Gözyaşı

mihrimah

Well-known member
وَاِذَا سَمِعُوا مَا اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَرى اَعْيُنَهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا امَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدينَ


Maide / 83. Resûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz."​

وَلَا عَلَى الَّذينَ اِذَا مَا اَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَا اَجِدُ مَا اَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَاَعْيُنُهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا اَلَّا يَجِدُوا مَايُنْفِقُونَ


Tevbe / 92. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum, deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).​

وَتَوَلّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَااَسَفى عَلى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظيمٌ


Yusuf / 84. Onlardan yüz çevirdi, "Ah Yusuf'um ah!" diye sızlandı ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi.​
HADİS...

* Abdullah İbnu'z-Zübeyr radıyallahu anhüma'nın anlattığına göre, "Kendilerinin müslümanlığı kabul etmeleri ile, Allah'ın onları azarladığına dair (şu) ayetin inmesi arasında dört yıldan fazla zaman olmamıştır." "Onlar, daha önce kendilerıne kitap verilen ve zaman geçtikçe kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdi" (Hadid 16).
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür."
* Berâ radıyallahu anh anlatıyor: "Biz Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'la birlikte bir cenazede beraberdik. Aleyhissalâtu vesselâm kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (göz yaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: "Ey kardeşlerim İşte (başımıza gelecek) bu aynı (ölüm hadisesi) için iyi hazırlanın" buyurdular."
* Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!"
* Hz. Muaviye İbnu Ebi Süfyan radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Ameller kap(ta bulunan madde) gibidir. En aşağısı (yani dipteki kısım) güzelse en yukarısı (yani üst kısmı) da güzel olur; en aşağısı bozulursa en üstü de bozulur."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Eğer kişi namazını herkesin gözü önünde kılınca (edebine uygun kılar) güzel yapar, tek başına kimsenin görmediği durumda kılınca da (edebine uygun kılar) güzel yaparsa, Allah Teâla hazretleri (onun ibadetinden memnun kalır ve:) "Bu (kulluğunu riyasız yapan) gerçek bir kulumdur" der."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "(Ey mü'minler! Amel ve ibadetlerinizi) itidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi (ateşten) ameli kurtaracak değildir." Sahabiler: "Seni de mi amelin kurtarmaz, ey Allah'ın Resülü!" dediler. Aleyhissalatu vesselâm: "Beni de, buyurdular. Eğer Allah kendi katından bir rahmet ve fazl ile benim günahlarımı bağışlamazsa beni de amelim kurtarmaz!" buyurdular."
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah korkusuyla göz yaşı döken kimse, süt memeye geri dönmedikçe ateşe girmez. Bir kul üzerinde, Allah yolunda yapışan tozla, cehennemin dumanı biraraya gelmez."
* Abdullah İbnu Ubeydillah İbni Ebî Müleyke anlatıyor: "Hz. Osman İbnu Affân radıyallahu anh'ın Mekke'de bir kızı vefat etti. Cenazesinde bulunmak üzere geldik. İbnu Ömer ve İbnu Abbâs radıyallahu anhüm de cenazede hazır oldular. Ben ikisinin arasında oturuyordum. Abdullah İbnu Ömer, tam karşısında bulunan Amr İbnu Osman'a: "Ağlamayı niye yasaklamıyorsun? Zira Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Ölü, ehlinin, kendisi üzerine ağlaması sebebiyle azab görür" buyurmuştur!" dedi. Bunun üzerine İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ: "Hz. Ömer radıyallahu anh bunun bir kısmını söylemişti" dedi ve sonra İbnu Abbas konuşmasına devam ederek anlattı: "Hz. Ömer'le Mekke'den çıktım. el-Beyda nam mevkie geldiğimizde, semüre ağacının gölgesinde bir yolcu gördü. Bana: "Git bak bakalım! Bu yolcu neyin nesi?" dedi. Gittim baktım, meğer Süheyb imiş, gelip haber verdim. "Onu bana çağır!" dedi. Tekrar Süheyb'e dönüp: "Haydi yürü, Emir'ül-Mü'minine uğra!" dedim. Hz. Ömer radıyallahu anh hançerlendiği zaman Hz. Süheyb radıyallahu anh, ağlayarak girdi. Hem ağlıyor, hem de: "Vay kardeşim, vay arkadaşım!" diyordu. Hz. Ömer: "Ey Süheyb bana mı ağlıyorsun? Aleyhissalâtu vesselâm: "Ölü, ehlinin kendi üzerine ağlaması sebebiyle azab görür" buyurdu!" dedi. İbnu Abbâs radıyallahu ahnüma der ki: "Hz. Ömer radıyallahu anh öldüğü zaman bunu Hz. Aişe radıyallahu anhâ'ya hatırlatmıştım. Şöyle dedi: "Allah Ömer'e rahmet buyursun! Vallahi Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Allah, mü'mine, ehlinin üzerine ağlaması sebebiyle azab verir" demedi. Lakin Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Allah, kâfirin azabını, ehlinin üzerine ağlamasıyla artırır" buyurdular." Hz. Aişe sözlerine şöyle devam etti: "(Bu meselede) size Kur'an yeter. Orada "Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez" (Fâtır 18) buyrulmuştur." Bu söz üzerine İbnu Abbâs radıyallahu anhüm: "Gerçek şu ki, güldüren de, ağlatan da Allah'tır, (gülmek ve ağlamak fıtri bir şe'niyettir, kişinin bundadahli yoktur)" dedi. İbnu Müleyke der ki: "İbnu Ömer bu konuşmalar karşısında hiçbir şey söylemedi (serdedilen delilleri ikna edici buldu)."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın âlinden birisi vefat etmişti. Kadınlar, arkasından ağlamak üzere toplandılar. Hz. Ömer radıyallahu anh onları bundan men etmek ve geri çevirmek üzere kalktı. Aleyhissalâtu vesselâm müdahale edip: "Ey Ömer! Bırak onları, çünkü göz ağlayıcıdır, kalp ızdıraba maruzdur, (ızdırabın yaşandığı) zaman yakındır!" buyurdular."
* Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Ebu Seleme öldüğü zaman, şöyle dedim: "Garip adam, diyar-ı gurbette öldü. Ben de: "Onun için öyle bir ağlayacağım ki, herkes ondan bahsetsin." Tam ağlamak için hazırlanmıştım ki, Saîd'den, bana yardım etmek isteyen bir kadın geldi. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm onunla karşılaşmış ve kadına: "Sen, Allah Teâlâ'nın tard ettiği şeytanı tekrar eve sokmak mı istiyorsun?" dediler. Bunun üzerine ben de ağlamaktan vazgeçtim ve ağlamadım."
TEFSİR...
وَاِذَا سَمِعُوا مَا اُنْزِلَ اِلَى الرَّسُولِ تَرى اَعْيُنَهُمْ تَفيضُ مِنَ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا امَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدينَ

Maide / 83. Resûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz."
Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman da, gözlerini görürsün tanıdıkları ve bir kısmını bilmiş oldukları haktan dolayı duygulanmış ve etkilenmiş olarak coşar, göz yaşlarından dolar dolar taşar, gözleri dolarak derler ki: Ey Rabb'imiz biz, bu indirdiğin hakka ve gönderdiğin Peygamber'e kayıtsız ve şartsız, iman ettik. Sen bizi de onun ümmeti olan şâhitler ile beraber yaz. Yani bunlar hitaplarında "Ruhu'l-Hakk" (Hakk'ın ruhu) olan o âhir zaman Peygamberinin geleceğini bilirler. Ve "iman ederiz gelecektir", diye inanırlar. Onun gönderilmesine arzu duyarlar, beklerler. Kur'ân'ı dinledikleri zaman da Hakk'a karşı kibirleri olmadığı ve kalblerinde incelik ve ihlâs, o şevk ve bekleyiş mevcut olduğu için Hakk'ı tanırlar, tesirinin feyzini duyarlar. Gözlerine yaşlar dolar, o Hakk'ın Resulünün gönderilmiş, gelmiş olduğunu anlarlar. Gıyâbî (gaybe ait) olan imanları şühûda (görünüre) çevrilir. Başlangıçta "iman ederiz gelecektir" derken, bu defa "geldi iman ettik" derler. Şühûd ve şehâdet ehli olan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Gözyaşi

PIRLANTA SERİSİ...
Benim cihanın yükünü sırtında taşımaya azmetmiş yiğidim. Yiğidim kalk uykudan kalk ki bağrımda nağlan. Sen gideli dünyanın yükünü taşıyorum sırtımda, bütün taşıyanlarla beraber. Senin sırtın nasır bağladığı zaman başkaları huzur ve itminana kavuşacak. İnsanlık senin kalkacağın anı bekliyor. Bu ağır yükü sırtına alacağın, sırtını nasırlaştıracağın ânı bekliyor. Zeynül Âbidin’i anlatmak marifet değil. Zeynül Âbidin olma marifettir. Seni Zeynül Âbidin olmaya çağırıyorum. İnsanlık için Zeynül Âbidin olmaya çağırıyorum. Bana bugünde olur mu deme sakın. Olanlar var.
Zira orda Zeynül Âbidin, burda Zeynül Âbidin dedim, “milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” deyen bir Zeynül Âbidin’dir işte. “Onları cehennemde görürsem cenneti bile istemem” Cenneti bile istemem diyebilecek kadar bir Zeynül Âbidin’dir işte.
Bu derin ruh, bu derin şuur, bu muhteşem atmosferdir ki, insanlığın başında bir bulut, bir siyânet bulutu gibi gezip durduğu müddetçe insanlık hep huzur ve itminan içinde olacak. Bu gün o huzur yok. Ve ben deyeyim, çünkü bu gün sen yoksun.
Çünkü o şemsiyeyi sen taşıyacaksın. O bulut eğer olacaksa, senin akan göz yaşlarından tebahhur edip meydana gelecektir. Bana denizlerden tebahhur eden bulutlardan bahsetme. Çok gördüm, onlar sadece toprağı ıslatır. Bana gönülleri ıslatacak bulutlardan bahset. Bahset ki, kalbim çok yaralı. Başkası da derman olamaz.
Ağla, ağla hiç durmadan ağla. Ağla göz yaşların ceyhun olsun. Ondan deryalar meydana gelsin ve buharlaşsın. Bulutlar arş-ı rahmana kadar ulaşsın. Arş ihtizaza gelsin sarsılsın. Ve Allah sorsun. Allah sorsun, bu bulut ne istiyor. O ses gelir benim kalbime uyanırsa, kalbime ulaşırsa başımı aşağıya doğru eğeyim ve diyeyim ki, “Ümmeti Muhammedin derdiyle ağlayan insanların göz yaşlarından meydana gelen bulutların ihtizazıdır Allah’ım.”
Hıçkırıkların arş-ı azamı ihtizaza getirsin, inlemelerin arş-ı azamı ihtizaza getirsin. Zira insanlık bu soluklara muhtaç. Maddi terakki olacaktır olsun. Ama insanlık bu soluklara muhtaç. Senin bakışlarına muhtaç, senin heyecanlarına muhtaç, senin heyecanlarını bekliyor. Rabbim inayet ve keremiyle, bu yeni dirilişte ki, bu dirilişin bayrağını senin milletin çekti gidiyor. İslam dünyası başını kaldırmış sana bakıyor. Bırak İslam dünyasının başını kaldırıp bakmasını, zannediyorum bir kısım eserlere göre Cibril efendimizden sonra yere inmemişti. Ama bu inmemişti arasında bakmıyordu, bakmamıştı yoktu. Belki perdeyi sıyırmış aradan senin çehrene bakıyordur.
Büyük davanın hakikatli şanlı süvarisi ne zaman şehzuvar olacak, işte ona bakıyor Cibril. “Ben bana düşeni yaptım, peygamberler arasında gittim geldim, mekik dokudum” diyor. Sıra sende, Cibril perdeyi sıyırmış bakıyor belki.
Ne zaman yapacaksın. Kendine gelecek, dolabildiğin kadar dolacak, metafizik gerilimin son noktasını yakalayacak, canı gırtlağına gelmiş insanlığın imdadına koşacaksın. İnsanlık boğulmak üzeredir. İnsanlığın imdadına koşacaksın. İtfaiye memurları gibi.
Aslanım! Bir hakikat dostu şöyle diyordu. “Tulumbanı al yetiş imdada yangın var. Tulumbanı al yetiş imdada yangın var. Dünyada yangın var, semada yangın var, arzda yangın var. Dedim zahirde mi aşık, dedi ikbâda yangın var. Sefine kalbime yağlı paçavra attılar, sefine kalbimde yangın var. Her yanda yangın var”
İtfaiye memuru gibi koşacak dünyayı yakan bu yangını sen söndüreceksin. Mürüvvetle sen söndüreceksin, şefkatle sen söndüreceksin, kaynayıp taşan ve köpüren insanlığınla sen söndüreceksin.
GÖZYAŞLARI
Hakk Rahmeti'nin insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları.
Dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdi ânın çiçekleşmesi üzerinde jâledir gözyaşları...
Cennet hûrilerinin kulaklarındaki küpeler, göz damlalarının yanında toprak kadar aşağı ve değersiz kalır!..
Heybet, korku, saygı ve sevgi gibi insanı duygulandıran, gönül tasını yakan ve kâlbden sefil arzuları sıyırıp atan, ulvî hislerin çepeçevre ruhu sardığı ânın şehâdet kanıdır gözyaşları...
Bulut bulut yükselip, Hakk Rahmeti'nin eteklerine dudak gezdiren, bu fanî âlemin bekâya mazhar pırlantalarıdır gözyaşları...
Bu tuzak ülkesinde, böylesine pervaz edişlerle arşiyeler yapıp, nazlı nazlı lâhut âleminin kapısını çalmak başka hangi fâniye müyesser olmuştur?..
Eserinde esrarını izlemek; buldukça aramaya istek kazanmak ve Yunus diliyle "Deryada mâhî ile, Sahrada âhû ile" O'nu yâd etmek, inlemek... Her yerde O'nun haberini sormak ve sonra çözülen her düğüm karşısında buzlar gibi erimek... Sel olup çağlamak, başını taştan taşa vurup ağlamak... Tıpkı Yunus gibi, Celâleddin-i Rumî gibi, devrin "Büyük dertlisi" gibi yanmak, kavrulmak... Hangi saadet bundan daha tatlı, hangi haz bundan daha içten olabilir?
Annenin ağlaması içten içedir; riyâsız, âri ve durudur. Onun her iniltisinde binlerce ney feryadı gizlidir. Yavru da ağlar. Hem de dünyaya gelir gelmez... İyi güne ereceğine, saadet göreceğine, yahut başına geleceklere, ihmâl edilişine belki de atalarının günahına ve çevresinin körlüğüne...
Ak alınlı, ak duvaklı geline, ananın en kıymetli hediyesi ayrılık gözyaşlarıdır. İnce gelin, hayatının sonuna kadar, o saflardan saf, inci danesi gözyaşlarını unutamaz. Onları unuttuğu gün, anayı da unutur, atayı da...
Bir düşünün, gözü dolu bulut ana, üzerimize ağlamasa, nice olur hâlimiz? Ya o da denizler gibi cimri olsaydı; güneş vurmadan incelmese, buharlaşmasa ve yukarı uçmasaydı. Ya o, öyle mi? Yaz demez, kış demez, bahar demez, güz demez daima ağlar...
Nebîsinin diliyle Hakk; millet haysiyetini, memleket namusunu görüp gözeten göze denk tutar ağlayan gözü. Zaten "Ağlamayan gözden sana sığınırım" dememiş miydi?.. Tıpkı şeytanın hilelerinden, hasis duyguların ezip geçmesinden Allah'a sığındığı gibi...
Ermişin nazarında gözyaşları, Cennet pınarlarından daha değerlidir. Zira o damlalar, "tamuyu" söndürecek bir iksir sayılır Rahmeti Sonsuz'un katında...
Hakk'ın sâfî Nebîsi Âdem (as) saadet kâsesini gözyaşları ile doldurup içmedi mi?..
Dertli Nebî, tûfan Peygamberi (as) o katrelerle âlemi sele vermedi mi? Yaradılış esrarına ilk dokunan Mevlâ'nın Halîl'i "Hasbî, Hasbî" diyerek gözyaşlarıyla ateşi "berd ü selâm"1 etmedi mi?
O incelerden ince, Hakk esrarının merkezleştiği, Faraklit müjdecisi Ruhullah'ın hâli hep ağlamak değil miydi?
Mâsum Resûl Dâvud (as)'ın ağlamalı feryadı değil miydi ki, insan derûnunda lâhûtî âhenk ve sızlanışın adı olan Zebur'u tilâvet ederken, en ince gönül telleri üzerinde yüzlerce mızrabın âhı duyulurdu.
Ve, son durakta, en doğru yolun başında, büyük muammanın Keşşâfı, yaradılışın özü aziz Ruh, kördüğümü çözer gibi bu esrarı gözyaşlarıyla çözmedi mi? Tâ ana kucağında bin niyaz ile "Ümmetim, Ümmetim..." dediği andan, ba'sü badelmevt'e ve ötesine kadar hep aynı şey için inlemedi mi?
Şâir İkbal, bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Sultanı'na "En muteber hediye" deyip, bir bardak şehid kanı takdim etmişti. Ben gökler ötesi o âlî meclise çağrılsaydım, günahıma ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm.
"Ağla ey gözlerim, gülmezem ayruk,
Dost iline varup, gelmezem ayruk."

Kavuşmak için ağlamak ve kavuşmuş olmaktan ötürü ağlamak...
Bu ağlayış, bir yetimin, bir ümitsizin ağlayışı da değil.. Bu ağlayış tam bilemeden, öze eremeden veya visâlin neş'esinden, huzurun heybetinden doğup gelen bir ağlayıştır. Sonunda rahmetin tebessümü olduğu için de, tatlıdır. Ve yine bu ağlayış, bulup bildiğini buldurma ve bildirme yolunda olduğu için de hüsransızdır.
"Sular gibi çağlasan, Eyyûb gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan ahvalini sormaz mı?"

Anadolu insanı bu ma'nâda ağladı. Kurduğu umranların çamurunu hep böyle gözyaşlarıyla yoğurdu.
Gözyaşları ruh inceliğinin şâhitleridir. İnce insan, yüzünü gözyaşları ile yıkayan insandır. İçi sızlamayanlar, kirpiği ıslanmayanlar kem talih hoyratlardır. Bu incelik bir havâr^ı inceliği de değildir. Şecaat ve cesaret arz edeceği yerde, o birden bire tunçlaşır, demirleşir; aşılmaz ve bükülmez hâle gelir. İşte o en büyük devlet adamı Ömer, Peygamber hâlesinde en büyük devlet adamı... Şiddeti, öfkesi ve nefretiyle beraber, bir kâlbi kırığın yanında, bir "yerdeki yüz" karşısında çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlar ve etrafını da ağlatırdı.
O manzumede daha niceleri vardır ki, haykırışı arslanın ödünü koparmış, ormanı velveleye vermiş; harp meydanlarında bir haykırışla bin hânümânı harap etmiştir. Fakat, Hakk'ın huzurunda, muhasebe ânında öylesine incelerden ince bir hâl almıştır ki, ancak Cennet hûrîleri o kadar incelikten haberdar olabilirdi.
Uzun senelerden beri ne kadar hasretiz gözyaşlarına!.. Onu, bu memleketin taşına, toprağına, evine, mâbedine sormalı. Sormalı şu dağlara, taşlara ve üzerinde uçuşan kuşlara... Ve bütün bir mâziye sormalı, bağrına kaç damla gözyaşı düştüğünü. Sonra mâbedlerdeki sütunlara, geniş kubbelere ve çevredeki cidarlara da sormalı, ne zamandan beri hıçkırığa hasret olduklarını. Seccadelere de sormalı, kaç defa gözyaşlarıyla ıslandıklarını. Bu kadar içten uzaklaşılan, bu kadar gönüle yad kalınan ikinci bir devir gösterilebilir mi?..
Timdi sizler, ey bütün bir tarih boyunca ağlamayı unutmuşlar! Gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hâllerine gülenler! Gelin; şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlıyalım! Cehaletimize ağlayalım! Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım! Kusurdan bir heykel hâline gelmiş mahiyetimize, duygularımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım! Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevc fevc geçecek olan mâzinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım! Daldan kopan bir meyve gibi, yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüdâ kalışımıza ağlayalım!..
Yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırpalım ve çok yükseklerde öyle bir "Âh!" edelim ki, ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin. Sonra ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi söndürsün. Kin ve nefret ateşini. Bütün dünya ve ukbâ ateşini...
Allah'ım! Sen'den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat! Merhamet etmen için. Sen'den uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat! Gönlün şâk şâk oluşuna, ağyar ateşine yanışına, öyle ağlat ki, sîneler kebâp olsun… Ondan bir bir feryat çıksın, meleği ve feleği velveleye versin.
Beni de ağlat; gece kadar karanlık ruhuma şefkat et de ağlat! Ağlamalarıma dahi ağlamam lâzım geldiği için ağlat! Bükülmüş şu kaddime, solgun ve ölgün rengime, burulmuş boynuma ve kırık kâlbime merhamet et de ağlat! Şu en sâkin anda, sızlanışlara cevap verdiğin dakikalarda, kapkara gönlümle değil, Sen'den başkasına secde etmeyen başımla sana dönüyor, titreyen dudaklarımla ağlatmanı diliyorum.
Heyhât ki "merhamet, merhamet" diyeceğim an, bir hâil gibi günahlarım karşıma dikiliyor ve içimde yığın yığın burkuntu meydana getiriyor. Allah'ım! Benim uzaklığım itibariyle değil, Sen’in yakınlığın hürmetine kâlbime rikkat ver ve öyle ağlat ki, kendimi kaybedeyim, yolunda ar ve haysiyetten geçeyim, tâ "Bu delidir" desinler..
"Gidip boynumda zincir ile Ravza-ı Pâk'a, o denlü ağlayam ben ki, görenler hep beni dîvâne sansın" Ola ki, düşen damlalardan bir tanesi aşkına düşmüş olur; işte o, benim için ummanlara bedeldir. Şehid kanı kadar aziz gözyaşları içinde nefesim kesilirken varlık sırrını bana duyur. Şu kararsız gönlümü doyur. Hicabımdan yüzümü saklamaya çalışayım. Habibi'ne görünmek istemeyeyim. Pişdarım ve âli rehberimden kaçayım. Sonra bir âli dîvân kurulsun. Ben zülüfleri dağınık, hıçkırıkları gırtlağında düğümlenmiş, yüzü karaların uğramadığı o dîvâna çağrılayım "Lâ tüâhiznâ" kalkanıyla huzura varayım. Kirlerime göz yumup "bu da bizdendi" desinler; dilenciye bir mülk bağışlasınlar. Çöl yolcusunu sevindirip bir bulut ve bir meltemle imdadıma yetişsinler. Sevincimden orada yığılıp kalayım. Gözyaşlarım içinde boğulayım!..
HEP AĞLADIK
Ağlamak kaderimiz oldu. Yıllar yılı ağlamadan başka birşey bilemedik. Ölen insanımıza, yıkılan umranımıza, târumâr olan harmanımıza ve kâidesiz kalan ümidimize ve cesaretimize... Hayat fânusumuzu elinde gördüğümüz batılı, bizden çok evvel uzanmıştı musallâ taşına... Onun ölümü, Nietzsche’nin, hayalinde tanrıya ölüm biçip de “tanrı öldü” diye ilân ettiği güne dayanır. Aslında ölen batılı idi ve zavallı insanımızdı. Mahbesten çıkıyorum derken bataklığa gömülen insanımız... Herşeyi red ve inkâr eden serâzad insanımız... Hangi mahbesten kurtulmuş ve neyi bulmuştu? Hiçbir şeyi... Ne kurtulduğu ne de bulduğu birşey yoktu. Sadece hayat ritmi değişmiş ve farklı bir çizgide duyulan yine aynı cümbüştü.
Evet, Helene cadısı, yeni bir kalbe keman çekmişti. Kalbin kime ait olması ne ifâde eder, zafer şeytanın olduktan sonra... Christopher Marlowe’da mağdur, Doktor Faust, Goethe’de sadece Faust. Her iki toy aşıkın ma’şukâsı da Hellenizm Melîkesi değil mi? Şeytan aynı şeytan, ama anlayan kim? Evvelki gün Truva önünde tahta at, dün batıyı yutan bir dev, bugün bütün bir medeniyet enkazı üzerine oturmuş ejderha. Ümitlerimizle beraber duyarlılığımızı da alıp götüren bir ejderha...
Batıdaki kaynaşmadan, yıkılıştan bize ne; “âb-ı pâk’e ne zarar vakvaka-i kurbağadan?” diyecekler çıkabilir. Ama, iş, hiç de öyle olmadı. Oradaki sarsıntı, bizi de yerle bir etti. Setler yıkıldı; köprüler çöktü; sular perişan oldu. Câmi de gitti, mihrabı da... Bu kızıl kıyametin dışında kalamadık... Keşke kalabilseydik. Asırlar boyu geliştirdiğimiz, olgunlaştırdığımız topyekün kıymetlerimizle, bu büyük vakuma mukâvemet edemedik ve yutulduk. Yutulduk ama, kesen, biçen, çiğneyen kendi dişlerimiz oldu.
Sonra, yıllarca ağlayıp nâlân olduk, “sirişk-i çeşmimiz” (1) çağlayanlardan farksız akıp gitti... Eski hâlimize, yitirdiğimiz ikbâlimize, anadan babadan yetimler gibi ağladık. Dost vefaya yanaşmıyor, düşman cefadan doymuyor; talih zebun, bizler bitik, inledik durduk. Üstümüzde enînden bir bulut, çevremizde feryaddan bir lücce (2).
“Git vatan! Kâ’be’de siyaha bürün!
Bir kolunu Ravza-i Nebîye uzat!
Birini Kerbelâ’da Methed’e at!
Kâinat’a o hey’etinle görün!” Namık Kemal

deyip gecelere dert döküp inledik, feryaddan şekvâlarla bir yüce dergâha “arz-ı hâl” eyledik. Evet, herşeyin sahibine bel bağlayıp, bacak kadar hâlimizle minare kadar ümîtler arkasına düşdük, şîr-i jiyan’ın (3) etrafa “savulun” diyeceği günün ümit-leriyle. İnanıyorduk ümidimize fer verene, dizimize derman getirene; milletimize, insanımıza... Kalbimize indirdiğimiz her mızrabda iyimserliğin nağmelerini duyuyor, gözümüzün önünde dirilişimizi kutlayan ıtıkların yanıp söndüğünü görüyorduk.
“Âbisten-i sefâ u kederdir leyâl hep
Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar...” (4).

Nihayet biz, binbir girdapla pençeleşmeye duralım, neslimize gülen şafaklar ufkumuzda zuhur etdi. Ama yine ağlıyoruz; dün bir harâbezâre, bugün de lâlezâre (5)... Ağlıyoruz kasvetli bulutların çözülüşüne, gözü kurumuş semâmızdan sağanak sağanak yağmur dökülüşüne, zeminin burcu burcu bahar kokuşuna ve herşeyin yeniden dirilişine... Şurada emekleyen civcivlere, beride formasını takmış tomurcuklara, ötede bin iniltiye, bin sancıya...
Elimizde bahardan bir demet gül, gözümüz güle şebnem yetiştirmekte ve “Asrın garipleri” olarak, kışta gelmişin kapısında büyük beşareti mırıldanıyoruz: Sümbüllerin kemer kuşandığını, tohumların başak saldığını, gülün gamze çaktığını, bülbülün nağme attığını ve bir nevbahar olduğunu.
Attığın dipdiri tohumların, kısmen soldurduğumuz çiçekleriyle huzuruna geldikse bizi kınama! “Sultana sultanlık, nitekim gedâya gedâlık yaraşır.” Biz kötü devrin rüzgâr vurmuş garipleri, ruh ve gönül hayatına eremedik ve durulamadık.
“Nazardan durı kılma bendegânı gözle Sultan’ım.”
GÖZYAŞI DENEN İKSİR
Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık ve ciğeri kebap insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Gözyaşları dünyada, dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, ahirette de cehennemin alevlerini söndürecek tek iksirdir. Onun içindir ki Allah Resûlü (sav) bu mevzûda şöyle buyurur: “Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselam elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”
Yine bir başka hadîslerinde Efendimiz (sav), Allah korkusuyla gözyaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar. “İki göz Cehennem’i görmez” buyurur ve meâlen devam eder: “Biri Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, millet ve ülkenin ma’ruz kaldığı tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi plânda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz.” Yani, dışarıda dışı, içeride içi gözetleyen gözler ne mübarektir. Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsavîdir.
Kur’ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek: “Onlar Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar” (İsra, 17/107) buyurur. Bir başka yerde ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe, 9/82) ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, “Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın!. Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın” demektir. Bu yönü ile gözyaşı, cennet kevserlerine müsavî tutulur.. ve Efendimiz, “Ürpermeyen kalpden, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allahım” diye yalvarır. Kalpleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlara gelince, onlarda gözyaşı görülmez.


RÛHUN BİR KISIM DİNAMİKLERİ
...Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık ve ciğeri kebap insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Gözyaşları dünyada, dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, Âhiret'te de Cehennem'in alevlerini söndürecek tek iksirdir. onun içindir ki Allah: Rasulü (sav), bu mevzû da şöyle buyururlar: ''Mahşerde, Cehennem'in kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselam elinde bir bardak suyla görünür. Ona, 'Bu ne?' diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: 'Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir'.
Yine bir başka hadislerinde Efendimiz (sav), Allah korkusuyla gözyaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar. "İki göz Cehennem'i görmez" buyurur ve meâlen devam eder: '"Biri Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, millet ve ülkenin maruz kaldığı tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi planda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz." Yani, dışarıda dışı, içeride içi gözetleyen gözler ne mübarektir. Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsâvidir.
Şair İkbal, bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebiler Sultanı'na: ''En muteber hediye'' deyip, bir bardak şehit kanı takdim etmişti. Ben, gökler ötesi o ali meclise çağrılsaydım, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alır götürürdüm.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Gözyaşi

RİSALE...
Harb-i Umumî'de, Rus'un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul'da iki üç sene Dar-ül Hikmet'te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur'an-ı Hakîm'in irşadıyla ve Gavs-ı Azam'ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul'daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabîr edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevketti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van'a gittim. Herşeyden evvel, Van'da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van'ın meşhur kal'ası ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir. Benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terkettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid diğer bir kısmı da o musîbet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım ve kal'anın tâ medresenin üstündeki iki minare yüksekliğinde medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamânâ hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünki yalnız idim. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât görüyordum. Baktım ki benim medresemin etrafındaki şehir içi Kal'a dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrib edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip, öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı azamı Allah Rahmet etsin muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka Van'ın bütün müslümanlarının haneleri tahrib edilmiş gördüm.
Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben, gurbetten vatanıma döndüm; gurbetten kurtuldum zannediyordum. "Vâ-esefâ", gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. Onikinci Rica'da bahsi geçen AbdurRahmân gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbabların yerlerini harabezar gördüm. Eskiden beri hatırımda olan bir zatın bir fıkrası vardı, tam mânâsını göremiyordum.. o hazîn levha karşısında tam mânâsını gördüm. Fıkra budur: yâni: "Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın." Demek en ziyade insanı öldüren, ahbabdan müfarakattır. Evet hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur'andan, îmandan meded gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı. Eskiden beri şâirler şiirlerinde, ahbablarıyla görüştükleri menzillerin mürur-u zamanla harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra gâyet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezara dönmüş yerlerin, gâyet ma'mur ve şenlikli ve neş'eli ve sürurlu bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın en tatlı bir hayatta tedris ile, kıymetdar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahatı, birer birer sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında, hayali gözümün önünde epey zaman devam etti. O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüb ettim. Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünki o vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatın mütemadiyen, dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır, aldanmayınız demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm.
Çünki ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı. Rivayet-i Hadîste vardır ki; her sabah bir melaike çağırıyor "Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yapıyorsunuz." diyor.
İşte bu hakikatı, kulağımla değil gözümle işitiyordum. Evet o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim, o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet binler sene yaşamış o ihtiyar kal'anın başındaki menzillerin harab olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kal'a altındaki gâyet hayatdar ve mecma-i ahbab olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devleti'nde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten koca Van kal'asının yekpare taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlıyor gibi gördüm. Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım; ya ben de kabre onların yanına gitmeliyim veyahud dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim: Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, yandırıcı firkatler var. Elbette mevt, hayata racihtir. Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir derdlerden değildir. O vakit cihat-ı sitte denilen altı cihete nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın Âyetinin hakikatı tecelli etti. O rikkatli, firkatli, dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.
Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar; bize de dikkat et, yalnız harabezâra bakıp durma diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikatı böyle ihtar ediyordu ki: Van sahrasının sahifesinde misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun'î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve herşeyin sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelî'ye bak ki; bu Van sahifesinde mektubatı, kemal-i şaşaa ile eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar.
O yerler boş, harab, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor. Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı...
LÂ UHİBBULÂFİLİN
İbrâhim Aleyhisselâmdan sudûr ile, kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden na'y-i Name=240; HotwordStyle=BookDefault; {Batıp gidenleri sevmem. (En'âm Sûresi: 76.)} beni ağlattırdı.
Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazindir, ağlattırıyor. Güyâ kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Fârisî fıkralardır.
İşte o damlalar ise, Nebî-i Peygamber olan bir hakîm-i İlâhînin, Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.
Güzel değil batmakla gàib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın
Bir maksud ki, fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü, fânîyim, fânî olanı istemem; neyleyeyim?
Bir ma'bud ki, zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü, nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Aciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan, nasıl ma'bud olur?
Evet, zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle, me'yusâne feryâd eder ve bâkî bir mahbubu arayan ruh dahi, Name=r0116; HotwordStyle=BookDefault; feryâdını ilân ediyor. İstemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfârakatı.
Derâkab, zevâl ile acılanan mülâkàtlar, keder ve meraka değmez, iştiyâka hiç lâyık değildir. Çünkü, zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların dîvanları, yani aşknâmeleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün dîvân-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryad damlar.
İşte o zevâlâlûd mülâkàtlar, o elemli mecâzî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim, İbrâhimvârî Name=r0120; HotwordStyle=BookDefault; ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.
Eğer şu fânî dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâkî olasın.
Dünyaperestlik esâsâtı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fânî ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakiki yolunda fedâ et. Mevcudâtın ademnümâ âkıbetlerini gör. Çünkü, şu dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor.
Esbâb içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp me'yusâne fîzâr ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvârî, Name=r0124; HotwordStyle=BookDefault; enîniyle mahbubât-ı mecâziyeden ve mevcudât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcud-u Hakîkîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor.
Ey nâdan nefsim, bil ki; çendan dünya ve mevcudât fânîdir, fakat her fânî şeyde, bâkîye îsâl eden iki yol bulabilirsin ve can ve cânan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i Cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen.
Evet, ni'met içinde, in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir. Ni'metten in'âma geçsen, Mün'imi bulursun. Hem, her eser-i Sâmedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun. Mâdem şu masnuât-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını, acımadan fenâ seyline atabilirsin.
Evet, masnuâtta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Mâdem şu masnuât elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâpervâ zevâlin havasına at, arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.
İşte, zâhirperest ve sermâyesi âfâkî mâlûmâttan ibâret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirâr ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me'yusâne feryad ediyor, hakikate giden bir doğru yol arıyor. Mâdem ufûl edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti, kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti, vicdan dahi fânîlerden yüzünü çevirdi; sen dahi bîçare nefsim, İbrâhimvârî, Name=r0129; HotwordStyle=BookDefault; gıyâsını çek, kurtul.
Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:
demiştir.Name=Hâşiye; HotwordStyle=BookDefauYani, yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir.
Evet Câmi, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlûb, hakiki maksud, hakiki ma'bud, yalnız Odur.
Çünkü, bu âlem bütün mevcudâtıyla, muhtelif dilleriyle ayrı ayrı nağamâtıyla zikr-i İlâhînin halka-i kübrâsında beraber Name=r0134; HotwordStyle=BookDefault; der, Vahdâniyete şehâdet eder. Name=r0135; HotwordStyle=BookDefault; 'nin açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Gözyaşi

NÜKTELER...
AĞLAMAK
Bürde el-Abide o kadar çok ağlardı ki, bu sebeple kendisini ayıplayanlar, aşın bulanlar olurdu. Onlara;
Eğer siz, kıyamet günü, günahkârların ağlamasını görmüş olsaydınız benim ağlayışımı çok bulmazdınız!derdi.
Allah (c.c.) kıyamete kasem ettikten sonra, ızdırap çeken nefse yemin eder. Izdırap ve onun billurlaşmış hali olan ; gözyaşları Hak katında bu denli kıymetlidir. O kadar ki,
"Gözyaşlarıyla yıkanırmış kirler. Ve nezahet ona gıpta edermiş. Bir damla dağvari ateşe yeter, Eren, nedametle Ona erermiş! Gözyaşlarıyla yıkanırmış kirler..."
şiirinde ifade edilmeye çalışıldığı gibi, bir damlası cehennemin yığın yığın ateşini söndürür.
Efendimiz (a.s.v.), ağlamayan gözden Allah'a sığınır.
Allah (c.c.) ötede ağlatmasın! Ötede feryat figan ağlamamak için burada ağlanır.
(Bu şiir, ahir zamanın son altın halkasını, devrin büyük muzdaribini, onun gözyaşlarını anlatırken kaleme alınmıştı.)
ŞEHİT KANI VE GÖZYAŞI
Osmanlı, Balkan Savaşlarında binlerce Mehmetçiği şehit vermişti. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar, Alem-i İslam ağlıyordu. "Büyük abinin" kolu kanadı kırılmaya çalışılıyor, ihanetlerin, düşmanlıkların ardı arkası kesilmiyordu.
Her tarafta yardım toplantıları vardı. Lahor'da da, Hintli Müslümanlar toplanmış, büyük bir miting yapılmıştı. Hatipler coşkulu konuşmalar yapıyor, halkın hissiyatını dile getiriyor, meydan bir heyecan ve hüzün tufanıyla dalgalanıyordu. Halk, son sözü söylesin diye sahibini bekliyordu. Ve nihayet bembeyaz urbalar içerisinde Pakistan'ın manevî kurucusu, büyük gönül adamı Muhammed İkbal'in kalabalığın arasından kürsüye doğru süzüldüğü görüldü.
Alem-İ islam'ın yediği darbelerden ötürü adeta iki büklümdü. "Kalb-i paki"nde Müslümanların yaşadığı acıyı duyuyordu. Bigane kalamazdı, kalmamıştı.
Çıktı, coşkulu kalabalığa hissiyatını dile getirdi. Bahar bulutları gibi doluydu ve her an bir rahmet sağanağı bekleniyordu. Konuşmasını şu sözlerle bitirdi:
- Cemaat, ben şu anda kendimi Resul-i Ekrem'in (a.s.v.) huzurunda görüyorum. Bana diyor ki "İkbal, ne hediye getirdin?" Ben de diyorum ki, "Ya Resullah, gedaya gedalık, sultana sultanlık... Benim Size getirebilecek bir hediyem yoktur. Fakat, huzurunuza öyle bir hediye İle geldim ki, ben onu cennetlerin kevserleriyle değişmem. Size Trablusgarp'ta şehit düşen Müslüman Türk'ün kanını getirdim!"
O gün büyük bir yardım toplanmış, herkes elinde av-cunda olanı vermiş, o fakir halk İslam'ın Son Karakolu'na üzerindeki elbisesini çıkarıp göndermişti.
Şehit kanı, o kadar mühimdir ki, şehit yıkanmaz ve Rab-binin huzuruna yıkandığı al kanlan ile gönderilir.
Devrimizin büyük hatibi meseleyi anlattıktan sonra kafiyeyi koyar ve şöyle der:
"Muhal farz, ben o huzura çıkarılsa, aynı soruya muhatap olsa idim, Efendimiz'e (a.s.v.)- "Günahına ağlamış insanların gözyaşları ile geldim Ya Resulallah derdim!"
Gözyaşının kıymeti budur.
İBADETİN EN DERİNİ
Hangi yolla olursa olsun hüzün ve ızdırap ibadetin en derini en buutlusu. Bir saat ızdırapla hüzünle kıvranın, soydaşının dindaşının derdini içinizde kıvılcım gibi hissedin ateş koru gibi hissedin. Ötede dağlarvari azametleriyle karşınıza dikilmiş ibadet hasılaları görün. Üzülün ve ibadet görün. Burada üzülen orada üzülmeyecektir. Allah Kuran’ıyla şöyle buyuruyor. Müminlerin sesi soluğu olarak “hamd olsun o Allah’a ki hüzün hüzün deyip yaşadık. Dert dert deyip yaşadık. Izdırap ızdırap deyip yaşadık. Ama bu gün onları götürdü.” Hüzün duyun ızdırap duyun, uzak ve yakın istikbalinizi aydınlatın. Dünya istikbalinizi aydınlatın. Ukba istikbalinizi aydınlatın. Onun karşılığını melekler yazamazlar. Ellerinde kalemler sizin her şeyinizi yazan melekler, içinizde ızdıraba hüzne sıra gelince kalem durur. Göz yaşlarınız gibi kağıdın üzerine damla damla mürekkep damlamaya başlar. Artık orada kalem ağlamaya başlar kalemin ucu da mürekkep damlatmaya başlar.
Miri malı, birisinin dediği gibi,kalem feryat eder ağlar mürekkep eski kalemler yazanken cazır cazır öterlerdi onu ağlama ile tasvir ediyor kalem feryat eder ağlar mürekkep beni cahil eline verme ya Rab. Kalem sahibini bulmuştur, hüzünlü insanı bulmuşsa. Kalem mürekkep dökerken sahibi göz yaşı döküyor. Göz yaşları mürekkepten evvel kağıda akıyorsa işte melek orada şaşırır kalır ne yazayım ya rabbi. Sen sadece vakayı rapor et. Meselenin değerlendirmesine bakma o bana aittir. Hüznünüzün değerlendirmesini Allah yapacak. Rica ediyorum, ibadet- i taatta eksikliğinize üzüntü duyuyormusunuz. Masiyetlerinize karşı rahatsızlık duyuyor musunuz. Acaba ben hayır yapmaya muvaffak olacağım endişesini içinizde taşıyor musunuz. Bu alemi islamın taşın gözlerin dahi yaşartacak şu umumi manzarası karşısında irkiliyor musunuz. Vicdanlarınız benim bu üst üste sorularıma evet diye cevap çekiyorsa o zaman soluklarınızı dahi tutun ve beni dinleyin. Saduku masdukun beşaret ve müjdelerine dayanarak size müjde veriyorum. Çok yakın bir gelecekte reftare cennetin yamaçlarında gezeceğinizi rahatlıkla söyleye bilirim. Hatta şunu da söyleye bilirim. Çok yakın bir gelecekte şu mazlum şu mağdur şu mahkum ülkelerin yamaçları cennet yamaçlarına dönecek ve oralarda sizler taht kuracaksınız. Taht kuracak ve anaların, oğullarına kavuşan anaların, sevinç göz yaşları döktüğü gibi onlar size kavuşmuş siz onlara kavuşmuş sevinç göz yaşları dökeceksiniz.
Yüz binini gömdükleri bir yerde yakınından geçerken ve yer yer hatırlarken, aklıma gelirken, takılırken bazen öyle ızdıraplı anlar, ızdıraplı düşünceler onları ifade etmek için akla takılırken demek daha uygun. Çünkü sizi kıvrım kıvrım kıvrandırır ve iki büklüm eder. Ne zaman dedim. Ne zaman başımıza dikilecek “siz Allah’a bir söz vermişsiniz o sözünüzü canlarınızla cananlarınızla tasdik ettiniz. Önünüzde ölen binlerce arkadan gelenlerin ölmesini engelleyemedi.” Önde gidenler ateşe atılırken arkadan gidenlerin iradesi sarsılmadı. Ashabı uhdud alakalı hadiste ifade edildiği gibi anası kendisini ateşe atmada tereddüt ederken onun memesini tutmuş emen yavru korkma anacım at kendini sen hak üzerindesin. Düşünce ve mülahazası içinde arkadan gelenler önden gelenlerin durumunu mülahazaya lamadan kendilerini ateşe attılar. Ve ben yine yeni sözlerle ifade edeyim. Kesik ses ve bozulmuş bir nefes artık hırıltı halinde çıkan şu soluklarımla belki en tatlı konuşurken bile kulakları tırmalayan ifadelerimle şimdi başınıza durmuş size şöyle diyorum, sesleniyorum. Bana cevap verin, biraz evvel yiğidime seslendiğim gibi, bana cevap verin “Allah’a verdiğiniz sözde siz doğru çıktınız. Ya bizim bu alemde bu bezimde verdiğimiz sözü tasdik edeceğimiz zaman ne zaman gelecek.” Mazlum ve mağdur olarak ölen insanlar bir fatiha değil sizden bir gönül ızdırabı, başlarında durup bir inleme, inleyip sinelerinizi dağlama bekliyorlar. Çünkü uğrunda öldükleri dava ancak bu surete ihya edilecektir. Çünkü ancak bu surete bu mukaddes duygu mukaddes düşünce hayata hayat olacaktır. Çünkü ancak o suretle Muhammedi ruh (a.s.m.) hayata hayat olacaktır. Ve siz o zaman “ ey Rab evet sen gafur ve şekursun mağfiret eden ve şükredenlerin şükrünü kabul buyuransın. Sana hamd olsun ki az buçuk hüzünlü yaşadık. Hayatımızı az buçuk ızdıraplar içine dalıp çıkararak yaşadık. Sen hüzünleri giderdin ve bizi sürura kavuşturdun.” Uzak ve yakın istikbalde hüzünden kurtulacak ve sürura ereceklerdir. Hüzünden kurtulacak ve sürura ereceksiniz Allah’ın inayet ve keremiyle. Hüzün ve ızdırabın ele alınışıyla bir hususa dikkatinizi çekeceğim. Meseleyi oturup kara kara düşünme şeklinde anlamamak lazım. Anlamamalıyız, anlamamanızı rica ederim. Hüzün demek kara kara düşünmek demek değildir. Şevk demek de şen şakrak fıkır fıkır oynamak demek değildir. Hüzün demek ümmeti Muhammedin derdini ruhunda duymak demektir. Hüzün demek bu kadar dert karşısında mukaddes çileyi, has karışımı içimizde duyma demektir. Hüzün demek Muhammedi bir yolun bir tezahürü bir cilvesi demektir (a.s.m.). şevk demekte yeise düşmemek demektir. Aşkı yitirmeme demektir. Hizmet şevkini kaybetmeme demektir. Elli defa ordusu bozulsa, elli defa düzeni dağılsa, elli defa nizamı alt üst olsa tek başına kalan bir süvari gibi küheylanı üzerinde atını mahfuzlayıp ileriye doğru atını sürmesini bilecek kadar ümidinden aşkından bir şey kaybetmeden gözü hep cephede, işte şevk budur. O gülme eğlenme hoplama zıplama demek değildir. Biz hüzün duymaya hüzün yudumlamaya, ızdırap yudumlamaya havadan, sudan, ekmekten daha çok muhtacız.
Bize her şeyi unutturdukları gibi bunu da unutturdular. Ağlama gibi hak kapısının kilitlerini çözecek müthiş sırlı ve sihirli bir anahtarın yerini unutturdular bize. Allah kapılarının sonuna kadar açılmasını temin edecek kalp ızdırabı anahtarının yerini unutturdular. Her şeyi unutturdukları gibi. Ve onu yeniden bulmaya çalışıyoruz. Ben size bulduramayacağım. Çünkü kendim bulamadım. Ama o kapının önünde durur mevcutla o kapının tokmağına dokunur mevcut hüzünle o pasları eritmeye çalışırsanız Allah onu size bulduracaktır. Batıl mezhepte yürüyenin bile onun dil olduğu latife diliyle Allah’a bu kadar yalvarması neticesinde Allah duygu ve düşüncelerine şehbal açtırmıştır. Kelimelere çok dikkat ederek, ifadeye çok dikkat ederek ve mümkün olduğu kadar düğüm düğüm arz etmeye çalıştım. Benimle aynı memeden süt emenler, benimle aynı duygu ve düşünceyi paylaşanlar ne dediğimi çok iyi anlamışlardır. Batıl bir yolda dahi olsa dili ızdırap olan, dili hüzün olan duygunun diliyle ona yalvaranlar bu gün oturmuş onun semavi sofrasında semavi yemeklerden, semavi nimetlerden istifade etmektedirler. Muhammedi yolu milimi milimine yaşayan, sıratı müstakimi en hassas ölçülerde yaşayan sizler bu gün bu mevzuda tam çizginizi bulduğunuz zaman semavi sofraların sırlı asansörlerle önünüzde inip kalktığınızı göreceksiniz. O sofraların başına konacak zevkle o nimetlerden tadacaksınız. Kuran hakkı için tadacaksınız. Kuran üzerine söylüyorum, tadacaksınız Allah’ın inayet ve keremiyle.
... Çığlıklarınıza kurban olayım. Çığlıklarınıza kurban olayım. Allah şahit sizi çok seviyorum. Ölürken sizden ayrılığa üzüleceğim. Onunla o paslı kilitleri çözeceksiniz. Onunla sinelerinizle islamın sesini son bir kere daha duyuracaksınız. O dinleniyor. Ruhunda ruhuyla doğrulmuş ruhu kadar pırıl pırıl ravzasında resulullah tarafından dinleniyor. Sıkıntılarınızla kendisini çok sıkan size karşı çok hırslı olan eğrilmenizden rahatsız olan. Doğruluğunuzla beşaşet, beşaret içine giren Hz. Muhammed duyuyor(a.s.m.) Başında binler var şu anda. Essalatü vessalamü aleyke ya resulullah, uzaktan ya resulullah. Hep yakını değil uzağı da dinle ya resulullah. Yağız atını benim ülkeme sür ya resulullah. Başına alnı valalı sarığını sar mahzun ülkelere atını sür ya resulullah. Ve çığlıklara harfin mahrecin kelimelerin çığlıklara boğulduğu surlar içinde mahzur ama hisar camiinde surları yıkmak için gerilmiş arkadaşlarımın sesini duy ya resulullah.
Benim ki saygısızlık. Sen duyarsın zaten. Melekler sana ulaştırır zaten. Ve belki de cevap veriyorsun. Halimize ağlıyorsan yeter ağlama ya resulullah. Ağlamaya söz verdik. Biz ağlayacağız ya resulullah. Size çok haris. Sizi görünce başka şey görmez. Cennete girerde tahtlarında yan gelir otururda huriler perdedarlık yaparda, melekler elpençe divan dururda karşısında bir hüzün duyar. Bir çığlık duyar. Bu ses nerden geliyor ola ki. Cehennemden deyince, cenneti terk eder ve oraya kadar koşar. Size karşı çok haristir. Gözü başka şey görmez sizi görünce. Talihlilerim gözü başka şey görmez sizi görünce. Gözünüz başka şey görmesin ondan başka. Gözlerinizin içine başka hayal girmesin. Yalancı mumlara bütün kapıları kapayın. Ve sadece ona açılın. Derdinizden anlayan ona açılın. Sinelerinizi ona şerh edin. Gamınızı ona açın. Başka dostlar anlamazlar. Yoksa dert elinden dade gelir. Feryat edersinizde kimse dinlemez. Koca Fuzuli “gamı pin han ederdim ben dediler yare kın ruşen desem ol bivefa bilmem inanır mı inanmaz mı” Yari iyi seçememişin dostum Hüseyin. Sen benim yarimi tanısaydın hançeri sinene saplardın ve yare vefasızlık isnat etmezdin. O benim ki vefa hissiyle gerilmiş ruhuna benzeyen yeşil kubbe altında vefa dostlar vefa diyor inliyor. Yari seçememişin. Sen benimkini görseydin böyle düşünmeyecek öyle demeyecektin.
Derdin, ızdırabın ve hüznün her çeşidi arşı azamı ihtizaza getirecek gönüllere yeniden canlılık kazandıracak, felç olmuş iradelere fer katacak kuvvet kazandıracak her çeşidi. Herkes kendine göre eksik gördüğü şeyden dolayı inler. Çığlık koparır. Ve feryat eder. Ben benim derdimin türküsünü söylüyorum. Benim derdimin nameleriyle iki büklümüm. Başkaları da kendi dertleriyle.
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN KADIN
Kadın evliyalardan Allah dostu bir hanım, o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, gözleri kör olacak hale geldi. Dostları, akrabaları ona:
—Korkarız ki, ağlamaktan gözlerin kör olacak dediler. Kadın:
—Cehennem azabıyla, cehennem ateşinin alevleriyle kör olmaktansa, dünyada Allah aşkıyla ağlaya ağlaya kör olması daha iyidir. Bir göz ki sevgilinin yüzünden mahrum ve ona hasretlidir. Bu göz nasıl olurda ağlamaz?., dedi.
Sonunda ağlamaktan ve sarsılmaktan o kadar halsiz düştü, o kadar harap oldu ki, namaz kılamaz hale geldi. Ona rüyasında şöyle dediler:
—Ağlama ve gözyaşını tut! Hasret çekenlerin âhı onların şifalarıdır. Namaza dikkat et, ibâdete dön, namazı bırakma! Allah deyenlerin, Allah'a bağlı olanların yolu ibâdet ve namazdır. Bu muhtereme hatun hemen namaza donar ve namazına devam eder.
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN AKILLI KIZ
Bir gün bir zât, Hasan Basri Hazretlerine gelerek yalvarır. Elini ayağını öpeyim diyerek Hazreti İmamdan yardım istirham eder:
— Aman efendim! Ne olur? Allah için bize bir yardımda bulununuz der. Hz. İmam:
- Nedir derdin? Ne hususta yardım edelim? Önce derdini ve ihtiyacını, isteğini şöyle ki sana yardım edebilelim der. Adam:
—Efendim! Benim çok akıllı bir kızım vardı. Onu çok severdim. Şimdi ise, bu akıllı kızıma bir şeyler oldu. Gece gündüz durmadan ağlıyor. Kur'an-ı okuyor ağlıyor. Namaz kılıyor, ağlıyor, Hadis-i Şerif okuyor, ağlıyor. Ve bugünlerde gözleri görmez oldu. Korkuyorum ki, gözleri kör olacak.
Sizden rica ediyorum. Gelseniz de bir baksanız. Ona (kızıma) bir nasihat etseniz, biraz öğüd verseniz diye rica eder.
Hasan Basri Hazretleri kabul eder. Adamın evine kadar giderler. Eve vardıklarında Hasan Basri Hazretleri:
—Yavrum, neden ağlıyorsun? Gözlerin ağlamaktan kör olabilir. Onun için, neden ağlıyorsun sebebini bize söylersen sana yardımcı olabiliriz, benden rica etsem sebebini söyler misin? dedi. Kız şu cevabı verir:
—Efendim, benim hiç bir hastalığım yoktur. Sıhhatim gayet yerindedir. Gözlerimin ağlayarak kör olmasının iki sebebi vardır.
Bu gözlerimiz, Âhiret âleminde Allâhü Teâlâ'yı görecek veya görmeyecektir.
Eğer, Cenâb-ı Hakkı görme nimetine ererse, böyle binlerce göz, onu görmek için feda olsun. Eğer görmezse, o zaman Allâhü Teâlâ kendi zâtını görmeğe layık kılmadığı gözleri kör etsin. Allah'ı görmeyecek gözü, gözüm var deyü neylersin der.
Hasan Basri Hazretleri bu cevabdan çok duygulanır. Gözlerinden yaşlar gelir. Ve şöyle der:
—Nasihat etmeye geldik. Kendimiz nasihat aldık. Hekim olmaya geldik, hekimimizi bulduk demiştir.
SELEF-İ SALİHİN VE GÖZYAŞI
...Hz. Ebu Bekir, yufka yürekli bir insandı. Sevr mağarasında, Efendimiz'e bir zarar gelir endişesiyle ağlamıştı, "Bugün size dininizi tamamladım" (Maide, 5/3) ayeti nazil olunca Hz. Peygamber'in vefatının yakın olduğunu anladığı için, gözyaşlarını tutamamıştı.
Hz. Ömer'in gözyaşları iki yanağında iz bırakmıştı. Oğlu Abdullah (74/693) ise şöyle diyordu: "Eğer gerçeği tam bilseydiniz, sırtınız çatırdayıncaya kadar secdede kalır, sesiniz kesilinceye kadar bağırırdınız. Öyle ise ağlayınız! Ağlayamıyorsanız, kendinizi ağlamaya zorlayınız."
Sahabe arasında, Kur'ân'ın tertille okunmasını ağlayarak okuma şeklinde anlayıp tefsir edenler vardı. Nitekim Hz. Peygamber de, "Kur'ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)" tavsiyesinde bulunmuş, kendisi de, İbn Mes'ud Nisa sûresinden, "Her milletten {inançlarının bozukluğuna, işlerinin kötülüğüne tanıklık edecek) bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman (halleri) nice olacak?" (Nisa, 4/41) ayetini okurken, dolu dolu gözyaşı dökmüştür.
Başını Tabiûn'un meşhurlarından Hasan-ı Basrî'nin çektiği Basra Zühd Mektebi'nin temel özelliklerinden biri de, Allah korkusu ve gözyaşı idi. Küfe zahidleri ise, hem Hz. Hüseyin'in kendi bölgelerinde şehid edilmesi nedeniyle hem de Allah korkusundan, çok ağladıkları için Bekkaûn (çok ağlayanlar) diye adlandırılmışlardı .
I ve II. hicrî yüzyıllarda yaşayan abid ve zahidlere göre duanın kabul edilmesinin ilk şartı, gönülde huşu hissinin ve gözde yaşın eksik olmamasıdır. Çünkü insan ancak Allah'tan korkarak, hüzünlenerek ve gözyaşı dökerek O'na ulaşır. Bu anlayışın bir sonucu olarak bekka ve bekkaûn kelimeleri tasavvufta, ahi-ret korkusu, günah endişesi ve Allah'a kavuşma iştiyakının doğurduğu hüzün gibi duygular taşıyan ve bu yüzden gözyaşı döken zahid kişi ve zümreler için bir terim olarak kullanılmıştır.
Tasavvuf tarihinde çok ağladıkları için "Bekkâ" lakabıyla anılan bazı abid ve zahidler de vardır. Yahya el-Bekkâ, Ebu Said el-Bekkâ ve İbrahim el-Bekkâ bunlardandır. Abdulvahid b. Zeyd (266/879) ve Rabia el-Adeviyye gibi Allah korkusundan çok Allah sevgisine yer verenler bile, ibadet ve zikir esnasında gözyaşı dökerlerdi. İlk sûfîlerden olan Ebu Süleyman ed-Daranî, ağlamamayı bedbahtlık alâmeti olarak görmüş, Ahmed b. Ebu'l-Hıvarî (230/844) ise, "İnsan Allah'a itaat etme halinde de O'na muhalefet etme halinde de ağlamalıdır" demiştir. Ebu Said el-Harraz (277/890) ağlamayı Allah'tan uzak kalma, Allah'a özlem duyma ve Allah'a yakın olduğu halde O'ndan uzak düşme endişesinden dolayı ağlama şeklinde, üç sınıfa ayırmıştı.
İlk sûfîler gibi tarikat mensupları da dinî duygularla ağlamaya büyük değer vermişler, Allah için akıtılan İki damla gözyaşının birçok manevî derdi halledeceğine, gece yarısı dökülen birkaç damla gözyaşının gazada akıtılan kana eşdeğer olduğuna, yukarıda geçen hadisin işaretiyle inanmışlardır. İlk sûfîlerin semâ ayinlerinde, daha sonra tarikat mensuplarının zikir meclisleriyle mürşidlerin vaaz ve sohbetlerinde ağlayarak kendine gelme ve nefsini ıslah etme olaylarına sık sık rastlanır.
Tasavvufta Allah sevgisi ve aşkının önem kazanması, ilahî dîdara duyulan özlem sonucu ağlama gibi bir hüzün halinin daha sözkonusu edilmesine yol açmış, arifler ve büyük mutasavvıflar daha çok bu tarz bir ağlama hali üzerinde durmuşlardır. Abid ve zahidler daha çok Allah'ın azap ve gazabından korktukları için ağladıkları halde, arifler ve aşıklar, Allah'ın cemalini temaşa etmenin Özlem ve hasretiyle gözyaşı dökmüşlerdir. Bu yüzden Muhammed b. Fadl, "Zahidlerin ağlaması gözle, ariflerinki kalpledir" demiştir.
Cüneyd-i Bağdadî gibi Seyyidu't-Taife sayılan önderler, ağlamayı, Kur'ân okuma ve teheccüd namazı kılmanın yanında, vird edinmişlerdi.
Said b. Cübeyr, gözyaşından ötürü gözlerini kaybederken, İbn Şîrîn, gece boyunca ağlar, bunu farkettirmemek için ise gündüzleri gülerdi. Mansur b. Mu'temir, gündüzleri oruç tutar, geceleri ibadetle geçirir ve sürekli ağlardı. Annesi, "Yavrum! Adam mı öldürdün ki, böyle ağlıyorsun?" diye sorunca, "Nefsimin bana yaptığını ben bilirim!" derdi. Sabah olunca durumu farkettirmemek için gözlerine sürme çeker, koku sürünür, saçlarının bakımını yapıp ikiye bölerek tarar ve halkın arasına katılırdı.
Verrad, gece boyunca ağlar ve inlerdi. Seher vakti girince secdeye kapanır ve "Allah'ım, kulun sürekli Senin ibadetinde bulunmak istiyor, ondan yardımını esirgeme," derdi.
Ahmed b. Ebi el-Hivarî (230/844): "En faziletli ağlama, kulun, Allah'ın emirlerine uygun olmayarak geçirdiği veya emirlerine muhalefet ederek geçirdiği zamanlara ağlamasıdır. "
Ebu Süleyman ed—Daranî (215/830): "Her şeyin bir işareti vardır. Allah'ın hizlanına uğramanın işareti de ağlamayı terketmektir."
Ebu Hanife de geceleri Kur'ân okur, bazan bir ayeti ağlayarak sabahlara kadar tekrar ederdi. Geceleri öyle çok ve kendini tutamayarak, sesli ağlardı ki, komşuları ona acır ve üzülürlerdi.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Biz bu kadarını vermekle yetiniyor ve son olarak İbn Mace'deki bir hadisi kaydetmek istiyoruz: Enes b. Malik'ten rivayet edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Cehennem halkı ağlama ile de azaplandırılır. Gözyaşları bitinceye kadar ağlarlar. Sonra gözlerinden yaş yerine kan akmaya başlar. Neticede yüzlerinde oyuklar oluşur. Dökülen gözyaşları öyle çoğalır ki, üzerine gemiler konsa yüzer." Belki de, özellikle, dünyada ağlamayanlar bu azabı çekecektir.!

BOŞA GİTMEYEN GÖZ YAŞLARI
12 Eylül sonrası bir lisede öğretmenlik yapan arkadaşımız Ahmet Bey, okulda hâlâ devam eden, ideolojik faaliyetlerden üzülüyor, bildiklerini çevresine aktarmaya çalışıyordu. Kızıldere olaylarının yıldönümünde gezi tertip edip, çocuklara zehirli fikirler telkin eden öğretmeni, başta okul müdürüne sonra da üst makamlara şikâyet etti, birşey çıkmadı. Bilakis bu yüzden soruşturma geçirdi. Sonra anladı ki, kendisini hiç olmayacak yerde koruyanlar var. Bir ara kendisi tehdit edildi. Bir gün de baktı ki, sürgün yazısı gelmiş. Çok üzüldü. Bu sefer başladı söylenmeye: "Bu vatanın gerçek evladan, sahip çıkanları horlanıp sürülsün, vatan hainleri keyif çatsın." Artık ondan sonra dili sustu fakat içinden geçenleri Allah bilir. Gözleri yaşarmıştı. Olanları yakından izleyen Şerafeddin Bey dedi ki: "Bakalım bu ahlar kimden çıkacak. Kati inanıyorum ki, Allah bunları boşa çıkarmaz.
Öbür gün bir de işittik ki, Doğu'da çatışmaya girip öldürülen bir anarşistin cebinden okul müdürünün isim ve adresi çıkınca, geceleyin kendisini tutuklayıp götürmüşler.
İKİ GÖZYAŞI
Bir Arap atasözü var: "Dünya iki gözyaşı arasında bir gülümsemeden ibarettir," diye.
Çocuk doğduğunda etrafındakiler sevinir. Bebek ise ağlar. Emeklemesi, yürümesi, konuşması... Anne-babasını sevince garkeder.
Dört ayakla debelenen, yürümeye çalışan bu misafir, iki ayağa biner nihayet... Yürür, yürür... Dünyayı arşınlar, başka yıldızlara ayak basmaya çalışır.
Sonra...
İhtiyarlar, üç ayaklı olur. Birisi, baston tabii.
Ve...
Tekrar dört ayak...
Ölüm... Yine gözyaşı... Ama bu defa yakınlarının hıçkırıkları...
O, artık ağlamaz. Doğduğunda ağlamıştı çünkü.
Kabirde tekrar doğacak. Sonra, ya cennette gülecek, ya da cehennemde ebediyyen ağlayacak.
HELVACI ÇOCUK
Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı.
Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.
Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında fena fena şeyler düşünüyorlardı. O sırada helva satan bir çocuk sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
"Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun." dedi.
Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım dinara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücretini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh: "Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım bende para ne arar." dedi.
Bunu duyan helvacı çocuk ağlayıp İnlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı ileri geri söylenmeye başladılar. Çocuk ta ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabak içeriye girdi tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Zira tabakta -Şeyhin borcu olan-dört yüz dinar vardı. Tabağın bir kenarında da kağıda sanlı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı.
Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman oldular. Şeyhin ellerine sarıldılar:
"Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize." dediler. Bunun üzerine Şeyh:
"Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah'tan (c.c.) diledim. Cenabı Allah (c.c.) bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helvacı çocuk ağlamasaydı rahmet denizi coşmazdı." dedi.
* Ey kardeş, çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.
ZAHİDİN CEVABI
Durmadan ağlayıp inleyen ve Allah (c.c.) için gözyaşı döken bir zahide bir dostu:
"Bu kadar fazla ağlayıp durma ki gözün bozulmasın." dedi.
Zahit düşünmeden cevap verdi:
"Bu işin İki yönü var. Göz ya görür yahut da göremez. Göz eğer Allah'ın (c.c.) nurunu görürse artık gam değil. Çünkü Allah'a ulaşmak, O'nun rızasını kazanmak için İki gözden olmak çok değersiz bir şeydir. Yok eğer bu gözler eğer Allah'ın (c.c.) nurunu göremeyecekse böyle gözlerin görmesindense kör olması daha evlâdır." dedi.
ŞİİR...
RİSALE-İ NUR
Bu Nur eser-i tefsiridir o semavî kitabın
İlân eder hakikatı, emr-i hakkı bildirir
İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın
Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.
Bu eserdir muzdarib gönüllere teselli
Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar
Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi
Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür yaşar...
Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi
Her mazluma "Ağlama" der, güleceksin yarın sen
Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri
Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden!
Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden
Kudret eli hâmisidir, hayret-feza hükmü var
Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken
Her serseri feylesofu meftun eden nuru var!
Bu nur eser her bilginin, her mü'minin sertacı
Derdlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar
Şirklerin hem hedimidir, hem her kaygu ilâcı
Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!
Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden ağlayan
Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma
Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan
Gir bu Nur'un âlemine, fânileri çağırma...
Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan, durma uyan
Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek
Yarın mes'ud olacaktır yoklukta Hakk'ı bulan
Nur'a ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek
Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.



 
Üst