Evet, havada dalların intişârı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i sühûletle intişâr etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor. Ve diyor ki: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asâ-i Mûsâ (a.s.) gibi, Name=4; HotwordStyle=BookDefault; emrine imtisâl ederek taşları şakk eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrâhim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı, Name=5; HotwordStyle=BookDefault; âyetini okuyorlar."
Mâdem herşey mânen, "Bismillâh" der, Allah nâmına Allah'ın ni'metlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi, "Bismillâh" demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almamalıyız.
Suâl: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba, asıl mal sahibi olan Allah ne fiat istiyor?
Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakiki, bizden o kıymettar ni'metlere, mallara bedel istediği fiat ise, üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.
Başta "Bismillâh" zikirdir. Ahirde "Elhamdülillâh" şükürdür. Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan ni'metler Ehad, Samed'in mu'cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.
Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zâhirî mün'imleri medih ve muhabbet edip Mün'im-i Hakikiyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver, Allah nâmına al, Allah nâmına başla, Allah nâmına işle, vesselâm. On Dördüncü Lem'anın
RAHMET
Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudâtı ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacât içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey'etiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muâvenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu fânî insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.
Ey insan! Mâdem rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir hakikat-i mahbubedir; Name=r0008; HotwordStyle=BookDefault; de, o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan ve hadsiz ihtiyacâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halîl ve dost ol.
Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:
Ya kâinatın herbir nev'i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine koşuyor. Bu ise, yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmi ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine "Lebbeyk!" dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat'iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.
Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümânı ve ünvânı olan Name=r0009; HotwordStyle=BookDefault; 'i de; o rahmetin vüsûlüne vesîle ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçi yap.
Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden cilvesinden uzanan nurânî atkılar, kâinat sîmâsında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nesc ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.
Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtât ve hayvanâtı bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi, o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedâkârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevi'l-hayatı, hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rubûbiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhâr eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-i mutlakına karşı rahmetini, ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Name=r0011; HotwordStyle=BookDefault; de, o şefaatçiyi bul.
Evet, rûy-i zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvanâtın tâifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizam ile, hikmet ve inâyet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmâsında hâtem-i ehadiyeti vaz' eden, bilbedâhe, belki bilmüşâhede, rahmettir. Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmâsındaki mevcudâtın vücudları kadar kat'î olduğu gibi, o mevcudât adedince, tahakkukunun delilleri var.
Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i mâneviyesinin sîmâsında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmâsındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmâsındaki sikke-i uzmâ-i rahmetten daha aşağı değil. Adetâ bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.
Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu sîmâyı veren ve o sîmâda böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz' eden Zât, seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın, hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziyâ gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!
RAHMETİN VESİLELİĞİ
Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan bîçare insan! Rahmet ne kadar kıymettar bir vesîle ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla anla ki: O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle vesîledir ki, yıldızlarla zerrât beraber olarak kemâl-i intizam ve itaatle, beraber, ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o Zât-ı Zülcelâlin ve o Sultan-ı Ezel ve Ebedin istiğnâ-i zâtîsi var; ve istiğnâ-i mutlak içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudâta ihtiyacı olmayan bir Ganî-i Alelıtlaktır. Ve bütün kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir.
İşte, rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-i Alelıtlakın ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat, nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyâsı, güneşin aksini, cilvesini senin aynan vâsıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız; fakat Onun ziyâ-i rahmeti Onu bize yakın ediyor.
İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazîne-i nur buluyor. O hazîneyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten li'l-âlemîn ünvânıyla Kur'ân'da tesmiye edilen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebâiyetidir. Ve bu Rahmeten li'l-âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesîle ise, salâvâttır.
Evet, salâvâtın mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat mücessem rahmete rahmet duâsı olan salâvât ise, o Rahmeten li'l-âlemînin vüsûlüne vesîledir. Öyle ise, sen, salâvâtı kendine o Rahmeten li'l-âlemîne ulaşmak için vesîle yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmâna vesîle ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten li'l-âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, hadsiz bir kesretle rahmet mânâsıyla salâvât getirmeleri, rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir sûrette ispat eder.
Elhâsıl: Hazîne-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Name=r0015; HotwordStyle=BookDefault; 'dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvâttır.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...​
OĞLU BESMELE ÖĞRENİNCE
İsa Peygamber bir mezarlığın yanından geçerken ağlamaya başladı. Yanındakiler sordular:
— Ey Allah'ın Peygamberi, neden ağlıyorsun?
— Neden olacak, şu mezarlıktaki bir ölünün ruhlar âleminde çektiği azaba ağlıyorum.
— Neden azap çekiyor?
— Herhalde dünyada iken bir kısım günahlar işlemiş, Allah'ın emirlerine uymamış.
Hazret-i İsa, oradan uzaklaşarak, varacağı köye varıp vaaz ve nasihatlannı yaptıktan sonra, tekrar aym yoldan köyüne döndü. Yine aynı mezarlığın yanına gelince arkadaşları İsa Peygamber'in ağlayacağını sandılar. Halbuki ağlamıyor, gülüyordu. Sordular:
— Ey Allah'ın Nebîsi, bu defa neden tebessüm edip, seviniyorsun?
— Geçen defaki adama yapılan azab kalkmış, güllük gülistanlık bir yerde zevk ü sefa içinde eğleniyor ondan.
— Neden azabı kalkmış acaba?
— Neden olacak, adamm dünyada bir çocuğu var. Şu sıralarda bir hocaya gidiyor, ondan din dersleri alıyor. Çocuk besmeleyi ezberledi. Rabbimiz de buyurdu ki:
"— Senin oğlun dünyada Benim ismimi ezberledi. Besmeleyi öğrendi. Her zaman "Bismillah" demeye başladı.
Ben, böyle bir çocuğun babasına azap etmem. Haydi çocuğunun dindarlığı hürmetine seni affediyorum."
Böylece çocuğu besmeleyi öğrendiği andan itibaren babasından azap kalktı.
"BİSMİLLAH" DEMEYEN MİSAFİR
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) günlerden bir gün sa-habeleriyle sofrada oturmuşlar, yemek yiyorlardı. Fakat tabaktaki yemek eksilmiyordu. Yedikleri kadar sanki kudret eliyle tabağa konuyordu.
Az sonra bir misafir çıka geldi. Sofraya davet ettiler. Adam oturdu ve yemeğe başladı. Başlamasıyla tabaktaki yemeğin hızla azalması bir oldu.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) in etrafında bulunanlar durumu farkedip sordular
— Ya Resûlâllah yemeğin başında bereket vardı. Sora birden bire kayboldu. Yemek hızla azaldı ve bitti. Sebebi nedir?
Hazret-i Peygamber (S.A.V.) şöyle izah ettiler:
— Hepimiz yemeğe başlarken "bismillah" dedik. Bu yüzden yemeğimiz bereketlendi. Sonra bir misafir geldi. Yemeğe oturdu. Fakat "Besmele" çekmedi. Bunun için yemeğin bereketi kalmadı ve kısa zamanda bitti.
Sevgili gençler...
Peygamber Efendimiz her yemeğin başında ve sonunda mutlaka mübarek ellerini yıkar, yemeğe başlarken de daima "bismillah" çekerdi. Sonunda ise. her zaman Allah'a şükrederdi.
Sahabelerden Hazret-i Enes sizin yaşlardaydı. Bir gün Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) onu sofrasına çağırdı:
— Yemeğe buyur ya Enes. Ama önce ellerini yıka ve besmele çek. Yemekten sonra Allah'a şükret ve ellerini tekrar yıka, dedi.
Eğer yemeğinizi, kardeşlerinizle veya misafirlerinizle yiyorsanız, önünüzden yeyin. Yemekten evvel ve sonra, Peygamber efendimiz (S.A.V.) in yaptığı gibi, ellerinizi yıkayın. Dinimiz temizliğe çok önem verir. Bize her fırsatta yıkanmayı, temiz olmayı emreder. Her namazdan önce alınan abdest dinimizin temizliğe ne kadar önem verdiğini gösterir.
BESMELENİN FAZİLETİ
Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Bir gün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Suna bir oyun çevirenimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tembih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocası da onu gizlice takip ediyordu. Sonra karisinin haberi olmadan keseyi, karisinin sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok gedmeden karisini çağırdı ve:
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealinin emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok sasırdı ve karisinin söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettim,çok canini yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep söyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahirenim için hayırlı, Saliha bir kadını es olarak verdiğin için,sana hakkiyle şükretmekten acizdim,beni affet Allah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı Salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
BESMELE ÇEKMENİN FAYDALARI
Birbiriyle dost olan iki şeytan, aradan uzun zaman geçtikten sonra, bir gün ansızın karşılaşmışlar. Birbirlerine şaşkın şaşkın bakarak bîri diğerine şu suâli sormuş:
—"Arkadaş, ben seni tanıyamadım, nedir bu halin, çok zayıflamışsın, eskiden bu kadar zayıf değildin, bir derdin mi var?" demiş. Zayıf şeytan:
-"Hiç sorma arkadaş! Öyle bir derde düştüm ki, sorma. Bir adamın peşine takıldım. Bu adamdan yakamı bir türlü kurtaramadım. Bu adam, her işinde "BESMELE" çekiyor."
—Yemesinde, içmesinde, yatmasında, kalkmasında hep "Bismilâhirahmânirrahim" diyerek "BESMELE" çekiyor.
-"Günlerdir açım. Tam onun sofrasına geliyorum. Yemek yiyeceğim. Adam "BESMELE" çekip yemeğe başlıyor. Ben artık oradan bir lokma alamadan kalkıyor aç kalıyorum."
—"İşte bunun için eridim. Bittim. Günlerdir açım" dedi. "Başka birinin peşine de gidemedim bu adamdan ayrılarak."
—"Sen, ya sen nasıl bu kadar şişmanlamışsın? Az kalsın seni tanıyamayacaktım! Bu şişmanlığın sebebi nedir?" dedi. Şişman şeytan şu cevabı verdi:
-"Arkadaş! Ben de, senin tam tersine bir adama düştüm ki, herif ne haram diyor, ne helâl diyor. Öyle bir haramzâdeki hak, hukuk nedir bilmiyor. Midesini hep haramla doldurmuş. Ben de bu herifin peşine takıldım. Herif "Besmele" nedir bilmiyor."
- Aklına hiç bir zaman "Besmele" çekmek gelmediği gibi, herif zâten "Besmele" nasıl çekilir (okunur) bilmiyor bile!..
— "Ben de bol bol adamın yemeklerinden yiyip, rahat rahat göbek şişirmekte ve ense yapmaktayım. Ensemin kilise direği gibi oluşu, göbeğimin davul gibi şişişinin sebebi budur..." demiş.
CÂNÜ GÖNÜLDEN "BİSMİLLAH" DESEN DENİZ YOL OLUR.
Vaktiyle Eminönü civarında ayakkabı tamirciliği (eskici) yapan fakir (çok az gelirli) kanaatkar bir zât varmış. Bu zât günlük kazancıyla geçinir ve son derece helâl kazançla evine yiyecek-içecek götürürmüş.
Bir gün bu zât, Eminönü'ndeki Yeni Câmi'de namazdan sonra vaaz dinler. Kürsüde vaaz veren hoca efendi, va'zında "Her kim cân-ü gönülden, inanarak (Bismilâhirahmânirrahim) dese ve deniz üzerinden yürüse deniz yol olur. Allâhü Teâlâ kuvvet ve kudret sahibidir. Kendisine kalbden bağlı olanlara yardım eder. Lutf ve ihsanda bulunur" der.
Bu vaazı kendinden geçerek, cân-ü gönülden dinleyen eskici zât akşam olunca kulübesini kapatır. Evini gitmek üzere Sarayburnu’na gelir. Evi de Üsküdar'da imiş. Üsküdar'da otururmuş. Ve " Bismilâhirahmânirrahim " diyerek adımım denize atmış. Yürüyerek evine varmış. Kapıyı çalmış. Hanımı kapıyı açmış. Karşısında kocasını görünce: Hayrola efendi. Bugün erken geldin der. Adam olanları anlatır.
—"Aman efendi" der. O hoca efendiyi yarın evimize davet et. Akşam üzeri hoca efendiyle beraber gelin. Sakın ha unutma diye rica eder.
Ayakkabı tamirciliği yapan zât, ertesi gün hoca efendinin vâzunasihatını dinledikten sonra hocanın elini öper. Ve hocam sizden bir ricam olacak, kabul buyurulur mu? der. Hoca efendi: "Hay hay evlâd başımın üstüne" der. Sağlam inançlı, işi (ameli) temiz saf Müslüman eskici zât:
—Efendim, bu akşam yemeğini bizim fakir-hâ-nede lütfeder misiniz? Refikam (hanımım) çok rica istirham etti. "Mutlaka Hoca efendiyi bu akşam getir bir fakir çorbası içirelim. Elini öpüp duasını alalım" dedi der.
Hoca efendi ile beraber Sarayburnu'na (Gülhane parkının köşesine) gelirler. Haydi bakalım hoca efendi; " Bismilâhirahmânirrahim " der adımını denize atar. Ayakkabı tamircisi hiç sağına soluna bakmadan hem yürür, hem de: Hocam Allah sizden razı (hoşnut) olsun. Bu duayı öğrettiniz de kolayca evime gidip gelebiliyorum. Ayrıca Üsküdar'a geçerken kayığa verdiğim para da bize kalıyor diyerek hocaya dua ve teşekkür ederek denizden Kızkulesine doğru yaklaşır. Hoca efendiden ses gelmeyince, arkasına dönüp bakar. Bir de ne görsün; hoca efendi sahilde bekliyor. Ayakkabı tamircisi zât: Aman hocam! Niye bekliyorsunuz? Buyursanıza. Hoca efendi Ayakkabı tamircisine el ederek: Gel gel der. Adamcağız geri gelir. Acaba hoca efendi gitmekten vaz mı geçti? diye korkarak:
—Aman hocam elini ayağını öpeyim! Neden buyur muyorsunuz? Bu duayı dün siz söylediniz. Sizden öğrendim: "Besmelenin faziletini" Siz dediniz. Kim ki, kalpten inanarak: " Bismilâhirahmânirrahim " dese deniz yol olur demiştiniz der. Hoca efendi;
— Evet, evlâd! Ben dedim. Ve hem de dediğim gibidir. Fakat buraya gelince mel'un şeytan beni aldattı. Ansızın: Acaba?., dedim. Acaba demeden adımımı atıp seninle yürüseydim, seninle gelirdim. Ama artık sendeki sağlam imân bende yok. Bir kere şüphe (kuşku) girdi içime. Acaba dedim. Arak gelemem batarım dedi.
BESMELE HER HAYRIN BAŞIYMIŞ
Konya'dan bir grupla kalkıp Çayırbağı Suyu'nun çıktığı yere gittik. Orada Çavuş ağabeyin bir arkadaşıyla karşılaştık. Ona dedi ki: Yine kavga edip mahkemeye düşmüşsünüz. Sonra ne oldu? Çayır Bağlı; "Hepimiz hakimin karşısına dikildik. Hakim bana, "İlk defa küfrederek kavgayı sen başlatmışsın doğru mu?" dedi. Ben de 'Hakim Bey, biliyorsunuz bu kavga hâli... Her hâlde Besmele ile başlayacak değildik ya!1 deyivermişim. Hakim gülmeye başladı. Bunu fırsat bildim ve dedim ki: 'Hakim Bey gördüğünüz gibi Besmelesiz işe şeytan karışıyor. Biz de şeytana ve nefsimize uyduk ve bu hâle düştük. Şimdi de pişmanız. Ne olur bizleri barıştır. Benim bu samimî itirafım karşısında Hakim Bey, bizlere biraz nasihat ederek, barışmamızı sağladı."
Bu olay benim için bir dersti. Bir ara büyük ninem, elinde tuttuğu su dolu bir bardağı göstererek; "Bunun üstünde ne var, altında ne var?" diye sordu. Ben üstüne baktım bir şey göremedim, altına baktım bir şey göremedim. O zaman bana dedi ki: "Üstünde, Bismillah, var. Baştan Besmele ile içersin. Altında da Elhamdülillah var. Yani içtikten sonra Elhamdülillah dersin. Besmele münasebetiyle bunu da babama aktardım. Babam hiç altta kalır mı; o da Küçük Sözler'i getirip okumaya başladı ve bir üçüncüyü ekleyip " Ortasında ne varmış bakalım?" dedi. Orada, anladığıma göre şöyle deniliyordu:
"Ortada, bu kıymetli nimetlerin Allah'ın harika hediye ve lütufları olduğunu düşünüp anlamak da tefekkürdür."
"BAHÇE BİZDEN BOHÇA SİZDEN"
Bir teyp kasetinden dinlemiştim. Üstad'ın talebelerinden Hulusi Bey, besmelenin kerametini şöyle anlatıyordu: Barla'da Üstad'ı ziyaret etmiştim. Yemeğe oturduk. Bize; "Kardeşim önce fiyatını verelim... Bismillâhirrahmânirrahîm." dedi. Tane tane ve çok içten bir besmele çekiyordu. Biz de her zaman yaptığımız ve âdet üzere söylediğimiz gibi değil de aynen onun insanın içine işleyen söyleyişi gibi birer besmele çektik. Çok az olan yemek artmıştı. Aradan epeyce vakit geçtikten sonra bir gün akşam üzeri yanımda bulunan iki obur kimse ile birisinin ziyaretine gitmiştik. Vardığımızda sofrada idi. Önünde azıcık bir nohut yemeği vardı. Bizimkilerin dişlerinin kovuğunu zor doldururdu. Oturduk. Ben Üstad'ın besmele çekişini hatırlayarak 'Şimdi önce fiyatını vereceğiz.' dedim ve taklit ederek bir besmele çektim ve herkesin de aynen öyle yapmasını söyledim. Neticede bizim iki obur o yemeği bitiremediler. Allah, taklidimize dahi bereket ihsan etmişti. Seneler sonra emekli olup memleketime yerleştim. Hafta sonları uygun mevsimlerde pikniğe gidiyor, ders yapıyorduk. Sırayla bir kişiye, 'Bahçe bizden, bohça sizden' diyorduk. Gideceğimiz bahçe bizden; ama yiyeceğimiz yemeğin bohçası da sizden demekti. Birgün bohça istememiştik. Çünkü piknik yerinde ders yaptıktan sonra bir sünnet düğününe gidecektik. Ama o gün bütün çevre vilâyetlerden dostlar gelmişti. Düğün sahibi dört-beş kat misafirle karşılaşınca çok şaşırdı. Ama ben yukarıda anlattıklarımı gelenlere iyice anlattıktan sonra dedim ki:
- Haydi bakalım bu yemeğin fiyatını aynen Üstad'ın verdiği gibi verelim... Bismillâhirrahmânirrahîm. Bütün cemaat de aynen benim söylediğim gibi tekrarlayıp besmeleyi çektiler. Onlar da yemeği bitiremediler..."
İnşallah bizler de Allah'ın verdiği nimetlere karşı, hem fikir, şükür ve zikir vazifemizi çok güzel yaparız, hem de merhum Hulusi Bey amcamızın bize Üstad'dan naklettiği gibi besmeleyi çekeriz.


 
Üst