Fedakarlik

mihrimah

Well-known member
لَا يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْ
مُؤْمِنينَ غَيْرُ اُولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فى سَبيلِ اللّهِ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدينَ عَلَى الْقَاعِدينَ اَجْرًا عَظيمًا


Nisa / 95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.​

اَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ امَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ وَجَاهَدَ فى سَبيلِ اللّهِ
لَايَسْتَوُنَ عِنْدَ اللّهِ وَاللّهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ


Tevbe / 19. (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.​

اُدْعُ اِلى سَبيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتى هِىَ اَحْسَنُ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبيلِه وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدينَ


Nahl / 125. (Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.​
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
Asr-ı saadetten bu güne kadar gele gele insanımız içinden zor çıkabileceği ciddi bir çukurun içine düştü ve düşürüldü. İnsanımız ciddi bir çukurun içindedir ve ciddi bir çukurun içinde bulunmadan öte ondan daha kötü ciddi bir çukurun içinde olduğunu bilmemektedir. İnsanımız kendi ruh dünyasında kendi iç aleminden kalp aydınlığında uzaklaştırıla uzaklaştırıla çok karanlık alemlere itilmiştir.
O gecesinden uzaklaştırılmış, gece rabbisiyle münasebetinden uzaklaştırılmış, o aşkından ve vecdinden uzaklaştırılmış, o Kuran’ı iniş gayesine uygun anlamadan hatta mutlak manada onu anlamadan uzaklaştırılmış ve fakat bin kere maalesef ki o bütün olup biten bu şeylerden haberi yoktur. Dünyasını yakmışlar, evini başına yıkmışlar, evladı iyalinden etmişler, cennet gibi dünyasından uzaklaştırmışlar, belki pek çoklarına göre gönülleri Hz. Muhammed (a.s.m.)’dan mahrum etmişler, Kuran’dan mahrum etmişler daha beteri Allah’tan mahrum etmişler. Bütün bunlara rağmen o başında dönüp duran bu gayelerden habersiz yaşamaktadır.
Bu ise kuyunun içinde ayrı bir kuyu, gailenin içinde ayrı bir gaile, belanın içinde ayrı bir bela, felaketin içinde ayrı bir felakettir. Böylesine üst üste felaketlerin bir insanın veya insanlık topluluğunun üstüne yüklendiği bir başka devir göstermek oldukça zordur. Tarihimizde bizim keşmekeşlikler olmuştur. Hercü merç olmuştur. Cemaatler kaynaşmış iç içe girmiştir. Biz çok defa babil kulesi hüviyetinde insanımız arzı didar etmiştir. Yamalı bohça gibi göründüğü çok vakidir. Fakat hiç bir zaman dininden ve diyanetinden bu kadar uzaklaştırılmamıştır. Kuran’a karşı bu kadar yabancı hale getirilmemiştir. Bu denli Hz. Muhammed (a.s.m.) gönüllerden sökülüp atılmamıştır. Cemaat mescidine, mescitteki seccadesine, seccadede ki secdenin neşvesine bu kadar yabancı kalmamıştır.
Binaenaleyh, biz asrımızı dalaletlerin, helaketlerin, felaketlerin üst üste insanımızın üstüne yüklendiği bir asır olarak tarif ediyoruz. Yirminci asrı bana tarif eder misin, yirminci asır getirdiği felaket ve helaketlerle delalet küfür ve küfranla içinde yaşayan insanın sırtına yüklendiği, onu iki büklüm ettiği mabudundan uzaklaştırdığı, kafalardan ve gönüllerden Hz. Muhammed silindiği (a.s.m.), gönülleri Kuran’a karşı yabancı kıldığı, camisinden cemaatinden dahi Allah’ı uzaklaştırdığı korkunç bir asırdır.
Bu kadar felaket ve helaketlerin üstesinden gelebilecek insanın çok fedakar olması lazım. Maddi manevi her şeyi aşmış olması lazım. Maddi manevi çeşitli fedakarlık hisleriyle meşbu bulunması lazım. Maddi manevi füyuzat hislerinden vazgeçmesi lazım. Hatta icabında cennete bile gitmeyi tekmelemesi lazım. Derin bir kulluk şuuru içinde insanımızın dertlerine bir hekim olarak şefkatli bir tabip olarak eğilmesi lazım. Bu denli fedakarlık lazım ki beli bükülmüş insanımızın belini doğrultmaya muktedir olalım. Kaddi bükülmüş insanımızın idbarını ikbale çevirelim. Ona yeniden eski şerefini eski onurunu ve gururunu kazandıralım. Kefere ve fecere karşısında eziklikten kurtarmış olalım.
Bu büyük dava, bu büyük hizmet ve vazife bu büyük hizmeti idrak eden insanlardan şuurla beraber feragat ve fedakarlık istemektedir.
Bir vapur bütün ihtişamıyla karaya oturmuştur. Bunun yeniden yüzdürülmesi, yeniden bunun yelken açması, yeniden açık denizlere doğru açılması, yeniden şehbal açıp afakı alemde arzı didar etmesi, büyük gayret, büyük himmet ve büyük fedakarlık istemektedir. Bina yıkılmış enkaz haline gelmiştir. Bunu direklerle kaldırabilecek misiniz. Sağdan soldan vurduğunuz payandalar bunu ikame edebilecek mi. Ne yapacaksanız yapacaksınız bu binayı ikame edeceksiniz, edecekseniz ki enkazı fareleri dahi barındırmaz hale gelen bu bina yirminci asrın insanı tarafından kaldırılması iktiza etmektedir. Yirminci asrın insanı bu binayı kaldırıp ikame etmezse sahabe ruh ve şuuru içinde bu vazifeye el uzatmaz ve omuz vermezse daha asırlarca insanımız sefalet çeker kıvrım kıvrım kıvranacaktır.
Her dava kendi kameti kıymetine göre himmet ister. Her dava ciddi fedakarlık ister. O davanın istediği fedakarlık o davanın ihtişamına ve azametine göre olacaktır. Yirminci asırda büyük bir dava var ortada. Bu dava Allah davası, Allah davasının ikame edilmesi keyfiyetidir. Yeryüzünde sahipsiz kalan Kuran’a sahip çıkılma davasıdır. Cemaatsız kalan, ümmetsiz kalan Hz. Muhammed(a.s.m.)’ın etrafında toplanma davasıdır. Dava ihtişamı kadar gayret ve himmet istemektedir. Binaenaleyh sizin fedakarlıklarınız normal devirlerdeki fedakarlık çizgisinde cereyan ederse sizden beklenen hizmeti vermiş sayılmayacaksınız. Siz normalin çok üstünde ancak sahabenin meydana getirdiği, ancak sahabede görebildiğiniz fedakarlığı ika ettiğiniz zaman, meydana getirdiğiniz zaman içinde bulunduğunuz asra göre bir hizmet etmiş olacaksınız.
…Kuran bize diyordu ki üç asırdan veri ben halinden, dilinden anlaşılmayan bir şey oldum. Üç asırdan beri ben merak görmedim. Üç asırdan beri ben bana eğilen insana şahit olmadım. Üç asırdan beri beni gırtlaktan aşağıya indiren, sinesine sindiren ve onunla aşk kazanan geceleri seccadeyi ahu vahla süsleyen kalbi imanla dolu insan görmedim. Üç asırdan beri beni okuduğu zaman göz yaşlarıyla seccadeyi ıslatan insana şahit olmadım. Üç asırdan beri siyasi düşünce ve kanaatlerin esiri oldukları kadar rabbe esir olmuş bir cemaat görmedim. Üç asırlardan beri, ben camilerde bulundum cemaatte camide bulundu ama cemaat bir vadide ben bir vadide kaldım. Üç asırdan beri el uzattım, Allah aşkına bana el uzatın dedim, sahip çıkın dedim. Fakat daima kollarım muallakta kaldı. Ve ben sahipsiz kaldım.
Kuran’ı kerim güçlü ve kuvvetli el bekliyor ki, fedakar el bekliyor ki Resulü Ekremin perçinlediği o mualla mevkiye çıkaralım, haiz bulunduğu mualla hal ve havayı yeniden kendisine iade edelim. Vazife çok ağır ve çok ciddidir. Büyük fedakarlıklar istemektedir.
Kuran yeryüzünde sahipsiz ve cemaatsizdir. Böyle bir durumda bir beyin yapıcısı büyük bir mütefekkir yeryüzünde Kuran’ı cemaatsiz görürsem cenneti dahi istemem orası da bana zindan olur. Yirmi beş milyon milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım derken milletin derdini ve ızdırabını terennüm etmektedir. Senin iç ızdıraplarına içten yıkılışına tercüman olmaya çalışmaktadır. Binaenaleyh dert budur. Bu derdi omsuzumuzdan atma gayretine gelince ciddi fedakarlıklar, ciddi hasbilikler, ciddi feragatler istemektedir.
…Bir yerde mümin kendi rahatını ve rehavetini terk etmesi gerektiği yerde onu terk etmezse şayet kendisinden beklenen vazifeyi eda etmiş olmayacaktır. Bir yerde mümin maddi manevi huzuzatını ve huzurunu terk etmezse, terk etmesi gerektiği yerde terk etmezse kendinden beklenen vazifeyi eda etmemiş olacaktır. Dikkat buyurun, kafirler bizim elimizden her şeyi alırken aynı zamanda onları istirdar edebilme gücünü de elimizden aldılar. Dirayet ve kiyasetini de elimizden aldılar. Biz yeniden belimizi doğrutmaya çalışırken onların sırtımıza yüklediği rahat ve rehavet bizi iki büklüm tutuyor. Bizi aşıladıkları sıcak döşeklerde yatmalar, günde üç defa yemek yemeler, gece ibadet-ü taatı terk etmeler, Kuran’ı muczül beyanı anlamayı bir tarafa bırakmalar, sünneti seniyeyi yaşamayı bir tarafa bırakmalar bize aşılanmış öyle felaketlerdir ki dini mübini islama hizmet dediğimiz zaman bu meseleler ağırlığıyla üzerimize yüklenince biz dini mübini islama hizmetten vaz geçiyoruz. Kafir, dini ve dinin ruhunu elimizden alırken bir gün onu ihya edecek ve ikame edecek gücü de beraber aldı. Bizi laçka bir topluluk haline getirdi. Aşksız vecdsiz, gecesiz ve gündüzsüz bir topluluk haline getirdi. Rabbiyle münasebete geçmeyen bir topluluk haline getirdi. Ben size tazide bulunmak istemem.
Dini islam ortadadır ve fedakarlık istemektedir. Dini mübini islam her devirde istediği fedakarlığı bizden de istemektedir. Bize gelince, bizi arkadan ittirmek lazım müslüman olmak için. Veyahutta önden çektirmek lazım. Hangimizin hayatında böyle bir teessür bir ızdırap vardır. Hangimizin hayatında ibadet-ü taatta ki bir eksikliğinin ifadesi olarak günlerce yemekten içmekten iştahın kaçması vardır.
…Sular seller gibi çağlasan Eyyub gibi ağlasan, ciğerini dağlasan Allah senin ahvalini soracaktır. Sen Allah için koşsan, yüzünü yere sürsen Allah seni yüzü yerde bırakmayacaktır. Sen onun yolunda toza toprağa boyansan, kirlensen hatta sû-i iktiza etmiş olarak huzuruna çıkmış olsan Allah seni maddi manevi lekelerinle bırakmayacak, melekler gibi seni tertemiz edecek kurb-ü huzuruna alacaktır.
Elinde lahmacun arabası lahmacun satan birisi var. İki sene evvel bana geliyor diyor ki,
“hocam siz talebelere yer arıyor, onları barındırmak için taalluk gösteriyorsunuz. Ben şu arabacığımla lahmacun sata sata iki kulübecik yaptım. Bu iki kulübecikten bir tanesi bana yeter. Kabul buyurursanız ikincisini talebeler kalsın diye vermek istiyorum. Birisi bana yeter” diyor.
Ben Rabbimin rızası istikametinde samimi olarak getirilen bu teklife hayır demedim. Olur dedim. Çünkü, benim olur dememle belki afv edilmeye liyakati olmayan Rabbim belki de beni de afv eder. Onu böyle bir hizmete vesile olduğumdan dolayı belki de beni de afv eder. Olur dedim. Fakat bununla doymadı bu. Hayra aç olan bu insan bununla doymadı. Allah’a gönül vermiş bu insan bununla doymadı. Aradan altı ay yedi ay geçti. Dedi ki, “hocam evimin kapısının önünde bir bahçe var ya ben bu bahçeyi yurt yapıp yüz talebeyi barındırmak istiyorum.”
Ben evvela şaşkın şaşkın sokaklarda küçük el arabasıyla lahmacun satan bu adamın yüzüne baktım. Bu işi nasıl yapacaksın. Burada hizmeti tekeffül eden arkadaşlar beş altı inşaat yürütüyorlar. Bin talebeye üniversite hazırlık kursu açıp sahip çıkalım. Bin talebeyi üniversiteye imtihana geldiğinde barındıralım, sahip çıkalım. Binlerce talebeye kurslarla sahip çıkalım ve çeşitli okullara dağıtalım, sahip çıkalım diye yüz yerde yurt yapalım diye taalluk gösteren bu cemaat zaten dopdolu nasıl yapacağız bunu. “Hocam Allah’ın lütfuyla bu arabayla bu işi yaparım. Bu arabayla ben bu işi yaparım” diyor.
Ve ondan sonra, hilaf olmasın, her ay yapan arkadaşlara sen kendi ellerinle ver ne olur. Elli bin lira kazanırsa kırk beş bin lirasını getirir. Beşi bana yeter hocam der. Kırk beş bin lirasını hizmete verelim. Kırk bin lira kazanırsa otuz beş bin getirir. Hiç otuz beş bin getirdiğine şahit olmadım. Aradan sekiz ay dokuz ay geçti o yurdu yaptı. Şimdi boyasını yaptırıyor ve camlarını taktırıyor. İşi bitirdi, ferih ve fahur keyfi yerinde. Üç beş hafta yanımda kalan bir arkadaşa gelip diyor ki, kardeş diyor hocama söyle sen acaba giyip kullandığı eski ayakkabılardan var mı. Ayağımda hiç ayakkabı kalmadı verse de giysem diyor.
Anlıyor musunuz mümini. Anlıyor musunuz hakka gönül vermişi. Ve bunların sayısı bu gün binleri çoktan aşmıştır. Ben yüz defa fabrika tapusu geriye çevirdiğim insanların sayısı yüzün çok üstüne ulaşmıştır. Yeniden bir sahabe devri başlıyor. Yeniden malını ve canını feda etme devri başlıyor. Yeniden Hz. Muhammed’e ait ocaklar tütmeye başlıyor. Ve yeniden bu bütün olup biten şeyler arasında Rabbimizin bize teveccühünü duyuyor ve müşahede ediyor gibiyiz. Ve saflarımızın arasında bizi istikamete çağıran ve davet eden Hz. Muhammed(a.s.m.)’ın mübarek kokusunu duyuyor gibiyiz. Muhammedilik zuhur ettiği nispette aramızda bulunur. Gönül yuvalarımız onun için hazır olduğu nispette aramızda bulunur. Davranışlarımız onu hoşnut ettiği nispette aramızda bulunur. Ve Hz. Muhammed (a.s.m.)’ı aramızda hissediyor gibi bir hava duyuyoruz.
İSLÂM FEDAKARLIK İSTER
İnsanlara çok güzel ve cazib görünen, hissiyatlarına hitab ederek kendilerini kabul ettiren sevdikleri, bağlandıkları ve gönül verdikleri; içecek, yiyecek, yatacak şeyler.. Eşler, kadınlar, kızlar.. Anneler, babalar, çocuklar.. Bağlar, bahçeler, çiçekler.. Elmaslar, altınlar, pırlantalar.. Makamlar, mansıplar, itibarlar..Hazlar, muhabbetler, dostluklar vb. pek tatlı şeyler vardır. Esas itibariyle çok den'i nefsaniyetimize uygun, dünyaya ait olan bu şeyler, Allah'ın ve Resûlü'nün rızasını ikinci plana attıran, fenaya mahkum oldukları için insanları da aynı akibete mahkum ettiren faktörlerdir.
Çok defa iş ile namaz karşı karşıya gelir de cemati bırakıp işinizle meşgul olursunuz. Resûl-ü Ekrem'in isteği doğrultusundaki bir kazanç ve muvaffakiyet ile dünyevî olanı karşı karşıya geldiğinde ikincisini tercih edersiniz. Ezan okunduğunda işinizi bırakıp camiye koşmazsınız. Çünkü bunlar nefsinize hoş gelen ve ücreti peşin alınan şeylerdir. Diğerlerinin ücreti ise şimdi verilmeyecek Ahiret âleminde verilecektir. Cenâb-ı Vacib-ül Vücud Hazretleri insanların bu türlü zaaflarını bildiği için onları sayıyor, şu hususlarda zayıfsınız diyor.
Allah'ın rızasını tahsil için sarfedilen cehdin neticesi, çok güzel bir akibettir. Bu cehd gerçek mü'minin sadakatının, feragatının ve fedakarlığının nişanesidir. Meseleyi tahlil edersek, cehd ve gayretimizin ciddiyeti nisbetinde, kazandırdığı huzuru, hissiyatımızın derinliklerinde duyarız. Ama bu huzur, sadakat, feragat ve fedakarlıkla amel eden gerçek mü'minlere müyesserdir. Îmanın muktezası vecibeleri yerine getirme cehdinin kâlben ve ruhen Cennet hayatı yaşattığını hissetmek o mü'minler için müyesserdir.
Kur'ân ve İslâm azim bir fedakarlıkla kendilerine sahip çıkmadığımız takdirde vatanı, milleti ve gelecek nesilleri başıboşluğa, sahipsizliğe ve ateşîn bir hayata atmış olacağımızı bilmemizi istiyor. Her yerde kaynaşıp, mikroplar hâlinde çoğalan îmansızların insanlığa verdikleri zarara dikkatinizi çekerim. Bunların daha da çoğalması ve hakimiyetlerini artırmaları halinde mescitleri ve mabetleri de yakıp-yıkabileceklerini hesap ederek, meselelerimizi buna göre değerlendirelim. Allah'ın ve Resûlü'nün rızasını birinci plana alıp vazifelerimizin üzerine titizlikle eğilmezsek, gelecek nesillerin başımıza açacağı badirelerin bizi nerelere götürebileceğini tahmin bile edemeyiz.
Mü'minin gerçek şuura ulaşmasından sonraki fedakarlığı, feragatı, cehd ve gayreti kolaydır. Ama bu şuuru kazandırarak, müslümanları düşünür hâle getirmek, Allah'ın ve Resûlü'nün gerçek muhibleri olduklarını görmek çok zordur. Bunlar, mü'minlerin kâlblerine,O'nlara ait muhabbeti nakşedip, gergef gibi işlemekle, nazarlarındaki perdeyi kaldırıp afakî ve enfüsî yollarla O'nlara sevdalandırmakla ve Ma'rifetullahı elde edecekleri şehraha sevketmekle mümkün olacaktır. Ancak bunun akabinde mü'minler cehd ve gayrette bulunacaklar; araştıracak,inceleyecek ve yeni yeni cevherler bulacaklar, o cevherleri buldukları Hakk'ın kapısından ayrılmayacaklar, hayatlarının sonuna kadar sadakatla, feragatla ve fedakarlıkla koşacaklardır.
Ayet-i Kerime: "Onlar vazife ile, cihad ile emrolunduğu zaman sana bakarlardı. Ama gözlerinde baygınlık alameti olarak bakarlardı. Sanki onlar, kafalarına birşey çarpmış, baygınlığa tutulmuş gibi sana yan yan bakarlardı."(5) diyerek yeni îman etmişlerin durumunu ifade ediyor. Onlar yeni iman etmişler, belki de Allah Resûlü'nün ganimetten verdiği yüz deve ile müslüman olmuşlardı da, îman henüz içlerine oturmamıştı. Kendilerinden ölmeleri ve savaşmaları isteniyordu. "Ne de ağır şeyler isteniyor!?" diye kalakalacaklar, baygınlıkla bakacaklar. Evet îmanın kâlblerine oturmadığı kimseler için, hakîkatlar ve vazifeler o kadar imkansız, aşılmaz görülecektir ki, onlara vazifeleri anlatılıp, hatırlatıldıkça ümitsizliğe, şaşkınlığa düşeceklerdir. Yüreklerindeki îmanları kemale ermiş mü'minler ise, Allah'ın ve Resûlü'nün sevdiği vecibe ve vazifeler hatırlatıldıkça, bilakis ümid, lezzet ve hazla dolup coşacaklardır.
Ümmü Habibe, Ebu Süfyan'ın kızı ve Allah Resûlü'nün mübarek zevceleriydi.Ebu Süfyan îman dairesine giremediği, îmanın hazzına eremediği, îman yümnüyle emin olamadığı devrede, bir gün Resûl-ü Ekrem'i iltimasçı yapmayı düşünerek, kızının evine gitti. Kapıyı vurmadan içeri girdi. Resûl-ü Ekrem'in bulunduğu her yer mescittir. Ebu Süfyan, evine girdiği kadının babasıydı ama necisti, pisti. Resûl-ü Ekrem'in Hane-i saadeti'ne girmeye hakkı yoktu.Ümmü Habibe ise kendisi vasıtası ile bulunduğu zor durumdan kurtulmak için yanına gelen babasını dışarıya atamıyordu. Fakat, Resûl-ü Ekrem'in mübarek hücresinde bulunan ve O'nun oturduğu sedire doğru gidip, oturmaya yeltenen babasının kolundan tutup, itiyor: "Sen oraya oturamazsın!" diyordu. Ebu Süfyan: "Beni mi yataktan, yatağı mı benden kıskandın?" deyince de: "O, Peygamber'in oturduğu sedirdir. Sen necis bir insansın, o sedire sürünemezsin baba." diyordu.(52) Resûl-ü Ekrem'e bağlılık. O'na tam bir sadakat.Kâlblerin O'ndan inhiraf etmemesi, O'nda fena bulması. İnsan fena fi’r-Resûl olmalı, fena fil Kur'an olmalı, fena fillah olmalı, kendi şahsî isteklerini ve arzularını unutmalı, Allah'ın Resûlü'nün ve Kur'ân'ın emir ve isteklerinde fani olmalı öylece yaşamalı. Ortada sadece Kur'ân kalmalı: "Bana istikametli hayatı, muvaffakiyet ve zafer ufkunu gösteren Kur'ân'dır" demeli. Heveslerimiz ve behimi arzularımız adına olan şeyleri O'na tercih etmemeliyiz. Mevla neyi istemişse yapmalı, neyi istememişse yapmamalıyız. Böyle bir anlayışla sadakat, feragat ve fedakarlık içinde olmalıyız.
Resûlullah'a sadakat mevzuunda anlatılacak yüzlerce, binlerce misal vardır. Hubeyb'in kahramanlığı, Resul-ü Ekrem'i herşeye tercih etmesi.. Zeyd İbn-i Desinne'ye "Sen şu anda idam edileceksin. Yerinde Muhammed'in bulunmasını, kendinin çoluk-çocuğunla birlikte olmanı arzu eder miydin?" denildiğinde, kükreyip, "Ben bin defa ölsem bile Resûl-ü Ekrem'in zülfünün dağılmasını istemem! Yerimde olmasını arzu etmem!" diyerek, idam edilip, parçalanırken bile sadakatini göstermesi..(53) Zeyd İbni Sa'd'ın büyük bir kahramanlık nişanesi izhar ederek. Yemame'de aynı sadakatla Resûl-ü Ekrem'in açtığı yol ve çığır için canını feda etmesi.. Ve Sa'd İbn-i Rebi' gibi, Abdullah bin Cahş gibi, Sümeyye Hatun gibi, Nesibe Hatun gibi daha binlerce sadık kahraman vardır.
Bezzar anlatıyor: "Ensardan genç bir çocuk olan Talha, Resûl-ü Ekrem'in huzuruna gelip 'Ben de dehalet ediyorum. Biat ediyorum.' dedi. Nazar-ı gayb bînîsîyle O'nun kâlbini yoklayıp, müşahade edip samimi olduğunu gören Allah Resûlü oradakilere de göstermek için ferman etti: 'Eğer sen, bana hakîkaten sadık bir biat edeceksen.Git babanı öldür, gel.' Talha kılıcı eline aldığı gibi koşunca. Resûlullah 'Gel. Ben sıla-i rahimi kat' için gönderilmiş bir insan değilim. Ben, Rahmetenlilaleminim. Rahmet için gönderildim.Fakat senin sadakatini görmek istedim.' dedi. Belki maksad-ı nebevî başkalarına göstermek, bize de göstermekti."(54)
Talha kısa zaman sonra yatağa düştü, ölümcül hasta oldu. Resûl-ü Ekrem'i görmek istedi. Resûl-ü Ekrem yanına gidip Talha'yı gördüğü zaman, ölümünün yakın olduğunu anladı: "Talha gidiyor" dedi. Hergün namazdan sonra yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyordu. Vefat edeceği gün de: "Birşey olursa çağırın, namazında bulunayım" demişti. Talha ise eli-ayağı soğuyup, canı boğazına geldiği zaman: "Bizim mahallemiz uzak bir mahalle. Ben vefat edersem Resûl-ü Ekrem'i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki, Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan gibi haşereler zarar verirler. Ona bir fenalık gelmesin. Beni gömün, gündüz haber verirsiniz." diyordu. O çocuk, böyle şeyler düşünüyor ve söylüyordu. Vefat edince de dediği gibi yaptılar. Adet olduğu üzere gece, namazını kılıp, gömdüler. Sabah namazında da: "Ya Resûlallah Talha vefat etti ve gömdük" dediler. Resûlullah müteessir oldu.Mezarının başına gitti. Ellerini kaldırıp şöyle dua etti: "Allahım sen Talha'yı, o sana gülüyor, sen de ona gülüyor, öyle karşıla. Allah'ım rıza ve rıdvanınla karşıla. Huzuruna geldiği an mütebessim ol Allahım." O tebessüm-ü mukaddes nasıldır bilemiyoruz. Ama Resûlullah Efendimiz: "Mukaddes bir tebessümle, sen onu öyle karşıla, o da seni öyle karşılasın" diyerek dua ediyorlardı.(55)
O'nlar erkeği, kadını ve çocuğuyla topyekün şuurlu bir cemaattiler. O mümtaz cemaat böyle yaşadığı için tarihin akışını müsbet bir mecraya çevirmişti. Bugün çok azına şahit olduğumuz böyle sadakat numunelerinin çoğalmasını, Kur'ân, Allah ve Resûlullah namına istiyoruz. Böylece hadiselerin akışını değiştirecek, kafire aman vermeyecek olan imdad-ı îlahiye yetişecektir. Elverir ki, mü'minler sadakatlarında sabit, kaim ve daim olsunlar.
FEDAKÂRLIK
…Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dâvâ insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlad ü iyal, makam, mansıp, şöhret.. vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terketmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir.
İşte Allah Resûlü (s.a.s) de Mekke'de dâvâsının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da yakın çevresinden başlayarak, dâvâsına gönül veren bütün insanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve yaşayarak da göstermiştir. Mesela, Hz. Hatice (r.anha), Nebiler Serveri'nin ilk eşi, dünya ve âhiretin sultanı Hz. Muhammed (s.a.s)'e daha isteme sıkıntısını bile yaşatmadan, varını-yoğunu inandığı o kudsî dâvâ uğruna harcamıştır. Mekke müşriklerine İslâm'ı anlatmaya yönelik verilen ziyafetlerin tüm masraflarını O karşılamıştır.. ve İslâm öncesi Mekke'nin en zenginlerinden biri olan bu şanlı kadın, vefat ettiğinde her hâlde kefen bezi alacak kadar bile olsa imkânı kalmamıştı.
Her dâvâ insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarfetmesinin yanında, doğup büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı bir buududur. Bakın, başta Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) olmak üzere zengin-fakir, genç-yaşlı, kadın-erkek.. hemen hepsi hicret etmişlerdir. Ve hicret edip ata yurtlarını, ana yurtlarını terk ederken, bütün mal varlıklarını da, Mekke'nin zalim ve cebbar insanlarına bırakmışlar ve ancak yol azığı olabilecek miktarda çok az bir şeyi beraberlerinde götürebilmişlerdir. Evet, Muhacirler inandığı, gönül verdiği dâvâlarını tebliğ ve temsil etme için böylesi fedakârlığa katlanırken, Medine'de onlara kucak açan, onları bağırlarına basan Ensar da fedakârlığın ayrı bir derinliğiyle onlara karşılık vermiştir. Evet, Ensar aynı dine inandıkları Mekkeli kardeşlerini, fakir olmalarına, çiftçilikle geçinmelerine rağmen bağırlarına basmış ve onlara fevkalade civanmertçe davranmışlardır.
Günümüzün irşâd ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu sayılan Ashab-ı Kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez.
FEDAKÂRLIKTA KEMAL
Fedakârlık herşeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve topluluğun mutluluğu adına, kendi saadet ve hazlarını unutmakla kemale erer...
HAM RUHLAR
Devr-i Saâdet sonrasını kana-irine boğan, çilesiz ruhlardı. Daha sonraki devirlerde, birbirinden baskın, bütün hoyratlıkların ve azgınlıkların arkasında da, yine hep bu ızdırapsız ruhlar vardı. Bir kere olsun, sahib olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan; yurt-yuva adına fedâkârlık göstermeyen, belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına ma’ruz kalmayan ızdırapsızlar... Zaten hayatını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren böyle ham ruhlardan, hangi fedakârlık beklenebilir ki? Fedakârlık herşeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve toplumun mutluluğu adına kendi saâdet ve hazlarını unutmakla kemâle erer. Yoksa, her fedakârlık iddiası bir aldatmaca ve toplumun yüzüne savrulmuş koca bir yalandır..
DİĞERGÂMLIK
Bu milletin yeniden dirilmesi, tarihin geçmiş sahifelerinde kalan o şanlı maziyi yeniden yaşaması, yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçen alperenlerle olacaktır. Fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık duyguları ile gönlü dopdolu olan ferdler ve böyle ferdlerden müteşekkil bir cemm-i gafir (çoğunluk) olmadığı müddetçe, diriliş beklemek bir ham hayâlden öteye geçmez. Bakın, Allah Rasûlü (sav) geride bıraktığı ailelerine dünya mâmeleki (mal ve mülkü) adına ne bıraktı? Hz. Ebu Bekir’in taksim edilecek mirası var mıydı? ... Ve Hz. Ömer, hançerlendiği zaman “Bakın bakalım, malım borcumu ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten borç alıp ödeyin” diyordu..
Evet bir milleti ihya, ancak bu duygu ve düşüncedeki fertlerle olur. Öyleyse şahsınız ve aileniz adına yarınları çok düşünmeseniz de olur. Burs ile idare etmeye çalışın. Kitaplarınızı şimdiden vakfedin. Dünya sizi boşamadan evvel siz onu talak-ı selase, yani üç talakla boşayın. Ve dünyaya geldiğiniz gibi çırıl çıplak gitmek ümniyeniz olsun. Daha doğrusu kesben değil ama dünyayı kalben terkedin!
FEDAKÂRLIKTA AYRI BİR BUUD
Şahs-ı manevî ile alâkalı birtakım belâ ve musibetler vardır ki, bunları birtakım fedakârlar karşılar ve cemaate gelecek belâların def u ref’i için kendilerini feda ederler. Hizmet kadrosu içinde değişik münasebetlerle vefat edenler ve muhtelif belâlara dûçar olanlar hakkında böyle düşünmek daha muvafık olur.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddî eder. Elbisesi pek basit ve fakirânedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde îtinâ eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek nâmına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.
Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır; fakat mâneviyât âleminin sultanıdır.
Istanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum.
"Bana ıztırap veren," dedi, "yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!" "Yüz binlerce îmanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?"
"Evet, büsbütün ümitsiz değilim... Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.
"Risâle-i Nur'u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.
"Bana, `Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. Içinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
"Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. Izzet ve şehâmet-i Islâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. "İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyâde-îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah'a bin kere hamd olsun.
"Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur."
Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi, haşmetli zemzemelerle rûhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatib gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim dedim.
Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.
RİSALE-İ NUR'UN MESLEĞİ, MADDİ MANEVİ FERAGAT MESLEĞİDİR.
Risale-i Nur'un mesleği maddî manevî feragat mesleğidir Ben maddî ve manevî herşeyimi feda ettim, her musîbete katlandım. Her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakîkat-i îmaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i îmaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir. talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
HARUN REŞİT İLE İHTİYAR

Harun Reşit Veziri ile birlikte tebdili kıyafet dolaşırken bahçesinde hurma fidanları diken bir ihtiyar görür. Selam verir ve aralarında şu konuşma geçer:
-Kolay gelsin, ne yapıyorsun böyle?
- Hurma fidanları dikiyorum.
- Peki bu diktiğin hurma fidanları ne zamana kadar büyür ve meyve vermeye başlar?
- Kim bilir belki on, belki yirmi sene sonra yetişir ve meyve vermeye baslar.
- Peki onların meyvelerini görebilecek misin?
- Bu yaşlı halimle belki göremem. Ama bizden öncekilerin diktikleri ağaçların meyvelerini biz yedik. Biz de bizden sonrakilerin istifadeleri için bu hurma fidanlarını dikiyoruz.
Bu cevap Harun Reşit’in hoşuna gider ve bir kese altın verir. İhtiyar, Allah'a hamd eder ve:
- Diktiğim ağaçlar hemen meyve verdi.
Bu söz üzerine Harun Resin bir kese daha altın verir ve ihtiyar yine Allah'a hamd eder ve:
- Herkesin diktiği meyve ağaçları yılda bir defa mahsul verir, benim diktiğim fidan hem hemen meyve verdi hem de senede iki defa ürün vermeye başladı.

BAYRAMLIK
Bayram günü gelip çatmıştı. Çocuklarına bayramlık alacak tek kuruşu dahi yoktu. Düşünüp duruyor, içinde buruk acılar hissediyordu. Çocukların annesi akıl verdi:
-“Git, devlet reisimiz halife Abdülmelik’e durumunu anlat, sana çocuklarını sevindirecek kadar para verir.”
Nitekim öyle yaptı. Halife, çocuklarını sevindirecek kadar para verdi. Sevinç içinde parayı keseye doldurup evine geldiği sırada bir arkadaşı kapıdan seslendi:
-“Bayram gelip çattı çocuklarıma bayramlık alacak tek kuruş para yok, bana biraz yardım eder misin?” Hiç düşünmeden, halifeden aldığı keseyi uzattı:
-“Buyur kardeşim, şu kese içindeki parayla çocuklarını sevindir!” Gözlerinin içi gülerek parayı alan arkadaşı sevinçle yola çıkmak üzereydi. Kapıdan çıktığı anda bir arkadaşını buldu. Onun derdi de aynıydı:
-“Bayram geldi, çocuklara bayramlık alacak tek kuruşum yok. Seninle can ciğer arkadaşız, ne olur bana yardım et.” Kısa bir tereddütten sonra elindeki keseyi açmadan uzattı:
-“Buyur kardeşim, bu parayla çocuklarını sevindir, hiç üzülme.” Keseyi alan arkadaşının sevincine diyecek yoktu. Tesadüf buya o da karşısında sevdiği arkadaşını bulmasın mı? mahzun şekilde bekleyen bu arkadaşı istirhamını anlattı:
-“Halifeden bayramlık para almıştım. Bir arkadaşımın da parası kalmamış. Ben paramı ona verdim. Şimdi senin yardımına geldim. Bana biraz harçlık verebilecek misin?” bir iki saniye tereddütten sonra cevabını verdi:
-Hay hay, buyur. İşte içi para dolu kese, senin olsun. Biz hem arkadaş hem de din kardeşiyiz. Senin çocuklarının bayramda mahzun olmasına gönlüm razı olmaz.”
Sevinçle keseyi alan arkadaşı koşar adımla eve gelip de hanımla birlikte keseyi açınca hayretler içinde kaldılar. Kendi keseleri değil mi? kese üç yoksul arkadaş arasında dolaşıp yine ilk sahibini bulmuştu. Bunların birbirine karşı gösterdikleri bu fedakarlığı duyan halife, her üç arkadaşı da huzuruna çağırdı. Parayı ilk verdiğine:
-İşittiğime göre benden aldığın parayı bir kardeşine vermişsin. O da kendinden para isteyen arkadaşına vermiş. O da tekrar sana vermiş. Böylece tam bir din kardeşliği göstermişsiniz. Sizin bu yardımseverliğiniz beni çok memnun etti. Her birinize birer kese dolusu altın layık gördüm…
HZ. HIZIR'IN SOHBETİNDEN MAHRUM KALAN İDÂRECİ
Hârûn Reşîd zamanında bir zâbıta âmiri vardı. Hızır aleyhisselâm ile her gün görüşüp sohbet ederlerdi. Zâbıta âmiri bir gün vazifesinden istifâ etti. Zâhid olup insanlardan ayrı yaşamaya, kimseyle görüşmeyip tek başına ibâdet yapmaya başladı. Fakat istifâ ettikten sonra Hızır aleyhisselâm kendisine bir gün dahî uğramaz oldu. Bu duruma zâbıta âmiri çok üzüldü. Her gün sabahlara kadar Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp, gözyaşı döktü, tevbe-istiğfâr etti. Bir gece rü'yasında Hızır aleyhisselâmı görüp yalvardı.
"Ey vefâlı dost! Ben seninle devamlı olarak sohbet etmek maksadıyla dünya makamlarından istifâ ettim. Uzlete çekilip, yalnız başıma devamlı ibâdet etmeye başladım. Böylece sana kavuşurum sandım. Halbuki tam tersine seninle artık hiç görüşemedim. Beni, mübârek cemâlinize hasret bıraktınız. Acaba bunun hikmeti nedir? Yoksa bir kusûr mu işledim? Bu şekilde daha ne kadar hasretinizle yanacağım?.." gibi sözlerle yanıp yakılarak ağladı.
Zâbıta âmirinin bu acınacak durumuna dayanamayan Hızır aleyhisselâm buyurdu ki: "Ey azîz dostum! Benim sana görünüp sohbet etmemin sebebi, yaptığın ibâdetler, hayır hasenâtlar değildi. Senin o mühim vazifede Müslümanların işlerini, hak ve adâlet ile idâre ettiğin için sana gelip sohbet ediyordum. Hâlbuki, sen bu kıymetli vazifeyi bırakıp, Müslümanlara hizmeti terkettin. Hattâ onları adâletli olmayan birisiyle başbaşa bıraktın. Sadece kendi şahsî kemâlâtın için bir köşeye çekildin. Kendi mânevî menfaatini Müslümanlara tercih ettin. Şimdi o adâletsiz kimse, oradaki Müslümanlara zulüm ve gayr-i meşrû işler ile elem vermektedir. Şu anda onlar sıkıntı ve üzüntü içindeler. Bunlara hep sen sebeb oldun. Elbette senin şahsî menfaatinin, Müslümanların umûmî menfaatleri yanında kıymeti yoktur. Çünkü uzlete çekilip abdest almayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zikir etmeyi herkes yapabilir. Fakat makâmı ile Müslümanlara hizmet etmeyi herkes yapamaz. İşte bunun için artık senin yanına gelemiyorum." Zâbıta âmiri bunları dinledikçe gözyaşları sel oluyor, bir taraftan da: "Çok doğru... Çok doğru..." diyordu. Uyanınca, istifâ etmekle ne büyük bir hatâ yaptığını anladı. Sabah olunca derhal hükümdârın huzûruna çıkıp, eski vazifesini yeniden istedi. Hükümdâr anlayışla karşılayıp, onu tekrar eski vazifesine tâyin etti.
HAMALLIK YAPAN HALİFE
Halife Hazret-i Ömer bir gece şehri dolaşırken, bir evden çocukları iki gündür aç olan annenin feryadını duyar.
— Yavrularım, Allah sizin hakkınızı Ömer'den sorsun! Bu sözü işiten halife kapının Önünde titremeye başlar.
İçeriye seslenir:
— Ömer'den ne istiyorsun?
— Sen ne soruyorsun, dost musun, düşman mısın?
— Allah için, dost olarak soruyorum.
— Ömer'den şunu istiyorum: Bu çocukların babasını askere gönderdi. İki gündür çocuklarım aç, ocağım üzerine tencere koydum, suyu karıştırıyorum. Yemek pişiriyorum diye onları avutuyorum. Dün uyutmuştum. Ama bugün açlıktan uyuyamıyorlar. Birbirlerine sarılmış halde sızlanıp duruyorlar.
— Peki, Ömer'e haber verdin mi?
— Neyi haber vereyim? Adamlarımızı askere almayı biliyor da, gerideki çocukların durumunu hiç düşünmüyor mu? İnsanlara baş olmak, başa belâ olmak mıdır? Hazret-1 Ömer ağlayarak evine koşar. Arkasına bir çuval un eline bir teneke yağ alıp kadının evine gelirken karşısına sahabelerden bir zat çıkar.
— Ey mü'minlerin Emiri, bu ne hal, nereye koşuyorsun? Ver şu tenekeyi ben taşıyayım.
— Yok vermem, bunlar Ömer'in günahlarıdır. Bugün yükümü alırsın ama, yarın Allah’ın huzurunda günahlarımı alamazsın. Bırak da ben taşıyayım.
Eve girip çuvaldan biraz un çıkarır, tencereye koyar. Sönmek üzere olan ateşi üflerken sakalının bir tarafı hafifçe yanar. Un çorbası pişirip çocukların kamını güzelce doyurur. Çocukların annesine de:
— Yarın mutlaka Halife'yi göreceksin der.
Kadın tanımadığı bu yabancı adamın yaptığı iyiliklerden dolayı, son derece memnun olur. Evden çıkarken arkasından söyle konuşur:
— Allah Ömer'in yerine başımıza seni geçirsin.
Halife Ömer hiç sesini çıkarmadan oradan ayrılır. Sabahleyin kadın halifenin yanına gider; bakar ki kendisine çorba pişiren zat, Halifelik makamında oturmaktadır. O zaman özür dilemeye başlar:
— Kusura bakma Ya Ömer, akşam canımın acısından size acı söyledim, sizi incittim.
— Hayır sen vazifeni yaptın. Ömer suçludur. Asıl siz hakkınızı helâl edin...
İşte onlar böyleydi...
ANADOLU’NUN DESTANLARA SIĞMAYAN ANALARI
Bir ak saçlı nine var, şehittir iki oğlu, Ona kim rast gelirse yanık bir seste sorsun: Niçin, ak saçlı ninem, gözlerin yasla dolu, Niçin doğan güneşe bakarak ağlıyordu ?
îki oğlumdan biri Kafkas'ta cenk ederken Şehit oldu, gömüldü vatan topraklarına. Bir deniz harbinde de, bir şafak vakti, erken Bahriyeli yavrumu aldı sular bağrına!
Bu vatanın suyunda, toprağında hakkım var, Onlara oğlum derim, dağılır gizli derdim. Yanlız bu güzel hava beni nedense boğar: Bir oğlum daha olsa göklere nezr ederdim. l
Ana Kimdir ?
Ne güzel söylemiş büyük mütefekkir Abdülfettah Şahin ananın tarifini: "Fâniler arasında en muazzez varlıktır ana. O, yeryüzünde dolaşırken gökteki bir baş ve Cennet de ayaklarının altındadır. Pabucunun tozu gözlere sürme kadar aziz ve ayaklarına sürülen yüzler, arş eşiğindeki başlar kadar yücedir. Ana inleyen varlıktır. Bütün bir hayat boyu inleyen ve sızlayan..."2
Evet, ney sesi gibi inleyen ve sızlayan analarımız... Evladını, doğum sancısından başlayıp, binbir çile ile civan gibi bir delikanlı olasıya kadar büyütüp vatan için yâdellere uğurlayana kadar inleyen analarımız...
Hele bizim analarımız., bizim analarımız... Çile ve ızdırabın saçlarını apak ettiği eli nasırlı, Cennet kokulu analarımız...
Minarelerin yıkılıp ezan sesinin susma tehlikesi söz konusu olduğunda elindeki biricik yongasını da cepheye uğurlayan ve tek öküzü olan kağnısının boş kalan boyunduruğuna geçip, cephe cephe cephane taşıyıp da böğründeki dirgen acısını Kevser Kevser yudumlayan analarımız...
Son Karakol'un her yerini kara bulutlar kaplayıp vatan toprağının al kanlara boyandığı demlerde mazgallara gülle, siperlere su, Mehmetçiklere şifa taşıyan analarımız...
Tazecik koçyiğit yavrusunu ıraklardan ırak beldelere: "Arkadan vurulursan sütümü sana helâl etmem" diyerek yedi düvelle çarpışmaya gönderen ve ardında da:
"Bura Yemen 'dir, Gülü çemendir] Giden gelmiyor, Acep nedendir? Acep nedendir?" diye ağıtlar yakan fazilete uyanık analarımız...
Nice baharlar doğurduğu ve nice sonbaharlar al kanlı mendiliyle şehadet haberini aldığı, ama bağrına taş basıp bir kez olsun "Mezar taşı var mı?" diye sormayan gözleri ceyhun analarımız...
Bıyıklan terliyesiye kadar bir siyanet meleği gibi görüp gözettiği yavrusunu Çanakkale'ye destan yazmaya gönderen analarımız...
Ve nice zaman sonra da, bu biricik yiğidinin ölümsüzlüğe erdiği muştusunu aldığında, hemencecik abdestlenip, iki rekat şükür namazına duran ve nasırlı ellerini gökkubbeye doğrultup "Elhamdülillah, şehit anası oldum!" diyerek semânın sakinlerini gözyaşlarına boğan analarımız...
Gün gelip de devrin hükümetinin, yetim kalmış torunlarının beşiklerini şehadet ninnileriyle sallayan bu kimsesiz analarımıza maaş bağlamak aklına geldiğinde: "Ben ikinci âlemde şehit evlâdımın şefaatini bekliyorum! Bu beklentiye menfaat gölgesi düşürmekten Allah'a sığınırım!" diyerek müstağni kalmasını bilen iman âbidesi analarımız...3
Evet bu aziz topraklar bize, evladının ellerini kınalayıp; mukaddeslerine, vatanına ve namusuna kurban olsun diye asker ocağına uğurlayan mavera soluklu analarımızın armağanıdır.
Gerçek değerini kametine uygun olarak ortaya koyamadığıma inandığım bu kırık dökük girişten sonra, destanlara sığmayacak kadar büyük beş vak'a ile bu şefkat kahramanı analarımızı zihinlerimize kazıyalım isterseniz:
"Sögüt'ün Akgünlü Köyü'nden Mehmet Oğlu Hüseyin"
Yıl 1915, yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesi... Çanakkale Savaşı kazanılmış fakat milletin harim-i ismetine el uzatmak isteyen bakışı bulanmış yedi düvelle harp bütün şiddetiyle devam etmektedir.
Bir zamanlar yedi iklime dal budak salarak "Devlet-i ebed-müddet" namıyla buyruk yürüten Osmanlı'nın kök şehri Bilecik bu defa başka bir faaliyete sahne olmaktadır.
Bıyıklan yeni terlemiş yağız delikanlılar istasyonda vagonlara doluşarak, "yurdunu alçaklara çiğnetmemek" için frenk işgalcileri ile yaka paça olma hazırlığındadırlar.
Trenin kalkışı için kampana çalınmış, istasyon hareketlenmiştir. Bu arada sık sık çakan şimşekler, istasyonun bir köşesinde dimdik ayakta duran yaşlı bir Türk anasının âbideleşmiş siluetini nazara vermektedir. Yağmura ve soğuğa aldırış etmeden orada bir sütun gibi bekleyen bu kadının hâli kumandan Abdülkadir Bey'in dikkatini ve hürmetini celbeder. Bir koşu yanına gidip bir isteği olup olmadığını sorunca ihtiyar kadın, bir tekmil verme edası içinde "Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmed oğlu Hüseyin "in anası olduğunu ve aslanını selametlemeye geldiğini söyler.
Kumandan, yüzünde sanki asırların çilesi bulunan bu mübarek ananın duasını alabilmek için Hüseyin'ine haber yollatır. Çağrıldığını öğrenen genç delikanlı hemen seğirterek anasının haritalaşmış mübarek ellerine sarılır.
Çileli ana, ciğerparesini paralarcasına bağrına son bir kez daha basıp koklar ve ardından, tarihin durup dinlediği şu sözleri söyler:
"Hüseyi’nim, yiğit oğlum benim.,. Dayın Şıpka'da, baban Dömeke'de, ağaların sekiz ay evvel Çanakkale'de şehit düştüler. Bak, son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme!.
Yolun Şıpka'ya uğrarsa dayının ruhuna bir fatiha okumayı da
unutma/ Haydi oğul Allah yolunu açık etsin."
Bu sözler, bir Türk anasının hayatta kalan son evlâdına nasihatidir.
Komutan, bu şuur âbidesi kadının sözleri karşısında donakalır. Gayr-i ihtiyarî sorar: "Demek sizin ailenin erkekleri hep şehit oldular, öyle mi?"
Başımıza taç yapacağımız ihtiyar ananın şu cevabı ise komutan Abdülkadir Bey'in iliklerine işleyecek kadar ibretlidir:
"Yalnız bizim ailenin değil oğul, bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi. Vatan sağolsun da, biz hepimiz ölelim ne çıkar?.." 4
Tarihe Sığmayan Analar
Aziz vatanımızın gök kubbesine felaket üstüne felaketin çöreklendiği kan ve barut kokulu günlerden biridir.
Bıyıkları terlememiş delikanlılardan al yazmalı gelinlere, ak alınlı ak yaşmaklı ninelerden, ak sakallı polat sîneli dedelere kadar milletin herbir ferdi, vatanları uğruna canını fedaya ant içmiş, "Hakk'ın va'dedeceği günlerin" doğmasını beklemektedirler.
İşte böyle günlerin birinde kulağımıza, uzaktan bir kağnı gıcırtısı duyulur. Sanki tekerlekler "mabedinin göğsüne namahrem eli değmesin" diye inim inim inlemektedirler. İnebolu yakınlarında çocuğunu yorganına sarmış bir ana, nasırdan katmanlaşmış çıplak ayaklarıyla toprağa mukaddes izler bıraka bıraka, üzeri mermi yüklü kağnısını çekerek ağır aksak ilerlemektedir.
Hiçbir ressamın tablolaştıramayacağı bu eşsiz manzara saatlerce böyle akadursun, rahmet damlaları, istikbalin bahar tomurcuklarını müjdelercesine sağanak halini almıştır. Bu defa tablo daha da eşsizleşir; anamız, kucağındaki mini mini yavrusunu sarıp sarmaladığı yorganı bir çırpıda çekip almış, ıslanmasın diye mermilerin üzerine binbir itina ile örtüvermiştir. Bu ne şuurdur, bu ne imandır Allahım!
Islanıp perişan olmasınlar diye, melekler kanatlarını germek için birbirleriyle yarıştılar mı bilemiyorum ama, bu destan kahramanı ana, saatler sonra gecenin zifiri karanlığında Ilgaz’da köhne bir hana ulaşır.
Neden sonra bir zaif el, hanın kapısını yumruklar ve yorgun bir ses titreşir: "Açın kapıyı/.."
Az sonra han sahibi içeriden ses verir: "Yer yoook"
Ardından tarihe sığmayacak bir mânâ ifade eden titrek ses tekrar yalvarır: "Ben çocuğumla dışarıda da yatarım... Tek siz mermileri içeri alın!"5
İşte Millî Mücadele'de tarih yapan mehmetçiği doğuran bu analardır.
Yürek Dayanmayan Sahneler
"Ezelden beri hür yaşamış" Anadolu insanına, ingilizlerin kışkırtmalarıyla esaret zinciri vurmaya kalkışan Yunan çılgınları, pis çizmeleri ile Garbî Anadolu'nun temiz sinesine ayak bastığı günlerdir.
Nice ocakları söndüre söndüre ilerleyen bu Helen çocukları, Domaniç'ten, Sultan dağlarından, Kütahya üzerine doğru yürümektedirler. İnegöl halkı da yediden yetmişe kadar silahlanmış, silah bulamayanlar da taş, odun ve demirlerle mukaddes yurdunu korumaya yeminleşmişlerdir.
O sırada Domaniç dağlannda bir aziz ana da, yirmi yıl bütün bir gençliğini harcayarak büyütüp yetiştirdiği ciğerparesinin eline baba yadigan silahını tutuşturur ve düşmanla yaka-paça olması için İnegöl'e uğurlar.
Ne yazık ki, dağdan inen bu saf köylü çocuğu, bize hıyanet eden bir jandarma onbaşısının oyuncağı olur ve yaptığı işin kötülüğünü farketmeden düşmana haber taşıma gafletinde bulunur.
Günler geçip de köyünde oğlunu, yurdunun kurtuluşu için dua ederek bekleyen bu talihsiz anaya acı haberi çekine çekine deyiverirler:
"Oğlun düşmana casusluk etti!.."
Büyük kadın deprem olmuş gibi sarsılır., kaddi bükülür. Başı dumanlanmıştır. Bir anlık duraklamadan sonra, silahını kuşandığı gibi atına binerek yollara düşer. Kuytu ormanlar ve yalçın kayalar asarak yıldırım hızı ile İnegöl'e ayak basar. Araya sora oğlunu demir parmaklıklar arasında bulur ve vazifelilere oğlunu görmek istediğini söyler.
Az sonra, anasının gelişine sevinen zavallı genç, elini öpmek üzere koşa koşa anasına doğru yaklaşırken atının üstünde bir iman âbidesi gibi bekleyen ana, kara feracesinin yeninde sakladığı silahını tereddüt etmeden ciğerparesine doğrultup tetikler ve biricik ümit tomurcuğunu kanlar içinde yere seriverir. Evladı dahi olsa vatana ihanet cezasız kalmamalıdır.
içinde naşı! fırtınalar koptu bilemeyiz ama, dışına birşey aksettirmeyen bu kahır yüklü ana, atını mahmuzladığı gibi kasırga hızıyla ufukta kaybolup sırtara karışır.6
Şeydiler Köyü'nden Bir Kadın
Millî Mücadele bir milletin ölüm kalım savaşının adıdır. Bu ölüm kalım savaşında Anadolu insanı, yediden yetmişine; asırlardır ezan sesiyle yoğrulmuş bu güzel topraklan 'düşman postallarına çiğnetmemek için cansiperane mücadele vererek bir diriliş destanı yazarlar.
Bu, bayrağımızın gül renginin soldurulmaması mücadelesinde, hamuru yiğitlik mayası ile yoğrulmuş milletin içinden adları Mehmetçik, Ayşecik, Fatmacık olan nice isimsiz kahramanlar görürüz.
Bu "Bir hilâl uğruna nice güneşlerin batıp, toprağın şüheda fışkırdığı" kasvetli günlerin birinde Anadolu fıkır fıkır kaynamakta ve her yanda hummalı bir faaliyet göze çarpmaktadır. Ak saçlı ihtiyarından bıyığı terlememiş eli silah tutan çocuklara kadar herkes cephededir. Tek bir gaye vardır; Alparslan'ın sanlı Malazgirt zaferiyle Müslümanlaşan bu mübarek topraklan kafir çizmesine çiğnetmemek! Fakat bu iş çetin mi çetindir; kan, ter ve gözyaşı istemektedir.
işte bu herkesin takatine göre bir işi sırtladığı yokluklar Anadolu'sunda adsız, namsız fakat semanın sakinlerin ismini ezbere bildikleri bir anamız da çelimsizliğine ve güçsüzlüğüne bakmadan durup dinlenme bilmeksizin oradan oraya cephane taşımaktadır.
Ve günlerden bir gün, Kastamonu ilinin askerî kışlasında soğuk mu soğuk bir gecenin sabahında "kalk" emriyle uyanan askerler müthiş bir manzara ile karşılaşırlar. Bu aziz kadın, dışarıda ellerini semaya doğru kaldırmış sanki dua eder vaziyette " kımıldamadan öylece durmaktadır. Hayret! Sabahın dondurucu ayazında bu kadın ne yapmaktadır? Birkaç asker, kadına, içeri girmesini söylemek için yanına gittiklerinde ürpertici gerçeği müşahede ederler. Elleri havada, insanın içini delen bakışlarıya ufka dalmış bu aziz kadın, kendi üzerine örtmesi gereken yorganını, arabadaki cephanelere bir-şey olmasın diye onların üzerine örtmüş ve kendi de donarak Öylece heykelleşmiştir.
Daha sonra soruşturdular "kimdir bu kadın?" diye. Fakat ne ismi vardı, ne lâkabı... Ancak "Şeydiler Köyü'nden bir kadın!" olduğunu bitebildiler ve nice kutlu isimsizler gibi onu da, toprağın bağrına öylece emanet ettiler. 7
isimsiz kahramanlar zincirinin ortak adı olan Mehmetçik gibi o ve onun gibi âbide kadınlar da, kan ter içinde cephe cephe koşarak yırtınıp dövündüler ve sonra da hizmetlerinin ücretini almadan ve arkalarında binbir bahar tomurcuğu ekerek, meçhul bir Ayşecik, bir Fatmacık olarak çekip gittiler.
Fazilete Uyanmış Fedakâr Bir Ana
1917 ihtilaliyle milyonlarca kafatasının üzerine bina edilen vahşi komünizm rejiminin uçsuz bucaksız kuzey topraklarına yayıldığı günlerdir.
Stalin canavarı henüz iş başında ve Türk ırkından olanlara anlatılması asla mümkün olmayan bir ideolojik savaşın örneklerini vererek hayvanlara taş çıkartan vahşet manzaraları sergilemektedir.
işte böyle insanlık ufkunun karardığı günlerin birinde, hudud vilayetlerimizin birinde vali olarak vazife yapan, Mülkiye Müfettişi Cemal Bey'in kapısı gece yansı jandarma tarafından acı acı çalınır.
Pürtelaş dışarı fırlayan Cemal Bey, karşısındaki Mehmetçikten; yansı Rus, yansı Türk topraklarında bulunan bir köyden, bir Türk kadının iltica ettiğini ve geri göndermek hususunda gösterilen bütün ısrarları reddederek muhakkak kendisiyle görüşmek istediğini öğrenir.
Çaresiz, bu perişan vaziyetteki kadını valinin huzuruna getirirler ve zavallı kadıncağız, bitkin bir vaziyette Cemal Bey'in ayaklarına kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başlar. Hıçkırıklar içindeki kadının anlattıkları, zavallıyı teskin etmeye çalışan Cemal Bey'in kulaklarında yankılanmaya başlayınca Cemal Beyin kadına olan hayranlık ve hürmeti kat be kat artar.
Bu, din ve millet şuuruyla yoğrulmuş kutlu ana hamiledir ve yedi aydır dağlarda saklanıp ot yiyerek vakit geçirip hamileliğini saklamış ve doğuma birkaç gün kala, sıyanet kanatlarını gereceklerine inandığı Türk sınırını geçmiştir.
Biricik arzusu, yavrusunu Türk topraklarında dünyaya getirip devlet makamlarına teslim ettikten sonra geri gitmektir. Çünkü Öte tarafta doğuracak olursa yavrusu zorla elinden alınıp Rus müesseselerine teslim edilerek dininden ve milliyetinden bihaber yetiştirilecektir.
Bu yüreği yanık ananın feryadına can dayanacak gibi değildir ve vali bey mukaddes bir vazife addettiği bu himaye işini yerine getirmekte kusur göstermez.
Gerçekten de bir haftaya kalmadan nur topu gibi evlat dünyaya getiren bu faziletli ana, doyasıya koklayıp bağnna basamadığı oğlunu devlet yetkililerine teslim eder ve gözü yaşlı fakat gönlü sürûrlu bir vaziyette sınırın ötesindeki köyüne geri döner.8
Evet bu başyüce millet, kaç asırlık Kutlu Çınar'ın gölgesi altında başı Himalayalar kadar ulu, gönlü kevserler kadar duru nice analar yetiştirmiş ve yetiştirmeye devam etmektedir.
Dün evlatlarını maddî cihad için, gönül koymadan cephelere uğurlayan aziz analarımız, bugün de hasretlerini ninni yaparak ciğerparelerini manevî cihad için cihanın dört bir yanına ikinci dirilişin tohumlannı atmaya göndermektedirler.
Ne mutlu bu şefkat kahramanlarına!
İMDAT SİNYALLERİNDEKİ MÜJDE
Geçimini balıkçılıktan sağlayan Hollanda'nın ufak bir balıkçı köyü, denizde meydana gelebilecek acil durumlar için gönüllü çalışacak bir kurtarma ekibi kurarlar.
Bir gece çok şiddetli bir fırtına çıkar ve bir balıkçı teknesi denizde mahsur kalır. Teknenin tayfaları çaresiz kalıp, çevreye SOS sinyalleri gönderirler. Köyün gönüllü kurtarma ekibi sinyalleri alır ve denize açılmak için hemen hazırlıklara girişirler.
Tüm köy halkı ellerinde fenerlerle heyecan içinde deniz kenarında toplanmış, mahsur kalan balıkçıların kurtarılmasını beklemektedirler. Kurtarma ekibi, hazırlıklarını tamamlayarak teknelerini denize indirip dalgalarla boğuşa boğuşa denize açılırlar
Bir saat sonra kurtarma ekibi sisin içinden gözüktüğünde köy halkının neşeli haykırışlarıyla karşılanır.
Kurtarma ekibi bitkin vaziyette sahile vardığında, kaptan; denizdeki kazazedelerin tümünü, teknenin alabora olma tehlikesinden dolayı alamadıklarını ve bir kişiyi denizde bırakmak zorunda kaldıklarını anlatır.
Kaptan, çaresizlik içinde geride bıraktıkları kişiyi kurtarmak için bir başka teknenin hemen gitmesi gerektiğini söyler. Bu sözler üzerine köyün on altı yaşındaki delikanlısı Hans, kaptana doğru ilerlemeye başlayınca annesi oğlunun elini yakalayıp oğluna yalvarmaya başlar:
"Oğlum, lütfen gitme. Baban bundan on yıl önce bir deniz kazasında öldü, ağabeyin Paul ise üç haftadır denizden dönmedi, kayıp. Hans, senden başka kimsem yok, gitme oğlum." Hans annesinin yaşlı gözlerine bakarak şöyle der;
"Anne, gitmem gerek. Herkes, 'Ben gidemem, bir başkası gitsin' derse ne olur? Anne, bu kez görev sırası bende. Sıra geldiğinde herkes üstüne düşeni yapmak zorundadır."
Hans, gözü yaşlı anasının ellerinden öper ve gecenin karanlığında gözden kaybolur. Bir saat kadar bir süre geçer, ama geçen bu süre acılı anneye bir asır gibi gelir. Sonunda tekne sisten çıkıp sahilden gözükmeye başladığında sahildekiler heyecanla tekneye seslenirler: "Kayıp denizciyi buldunuz mu?"
Cesur delikanlı heyecanla karadakilere seslenir: "Evet, bulduk. Anneme müjde verin. Kayıp denizci ağabeyim Paul'muş!"
ZEKATTA ÖLÇÜ
İmam-ı Şiblî'yi çekemeyen birisi İmtihan niyeti ile:
- Ey Üstad, beş devenin zekatı ne kadardır? diye sordu. Hazret-i Şİblî cevap vermek istemedi. Adam ısrar ediyordu.
- Normalde bir koyun vermek vaciptir, fakat bizim gibiler için usul hepsini vermektir, dedi.
Adam şaşkınlıkla tekrar sordu.
- Bu hususta kime uyuyorsunuz, İmamınız kim? Şiblî Hazretleri:
- Hazreti Ebubekir, dedi, ona uyuyoruz.
- Hangi sebeple?
- Çünkü o evine gidip nesi varsa Efendirniz'e (a.s.v.) getirmiş ve "Evdekilere ne bıraktın?" dendiğinde, "Allah ve Resulünü..." demişti.
Adamın cevap çok hoşuna gitti, İmam-ı Şiblî'nin aleyhinde olmaktan vazgeçti.
Fedakârlık, sizden ayrıldığında yokluğunu fark ettiren şeydir. Küçük şeylerle büyük neticelere ulaşılacağı düşünülemez.
İslam, verme mevzuunda bal kovanı gibi taşıp boşalamayanlara vermeleri gereken en alt sınırı göstermiştir.
On dört asır evvel, cemiyette yangın varken nasıl fedakârlıklar ince hesaplarla yapılmamışsa, felaket ve helaket tufanının dünyayı kasıp kavurduğu günümüzde de o hesaplarla yapılmamalıdır. insanların imanı bahis mevzuu iken başka şey düşünülmez.
Önce Allah'ın bilinmesi muraddır.
ŞEFKAT KAHRAMANI ANNELER
Çocuğunu birkaç dakika önce dünyaya getirmiş olan mutlu anne, hemşireye, "Yavrumu görebilir miyim?" dedi. Bebek annesinin kollan arasına konulduğu zaman anne, çocuğunun yüzünü görebilmek için üstüne Örtülmüş olan tülbenti merakla kaldırdı. Bu sırada doktor hemen arkasına döndü ve dışarı bakmaya başladı. Çünkü çocuk kulaksız olarak doğmuştu. Zamanla çocuğun duyma melekesine sahip olduğu anlaşıldı. Yalnız, yüzünün görüntüsü hiç de iyi değildi. Bir gün, çocuk okuldan hüngür hüngür ağlayarak eve döndü ve kendisini annesinin kollan arasına attı. Küçük çocuk gözyaşları içinde annesine şöyle diyordu: "Benden büyük bir çocuk bana 'kulaksız' dedi."
Artık büyümüştü. Kulakları olmadığı halde güzel olduğu belli idi. Arkadaşları arasında da kendini sevdirmişti. Kulakları olmadığı için sınıf başkanlığına seçilememiş, fakat birer şiir, edebiyat ve müzik ödülü kazanmıştı. Annesi ona, arkadaşlarına yakınlık göstermesini önerdiği zaman, içinden derin bir üzüntü duyuyordu.
Gencin babası bir gün aile doktoru ile bu meseleyi görüştü. Acaba bir çare bulunamaz mıydı? Doktor, kulak sağlanabilirse ameliyatla ona kulak takılabileceğini söylüyordu. Ama bütün mesele kulağını feda edebilecek kişiyi bulmaktaydı. Bu kadar büyük bir fedakarlığı kim göze alabilirdi ki?
Aradan iki yıl geçti. Bir gün baba, kulaklarını verecek birini bulduğunu belirterek, artık ameliyat zamanının geldiğini söyledi. Fakat bunun kim olduğunu söyleyemeyeceğini de vurguladı.
Ameliyat başarıyla sona ermiş ve yepyeni bir görünüm ortaya çıkmıştı. Delikanlı zamanla okulda kendini gösterme imkanını buldu ve büyük başarılar sağladı. Eğitimini bitirdikten sonra evlenerek politikaya atıldı. Aradan yıllar geçti. Sonunda gencin, kendisi için büyük
Fedakârlıkta bulunan insanı öğrenme günü gelip çatmıştı, işin enteresan yanı, bu aynı zamanda delikanlının hayatının en üzüntülü günlerinden biriydi. Çünkü o gün delikanlı, annesinin cenazesinin başında bulunuyordu.
Babası yavaşça cansız olarak yatan annenin yanına yaklaşarak zavallı kadının saçlarını kaldırdı. Annesinin kulaklarının olmadığını hayretler içinde gören genç gözyaşlarını tutamadı ve kendini toparladıktan sonra şunları mırıldandı: "Oysa annem bana hep, 'uzun saçlı olmaktan çok hoşnutum' derdi."



DÜNYA ŞÖVALYELİĞİNİN KUTSAL EMANETİ ONLARDAYDI SANKİ...
Elion Camblell, sömürgeci İngilizlerin Çanakkale'ye sürüklediği binlerce Avustralyalı Anzak'tan biri. Torunu Debbie Reys, yıllar sonra dedesinin evini ziyaretinde bir kutu içinde onun hâtıralarını bulur. Elion Cambell, hatıratın bir yerinde asil Türk askerine ait dedesinin kaleminden şu satırlara rastlar:
Ateşkes sırasında Türkler şehitlerini gömüyorlardı. Arkadaşlarımızdan birkaç kişi gönüllü olarak onlara yardım etmek istedi ve bu korkunç vazifede dost ve düşman işbirliği yaptılar.
İşte bu sırada yapılan karşılıklı konuşmalarda açlığını hissettiren bir Mehmetçiğe bir Avustralyalı kahraman, siperine giderek biraz yiyecek birşeyler getirir. Mehmetçik bu hareket karşısında hislenir. Davranışlarında bu hissin ifadesi vardır."
Şöyle devam eder Elion Cambell: "Sonunda vazife tamamlanmıştı. Her iki tarafın da askerleri siperlerine çekilmiş bekliyorlardı. Vurulan silah arkadaşlarına son vedalaşma bitmişti. Türk subayı birkaç adım ilerledi ve selam verdi. Bizim subayımız da selam aldı. Böylece ateşkes sona ermişti. Düşmanımızın nezaketinde bir yüce ruhluluk, bir soyluluk vardı. Dünya şövalyeliğinin kutsal emaneti onlardaydı sanki...
Birkaç hafta sonra Avustralyalı askerler, Türk siperlerine karşı büyük bir saldırıya geçerler. Ve bu saldırıda çok can kaybederler. Mücadelenin şiddetli bir ânında Avustralyalı bir asker ağır şekilde yaralanarak Türk siperlerinin yakınına düşer. Onu, siperler arasından kurtarmak imkansızdır. Artık yaralı asker acılı bir can çekişmeyle, yanıbaşındaki ölümü bekleyecektir. Ama orada, ölümden başka kol gezen şeyler de vardır. Hayat gibi, insanlık gibi, yiğitlik gibi... Chambel, gördüklerini şöyle kaydeder:
"Mermi yağmurunun ortasında bir Türk siperinden fırlayarak bu yaralı askerimizi sırtına aldı ve bizim hatlara doğru taşımaya başladı. Türk, sırtındaki Avustralyalı ile birlikte yaralanmadan siperlerimizin korkuluklarına ulaştı ve sırtındaki arkadaşımızı kıyıdan aşağıya yavaşça bıraktı.
Sonra kendi hatlarına doğru yöneldi. Fakat üç veya dört adım atmıştı ki, birçok yerinden yaralanıp yere düştü ve oraya yığıldı. Meçhul bir şekilde, fakat bir kahraman., hiç bir şekilde unutulmayacak bir kahraman olarak şehit düştü...
Sonra anlaşıldı ki yaralı Avustralyalı, aç Türke daha önceki ateşkes sırasında yiyecek getiren askerdi. Onu, sırtında siperlerimize taşıyan Türk de ondan kumanya alan askerdi.





MEHMET AKİF TEN MUAZZAM BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ
Mehmet Akif, inanan ve inandığı değerleri için yaşayan, zamanın eskitemediği, tarihe mâlolmuş bir Hak dostudur. Arabistan çöllerinde sema ehlini bile gıptaya sevkeden şu hâdise, Akif'in inançlarını, (ne kadar zor olursa olsun) yerine getirme hususunda ne kadar azimli bir İnsan olduğunu göstermesi açısından çok ibret vericidir,
Akif’in vazife için Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Eşref Bey (Kuşçubaşı) ile Arabistan'da Hicaz'a gittiği yıllardır. Hicaz demiryolunun el Muazzam istasyonunda bulunmaktadırlar. Bu bir çöl istasyonudur ve çölde istasyondan başka hiç bir bina yoktur, ne insan, ne hayvan, ne yeşillik, ne ümran...
İstasyon denilen şey de bir küçük bekleme solonu ve bir memur barınağı... Bu barınakta da istasyon memurunun ailesi yaşamaktadır. Fakat, ailenin hâli perişandır ve odanın halinden sefalet akmaktadır. Odada oturacak bir ot minderden başka birşey yoktur; ne iskemle, ne masa, hatta bir çuval bile... Ve istasyon memurunun hanımı üç beş gün sonra doğum yapacaktır. Adamcağız çaresizlikten "Sizde eski çamaşırlar varsa bari verin de doğacak çocuğu saralım" diye iki büklüm olarak Akif ve Eşref Beylerden medet dilenir.
Akif'in yüzünü derin bir teessür kaplar. Eşref Bey'e bakarak: Bu kadına yardım elzem. Ortada çok ciddi bir tehlike mevcut. Doğacak çocuğun hayatı tehlikede. Ben trene atlayıp hemen Şam a gideyim, ne lazımsa alıp getireyim" der.
Eşref Bey itiraz eder: "Aman Akif, Şam'a, oradan tekrar buraya en aşağı beş gün beş gece bir yolculuk yapman lazım. Halbuki aylardan beri çölde yolculuk yapıyoruz. Bu kadar yorgunluktan sonra, henüz bir gece bile dinlenmeden, bu uzun yolculuğu nasıl yaparsın?"
-"Yorgunluk mesele değil, ortada bir felaket var. Ah, yoksulluk ne müşkül şeydir sen bilir misin? Benim ciğerim parçalandı."
Ve Akif, maşlahını sırtına atıp besmele çekerek yola koyulur. Hareketinin beşinci günü, birçok malzeme ile çıkagelir. Yorgunluktan, uykusuzluktan perişan vaziyette el Muazzama adımını attığında vazifesini hakkıyla yerine getirmiş bir insanın huzuru ve neşesi yüzünden okunmaktadır. Eşref Bey daha sonra, bu hâdiseyi değerlendirirken şöyle diyecektir:
"Ah mübarek Akif! Şehinşahlara boyun eğmeyen Akif! Sefalette kalan bir kadına yardım için, atmış üç derece sıcaklıktaki çöllerde aylarca dolaştıktan sonra bir gece bile istirahat etmeden beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın, "





ALLAH İÇİN NEYİMİZİ FEDA ETTİK?
Düşünüyorum da, utanmam gerektiğine kani oluyorum, ama bir türlü de utanamıyorum. Demek utanmak bile, belli bir fazilet ve meziyetin ifadesidir. Kendi kendime soruyorum.
— Allah için nelerimi kaybettim? Var mı böyle bir kaç kaybım? Feragat ve fedakârlığım?
Mesela, makamımı mı, servetimi mi kaybettim? İşimden mi oldum? İtibarım mı gitti? Hayır! Bunların hiçbir vaki değil. Halbuki, bunlarda kayıplara maruz kalmak, çok büyük feragat ve fedakârlık da sayılmaz. Kesilen sakalın daha gür geleceği gibi bu kayıpların sonunda, Rabbimiz daha iyisini, hayırlısını, bereketlisini ihsan eder. İsterseniz suâli bir kademe daha yükselterek soralım:
— Yoksa yerine yenisi gelmesi mümkün olmayan azalarımı, organımı mı kaybettim?
Asıl mesele burada. Elim, ayağım, kolum, gözüm, kulağım hepsi yerinde. Hiçbirini Allah yoluna feda etmiş değilim. Ama öylelerini görüyoruz ki, değil mal, mülk, makam, mevki, organlarını, uzuvlarını kaybediyor da, asla müşteki olmuyor. Müşteki ne kelime? Mahzun olmak bile aklına gelmiyor. Kırık dökük ifademizle bir olaya göz atalım:
Bazı yalancı peygamberler türemişti. Onlara karşı girişilen Yemame savaşında baba Tufeyl şehid olmuş, oğul Amir sağ kolunu kökten kaybetmişti, baba hayatını, oğul da kolunu yitirmişti Allah için. Amir üzgün değildi. Hatta neden babası gibi sıcak kumların üzerinde şehid düşmediğine müteessirdi.
Demek babam Tufeylle birlikte cennete uçmak mukadder değilmiş., diye hayıflanıyordu.
Bir gün Halife Hazret-i Ömer (r.a.)'in meclisinde oturmuş, sohbet dinliyordu. Bir ara ortalığa yemek getirildi. Herkes oturdu, ama Amir uzaktan bakmayı tercih etti.
Ne kadar ısrar ettilerse de oturmayınca Halife Hazret-i Ömer şöyle dedi:
Senin sofraya oturmayışının sebebini bildiğimi sanıyorum. Sağ kolun yok, sol elinle yiyeceksin. Bu yüzden sofradan uzak kalıyorsun!
Halife sözlerine şöyle devam eder:
— Şunu iyi bil ki; içimizde (senden başka) bir uzvu kendisinden önce cennete gitmiş bir kimse yoktur. Senin oturmadığın sofraya oturmak bizim için çok acı olur. Oturduğun sofraya oturmak ise şereflerin eri yücesidir. Gel aramıza katıl, bizi, bir organı kendisinden önce cennete gitmiş bir büyük insanla yemek yeme şerefine kavuştur. Hiç olmazsa biz de böyle teselli olalım. Diyelim ki:
— Ey Rabbimiz! biz Senin yolunda bir organımızı feda etmedik ama, feda eden bir kardeşimizle bir sofrada oturduk. Onun hürmetine bizi affeyle!
Bu olay beni çok düşündürüyor. Kendi kendime söylenip duruyorum. Diyorum ki:
— Bırak mal, mülk, makam, mevki feda etmeyi, hayatlarını feda ediyorlar, organlarını veriyorlar, kendilerinden önce uzuvlarını cennete gönderiyorlardı. Bu fedakârlık ve feragati görenler de onlarla birlikte oturmayı erişilmez şeref biliyor, koskoca Halife Hazret-i Ömer bile onlardan şefaat talebinde bulunuyordu.
Acaba bu olay bize bir şeyler söylemiyor mu? Kendimize bir hisse çıkarmamız gerekmez mi?.
FEDAKARLIK
Fedakarlık yapma, sahip olunan şeylerden feda etme; kainatın hemen her köşesinde, hemen her mahluk tarafından sergilenegelen bir davranıştır. Aslı itibariyle güzel bir hareket olmakla birlikte kullanıldığı yer ve gayesi açısından çok farklı neticeler doğurabilir. İdraksiz mahlukat bunu cebrî determinizma (muayyeniyet) içinde gerçekleştirirken, insandan istenen iradesinin hakkını vererek bunu ortaya koymasıdır.
Anne evladı için, asker vatanı için seherleri uykusuz geçirir.. ana-babanın kalbi bir güvercin kalbi gibi evladı üzerine titrer, yüreği ağzında hep evladı adına fedakarlığın bini bir paradır.. muallim arı gibi binbir itina ile binbir kaynaktan topladığı ilmini yüksünmeden talebesine takdim eder.. beyi hanımı için, hanım da beyi için türlü türlü fedakarlığı göze alır ve hemen her insan bir başkası adına veya kendi hesabına bunu yapar.
İnanmış insan ise, herşeyden evvel kulluğunu sergilerken pek çok fedakarlık yapma durumundadır. Soğuğa sıcağa aldırmadan, fecrin erken saati veya gecenin ilerleyen zamanı demeden eda edilen namazlar.. yaz-kış demeden aç-susuz kalınarak tutulan oruçlar.. malın -canın yongası olması biyana bir kısmı ayrılarak fakirlere dağıtılan zekatlar.. yine sırf O emretti mülahazaları içinde Rabbin davetine icabet için can ve maldan fedakarlık yapılarak eda edilen haclar.. bütün bir hayat boyu devam eden emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker ki, onun en ileri noktası, iktizası halinde hayatı da istihkar ederek yapılan harpler.. bu kulluk cümlesinden olup hep fedakarlık gemisiyle yol alacak şeylerdir.
İnsan elde etmek istediği bütün uzun ömürlü başarılara ancak ciddi manada fedakarlık sergileme sayesinde ulaşabilir. Peylediği şeyi -hayır veya şer- mutlaka fedakarlık temeline bina ederse neticeyi elde edebilir. Müsbet veya menfi neticeleri ile insanlık tarihi bunun örnekleri ile doludur.
Fedakarlığı en zirvede temsil eden ve bu ulvi duygunun doğruya kanalize edilmesinde en büyük rehber, İnsanlığın İftihar Tablosudur. Denebilir ki, O’nun bütün bir hayatı fedakarlık kaneviçesi üzerine örülmüştür. Bu yüzdendir ki, insanlığın selameti için maddi servetini, sağlığını, şahsi istek ve arzularını hep onlar için kurban etmiştir. Yine o ulvi duygu neticesidir ki, hiçbir peygambere nasip olmayan ve Abdulkuddûs’ün "Mevla bana böyle bir şey nasip etseydi, Vallahi de, Billahi de bir daha geri dönmezdim" dediği MİRAÇ’tan geri gelmiştir. Kendisine mal-mülk geldiği halde –ki bir Huneyn muharebesinin ardından kendisine verilen ganimet belki ona ve ailesine yıllarca yetecek miktarda idi- kendisi hep açlığı ve yokluğu tercih etmiş, bir rahmet rüzgarı gibi eserek elindekileri fakirlere dağıtmıştır. Onun çırakları, sahabe efendilerimiz de adeta canlarını ve mallarını bir keseye koyup o Efendiler Efendisine teslim etmişler. Gerektiğinde bütün servetlerini, uykusuz gecelerini, canlarını ve ciğerparesi evlatlarını feda etmişlerdir. Arkasından gelen ecdad da onların izinde aynı özverileri sergilemişlerdir. Geldiğimiz çevre itibariyle zaman zaman –minnet Allah’a olmakla birlikte- ecdadıma şükran hisleri ile doluyorum. Zira eğer onlar o canhıraş fedakarlıklarda bulunmasalar, inandıklarını yaşama ve yaşatma azmi ile kanatlanıp buralara kadar uçmasalardı, bu dinin bize taşınmasında etlerini kemiklerini bir sur yapmasalardı, İslam’ın temsil zaafı yaşadığı bu buhranlı dönemde kendi idrak ve iradelerimizin hakkını vererek ne ölçüde İslam’ı tanır ve hidayete erebilirdik bilemiyorum.
Fedakarlığın mecraları farklı olabilir demiştik. Mesela dünyayı kasıp kavuran komünizmin mimarlarından Lenin, büyük ihtilali gerçekleştirmeden önce, Çin sınırına yakın bir yerde hapis hayatı yaşarken, kendisine fikir babalığı yapan Karl Marx’ın Das Capital’ini yüzlerce kez okumuş.. Almanya ikinci dünya harbinden çıktıktan sonra tekrar belini doğrultabilmek için yıllarca et yememeye milletçe söz vermiş.. Japonya’dan Batıya gelen talebeler okullarında başarılı olmak için büyük gayretler sarf etmiş ve muvaffak olamayanlar harakiri yapmayı onurlarını kurtarma olarak telakki etmiştir. Görülen o ki, adeti üzere Yüce Mevla ihlasla yapılan fedakarlık ne adına olursa olsun karşılıksız bırakmamış ve muvaffak kılmıştır.
Bir çocuk saffeti içinde hasbice yapılan fedakarlıklar mermere işlenen nakış gibi hafızaların en nadide köşelerinde yer eder. Hele yapılan bu fedakarlık O’nun rızası istikametinde, O’nun dinine hizmet adına yapılırsa, gökte meleklerin yerde bütün mahlukatın alkış tutacağında ve Mevla-yı Müteal’in rahmet hazinelerinin sağnak sağnak yağmasına vesile olacağında kimsenin şüphesi olamaz.
Samimi, içten, beklentisiz fedakarlığa şu anlatacağım ve yakın zamanda yaşanmış olan hadise güzel bir örnek teşkil eder zannediyorum. Bir kız çocuğu trafik kazasında ağır yaralanır. Acil ameliyata alınması gerekmektedir ve kana ihtiyaç duyulur. Ne yazık ki, onun kan grubundan yeterli kan bulamazlar. Hemen ailenin diğer fertlerinden aynı kan grubunu taşıyan birilerinin olup olmadığını araştırırlar. Nihayet küçük erkek kardeşinin kan grubunun uyduğunu tesbit ederler. Durum çocuğa uygun bir dille anlatılır. Kan vermesi halinde ablasının tekrar hayata döneceği, tekrar koşup oynayacağı söylenir. Çocuk kısa bir müddet düşündükten sonra kabul eder. Yatağa yatırırlar kan alma işlemleri yapılırken çocuk başını yavaşça sağa doğru çevirir ve annesine ölgün gözlerle "anneciğim, yavaş yavaş mı öleceğim" der. Saf, duru, tertemiz bir çocuk kalbinin meyvesi...
Buraya fedakarlık konusunu kendisine bağlayabileceğimiz bir mülahazayı kaydetmek istiyorum: "Her anne baba çocuklara ait meziyetler sıralanırken, bir fırsatını bulup kendi çocuğundan bahsetme, onun zekasından, hızlı kavrayışından, okumayı erken sökmesinden, karnesinin iyi olmasından vs. bahisler açar. Yani adeta bu hususta kıskançtır. Ancak bir kimse bir mecliste saatlerce oturup konuşur da bir kere mevzuyu Cenab-ı Hakk’a getirmez, O’nu anlatma derdini taşımazsa Cenab-ı Hakk’la olan irtibatını bir daha gözden geçirsin." Tıpkı bu hususta olduğu gibi fedakarlık hususunda da O’nun için, O’nun hesabına fedakarlık yapma, hatta fedakarlık yaparken yapılan şeyin O’nun istekleri istikametinde olması adına kıskanç denebilecek hassasiyet içinde olma da bana öyle geliyor. İnsan hayatın her safhasında pek çok hususta isteyerek veya istemeyerek zaten fedakarlık yapıyor. Ama bunların hepsi kendisine geri dönmüyor veya aksi ile tokat yiyor. Fakat Cenab-ı Mevla kendisi adına yapılan hiçbir şeyin boşa gitmeyeceğini taahhüt ediyor. Ayrıca en ulvi duygular içinde O’nun rızasına matuf yapılan fedakarlıklar, hem ahiret hesabına neticesi hep hayır, hem de burada iç huzurun teminine en mühim vesilelerdendir. Üstümüze yüklenen ve ister istemez taşımaya memur olduğumuz kudsî hamûle de ancak sahabe-misal fedakarlıklar sergilenmek suretiyle kaldırılabilir. İnanan herkes elini taşın altına koyma ve bir kollektif şuur içinde fedakarlık pazarında koştururken hep bayram neşvesini soluklamalıdır.
Bir mühim nokta da şudur ki, inanmış hüşyar gönüller asıl vatanı ahiret kabul etmeleri hasebiyle bu dünyada yapılan fedakarlıkların, çekilen çilelerin, hasretin, mahrumiyetlerin, garipliğin, perişaniyetin neticesini burada görememenin burukluğunu hiç hissetmezler. Onlar hep vazifeyi hakkıyla yapıp yapamamanın muhasebesi içinde buradan göçüp giderler. Beklentisiz, çıkarsız, gararsız, pazarlıksız, iç hesapsız.. sırf O’nun rızasını talep içinde...
ARKADAŞ UĞRUNA HAYATINI FEDA ETTİ
-Müminler arasındaki kardeşlik ve vefanın en canlı safhaları Asr-ı Saadette sergilenmiştir. İnsanlığın bir daha erişemeyeceği en cihandeğer allın sayfaları gözler önüne sermişlerdir. İşar hasleti denilen bu sıfatı Kur'ân dahi Övmüştür: "Kendileri zaruret içinde bulunanlar bile, onları kendilerine tercih ederler " (Haşr Süresi, 9.)
Kur'ân tefsirinde. "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize, şerefte, makamda, teveccühle, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz" $eklin-de izahı bulunan bu hakikat tarihimizin her devrinde yaşanmış, canlı Örnekleri verilmiştir.
İslâm sancağını Asya'nın içlerinde dalgalandıran Babürlüler devri de bu gibi vefa ve fedakârlık numuneleriyle...
On altıncı asrın başlarında bugünkü Hindistan-Pakistan bölgelerinde hüküm sürmüş olan Babür Şah ve torunları İslam-Türk tarihine pek çok hizmette bulunmuşlardır.
O devrin meşhur ve kıymetli kumandanlarından Bay ram Han, birçok muharebelerde kahramanlıklar göstermişti. Afganlılarla yaptığı savaşlarda da büyük başarılar elde etmiş, fakat bir seferinde esir düşmüştü.
Afgan kumandanı önceleri Bayram Hana anlayışlı davranmış, iyi muamelede bulunmuştu. Hattâ üstün kahramanlığına saygısından dolayı serbest bırakmayı bile düşünmüştü. Lâkin Bayram Han bir seferinde tedbirsiz davranıp Afganlılar aleyhinde tasarladığı bir planını ağzından kaçırdı. Bundan sonra kendisine tatbik edilen muamele tamamen değişti. Serbest bırakılacağı yerde, idamına karar verildi.
Hakkında verilen hükmü sezen Bayram Han, bir fırsatını buldu ve silâh arkadaşı Kasım Beyle plan hazırlayarak kaçtı. Kaçtıkları haber alınır alınmaz peşlerine düşüldü. Fazla uzaklaşmalarına meydan vermeden. Afgan askerleri tarafından yakalandılar.
Onları yakalamak için vazifelendirilen askerler, aldıkları emir icabı Bayram Hanı öldüreceklerdi. Fakat Bayram Hanla Kasım Beyi birbirinden ayırt edemiyorlardı. Biraz daha cüsseli olan Kasım Beyi Bayram Han sandılar, onu öldürmek için hazırlanmaya koyuldular.
Vaziyeti fark eden Bayram Han, canının kurtulması pahasına da olsa. arkadaşının kendisi yerine öldürülmesine razı olmadı. His dünyası allak bullak oldu. Kendini toparladı ve birlik kumandanına seslendi:
"Yanılıyorsunuz, Bayram Han o değil, benim. Onu benim yerime öldürmeyin!"
Kasım bey haline razı görünüyordu. Hiç itiraz etmeden idam kararını kabule hazırdı. Fakat Bayram Handan böyle bir çıkış duyunca reddetti. Babürlerin kahraman bir kumandanı olan Bayram Hanın öldürülmesini istemiyordu. Onu memleketi için daha lüzumlu ve faydalı görüyordu. İsar hasletini bütün vücudunun zerrelerine nakşeden Kasım Bey gayet soğukkanlıydı. İleri atıldı. Eliyle Bayram Hanı göstererek “Şu sadık hizmetkarıma bakın” dedi. “Beni kurtarmak için kendisini yerime koymaya çalışıyor. Hayatını benim uğruma tehlikeye atıyor. Birlik komutanına dönerek şunları söyledi.
-“Sizden rica ediyorum, onu serbest bırakın, gitsin. İtiraf ediyorum: Bayram Han benim, o değil...”
Birlik kumandanı, Kasım Beyin telaşlanmadan, sakin bir şekilde kesin olarak söylediklerine inandı ve asıl Bayram Hanı serbest bıraktı. Çok korktukları ve kısa zaman sonra tekrar karşılarına çıkacak olan büyük kumandan elini kolunu sallayarak uzaklaşırken, fedakar Kasım Bey idam ediliyor, bir vefa timsali daha tarih sayfasına geçiyordu.
ALLAH’IN SİZE İHSAN ETTİĞİ İHSANLARA GÖRE BİR ŞEY OLMAYA ÇALIŞIN.
Şahsi hayatınız, şahsi hayatınızın refahı, çoluk çocuğunuzun refahı adına bütün hayatınızı o işe bağlamanız düşünülemez reva değildir. İslam bağrından hançerlenirken, Müslümanlar bağrından hançerlenirken, yeryüzünde Müslümanlığın ve Müslümanların gördüğü zilleti hiç bir devirde hiç bir kimse görmez durumda iken sizin kalkıp şahsi refahınızı düşünmeniz sizin vicdanıza sizin izanınıza telif edilmesi mümkün değildir. Bu itibarla ben deyeceğim ki, kendiniz olun. Hakkınızda kesilip biçilen taktirlere göre bir şey olmaya çalışın. Allah’ın size ihsan ettiği ihsanlara göre bir şey olmaya çalışın. Mele-i âlanın sakinlerini yalancı çıkarmayın. Razzede size dua edenleri yalan çıkarmayın. Kabe’de size el kaldırıp dua edenleri yalan çıkarmayın.
Senelerce evvel birisi, bazı şeyler arz edeceğim size, bana dedi ki, önemli bir zat. Huzuru risalet penahide idim. Ümmeti Muhammedin hususiyle Türk insanın derdiyle iki büklümdüm. Bir inledim. Bir de sonra murakabe yaptım. Sonra ya resulullah dedim, halimiz ne olacak bizim. Birden bire resulü ekrem temessül buyurdu. Rüya değil, buyurdular ki, Türkiye’nin meselesini falanlara bıraktık biz. Bakış bu. Sizin hakkınızda nebinin hüsnü zannı bu. Haşa, o doğru söyler doğru görür. Siz bilmem bu hüsnü zannı nereye koymayı düşünürsünüz. Bence ramazanlarda öpüp başınıza koyduğunuz rıhle-ı şeriften çok mukaddestir. Bırakın onu da onu öpün başınıza koyun ve kemer beste-i ubudiyet içinde işinize sahip çıkın.
Bir başka arkadaşımız, şunu ifade ettiler. Yani size bakışı arz ediyorum ben. Bana da olabilir, ben bana öyle bir bakış olursa hep şöyle dedim. Şahsı manevi içinde, bu cemaat içinde şöhret-i kazibe olarak daha çok senin adın ayaklar altında dolaşmaya, ayaklara dolaşmaya bir ölçüde hüsnü zannına binaen başlarda olduğu için belki ona teveccüh ediyor. Öpülen alın sizin alınlarınız. Beytullahta birine namaz kıldırma düşünce bu cemaatten bir tanesi geçirdiler durdu oda. Ve adeta ruhaniler gelmiş o cemaate iştirak ediyorlardı. İşin garip tarafı işini yapmış, düzenini kurmuş ve öbür aleme gitmiş asrımızda çığır açan büyük zat, gerçek imam o da cemaat içinde bulunuyordu. Tevili ne ola ki dediklerinde orda bu davaya öteden beri bağlı bir zat, önemli bir zat, onun adından bahsedilirken Medine-i münevverede mühim bir alim olarak kitaplarda geçiyor. Demek ki işi artık emin insanlara teslim etmiş rahat-ı kalbi öbür tarafa gitmiş siz kendi işinize bakın diyor. Bu iltifat karşısında bu iltifatı nereye koymayı düşünürsünüz. İpekten bohçalara koysanız hakkını eda etmiş olamazsınız. Bunu götürseniz bir sanduka içine koysanız ve sonra ramazandan ramazana en mübarek gününde kadir gecesinde el pençe divan dursanız. “Essalatu vessalamu aleyke ya resulullah” deseniz. Hakkını eda etmiş olamazsınız. Kalbinize yerleştirin. Ve onun hasıl edeceği dinamizim ile harekete geçin. Nebini bakışını çok kısa zamanda doğru çıkarmaya çalışın. Sizin için böyle bakıyorlar. Dediklerini diyorum ben yani. Sizin için dediklerini deyiyorum. Bunu bir yere oturtmak lazım yani. Nebi size öyle baksın. Siz yazı yaz evinde kışı kış evinde geçirin olacak şey mi. Revamı bunca mescitler küffara meyhane olurken. Revamı ibadet haneler put hane olurken. Revamı mabetler meyhane olurken. Revamı müminler ayaklar altında çiğnenirken. Ve revamı sen bu mevzuda hak ihraz edememişken, liyakatını gösterememişken resulü ekrem seni başından öpsün, seni alkışlasın sen rahat otur, revamı. Ne o ona reva ne de olanlar ümmeti Muhammed’e reva. Fakat oluyor. Oluyor ama merkezde bu işin çok küçük çıkıntısına dahi islam hatırına resulü ekrem (a.s.m.) temenna duruyor. Temenna duruyor. Merkezde çok küçük bir çıkıntıya zira o inanıyor ki muhit hattında o kocaman bir açı meydana getirecek. İlerde zuhur edecek Saidler, Ahmetler, Mehmetler, Osmanlar,Aliler, Veliler asrın muzdarip insanının dediği gibi “lebbeyk” deyecekler. Elpençe divan duracaklar. Ve bestesi başlanan bu şiir, bu güfte tamamlanacak ve sadece o okunacak Allah’ın inayet ve keremiyle.
Ve yine görüp naklediyorlar. Ordular resmi geçitten geçiyor gibi geçiyorlar fakat bu geçen ordular sanki sahabi döneminde ki insanlar değil de aynı duygu aynı düşünce paylaşılırken paylaşılmış olursa şayet insan bu asırda yaşıyorken farkına varmadan isterse alem-i misalde sahabi içine karışır. İsterse bizim gibi ümmiler ümmiler dünyasında rüyalar alemine girer sahabe-i kiram içinde bulunur. O kadar çok vakıa var ki bu asırda yaşıyor Allah Allah diyor ben Bedir ashabı arasında bulunuyorum ama on dört asır sonra gelmiştik diyor. Ve işte bu ordular resmi geçit yapıyorlar. Rüyada nebiler nebisine evet demiş bir ordu resmi geçit yaparsa onu kim teftik edecek kim bakacaktır. Resmi geçidi kim kabullenecektir. Resulü ekrem (a.s.m.). Fakat hayret ediyorum, hayret ediyorum zira efendimiz (s.a.v.)’in hani resmi geçitte kendilerini kontrol ettiği teftiş buyurduğu kimseler asrı saadet insanı değildi. Bizim günümüzdeki insanlardı bunlar. Yusuflardı, Kemallerdi, Avşarlardı, Mustafalardı, Alilerdi, Velilerdi bunlar. Nereye koyacaksınız bunu. Bunu bir kenara atabilir misiniz bunları. Şu cüzzi şu küçük hizmetle Allah’ın bu kadar ihsanına mazhar olduktan sonra, bu kadar avanslar aldıktan sonra bir zaman alnından öpme demiştim. Bazıları tenkit edebilir. Alnından öpme değil de nedir bunlar rica ederim. İçinizde değildir de nerededir sallallahu aleyhi ve sellem. İç dış siz neye diyorsunuz. İçine hapsolduğunuz üç buutlu mekana siz mekan mı diyorsunuz. O bir anda milyonlarca yerde bulunur. Belki sesi daha gürdür. “essalatu vessalamu aleyke ya resulullah”, “essalatu vessalamu aleyke ya habiballah”, “essalatu vessalamu aleyke ya eminlavahilla”
Yer durdukça, biz yaşadıkça vücudumuzun zerratı adetince ona selat ve selam olsun. Evet belki şu anda oda, kulaklarımız duymadı ama duyan da olabilir, vicdanlarımıza duyuracak şekilde “ve aleykumüsselam” diyor. Rica ederim bunu bir yere koyun. Aziz bir yere koyun. Aziz bilin aziz bir yere koyun. Veliye gelip diyorlar ki, rüyamda gördüm. Resulü ekrem (s.a.v.) vardı. Senin hal ve hatırını sordu. Ve dedi ki ona selam söyleyin. Yerinden ok gibi fırlıyor ve aleykes selam ya resulullah diyor. Rüyada selam veriliyor ve selam alınıyor. Allah resulü (s.a.v.) aranızda, içinizde, başınızda teftişinizi deruhte etmiş. Nereye koymayı düşünürsünüz. Değiştirip şöyle deyeyim, ne zaman yerinizden ok gibi fırlayacak elinizi göğsünüze vuracak ve aleykes selam ya resulullah deyeceksiniz. Size teveccühleri karşısında bunu sizden bekliyor. On dört asırlık teveccühleri sonunda bunu sizden bekliyor. Yaranlarıyla beraber bekliyor. Meleği âlanın sakinleriyle bekliyor. Ve gelin daha fazla bekletmeyin. Daha fazla ayakta tutmayın. Teftişi uzatmayın. Mevzilenin tabiyelerinizi yapın. Ve taarruza geçin. taarruza geçin. Ellerinizde meşale taarruza geçin. Muhammedi ruhla ok gibi gerilin taarruza geçin. Dünyanın dört bir yanında sizi bekleyen karanlıkları aydınlatmak için taarruza geçin. Berlin’de yazılan nameler vardır. Belgrat’tan giden nameler vardır. Moskova’dan giden nameler vardır. Meded ey sultanı resul diye, meded ey sahibi merkez diye.
Ne diyor acaba resulullah bu isteklere karşı. Elimden gelmez diyorsa ne diyeceksiniz. Elimden ne gelir diyorsa ne diyeceksiniz. Dünya bir inilti olmuş adeta. Dünya küfür ve delalet içinde bir inilti olmuş inliyor. Arş-u arz iniltiyle ihtizaz içindedir. Ve bunları Hz. seyid-ül enam duyuyor. Ve mahsun mahsun bakışını size çeviriyor. Derman diyor.
Hissiyatınızı ve heyecanınızı Allah devam ettirsin. Bu iş devam ederse gülecek, bu iş devam ederse sevinecek. Bu ruh haleti içinde sizi bekleyen işlerin başına koşarsanız senelerden beri çektiği ızdıraplar sona erecek. Ben şuan ki ruh haletinize fevkalade bir itimat içinde Hz. ruhu seyid-ül enamı senelerce evvel Hz. Muhammed İkbal’in gördüğü gibi şayet müşahede etseydim. Şayet görseydim, deyecektim ki ya resulullah bir buçuk asırdan beri sana takdim edeceğimiz ettiğimiz herhangi bir hediye olmadı olamadı. Fakat ciddi bir gerilimin metafizik gerilimin ifadesi olarak şu farklı gecede ki, manzarayı bir zarf içine koyuyor sana takdim ediyorum.
Gayri bundan öte bundan öte benim elimden bir şet gelmez. Günahlarına kefaret arayan bir insan olarak vicdanlarınızın hüşyarlığına sığınıyorum. Gerilime geçmiş ruhunuza sığınıyorum. Hz. Muhammed hatırına (s.a.v.) idrak ve anlayışınıza sığınıyorum. Ağladığınız gibi dünyanın dört bir bucağında ki ağlamaları dindirmek için Allah aşkına resulullaha tam bir kere olsun evet deyelim. Evet deyelim. Ömrümüz oldukça evet deyelim. Allah sizden ebeden hoşnut olsun. Asırlardan beri ümmet ehli insaf bekleyen hizmetimizi sona erdirmek için size güç versin. Kuvvet versin. Enerji versin. Ve tarihin bir döneminde islamı insanlığın kaderine hakim kılan dinamikleri yeniden kullanmaya bizi muvaffak eylesin.
HASBİ ve FEDAKÂR RUHLAR
Bir kaç asırdır kademe kademe boşluğa düşen insanımızın kurtuluşu, hayatı ayakta tutan temel dinamiklere sahip çıkmak ve bu dinamikleri hayata uygulamakla mümkün olacaktır.
İslamiyet'in imana ait hükümleri bunun başında gelmektedir. İnsanın her şeyini görüp gözeten, gizli-açık her şeyini tesbit eden Allah'a karşı saygısını yitiren, özünden, ruhundan, kökünden uzaklaşan bir nesli kontrol altına almak ve onu ruh yüceliğine ulaştırmak kolay olmayacaktır.
Bu ağır ve mesuliyeti! vazifeyi yüklenecek, sancılı ve ıstıraplı da olsa uzun vadeli bu zor işe talip olacak, sevgiyle, şefkatle, batmış ve bitmiş nesillere bağrını açacak, hakikate kilitlenmiş, sevmeyi affetmeyi ve sabretmeyi bilenler olacaktır.
Neslimizi zehirli bal hükmünde olan şeytan tuzağından, ifsat ve bozgunculuğu meslek haline getirmiş insanların şerrinden, fikir işçileri kurtaracak ve şakilerin oyununa gelmiş neslimizin yaralarını, ancak tamirci ve ıslahçı, fedakâr, hasbî ruh mimarları ve gönül erleri saracaktır.
Bu ruh ve gönül erleri ki: dünyayı çok iyi bildikleri halde cazibesine takılıp kalmazlar.
Günaha, harama karşı Hz. Yusuf (aleyhisselâm) gibi "kale maazallah Allah'a sığınırım" (Yûsuf süresi, 12/23) der, zindana girmeyi kadına tercih ederler. Ölü ruhları diriltme yolunda her şeylerini (gerektiği zaman canlarını da) feda edecek kadar hasbî ve fedakârdırlar. İnsanlığı, ruhta ve gönülde diriltmenin meşru zeminde çaresini ararlar. İslâm'ı ve onun getirdiği yüce ahlâkı evrensel dil olan hâl ve tavırlarıyla anlatmaya çalışırlar.
Onların hayatlarında boşluk yoktur. Ya istirahat ederler... Ya meşru yoldan Allah'ın haklarında takdir buyurduğu rızkı ararlar... Ya ilim, irfan peşinde koşarlar... Ya ibadet, taat, zikir ve fikirle meşgul olurlar... Ya da irşad ve tebliğ yoluyla îlâ-i Kelimetullah'da bulunurlar.
Kendi nefislerinin en küçük kusurlarını görür, tamire çalışırlar. Müslüman kardeşlerini de günahlarının mahcubiyetinden kurtarmaya gayret ederler ve toplum içinde suçlarını yüzlerine vurmazlar.
İhlâs, samimiyet, fedakârlık, vefa ve sadakat değişmez vasıflarıdır.
Bütün ıstıraplara, sıkıntı ve üzüntülere, çekilen çilelere, gayeyi hayal edindikleri Allah'ın rızasını kazanmak ve bütün insanlara gerçeği, doğruyu ve hakkı anlatmak için katlanırlar.
Hedefleri Allah'ın rızası olduğu için, dünyevî herhangi bir beklentileri de yoktur ve olmamalıdır...
FEDAKÂR NESİL
Yüce Mevla'nın va'dine ve inayetine istinaden, sonra da beşerin âlî himmet ve ciddi gayretlerine itimaden derim ki; istikbalde meydana geleceği muhakkak olan ilmî, fikrî, ahlakî, hukukî ve beşerî inkılab ve hareketler içinde en parlak nizam İslâm nizamı, en yüksek ses Hz. Muhammed (sav)'in sesi ve en gür seda Kur'ân'ın sadâsı olacaktır.
Bunun manâsı şudur: Fikrî ve ilmî hareket ve araştırmaların ilerlemesiyle şüphe ve inkardan ibaret olan küfür ve dalaletin vesvese ve iğfalden ibaret olan batıl sistem ve çarpık kanaatlerin ne kadar çürük ve temelsiz, ne derece faydasız ve zararlı oldukları bütün çıplaklığı ile anlaşılacağı gibi; aynı zamanda ilimlerin araması, f enlerin araştırması, fikirlerin çarpışması, neslin küfür, dalalet ve sefahetten bıkıp usanması, İslâm dışı bir hayattan ötürü başlan döndüren bunalımların, ruhları hasta eden sıkıntıların ve kalpleri kararsız yapan huzursuzlukların ve fuzulî meşgalelerin tazyiki ile de beşer, Hz. Muhammed (sav)'in getirip bize emanet olarak bıraktığı, Kur'ân'dan ve sünnetten ibaret olan kudsî düsturların ne derece doğru ve sağlam, haklı ve sabit, kıymetli ve lüzumlu olduğunu anlayacak, kendini îmân ve İslâmdan ibaret olan kudsî hakikatlere verecek. Onları tatbike koyulacak ve böylece İslâm’ın inkişâfı temin edilmiş olacaktır.
insanlığa huzur bahşeden neticenin gerçekleşmesi başta da zikredildiği gibi, evvela yüce Mevla'nın rahmet ve inayetinin el vermesine, sonra da adî bir şart olarak ehl-i îmân ve ehl-i Kur'ân'ın samimi himmet ve metodlu gayretlerine bağlıdır. El-Hak, günümüzde çevresine dikkatle bakan kimse bu türlü inayet ve himmetlerin mevcudiyetine rahatlıkla şahit olacak ve ciddî ümitlere kapılacaktır.
Yirminci asrın kapısından çıkmakta ve yirmibirinci asrın kapısını çalmakta olduğumuz şu günlerde ilim ve fikir penceresinden başımızı çıkarıp azim ve ümitle geleceğe baktığımızda; istikbalde şu yeryüzü mescidinin en gür sadalı müezzinin, şu dünya bostanının en tatlı nağmeli bülbülünün ve şu dünya memleketinin en parlak şimali ve en yüksek sesli hatibinin Hz. Muhammed (sav) olacağında ve beşerin nazarında en parlak hükümleri, en sağlam düsturları ve en yüce fermanları hâvî olan kitabın da Kur'ân-ı Azîmüsşan olacağında hemfikir isek ve aynı kanaati paylaşıyorsak; o taktirde böylesine cihanşümul bir hakikatin gerçekleşmesi için elbetteki bizim de yardımcı olmamız gerekmektedir.
Evet sevdiğiniz bir sesi, hoşlandığınız bir nağmeyi başkalarına dinlettiğiniz veya dinlenmesini istediğiniz gibi, faydasını görüp umumun menfaatini düşündüğünüz bir mes'eleye başkalarını davet ettiğiniz gibi; evlad-ü iyâlinizi, konuk-komşunuzu, hısım akrabanızı çevre ve muhitinizi Hz. Muhammed {sav)'i ve Kur'ân-ı Azimüşşanı dinlemeye, onları tanımaya ve gösterdikleri yoldan gitmeye, bu yüce îmân ve kudsî kılavuza ait kitap, dergi ve gazeteleri okumaya, bunlarla alâkalı kasetleri dinleyip seyretmeye, bunlara ait sohbetlere katılmaya ve bu iki kudsî esası hayatlarının gayesi yapanlarla arkadaşlık kurmaya çağırmalısınız ve çağırınız.
'İşte o zaman sizin ömrünüzün dakikaları cennette seneler hükmüne,
*Cüz'î gayretleriniz cennet meyveleri suretinde,
*Ter kabarcıklarınız ebedî susuzluğunuzu giderecek havz-u kevserler kıymetine,
*Göz yaşlarınız cehennem alevlerini söndüren çağlayanlar cesametine,
"Katreden ibaret himmetleriniz rahmet deryası keyfiyetine,
*Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e karşı sevginiz cennette O'na komşu olma bahtiyarlığına,
*O'na duyduğunuz aşk ve şevkiniz mahşerde size sahip çıkması ve kudsî eliyle size havuzundan su içirmesi saadetine,
*O'na gösterdiğiniz cüz'î teveccühünüz berzahta ve mahşerde size iltifat edip bağrına basması müjdesine dönüşecektir, inşaallah.
Evet günümüzde ehl-i îmân ve ehl-i Kur'ân, îmân hakikatlerini ve İslâm esaslarını usulü dairesinde neşretmek vazifesiyle mükelleftirler. İmân ve Kur'ân'a ait bu vazife ise yeryüzündeki en büyük mes'elelerden daha mühim ve daha büyüktür. Zîrâ; ehl-i dünyanın en büyük mes'eleleri bile hem geçicidir, hem zulme dayalı bir mücadele ile ayakta durmaktadır, hem de dinin en mukaddes hakikatleri bile dünyaya feda edilmek suretiyle ancak fânî ve değersiz mes'elelerin devamı sağlanabilmektedir. Bu ise korkunç bir cinayettir. Zaten bu cinayetleri yüzündendir ki, böyleleri manevî bir cehennem içinde bulunmakta ve rahat yüzü görmemektedirler.
Ehl-i îmân ve ehl-i Kur'ân'ın, hayatlarının gayesi olan Kur'ân hakikatlerini neşretme vazifesi ise; bakîye müteveccih ve ebedî olduğundan ve onlar ölüme, ebedî saadete kavuşmak için bir vesîle nazarıyla baktıklarından; elbette onların en küçük mes'elesi bile diğerlerinin en büyük meselelerinden daha büyük, daha kıymetli ve daha ehemmiyetlidir.
Madem ki, fânî dünyaya ait en büyük mes'ele geçici olduğundan âhirete ait mes'elelerin en küçüğüne bile ebedî olduğu için mukabil gelmiyor ve madem onlar akıllan ermediğinden Kur'ân'a ait hakikatlere ve ehl-i îmâna ait mes'elelere değil müsamaha ve insafla, hatta adaletle bile tenezzül edip bakmıyorlar, merak edip ilgilenmiyorlar; biz neden kudsî vazifemizin ihmal ve zararına, onların en küçük mes'eleleri ile ilgileniyor ve onları merakla takip ediyoruz.
Biz bütün kuvvet, dikkat ve merakımızla vaktimizi ibadet ve İslâm'a hizmet gibi ve zikrullah ve ilim ile nefsin, talim ve terbiye ile de neslin ıslahı ve irşadı gibi ebedî mes'elelere hasretmeliyiz. Dünya ehlince güzel görünen fuzulî şeyleri mânâsız bilip vaktimizi onlarla zayi etmemeliyiz.
Ne bahtiyardır o kimse ki, ehl-i dünyanın görünüşte şaşaalı ve hakikatte ise kof, dışı süs içi pis olan yaşantılarına ve eğlenceden ibaret olan fuzulî mes'elelerine merak edip alâka duymamakta ve cazibesine aldanıp ebedî saadetini kaybetmemektedir.
Kıymetli vakitlerini, gelecek nesle asr-ı saadet zemini hazırlama gibi ebedî saadeti tekeffül eden mes'eleler arkasında feda edenlere binlerce selam olsun.
DİĞERGAMLIK
Dertli olmak ve dermanı dert içinde aramak ne büyük devlet! Nice çare arayanlar var ki, dertli olmaktan dahi nasibsizdirler..
Kendi derdiyle dertlendiği kadar başkasının derdiyle de dertlenemeyenler, hakiki ruh inceliğinden mahrum insanlardır. Onlar, dertli olmanın tadını tadamamış; lezzetten ve tendeki zevkten vazgeçememiş; ve aydınlığı karanlık içre görüp gölgelerini yere düşmekten kurtaramamış kem talihlerdir..
Diğergamlık, karşılık beklemeyen ve kendi varlığıyla iktifa edebilen ulvi bir duygudur. Onda zaaftan eser yoktur.
Diğergamlık, aklın durup hayalin donduğu yerde başlar. Zira o, gayr için kendini bitirip tüketmeyi iktiza eder. Halbuki ne aklın ne de hayalin başı bu zirveye değer..
Diğergam, kendini aşan; fedâkârlıklarını unutan; ve ummanlara sığmayan ızdırabını bir damla gözyaşına sığdırabilen ve onu da yerinde dökebilmek için ayrı bir ızdırap daha çeken insandır.
Onun tek meselesi vardır: Ruhu cesed haline gelmiş insanların elinden tutup onları his ve duygularıyla ruh haline getirebilmek! .
Şahsî hazlarına karşı daima bigâne kalmıştır; fakat gayrın derdiyle dertlenmediği bir ânı yoktur. Zaten en mesud ve bahtiyar olduğu anlar bu anlardır. Ona bu mesud ve bahtiyar ânı başka hiçbir mazhariyet bahsedemez.
Birisinden kötülük görse üzülmez; belki kendine kötülük eden o adama acır. Birisi ona diken batırsa; o gül yaprağıyla dahi onun gönlüne dokunmaz..
Aç mı kaldı? Elindeki tek lokmayı kendisinden daha aç olana yedirir. Bu ona daha çok lezzet verir. Susuz mu kaldı? Tasını kendi dudaklarından daha kuru olana uzatır ve suyu ona içirir. Kendine can gelen o kuru dudaklardaki tebessüm bir zülâl olur ve onun dudaklarını serinletir.
Onu öldürmeye gelenler onda hayat bulur. Onu tarassud edip gözetenler yollarını kaybetseler o, onlara yol gösterir. Tek cümleyle o, doğuştan havaridir.
Siz biliyor musunuz bilmem; fakat ben böyle bir diğergam biliyorum. Ruh Mimarım, Efendim.. Ve şimdi ona sesleniyorum:
Çehreler karanlık, suratlar dessas Beklenen aydınlık durum pek hassas Ey Sahib-i Zaman çevir yüzün artık Seni bekliyor zira bütün insanlık.
 
Üst