Feraset

mihrimah

Well-known member
خَتَمَ اللّهُ عَلى قُلُوبِهِمْ وَعَلى سَمْعِهِمْ وَعَلى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظيمٌ


Bakara / 7. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.​

وَنُقَلِّبُ اَفِْدَتَهُمْ وَاَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِه اَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ


En’am / 110. Yine O'na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içerisinde bırakırız.​

وَلَقَدْ ذَرَاْنَا لِجَهَنَّمَ كَثيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا اُولئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ اُولئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ


A’raf / 179. Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.​

وَاِذَا لَمْ تَاْتِهِمْ بِايَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ اِنَّمَا اَتَّبِعُ مَا يُوحى اِلَىَّ مِنْ رَبّى هذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ


A’raf / 203. Onlara bir mucize getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir.​

قَدْ كَانَ لَكُمْ ايَةٌ فى فِئَتَيْنِ الْتَقَتاَ فِئَةٌ تُقَاتِلُ فى سَبيلِ اللّهِ وَاُخْرى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَاْىَ الْعَيْنِ وَاللّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِه مَنْ يَشَاءُ اِنَّ فى ذلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِى الْاَبْصَارِ


Al-i İmran / 13. (Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki gurubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir gurup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basiret sahipleri için büyük bir ibret vardır.​

قَدْ جَاءَكُمْ بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ اَبْصَرَ فَلِنَفْسِه وَمَنْ عَمِىَ فَعَلَيْهَا وَمَا اَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفيظٍ


En’am / 104. (Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.​

هذَا بَصَائِرُ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Câsiye / 20. Bu (Kur'an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir.​
HADİS...

* Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Mü'minin ferasetinden kaçının, çünkü o Allahu Teâla'nın nuruyla bakar" buyurup sonra şu ayeti okudular: "Elbette bunda fikr u firaseti olanlar için ibretler vardır" (Hicr, 75)​


TEFSİR...
ذلِكَ الْكِتَابُ لَارَيْبَ فيهِ هُدًى لِلْمُتَّقينَ () اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Bakara / 2-3. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Sözlüklerin; idrâk, fetânet, delîl ve şâhit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kâmus ve ta’rifât kitaplarında: “Kalp gözünün açıklığı, idrâk genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme istidâdı” olarak ta’rif edilmiştir.
Gönül erlerinin muhâverelerinde basîret, bir başka derinlik ve ihâtaya ulaşır. Şöyle ki; o, tefekkür ve ilhâmın rehberliğinde biricik irfan kaynağı, eşyânın hakikatını kavramada rûhun ilk idrâk mertebesi; aklın, renk, şekil ve keyfiyetlere takılıp kaldığı noktalarda, rûhî değerleri görüp tesbit eden bir vicdânî şuur ve ilâhî tecellîlerle nurlanmış, Zât-ı Ulûhiyyetin ünsiyeti ziyâsıyla sürmelenmiş öyle bir idrâkdır ki, idrâkların yalın ayak, baş açık hayâllerle yorulup bîtâp düştükleri vâdilerde o, delîl ve şâhide ihtiyaç duymadan eşyânın perde arkası sırlarıyla halvet olur ve aklın şaşkın şaşkın dolaştığı yerlerde gider hakikatler hakikatine ulaşır.
Basar, Allah’ın nûrefşân bir sıfatıdır; her müstaidin basîreti de “ -Aralarında taksimi yapan Biz’iz” (Zuhruf, 43/32) mîzânıyla bu ilâhî sıfattan hissesi ölçüsündedir. Böyle kaderî bir tecellîde en büyük hisse ile, bu lâhûtî kaynaktan kana kana istifâde edip, sonra da rûhunun ilhâmlarını arkasında saf bağlamış bendelerinin sînelerine boşaltma mazhariyetinin biricik sîmâsı, Hakk tecellîlerinin mücellâ âyinesi Hz. Muhammed (sav)’dir ve bu mevzûda O’nun eşimenendi yoktur. “ -De ki: İşte benim yolum! Ben Allah’a -körü körüne değil- basîret üzere da’vet ediyorum.. bana tâbi’ olanlar da öyle...” (Yusuf, 12/108) beyanı, Nebîler Sultanı ve arkasındakilerin bu ilâhî mevhibe ve onun vâridâtından istifâdelerinin azametine işâret etmektedir.
Bu ışıktan idrâk sayesindedir ki, mi’râcın kutlu yolcusu, idrâksizler için hemen her zaman, anlaşılmaz bir amâ sanılan varlığın perde arkasını, hem de bir solukta gezip gördü. Bir kitap gibi mütâlaa etti.. îmân rükünlerinin misâlî levhalarının sergilendiği gayb yamaçlarında dolaştı.. kader kalemlerinin yürekleri hoplatan nağmeleriyle ürperdi.. hûri-gılman teşrifatçılığına uğrayıp geçti.. “ne mekân var ânda, ne arz u semâ...” duygularının mûsikîleştiği noktada “ -İki yay arası kadar hatta daha da yakın...” (Necm, 53/9) nefehâtiyle istikbâl edildi ve armağanlandırıldı...
Bazen basîretdeki temâşâ zevki firâsetle ayrı bir derinliğe ulaşır ki, o zaman idrâk “Te’vîlü’l-ehâdîs’e= Eşyânın melekûtî yönlerine nüfuz ve hâdiselerin yorumu” uyanır ve ruh, üç buudlu şu mekânda birkaç buudu birden yaşamaya başlar. Derken vicdan, varlığın gören gözü, atan nabzı ve kavrayan aklı olur.
Sezme, anlama ma’nâlarına gelen firâset, idrâkin, iz’ânlaşması ve basîretin daha da derinleşmesi demektir. Hakk nûrunun tecellîsine açık firâsetli gözler, gölgelere aldanmayan öyle ay yüzlülerdir ki, basîretlerinin nuruyla en karanlık zeminde dahi herşeyi apaçık görür, iltibasları aşar, benzerliklere takılıp kalmaz.. cüz’iyyâtın esiri olmaz.. kamışın içinde şekeri, suyun ruhunda oksijen ve hidrojeni birden müşâhede ve idrâk eder ve gönlü hep “fark” ikliminde dolaşır.
İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır “ -Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 15/75) gölgesinde seyahat edenlere çok ma’nâlı birer lafız, hatta birer kitaptır. “ -Mü’minin firâsetinden korkun ve titreyin. Çünkü o, Allah’ın nuruyla nazar eder” sırrıyla her tarafı görebilecek bir tarassut noktasına oturmuş bu yüksek kâmetler, eşyânın hakikatıyla temasa geçer, varlığın perde arkası çehresine muttali’ olur, herşeyin gerçek yüzünü ortaya koyarak hâdiselerin yüzlerine nur saçar. Ve ömrünü karadelikler etrafında geçirenlere rağmen hep firdevsî yamaçlarda zevkten zevke koşar dururlar.
Gözleri firâsetle açılıp-kapanan bir rûhun nazarında, varlık, yaprak yaprak bir kitap, canlı-cansız bütün eşyâ binbir ma’nâ ile ışıldayan kelimeler, varlığın çehresi ve insanların sîmâları aldatmayan birer beyan olur. Gönül erleri o kitabın tekvînî âyetlerinden, o âyetlerin nûrefşân cümlelerinden, her gözün göremediği, her kulağın işitemediği öyle şeyler duyar, öyle şeyler görürler ki, en muhteşem dimağlar dahi tasavvurundan âciz kalır. Her mü’minin derecesine göre, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği sürprizleri, onlar her lâhza burada duyar, sezer ve zevk ederler.
BASİRETLİ OLMA ve FITRAT KANUNLARI ile ÇATIŞMAMA
Tebliğ ve irşâd adamı, fıtrat kanunlarıyla kat'iyen çatışmamalı; tebliğ ve irşâdında hep basireti esas almalıdır. Zira fıtrat, tekvinî âyetlerle tespit edilmiştir. Öyleyse insanlara sunulacak teklifler, tespit edilen bu kanunlar nazar-ı itibara alınarak sunulmalıdır. Yani tebliğde, insanın yaratılıştan getirdiği bazı hususiyetler nazara alınmalı ve söylenecek sözler bu ölçü ve prensipler içinde söylenmelidir. Aksi hâlde söylenen sözler ne kadar çarpıcı, ne kadar göz kamaştırıcı da olsa, muhatabımız tarafından kabul görmeyebilir. Çünkü o, bütün bunları ya hiç anlamaz veya fantezi ve ütopik bulur.
Bu hususu biraz açmakta fayda var. Meselâ; her insanda sevme ve muhabbet etme duygusu vardır. Bu duyguyu hiç yokmuş gibi görmemezlikten gelmek yanlıştır.. ve insanlara "sevmeyin", denmemelidir. Zaten dense de, hem faydası olmaz, hem de böyle bir teklif hakikat açısından doğru değildir. Oysaki mürşit ve mübelliğ, muhatabında potansiyel olarak var olan bu muhabbeti, yapacağı telkinlerle müspete kanalize etmeli; ona fani ve geçici mahbuplara bedel, sermedî ve dâimî bir sevgiliyi sevmesini öğretmelidir. Zira ondaki bu muhabbet duygusu, fanilere sarf edildiğinde bir bela olmasına mukabil, Allah (c.c)'a tevcih edildiğinde, insanın o istikamette kanatlanıp pervaz etmesinin vesilelerinden biri hâline gelebilir. Demek ki, "sevmeyin" değil; "sermedî ve dâimî bir mahbubu veya her şeyi ondan ötürü sevin" demek doğru. Evet böyle olunca, O'ndan dolayı diğer mahlûkatı sevmek de mahzursuz olur. Buna Yunus diliyle: "Yaratan'dan ötürü yaratığı sevmek" denir.
Keza, her fertte inat vardır. İnat bazen insanları birbirine düşürür ve onları birer canavar hâline getirir. Günümüzde boğuşma ve didişmelerin arkasında, inadın menfî tesiri açıkça görülmektedir. Bu duygunun hakim olduğu yerde, hiddet ve şiddet; olmadığı yerde ise, denge ve ölçülü hareket vardır. Dış görünüşü itibarıyla birçok olumsuz yanları olan bu duygu, insana belli bir gaye ve hikmete binaen verilmiştir. Meselâ inat, hakta sebat edebilmek için önemli bir dinamiktir.. evet inat duygusu olmasaydı, az tazyik gören herkes, hak ve hakikatten döneklik edebilirdi. Demek ki, bu duyguyu müspete irca ettiğimiz zaman çok güzel neticeler almak mümkündür. O hâlde insanlara, "inadı terkedin" demek yerine, "onu hak ve hakikatte sebat etmede kullanın!" demek herhalde daha faydalı bir yoldur.
Yine insanda ebediyet duygusu vardır. Halbuki insan, maddesi itibarıyla ebedî değildir. Onun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Anne karnında sperm ve yumurtanın ilkahıyla başlayan hayat; daha başlar başlamaz ölüm sinyalleri verdiği hâlde o, bütün bunlara rağmen içinden ebediyet duygusunu söküp atmaya gücü yetmez. O hâlde bu duygu ona yüce bir gaye için verilmiştir. Hiç şüphesiz bu gaye ise, ebedî hayatı kazanmaktır. Öyleyse insan, ebedî hayatı kazanması için kendisine verilen bu duyguyu yerinde, yani ebedî olarak cennette kalabilmek ve Cenâb-ı Hakk'ın cemalini seyredebilmek için kullanmalıdır. Evet o, ebet duygusunu mutlaka bu yönüyle işletmelidir. Aksine bu duygu insana, daima çaresizliğini ve hiçliğini hatırlatan bir azap kamçısı olacaktır. Bu azap kamçısı altında kıvranıp duran bir insanın da, ne dengeli olması, ne dengeli davranması ve ne de huzur bulabilmesi söz konusu değildir.
Keza, insanda makam ve mevki sevdası vardır. Hiç durmadan yükselme ve hedeflediği gayenin zirvesine tırmanma veya sıçrama, pek çok insanın önü alınamaz zaaflarındandır. Öyleyse mürşit, insandaki bu duyguyu da keşfedip, o insana bu duygu ile hedeflenen ufku göstermelidir ki, sözleri aksülamel yapmasın. Evet bu duygu, insana "cennet mertebelerinde zirveleşmeye bir teşvik olsun" diye verilmiştir. Ayrıca insan, dünyada da faziletli davranışların en üst seviyesine yine bu duygu vasıtasıyla yükselecektir; yükselecektir ama, bu duyguyu ve duyguları bulma, ortaya çıkarma, onların gücünü, irşâd adına ele aldığı kimselerin yararına kullanma, mürşidin idrak ve basiretine bağlıdır.
Evet, ızdırap ve çile, bu yolun kaderidir. O hâlde irşâd ve tebliğ adamı, daha işin başında ızdırap ve çileye razı olmalıdır. Tıpkı nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve bütün salih mürşitlerin razı olduğu gibi. Evet, İlâhî dâvânın kudsî hameleleri de mutlaka bu zatların takip ettikleri yolu takip edecek ve onların çekip gördüklerini mutlaka görecektir. Eğer bu yol tabiî bir yol ise, bu yolda sapma, hedef ve gayeden uzaklaşma mânâsına gelir. Gayeden uzaklaşan insana ise, mürşit ve mübelliğ demek doğru değildir.
Hz. Nuh (a.s) bu çileyi, asırlarca çekmiştir. Hz. İbrahim (a.s) bu uğurda sürgün edilmiş ve yine bu uğurda ateşe atılmıştır. Hz. Musa (a.s)'nın İsrailoğulları'ndan çekmediği kalmamıştır. Hz. Yahya (a.s) ikiye biçilmiştir. Hz. Mesih'in yüzü tebessüm görmemiştir. Çünkü bu dâvâ ağırdır, bu dâvâ zordur ve bu dâvâda iradenin kavgası verilmektedir. Dolayısıyla da o, cidalin en çetinidir. Bu kaderi sevemeyen, bu yolda severek çileye katlanamayan insanlar, nebilerin gittikleri bu kulvarda iz sürüp ilerleyemezler. Bir yerde iradeleri gevşer, dizlerinin bağı çözülür ve tökezlerler...
Hâris b. Hâris (r.a) anlatıyor:
"Babamla Beytullah'a gidiyorduk. Ben o gün küçük bir çocuktum. Beytullah'a yaklaşmıştık ki, büyük bir kalabalığın, aralarına aldıkları, üzerine üşüştükleri ve durmadan dövdükleri birini gördüm. Babama kimi dövdüklerini sordum. "Bir Sâbiî'yi" cevabını verdi. Ben o gün için bunun mânâsını anlamamıştım. Ancak biraz sonra o dayak yiyen insanın Allah Resulü (s.a.s) olduğunu görmüştüm ki, sürekli: "Ey insanlar "Lâ ilahe illallah" deyin kurtulun" diyordu."85
Haris b. Haris (r.a)'in, çocukluk hafızasına yerleşmiş ve silinmeyecek şekilde onun ruhunda iz bırakmış bu tür vak'alar, Mekke döneminde başta Allah Resûlü (s.a.s) olmak üzere, bütün Müslümanların normal hayatlarının bir yanı hâline gelmişti.. evet onların her günü hep böyle geçiyordu.
Bir defasında yine Allah Resûlü (s.a.s)'ne saldırmış ve O'nu kan revan içinde bırakmışlardı. Bu esnada kızı Fatıma (r.anha) koşarak gelmiş hem babasının yüzündeki kan izlerini siliyor hem de ağlıyordu. Ancak Allah Resûlü (s.a.s) o hâlinde dahi kızını teselli edip, "Kızım ağlama, Allah babanı zayi etmeyecektir" diyordu.86
Bir başka gün Allah Resulü (s.a.s) Kâbe'de namaz kılıyordu. İbn-i Ebi Muayt -ki kavminin en şakisi idi- arkadan geldi ve Allah Resulü (s.a.s)'nün boğazına sarılarak sıkmaya başladı. Durumu haber alan Hz. Ebu Bekir (r.a) oraya koştu ve: "Rabbim Allah'tır dediği için bu insanı öldürecek misiniz?" diyerek Allah Resulü (s.a.s) ile onların arasına girdi.
Ve Hz. Ebu Bekir (r.a).. kim bilir kaç kere, Mekke sokaklarının herhangi bir yerinde, dayaktan dolayı baygın düşmüş ve tanıyan bir-iki kişi tarafından sürüye sürüye evine götürülüp bırakılmıştı. Gözünü açtığı zaman da, ilk sözü: "Allah Resûlü'nün durumu nasıl?" şeklinde olmuştu!..87
Ammar bir köşede, babası Yasir diğer bir köşede, evin kadını Sümeyye ise (r.anhüm) daha başka bir köşede vücutları dağlanırken, bu yolun kaderini tarihin mermer sütununa nakşetmiş oluyorlardı.88 Bilal (r.a), taşlar altında: "Ehad, Ehad.." diye inlerken, sanki bir gün Alah Resulü (s.a.s)'nün müezzini olma liyakatinin imtihanını veriyordu.89 Talha b. Ubeydullah (r.a), annesi tarafından elleri-ayakları zincire vurulup, sokaklarda süründürülürken90, Zübeyr b. Avvam (r.a), hasıra sarılıp yakılırken91 hep bu yolun rengini aksettiriyorlardı.
Bir başka tablo.. Abdullah b. Hüzafetü's-Sehmî (r.a), Romalılar'a esir düşmüştü. O'na günlerce işkence yapmış ve sonra Hristiyanlığı kabule zorlamışlardı. Başa çıkamayınca da, idam etmeye karar vermişlerdi. O, idam sehpasına doğru götürülürken ağladı. Niçin ağladığı sorulduğunda: "Vallahi, şu anda başımdaki saçlarım adedince başlarım olmasını ne kadar arzu ederdim! Keşke, öyle olsaydı da her gün birini hak namına verebilseydim. Böyle bir mazhariyete eremediğim için üzüldüm ve onun için de gözyaşı döktüm."92 demişti.
Birinci rivayet, O'nun hayat destanının böyle bayraklaştığını anlatıyor. İkinci bir rivayet ise, bu son anını şöyle resmediyor:
Abdullah b. Hüzafe (r.a) mert adımlarla ve tebessüm eden bir çehre ile idam sehpasına doğru ilerlerken, onu seyretmekte olan bir papaz hemen yanına yaklaşıyor ve yanındaki askerlerden onun adına birkaç dakika müsaade istiyor. Sonra da Abdullah b. Hüzafe (r.a)'ye hitaben, "Evladım, bak biraz sonra idam olacaksın. Senin için birkaç dakika müsaade istedim. Eğer bu esnada sana hak din olan Hristiyanlığı anlatabilirsem, dünyan gitse de âhiretini kazanacaksın. Belki de senin bu davranışın kralın hoşuna gidecek ve seni affedecektir.." dedi. Abdullah b. Hüzafe (r.a), vakûr ve ciddi bir eda ile ona şu mukabelede bulundu:
"Aziz peder! Şu anda sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Eğer dinim müsaade etseydi ellerinden öperdim. Çünkü sen beni büyük bir dertten kurtarmış oldun. Kimseye birşey anlatamadan ölmem çok ağrıma gidiyordu. Halbuki şimdi sen bana bu fırsatı verdin. Eğer bu birkaç dakika içinde sana hak din olan İslâm'ı anlatabilirsem, ölsem dahi gam yemem. Zira, ihtimal ki bu senin ebedî hayatının kurtulmasına vesile olur!.."
Papazla beraber orada bu sözleri dinleyen herkesin çenesi bir karış aşağıya düşer. Zira ondaki bu tebliğ aşkına hiç- biri akıl erdiremez.
Evet, tebliğ adamının her zaman şevk ve iştiyak ateşi, batmayan bir güneş gibi olmalıdır; olmalıdır ve etrafı aydınlatma, onun hayatının gayesi hâline gelmelidir. Muvaffakiyete giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Iztırarî çile bittiği zaman da, ihtiyarî çile başlar. Misal mi istiyorsunuz? İşte misali;
Medine'de, beytü'l-mal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resulü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: "Bir gün Allah Resulü'nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: "Ya Resulallah, hasta mısınız?" diye sordum. "Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)" buyurdular. Ağlamaya başladım. "Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez" diyerek beni teselli ettiler."93
İşte bütün ihtişamıyla İslâm, böyle bir hayatın temelleri üzerine kurulmuştu. Ve yeniden o gönüllere taht kuracaksa, yine aynı ruhu yaşayan ve temsil eden alperenlerin omuzları üzerinde kurulacaktır. Yoksa bu büyük iş, kalem efendilerinin, bürokrasi beylerinin ve çilesiz nevzuhurların yapabilecekleri iş değildir.
Bu küllî hakikati Hz. Lokman (a.s)'ın oğluna yaptığı tavsiyede, daha doğrusu büyük dâvânın büyük temsilcisi olan gençlere yaptığı tavsiyede görebiliriz. Kur’ân, O'nun bu öğüdünü ebedî bir düstur olarak tespit eder ve bizlere sunar:
"Ey oğul! Namazını dosdoğru kıl. Emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yap. Başına gelen belalara da sabret. Muhakkak bunlar dayanılması gereken zor işlerdir."(Lokman, 31/17). Demek ki âyetin ifadesiyle namaz kılan, emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker yapanın başına bela ve musibetin geleceği muhakkak.. evet bir bakıma bunlar, aynı hakikatin ayrı yüzleri gibidirler. Bunlardan birini yapan, bu hakikatin sadece bir yüzünü, ikisini birden yapan da her iki yüzünü yakalamış ve Hakk'a ulaştıran doğru yola koyulmuş demektir. Buradaki hakikatin ise, üç yüzü var ve tam tekmil insan olma da bu üçünün birden temsiline bağlıdır. Bence, büyüklerin yolu da işte bu yoldur. Bu itibarla da, nebilerin dâvâsını omuzlamaya namzet olanlar, aynı yolun yolcusu olmalıdırlar. Başka türlü davrananların yaptıkları ise, sadece bir maceradan ibarettir. Ne zaman, nerede ve kimin hesabına biteceği belli olmayan böyle maceralara sürüklenmekten her zaman Cenâb-ı Hakk'a sığınılmalıdır.
Fıtrat kanunları ile çatışmama, basiret ve firaseti esas alarak tebliğ ve irşâd yolunda yürüme, o işte istihdam edilecek şahısları bilip tanıma çok önemli hususlar olduğunu hatırlatmıştım. Bu mevzuda bize en güzel örnek de yine Allah Resûlü (s.a.s)'dür. O'nun nübüvvetine delil olan hususlardan biri -ki mevzumuzla da yakından alâkalıdır- her insanı, o insanın istîdadına uygun bir hizmette kullanmasıdır. Bu da O'nun, insanları tanımadaki firaset ve fetanetinin alâmetidir. Kime ne vazife vermişse, o hususta hiç geriye adım atmamıştır. Bütün hayatı boyunca gösterdiği bu isabet, O'nun risaletinin en önemli şahitlerindendir. Meselâ Hassan b. Sabit (r.a)'i, kâfirlere karşı söz düellosunda kullanmıştır.94 Hassan, her mısrasını zehirli bir ok gibi fırlatmış ve karşısındaki insanları her defasında mat etmiştir. O aynı Hassan b. Sabit (r.a), harp meydanında kullanılsaydı ve orada ona kumandanlık verilseydi, belki mısraların kavgasında bunca başarılı olan bu sahabi, kılıçların kavgasında hezimete sebebiyet verebilirdi.
O'nun irşâd için gönderdikleri ise Mus'ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel, Hz. Ali (r.anhüm) ve benzeri sahabilerdi. Onlar da gittikleri her yerde irşâd adına baş döndüren bir muvaffakiyet sergiliyorlardı. Ama aynı iş Halid'e verilseydi, ihtimal Halid bu işi o ölçüde temsil edemeyebilirdi. Çünkü O, harp meydanlarında arslanların ödünü koparmak için yaratılmıştı. Allah Resulü (s.a.s) de onu hep öyle yerlerde istihdam buyurmuşlardı.
Fertleri kabiliyetlerine göre kullanma, bir mürşidin en mühim hususiyetlerindendir. Bu da insan fıtratını yakından bilmeye bağlıdır. İnsanı zaaf ve faziletleriyle tanıyıp ona göre davranmayanların muvaffakiyetleri her zaman münakaşa edilebilir... Ayrıca, her insanı yerli yerinde kullanmadıkça, insan israfının önünü almak da mümkün değildir. Mürşit, basiretiyle bu işin üstesinden gelen insandır. O, fıtrat kanunlarına uygun hareket etmekle hem en ağır işlerin üstesinden gelebilir, hem de başarılarında, güç ve kuvvetinin çok önünde bir hıza ulaşır.
BASİRET ÜZERE DAVET
Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'in, "Ben ve bana tâbî olanlar, bir basîret üzere davette bulunuyoruz" dediği buyuruluyor?

"Bu, benim yolumdur, Ben ve bana tâbi olanlar, bir basiret üzere davette bulunuyoruz" diyor. Bu âyetin bir diğer manâsı da, "ben, bana tâbî olanları bir basiret üzere davet ediyorum" şeklindedir. Bu âyetin geçtiği Yusuf sûresinin mihveri ilimdir. "Her bilenin üzerinde bir bilen vardır" âyetinde de hem bir hakikatin ifadesi, hem de bir tembih ve ikaz söz konusudur. Davetin basiret üzere olması gerektiği gibi, davette ilmin önemi de, üzerinde durulmaya değer bir konu. Ayrıca, kimse, ilmine güvenmemeli; ve kendinin üstünde bir bilen olduğunu kabullenmeli. Rivayetlerde, Hz. Musa gibi ülü'l-azm bir peygamberin, Hz. Hızır'la (as) seyahatine sebep olarak, içinden, acaba kendinden daha âlim birinin var olup olmadığının geçtiği belirtilir. Allah da, (cc) onu Hz. Hızır'a (as) gönderir ve bulunduğu âlemin ya da buudun dışında, daha başka âlemlerin, buutların, dolayısıyla da ilmî derinliklerin var olduğunu gösterir. İhtimal, Hz. Musa'nın (as) misyonu gereği, böyle bir seyahatten de geçmesi gerekiyordu. Bir kitapçıkta (Kur'an'dan İdrake Yansıyanlar) yer aldığı üzere, Hz. Musa tamamen maddeci bir kavme gönderilmişti. Firavun'un sarayı gibi yine maddeci bir ortamda yetişen bu yüce Nebi, kavminin ruh terbiyesinden geçmesi için, kendisinin de melekûta açılması gerekiyordu. Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun husûsiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve tam bir itminanla aktarabilsin.
BASÎRET
Basîret; ilim, tecrübe, firâset nû-ruyla görüp sezmeye, bilip değerlendirmeye esas teşkil eden hususları, ihâtalı ve tam tekmil kavramaya denir ki, bu ma’nâda basîretli insan, ötelere de açık olursa, artık o, insan-ı kâmil olmaya azmetmiş bir hakîkat eri, bir mâneviyat kahramanı sayılabilir.
Akıl, önemli bir ilim kaynağı, basîret ise ciddi bir irfân menbaıdır. Aklı olup da basîreti bulunmayan birisi, çok şey bilip, çok şey anlasa da, bildikleriyle biryere varabilmesi oldukça zor, hatta imkânsızdır.
Basîret; bir şeyi olduğu gibi veya olduğuna yakın kavramak ise, her akıllı insan basîretli sayılmayabilir.
Basîretsiz akılda sık sık, şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar görülmesine mukâbil, basîret iklimi, her zaman sıcacık, yumuşak, kararlılık içinde ve emniyetle üfül üfüldür.
Akıl, fikir, dimağın en son kavrama seviyesi, basîret ise, rûhun ilk idrâk mertebesidir. Basîretin zirvesi ise hikmetdir ki, Kur’ân “Kime hikmet verilmişse şüphesiz o bir çok hayra erdirilmiş sayılır” diyerek bu hakîkatı nazara vermektedir.
Varlığa sadece gözleriyle bakanlar, onu ancak, gözlerinin ihâtâsı ölçüsünde kavrayabilirler. Eşyâyı basîretle didik edenlerdir ki, arının çiçeklerden bal özü topladığı gibi, onlar da, herşeyden şeker-şerbet ma’nâlar çıkarabilirler.
Göz, baktığı kimselerin şekil, sîma ve kâmetlerini görür. Basîret, bunların ötesinde, ahlâk, fazîlet ve rûhun derece-i kıymeti gibi şeyleri de sezer.
Gözler, eşya ve hâdiseleri dış yüzleri ve maddî yanlarıyla, basîret ise, muhtevâ, fâide, gâye ve hikmet gibi iç yüzleriyle de görür, tanır ve kavrar.
Basîret, akıl demek olmadığı gibi düşünce de değildir. Düşünmek, akıl ve aklın semerelerini aşkın olduğu gibi basîret de, düşüncenin çok ötesinde İlahî bir melekedir.
İnsanı, hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basîreti, sonra da ilhâm ve hikmete mazhariyetidir. Bu hasselerden mahrum olanların şekli ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış sayılırlar.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
FERASET VE RÜYA-I SADIKA
Rü'ya-yı sâdıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î-küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kalbelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda "sâika" ve "şâika" namıyla aynı "sâmia" ve "bâsıra" gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar.
Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer. Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir. Hattâ Kürdce durûb-u emsaldendir: Yani: "Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünki kurt geliyor." Demek bir hiss-i kablelvuku ile, latife-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan kerâmet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerâmetkârane âsârını gösterir.
İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü'ya-yı sâdıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. Evet uyku nasılki avam için rü'ya-yı sâdıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür. Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.
VAHİY VE FERASET
Vahiy iki kısımdır:
Biri: "Vahy-i sarihî"dir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...
İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.
İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki:
"Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belîğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.
NÜKTELER...
DİLENCİ KILIĞINA GİREN PADİŞAH
Bir gün Sultan Dördüncü Murad'a gelip, subaşılardan (polis) birinin halktan rüşvet aldığını, bildirdiler.
Padişah hemen bir müfettiş görevlendirdi ve şikâyeti araştırmasını emretti. Müfettiş tam bir ay adamı takip ettiği halde suçüstü yakalayamadı. Gelip durumu Padişah'a arzetti:
— Padişahım, zannedersem halk yanılıyor, şikâyet edilen subaşının rüşvet aldığına dair bir işarete rastlamadım.
Padişah kaşlarını çattı:
— Benim halkım yanılmaz, dedi, ama sende feraset yoktur.
— Feraset de ne ola ki Padişahım? Şöyle cevap verdi:
— Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Çünkü o Allah'ın nuruyla bakar." Feraset üstün zekâ. üstün kabiliyettir, anlayıştır. Hadi git
Müfettişi gönderdikten sonra rüşvet aldığı iddia edilen sabasını huzuruna çağırttı. Ona bir kese uzattı.
— Bunu al, sabah namazında Ayasofya Câmii'ne git, top kandilinin altında seni bekleyen fakire ver.
Adam keseyi aldı, kuşağının arasına koydu ve izin isteyip Padişahın huzurundan ayrıldı.
Ve sabah namazında Ayasofya Camii'ne gitti... Padişah'ın söylediği yerde kendisini bekleyen dilenci kılıklı adama keseyi uzattı:
Adam keseyi aldı.
— Allah Padişahımıza ve devletimize zeval vermesin, diye dua ederek koynuna attı.
Subaşı gittikten sonra keseyi koynundan çıkarıp saydı. Yalnızca beş altın vardı.
Ertesi gün öğle üzeri halk rüşvetçi subaşının padişah tarafından yakalanıp cezalandırıldığı haberiyle bayram ediyordu. Bir belâdan kurtulmuşlardı.
Müfettiş işi merak etti. Kendisi bir ay peşinde dolaştığı halde adamı yakalayamamıştı da, padişah bir gece içinde bunu nasıl başarmıştı? Huzuruna çıkıp sorunca Padişah:
— Feraset dediğim budur işte. dedi. Adama verdiğim kesede elli altın vardı. Ama camide bekleyen fakire sadece beş altın verdi. Demek kırk beş altım kendi cebine at-ti. Böylece haram yediği anlaşıldı.
— Padişahım, kesede beş altın olduğunu nereden bildiniz?
Dördüncü Murad güldü:
— Camideki dilenci bendim. Bir suçluyu yakalamak için yapmayacağım yoktur. Çünkü ben Allah'tan korkarım.
Müfettiş, Padişahın ellerini minnetle öptükten sonra:
— Ferasetin ne demek olduğunu anladım, diye mırıldandı.

GÜÇ BİR DÂVA NASIL ÇÖZÜMLENDİ
Süleyman Peygamber en müşkül dâvaları kolayca halleder, güçlük çekmeden çözerdi.
Bir gün kendisine iki kadın geldi. Yanlarında henüz konuşamayacak kadar küçük bir de çocuk vardı. Biri derdini şöyle anlattı:
— Ey Allah'ın aziz Peygamberi; ben kırda çalışırken oğlumu beşiğine yatırmış, uyutmuştum. Az sonra şu kadın geldi. Çocuk benimdir diye bağırmaya başladı. Halbuki onun çocuğunu çalılıklar arasından gelen bir kurt kapıp götürmüş. Şimdi benim çocuğuma sahip çıkıyor.
Süleyman Aleyhisselâm kadını dinledikten sonra ötekine söz verdi. O da şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Resulü, bu kadın yalan söylüyorl Asıl kurdun kaptığı onun çocuğudur. Kalan ise benim yavrumdur. Şimdi o benim yavruma sahip çıkıyor.
Süleyman Aleyhisselâm her iki kadını da dinlemiş, ikisinin de çocuğa sahip çıktığını anlamıştı. Ne yapacağını düşünüyordu.
O sırada kadınlardan biri çocuğun bir elinden, öteki de diğer elinden tutmuş bekleşiyorlardı.
Karar vermek gerçekten güçtü. Fakat o bir peygamberdi. En doğrusunu yapacaktı.
Nihayet kararını verdi:
— Bana büyük ve keskin bir kılıç getirin. Adamları istediğini hemen getirdiler. Kılıcı aldı, çocuğa doğrulttu:
— Mademki çocuğu bölüşemiyorsunuz, ortadan ikiye ayırayım, yansını biriniz, yarısını da diğeriniz alın. Böylece dava halledilmiş olsun?
Kadının biri hemen razı oldu:
— Pekiyi, öyle olmasını isterim. Öteki kadın ise feryadı
bastı:
— Ey Allah'ın Resulü, buna can mı dayanır! Ben istemiyorum. Çocuk tek onun olsun. Yeter ki ona dokunulmasın.
Süleyman Aleyhisselâm son sözünü söyledi:
— Anne bulunmuş, çocuğun kime ait olduğunu bilinmiştir. Alın götürün kıskanç kadını.
Ve çocuğu ona dokunulmasın diyen kadına verdi.
Çünkü hiç bir anne çocuğunun ikiye bölünmesine razı olamazdı. Zaten Süleyman Peygamber de böyle bir şey yapmazdı. Ama kadınları sınamak istemişti.
İSABET
Ahmet Vefik Paşa'ya:
- Yaptığınız her işte başarılı, verdiğiniz her kararda isabetli oluyorsunuz. Bunun sebebi nedir? diye sorarlar.
Paşa cevap verir:
- Benim işlerimin isabetli olmasının sebebi şudur: Bir işi yapmadan önce İstanbul'daki Rus sefirine danışırım. O ne derse, ben onun tersini yaparım.
Ne garip bir mantıktır ki, bugün her çareyi ele aleme soruyoruz. İçirdikleri her reçete iflahımızı kesiyor. İyiliğimizi istemeyeceklerini biliyoruz. Ama yine de "Ne buyurursunuz?" diyor, yaranmaya çalışıyor, bel kırıp boyun büküyoruz.
Bazıları da borazanı onlar adına üflüyor. Her gün "Şok haberlerle karşımıza çıkıyor. Halk, bu, yalanı akşamı bulmayan bezirganlara inanmaya devam ediyor. "Dediklerinin tam tersi doğrudur, ben sözü söyleyene bakarım" diyemiyor.
Ders alamıyoruz.
SÖZE KAFİYE KOYMA
Feraset, gizli bir el tarafından gözlerine sürme çekilmiş talihlilerin eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetidir.
Feraset, düşünme maharetiyle, düşünceye şekil verebilme meziyetini kendinde toplamış kıvrak ve keskin bir zekanın, sahip olduğu ışık ve hararetle gölgeleri 'yıkama ve aynı zamanda başkalarının aydınlık diye seyrettikleri ufuk noktalarının hayat sahnesine akseden yönleriyle nasıl birer koyu gölge olduğunu keşfedip görme ve bilhassa "malum" kabul edildiğinden dolayı, ülfetin karanlık dehlizlerine hapsedilmiş bir çok hakikati, bulundukları yerlerden kurtararak onları yârınların anlaşılıp idrâk edilmesine vesile ve vasıta haline getirme ameliyesidir.
Feraset, hassasiyettir. İçtimai coğrafyanın iniş ve çıkışını; med ve cezrini, ferasetli insan herkesten evvel hisseder. Ondandır ki, bazan herkesin ortalığı gül-gülistan gördüğü ve kahkahaların tavandan toz düşürdüğü bir devrede o ve onun gibiler boynu bükük goncanın hazin haline göz yaşı döker ve hıçkırıklarını sayha haline getirirler..
Feraset, söze kafiye koymanın adıdır. Vakıa ve hâdiseler hakkında son sözü, hata payı sadece beşeriyeti hatırlatacak seviyede olmak şartıyla, hep ferasetli insanlar söyler ve sanki olaylar mazide onların dediklerinin istikbalde birer şahidi olmak için yekdiğeriyle yanşa girmişçesine, hızla ve süratle, kader memleketinin mahremiyetinden, kaza diyarın vuzuhuna doğru sökün ederler..
Feraset, tedbir, demektir; ve ferasetli insan müdebbirdir. Başkaları onu "dağlar gibi sabit" zanneder. Halbuki o, "gökteki bulutlar gibi" en zor anlarda bile, henüz haritası çizilmemiş ışıl ışıl bir hayata, renk cümbüşünün serbest oyunlarının denendiği cömert bir bahara doğru yol alır gider.


KUYUMCUNUN CEVABI
Adamın biri bir kuyumcuya gitti:
"Bana terazini verir misin altın tartacağım." dedi. Kuyumcu:
"Bende kalbur yok, sana kalbur veremem." dedi. Adam:
"Benimle alay mı ediyorsun ben kalbur değil terazi istiyorum." dedi. Kuyumcu bu sefer de:
"Bende süpürge yok ben sana süpürge veremem." dedi. Adam iyice şaşırdı:
"Yahu ne süpürgesi ben senden terazi istiyorum." dedi. Bunun üzerine kuyumcu:
"Babacığım sen yaşlı bir adamsın, altın tozunu teraziyle tartmaya çalışırken ellerin titreyecek altını dökeceksin, döktüğün altınları toplamak için gelip benden süpürge isteyeceksin, daha sonra bu altınları elemek için gelip elek isteyeceksin. Onun için ben sana en son İsteyeceğin şeyi tahmin edip bende elek yok, dedim." dedi.
 
Üst