İhsan

mihrimah

Well-known member
اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ


Nahl / 90. Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı), akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.​

ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذلِكَ فَلَوْلَا فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِرينَ


Bakara / 64. Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allah'ın ihsanı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.​

وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ اِنَّ اللّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ


Bakara / 237...Aranızda iyilik ve ihsanı unutmayın. Şüphesiz Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.​

وَابْتَغِ فيمَا اتيكَ اللّهُ الدَّارَ الْاخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا وَاَحْسِنْ كَمَا اَحْسَنَ اللّهُ اِلَيْكَ وَلَا تَبْغِ الْفَسَادَ فِى الْاَرْضِ اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدينَ


Kasas / 77. Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.​

لِلَّذينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنى وَزِيَادَةٌ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌ اُولئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ


Yunus / 26. Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.​
HADİS…

* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu. "Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmağa (yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi.
"Ya İslâm nedir?" dedi. "İslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O'na şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra)
"Ya ihsân nedir?" diye sordu. "Allâh'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen, Allâh'ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu. "Kıyâmet ne zaman?" dedi.
(Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu mes'elede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki Kıyâmet'den evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmet'den evvelki alâmetler görünmüş olur. Kıyâmet'in vakti) Allâh'dan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir."
Bunun üzerine buyurdu ki işte bu, Cibrîl (aleyhi's-selâm)dir. Halka dinlerini öğretmek için geldi.
*Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlu'llah Salla'llahu aleyhi ve sellem'den işittim ki:
- (Allah'ın kerem ve rahmeti olmadıkça) Hiç bir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti Cennet'e koyamaz, buyurdu. Bunun üzerine Ashâb:
- Yâ Resûla'llah! Sizi de mi koyamaz? Diye sormuşlardı da Resûl-i Ekrem şöyle cevap verdi:
- Evet beni de Allah'ın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibâdetim Cennet'e koyamaz. Bu vechile Ashâb'ım! İş ve ibâdetinizde (i'tidâl ile hareket edip) ifrat ve tefritten sakınınız. Doğru yoldan gidip Allah'a yaklaşınız! Sakın sizin hiç biriniz (sâlih olsun, fâsik olsun) ölüm temennî etmesin! Çünkü o, hayır ve ihsan sâhibi ise (yaşayıp) hayrını, ihsânını arttırması umulur; eğer günahkâr bir kişi ise (yine yaşayıp günün birisinde) tevbe ederek Allah'ın rızâsını dilemesi me'muldür.
* Huzeyfe (radıyallahu anh), "Allah yolunda infak edin, kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun. Allah ihsan edenleri sever" (Bakara, 195) mealindeki ayetle ilgili olarak demiştir ki: "Bu ayet infak ile alakalı olarak nazil oldu."
* Yukarıdaki Câbir (radıyallahu anh) hadisi, bir rivayette şöyle gelmiştir: "Rahatsızlanmıştım. Tam o sırada yedi kızkardeşim vardı, benim yanımda idiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma girdiler. Girince ilk iş yüzüme (okuyup) üfledi. Hemen ayıldım. Ayılır ayılmaz: "Ey Allah'ın Resûlü, kızkardeşlerim için malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?" dedim. Bana: "İhsanda bulun!" dedi. Ben: Öyleyse yarısını? dedim. Resûlullah "İhsanda bulun" dedi. Sonra beni bıraktı ve çıkarken şöyle dedi: "Bu ağrıdan ölmeyeceksin. Allah Teâla kızkardeşlerine vermen gereken miktar hususunda açıklayıcı ayet indirdi. Onların hissesini üçte iki kıldı." Câbir (radıyallahu anh) şu âyet benim hakkımda indi derdi: "Senden fetva isterler, de ki Allah size ikinci dereceden mirasçılar hakkında fetva veriyor..." (Nisa 176).
* Hz.Câbir (radıyalahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim bir ihsana mazhar olursa, bulduğu takdirde karşılığını hemen versin, bulamazsa, verene senâda bulunsun. Zira onu övmekle, teşekkürünü yerine getirmiş olur. Ketmeden (karşılık vermeyen) nankörlük etmiş olur" dedi. Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyâde var: ". . . Kim de kendisine verilmeyenle süslenirse iki yalan elbisesi giyen gibi olur."
* Hz. Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Üç kişi vardır, Allah onları sever, üç kişi de vardır Allah onlara buğzeder.
Allah'ın sevdiği üç kişiye gelince: "Bir adam bir cemaate gelir, onlardan Allah adına birşeyler ister, kendisiyle onlar arasında mevcut bir karâbet sebebiyle istemez. Onun başvurduğu kimseler, istediğini vermezler. İçlerinden biri cemaatin arkasına kayıp, isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini sadece Allah'la ihsanda bulunduğu adam bilir.
(İkinci adam ise:) Bir cemaat yoldadır. Gece boyu da yürürler. Derken (yorulurlar ve) uyku herşeyden kıymetli bir hal alır. Konaklarlar, (başlarını koyup yatarlar.) Bir adam kalkıp bana karşı tevazu ve tazarruda bulunur, ayetlerimi okur.
(Üçüncü adama gelince): Seriyyeye katılmıştır. Seriyye düşmanla karşılaşır, hezimete uğrarlar. Ancak o ilerler, öldürülünceye veya başarıncaya kadar savaşmaya devam eder.
Allah'ın buğzettiği üç kişiye gelince: Bunlar zâni ihtiyar, kibirli fakir, zâlim zengindir."
TEFSİR…
اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْاِحْسَانِ وَايتَائِ ذِىالْقُرْبى وَيَنْهى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Nahl / 90. Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı), akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
…"İHSAN" kelimesi de lugatta iki şekilde kullanılır. Birisi , bir şeyi güzel yapmak demektir. Birisi de , ona iyilik etti demektir. Türkçede ihsan bu ikinci mânâda meşhurdur. Âyette ise iki mânâya da gelmesi muhtemeldir. Ve her ikisi ile de tefsir, rivayet olmuştur. Birincisi yaptığını güzel yapmak demek olur. Bu mânâ ile ihsan, peygamberimizin hadisinde "Sanki görüyorsun gibi Allah'a ibadet etmen" diye tefsir olunmuştur. Yani bu şekilde ihsan, "görevi en güzel şekilde yapmak" demektir. Yine bu mânâdan olarak Peygamber (s.a.v): buyurmuştur ki "Allah Teâlâ her şey üzerine ihsanı (güzel bir şekilde muamele yapmayı) yazdı. Bundan dolayı öldürme ve kesmeyi bile güzel şekilde yapınız. Her biriniz bıçağını iyi bilesin ve boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin" demektir. İkincisi insanlara iyilik yapmak demek olur. Bu mânâ ile ihsan da "kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen" hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.
Akrabalara muhtaç oldukları hususlarda bahşiş vermek ve iyilik yapmak ile yakınlarla ilişki sürdürmek ve ikramda bulunmaktır. Bu aslında ihsan içinde bulunuyorsa da şanına verilen önemden dolayı özellikle zikredilmiştir. Peygamber (s.a.v.)den rivayet edilmiştir ki, şöyle buyurmuştur: "Sevabı en çabuk olan taat yakın akrabaları gözetmektir" yani yakınlara iyilikte bulunmak suretiyle ilişkileri kuvvetlendirmektir…
Sahabe büyüklerinden biri olan Osman b. Maz'un-ı Cumahî (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ben başlangıçta yalnız Muhammed (s.a.v) den utandığım için müslüman olmuştum. İslâm henüz kalbimde yerleşmemişti. Bir gün Hz. Peygamberin huzuruna vardım. Benimle konuşuyordu. Konuşurken gördüm ki gözünü göğe dikti, sonra da sağından aşağı indirdi. Sonra bunu bir daha tekrar etti. Sebebini sordum, O buyurdu ki: 'Seninle konuşurken birden bire Cebrail sağımdan indi ve 'Ey Muhammed! 'Allah, adalet ve ihsanı emrediyor' adalet 'Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek', ihsan , farzları yerine getirmek yani akrabalığı olana iyilik yapmak, zina, ne şeriatta, ne sünnette tanınmayan başkasının hakkına tecavüz etmektir' dedi".
İşte bunun üzerine adı geçen Osman dedi ki: "Kalbime iman yerleşti. Vardım Ebu Talib'e haber verdim. O da şöyle dedi: 'Ey Kureyş topluluğu! Yeğenime tabi olunuz, doğru yolu bulacaksınız. Şüphesiz o, size güzel ahlâktan başka bir şey emretmiyor.' Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): 'Ey amcacığım! İnsanların bana uymalarını emredersin de kendini bırakır mısın?' buyurdu ve uğraştı. Fakat o, şehadet getirmekten kaçındı. Bunun üzerine "Ey Resulüm! doğrusu sen, her sevdiğine hidayet veremezsin" (Kasas, 28/56) âyeti indirildi…
İbnü Mesud (r.a) demiştir ki: "Kur'ânda iyilik ve kötülüğü en fazla toplayan âyet budur." Demişlerdir ki, eğer Kur'ânda bu âyetten başka bir şey olmasaydı ona yine "Her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde" denmesi doğru olurdu. "Allah daha iyi bilir." Bunun âyetinden sonra getirilmesi buna dikkat çekmek içindir.
Böyle emir ve yasak, iyilik ve kötülüğü açıklamak ve birbirinden ayırmakla Allah size vaaz ediyor ki düşünüp öğüt alasınız. Belleyip tutasınız. Dolayısıyla bu öğütü dinleyiniz, bu emir ve yasağı tutunuz.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Ihsan

PIRLANTA SERİSİ…
İhsan; lügat itibari ile iki şekilde kullanılır: Biri “Ahsenehu” dur ki; birşeyi güzel ve mükemmel yaptı, ihsan şuuru ile davrandı ma’nâlarına gelir; diğeri ise “Ahsene ileyhi” dir ki; iyilik etti, ihsan ve cemilede bulundu ma’nâlarına gelir.
Her iki ma’nâ da, Kur’ân’da ve sünnette nazar-ı itibara alınmış, yer yer bunlardan birisine, zaman zaman da her ikisine birden tevcih yapılarak telvine gidilmiştir ki, Hazret-i Yusuf “Alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” ın ihsan şuurunu tescil bölümünde buna işaret edilmişti.
Hakikat ehlince ihsan; hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler planlama, iyi işlere mukayyed olma ve kullukla alâkalı davranışların, Allah’ın nazarına arzedilmesi şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.
İhsana ulaşabilmek için, duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir îmana bina edilmesi, îman gerçeğinin İslamî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile İlâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise Hakk murakabesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır.
Evet, “ -İhsan, görüyormuşcasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” 1 hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenab-ı Şâhid-i Eze-lî’nin nazarına arz edilebilecek şekilde, inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve latife-i rabbaniye buutları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhuru, taşması ve intişarıdır ki; birinci şıkkın tabiî neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.
Bu ma’nâdaki, ihsanın insanlara bakan yanını: “ -Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen” düstûru; bütün yaratıkları içine alan evrensel buudunu da; “ - Allah, herşeye karşı ihsanı kabul etmiştir: öyle ise öldürürken (ölümü hak etmiş kimseleri) - ihsan tutkusu ile öldürün! (Bir hayvanı) boğazlarken ihsan hissi ile boğazlayın (yani) bıçağını iyi bilesin ve keseceği hayvanını rahat ettirsin! hadis-i şerifleri ifade etmektedir.
İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir ki; zannediyorum, “ - İhsanın mü-kâfatı da başka değil yine ihsandır.” (Rahman, 55/60) İlâhî beyanı da bize bunu hatırlatmakta.. Nitekim birgün, Hazret-i Sadık u Masduk bu âyeti okumuş ve ashabına sormuştu: “Biliyor musunuz Rabbiniz bununla ne anlatmak istiyor?” Ashab: Allah ve Resulü bilir; cevabını verince, O sözlerine şöyle devam etmiş ve Cenab-ı Hakk’ın “ -Benim kendisine îman ve tevhidi ihsan eylediğim kimsenin mükâfatı başka değil cennettir..!” dediğini hikaye buyurmuşlardı.
İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalp tepelerini sarınca, İlâhi eltaf sağnak sağnak boşalmaya başlar.. ve insan kendini “ -İhsan ruhu ile yatıp-kalkanlara, ihsan üstü ihsan ve bir de ziyade vardır” (Yunus, 10/26) kuşağında bulur.. bulur ve insan olma mazhariyetini en engin hazlarıyla duyar ve yaşar.
Bu mevzûda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalplerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden, fazl ve lütûf kaynaklı İlahî varidât vardır ki, onun tasavvuru bizi de bizim düşüncelerimizi de aşar..!
İnsanı Hakka ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalptir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru hergün, îmanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takvâ ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihal” eder yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye, ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar, hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişçesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “mâruf” soluklarlar.
SONSUZ NUR’DAN
İhsan Şuuru ve Ciddiyet
Cümlenin başındaki “Min” harf-i cerri “hasr” ifade eder. Bununla, müslümanın, ihsan sırrına ermesi için gerekli olan bir yoldan bahsedilmektedir. O da laubaliliği terk etmektir. Ciddiyet kazanılıp, laubalilik terk edilmedikçe, bir insanın ihsan şuuruna sıçraması mümkün değildir.
Cibril hadîsinde, ihsan mertebesi en son merhale olarak ele alınmaktadır. Allah Rasûlü’ne gelen Cibril, evvela imanı, sonra İslâm’ı sormuş ve bunlara Allah Rasûlü’nün verdiği cevapları tasdikten sonra da, “İhsan nedir?” diyerek ihsanı sormuştur. Efendimiz de O’na şu cevapla mukabele etmiştir: “İhsan, senin Allah’ı görüyor gibi O’na kulluk yapmandır. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” 292 (*)
Bu mertebeyi yakalama da, ancak azami takva, zühd ve velayet ile olabilir. İnsan, evvela o noktaya ulaşmayı bir ideal ve gaye haline getirmeli; sonra da, oraya götüren yolları bir bir denemelidir.
Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bir şairin dediği gibi, insan, O’nu taşrada ararken, O, can içinde candır. “Ben taşrada ararken, O can içinde can imiş.” Bir başka şairimiz de şöyle der:
“Maveradan bekliyorken bir haber
Perde kalktı öyle gördüm ben beni.”

Evet, insan her şeyi ile, O’nun kudret elinde evrilip çevrilmekte.. ve her şey, O’nun tecellilerinden ibaret bulunmaktadır. O’nu dışta aramak beyhude yorulmaktır. Zira O, insana kendinden daha yakındır; bu sırrın inkişafı da ihsandır.
Her İşte İtkan
İnsanın vicdanını, böyle bir ihsan şuuru sardığında, artık onun davranışlarına itkan hâkim olur. Zaten Cenâb-ı Hakk da, işin sağlam yapılmasını istemekte ve sağlam işi sevmektedir.
O, Kur’ân’da diyor ki :
“De ki: Amel edin! Amelinizi Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Tevbe, 9/105).
Yani yapılan bütün ameller, Allah’ın, Rasûlü’nün ve vicdanları hüşyar mü’minlerin teftişinden geçecektir. Onun için her amel, teftişe göre yapılmalıdır ki, sahibini utandırmasın. Bu da, yapılan amelin çok sağlam yapılmasını zarûri kılmaktadır. Böyle bir amele muvaffak olabilmek de, ancak içten “ihsan”a ulaşmakla mümkündür. İnsan, iç âlemi itibariyle böyle derinleşebildiği ölçüde, davranışları da çok mükemmel olacak ve bu insan, asla laubâliliklere düşmeyecektir. Böylece de İslâm’ın güzelliklerini elde etmiş, başka bir ifadeyle, güzel olan İslâm’ı yaşamış, zatında güzel olan İslâmiyetin güzelliğine uygun bir kemalat arşına taht kurmuş olacaktır.
İMÂN
İmân, İslam’ı dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak, istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, îmânın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah’ı görüyor gibi yapılmasına ise “ihsan” denir.
İmân ve ihsan, gözde ziya ve cesedde can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nafilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nuranî kanat durumundadır.
HAYATI AYDIN KILMAK İÇİN
Dünyada bir hayat yaşıyoruz ki, gelişimiz elimizde olmadığı gibi göçüp gidişimiz de elimizde değil. Ancak, bu hayatta sırasını savmak için bekleyen bir insan olmaktan kurtulup, kademe kademe yükselerek hayatımızı Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı şekle dönüştürmemiz de her zaman mümkündür. O da evvelâ, imânın rükünlerini hazmederek ruhlarımızı onlarla bütünleştirme ve vicdanlarımızı marifet-i ilâhî adına birer bal peteği haline getirme; daha sonra da imâna âit mes’eleleri, ibadet yoluyla “ayne’l-yakine” yaklaştırarak ihsan şuuruna erme ve İslâm rükünlerini mahiyetimize sinmiş birer meleke yapma, derken kendimiz adına elde ettiğimiz bu meziyetleri cemiyete taşıma ve hayatın her sahasında hakim kılma, herkesi ve her yeri aydınlatmakla kabildir.
İHSAN SIRRI
Hakikat ehlince ihsan, hak ölçülerine göre iyi düşünme, iyi şeyler plânlama, iyi işlere mukayyed olma ve kullukla alâkalı davranışların, Allah’ın nazarına arzedilmesi şuuruyla fevkalâde bir titizlik içinde temsil edilmesinden ibaret kalbî bir ameldir.
İhsana ulaşabilmek için duygu, düşünce ve tasavvurların sağlam bir imâna bina edilmesi, iman gerçeğinin İslâmî esaslarla derinleştirilmesi ve kalbin kadirşinas ölçüleri ile ilâhîleştirilmesi şarttır. Başkalarına ve başka şeylere ihsan duygusu ise, hak murakebesi ile bütünleşmiş böyle bir kalbin tabiî tavrıdır.
Evet, “İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de, O seni görüyordur.” hakikatınca, yapılan her şeyi arızasız ve Cenâb-ı Şâhid-i Ezelî’nin nazarına arz edilebilecek şekilde inanarak, duyarak, irade, his, şuur ve lâtife-i rabbâniye buudları ile yerine getirmek bir esas, bir temel prensip ve hakikat erlerince ulaşılması gerekli olan bir ufuk; başkalarına karşı iyilik duygusu, iyilik düşüncesi ve iyi davranmak ise, insan ruhu ile bütünleşmiş böyle bir ihsan şuurunun zuhurû, taşması ve intişarıdır ki, birinci şıkkın tabii neticesi ve ihsana programlanmış bir vicdanın programlandığı şeyi ifade etmesinden ibarettir.
İhsan şuuru, salih bir dairenin (kısır döngü karşılığı olarak kullanıyorum) kapısını açan sırlı bir anahtar gibidir. O kapıyı açan ve o aydınlık koridora adımını atan insan, yürüyen merdivenlere binmiş gibi, kendini sihirli bir yükselişin helezonunda bulur. Bir de, bu mazhariyetiyle beraber, iradesinin hakkını verip kendi de yürüyüşünü devam ettirirse, her adımda iki basamak birden yükselir...
İhsan şuuru, yağmur yüklü bulutlar gibi bir baştan bir başa bütün kalp tepelerini sarınca, ilâhî eltaf sağnak sağnak boşalmaya başlar..
Bu mevzuda bir de, amel ve davranışların ötesinde, kalplerin kurup durduğu hâlis niyetlere terettüp eden fazl ve lütûf kaynaklı ilâhî varidât vardır ki, onun tasavvuru bizi de, bizim düşüncelerimizi de aşar..!
İnsanı Hakk’a ulaştırmada en aldanmaz vesilelerden biri kalpdir ve kalbin en büyük ameli de ihsandır. İhsan, ihlâs yamaçlarına açılmanın en emin yolu, rıdvan tepelerine ulaşmanın en sıhhatli vasıtası ve Şâhid-i Ezelî’ye karşı da bir temkin şuurudur. O’na doğru hergün, imanla donanmış, amelle kanatlanmış ve takva ile derinleşmiş yüzler-binler “şedd-i rihal” eder, yolculuğa koyulurlar ama, o zirveye ya birkaç insan ulaşır, ya da ulaşamaz. Ulaşamayanlar, ulaşma adına didinmelerini sürdüredursunlar; ulaşanlar orada Allah’ın (cc) sevmediği şeyleri bütün çirkinlikleriyle duyar hisseder ve onlara karşı kapanır; Allah’ın (cc) güzel gördüğü şeylerle de fıtratının gereğiymişcesine birleşir, bütünleşir ve sürekli “ma’rûf” soluklarlar.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Ihsan

RİSALE…
HAŞRİN İSBATI VE İHSAN
Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz cûd ve sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazîneler, misilsiz sermedî cemâl, kusursuz ebedî kemâl, bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyâfet içinde dâimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?
Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuâtla süslendirmek, ay ile güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat'umâtın en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek, hadsiz bir cûd ve sehâveti gösterir. Böyle nihayetsiz bir cûd ve sehâvet, öyle tükenmez hazîneler ve rahmet, hem dâimî, hem arzu edilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyâfet ve mahall-i saadet ister. Hem katî ister ki, o ziyâfetten telezzüz edenler, o mahall-i saadete devam etsinler, ebedî kalsınlar; tâ zevâl ve firâkla elem çekmesinler. Çünkü, zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez.
Demek, ebedî bir Cenneti, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü, nihayetsiz cûd ve sehâ, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ, dâimî tenâumla o dâimî in'âma karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa, zevâl ile acılaşan cüzî bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd ve sehânın muktezâsıyla kàbil-i tevfîk değildir.
Hem dahi, meşher-i san'at-ı İlâhiye olan aktâr-ı âlem sergilerine bak, yeryüzündeki nebâtât ve hayvanâtın ellerinde olan ilânât-ı Rabbâniyeye dikkat et, Name=Hâşiye; HotwordStyle=BookDefault; mehâsin-i Rubûbiyetin dellâlları olan enbiyâ ve evliyâya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni-i Zülcelâlin kusursuz kemâlâtını, hârika san'atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyân ediyorlar, enzâr-ı dikkati celb ediyorlar.
Demek, bu âlemin Sâniinin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı vardır. Bu hârika san'atlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemâlât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşallah diyerek müşâhede edicilerin başlarında teşhir ister. Dâimî kemâlât ise, dâimî tezâhür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekàsı olmayan istihsan edicinin nazarında kemâlâtın kıymeti sukut eder. Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san'atlı ve parlak ve süslü şu mevcudât, ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz mânevî bir cemâlin mehâsinini bildirir ve nazîrsiz, hafî bir hüsnün letâifini iş'âr ediyor. O münezzeh hüsün, o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defîneler bulunduğunu işaret eder. İşte şu derece âlî, nazîrsiz gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini bir mir'atta görmek ve hüsnünün derecâtını ve cemâlinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir aynada müşâhede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak-biri, her biri başka başka renkte olan aynalarda bizzat müşâhede etmek; diğeri, müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşâhede etmek ister. Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücudlarını ister. Çünkü, dâimî bir cemâl ise, zâil bir müştâka râzı olamaz. Zîrâ, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adâvete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.
Mâdem, o nihayetsiz sehâvet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktizâ ederler. Halbuki, şu misafirhâne-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehâvetin ihsanını ancak az bir parça tadar, iştihâsı açılır; fakat, yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı dâimîye gidiliyor.
Elhâsıl: Nasıl ki şu âlem bütün mevcudâtıyla Sâni-i Zülcelâline katî delâlet eder; Sâni-i Zülcelâlin de sıfat ve esmâ-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
 

mihrimah

Well-known member
Cevap: Ihsan

NÜKTELER…
İHSAN KALESİ
Sultan Alâeddin, bir gün Sultânü'1-Ulemâ'ya şehrin etrafına yaptırdığı kaleyi gezdirir, beğenip beğenmediklerini sorar. Zamanı gelince ikaz ve irşad vazifesini ihmal etmeyen Baha Veled:
"Sellere ve düşman askerlerine karşı ciddi bir engel, ama mazlumların ve mahrumların bedduasına karşı hiç engel yeri yok... Bence asıl onların duasının arşa çıkmasını önlemek için kale yapmak gerek... Sen adâlet sarayı inşa etmeli, yoksullara ihsan kalesi yapmalısın ki, harici tehlikenin yanında dahili yıkıntıyı da önlemiş olasın" der.
Alâeddin Keykubat bu sözlerden büyük ders alır ve son derece memnun olur.
KİMSENİN GÖREMEDİĞİ GİZLİ BİR YER
Hocaları tarafından ellerindeki kuşları kimsenin görmediği bir yerde kesip gelmeleri emredilen bir gurup talebe, hepsi gizli bir yerde kuşlarını kesip geriye gelmişlerdi. Ancak ihsan şuuruna sahip bir tanesi kuşunu kesmeden geriye gelmişti. Hocası bunun sebebini sorunca:
-“Ben kimsenin görmediği gizli bir yer bulamadım. Nereye gittiysem Yüce Allah’ı orada hâzır ve nâzır olarak gördüm” diye cevap vermişti.
SALİH AMCANIN BULDUĞU CÜZDAN
Salih Amca ikindi namazım kıldığı camiden çıkarken çok üzgündü. Çünkü işi bozulmuş hiç parası kalmamıştı. Halbuki çocukları evde yiyecek bekliyorlardı.
Ne yapacaktı?..
Üzüntü ile yürürken, gözüne bir cüzdan ilişti.
Hemen eğilip cüzdanı aldı. İçindeki paranın binlerce liradan fazla olduğunu görünce sevindi. Artık çocuklarının istediklerini alabilirdi.
Ama bu sevinci çok sürmedi. Bir başka düşüncedir aldı onu. Diyordu ki:
— Ben şimdi namazdan çıktım. Nasıl olur da başkasına ait bir parayı alır, evime götürebilirim? Haram paradan çoluk çocuğuma nasıl yedirebilirim?
Salih Amca, düşünceye daldı. Bir adım gidiyor, yine duraklıyordu; bir türlü ilerleyemiyordu.
Daha fazla gidemedi, geri dönüp cüzdanı bulduğu yere geldi. Baktı ki bir adam orada birşeyler arıyor. Ne aradığını sordu.
Adam da:
— Sorma birader, buraya cüzdanımı düşürmüştüm, onu arıyorum. İçinde çocuklarıma alacağım şeylerin parası vardı. Bulamazsam çok üzüleceğim., dedi.
Salih Amca hemen cüzdanı uzattı:
— Bu mu yoksa?
— Evet evet o! Allah razı olsun sen mi buldun?
— Evet, ben buldum.
— Niye geri veriyorsun öyleyse? Bak bulurken kimse
de görmemiş.
— Kimse görmedi, ama birinin görmesinden bir türlü
kaçıramadım.
— Kim o? — Allah, Allah her şeyi görür, bilir. Melekler de yazar. Bu yüzden çocuklarıma haram para yedirmekten korktum. Allah bana başkasının hakkını nasip etmesin diye dua ederek geri getirdim.
Adam birden gülmeye başladı:
— Duan kabul oldu aziz dostum, cüzdan sende kalsın. Bu paranın hepsi senin, Hem de helâl olarak.
— Nasıl olur?
— Ben zengin bir adamım. Dürüst bir adama iyilik etmek istedim. Ama adamın dürüst olduğunu nasıl bilebilirdim. Namazdan çıkınca içi para dolu cüzdanımı buraya kasten düşürdüm. Ben de geriye çekilip bakmaya başladım. Az sonra sen geldin cüzdanı alıp götürdün, ama çok geçmeden geri dönüp sahibini aradın. Anladım ki, sen benim yardım etmek istediğim dürüst bir insansın. Allah'a verdiğim sözü tutuyor, bu paranın hepsini sana hediye ediyorum. Al, güle güle harca.
İŞİNİ İYİ YAPMAK
Seyyar bir şemsiye tamircisi, yol kenarında küçük bir kutu üzerine oturmuş, şemsiye tamir ediyordu. Tamirci, tamir edilecek yerleri dikkatle ölçüyor, yamayı itina ile 1 yerleştiriyor, telleri tek tek deneyerek güçlendiriyordu. Adamı hayranlıkla seyreden bîr genç yanına yaklaştı:
- İşinizi çok dikkatli yapıyorsunuz, dedi. Şemsiye tamircisi elindeki İşi bırakmadan: - Evet, ben, her zaman işimi İyi yapmaya çalışırım, diye cevap verdi.
- Müşterileriniz, işinizi iyi veya kötü yaptığınızı ancak siz gittikten sonra anlayacaklar.
- Evet, haklısınız.
- Bu tarafa tekrar mı geleceksiniz?
- Hayır.
Genç artan bir hayranlık ve merakla sordu:
- O halde niçin bu kadar titizsiniz? Tamirci:
- O zaman, benden sonra buradan geçecek tamircinin İşi kolaylaşacak. Ben, eğer kötü malzeme kullanır, işimi baştan savma yaparsam, halk bunu er geç anlayacak ve ondan sonra buradan geçen tamirciye kimse iş vermeyecek.
Allah (c.c.), kuluna verdiği nimeti onun üzerinde görmek ister. Kul işini evvela Onun hoşnutluğuna ermek için yapar. İş, Ona arz ediliyor gibi yapılmalıdır. Evet, asıl gören Odur ve O güzeli sever.
İşlerinde kötü örnek olanlar, başkalarının hukukunu manen çiğnemiş olurlar. Güveni sarsarlar, emniyeti ve huzuru bozarlar.
İşinin hakkını vermeyen cemiyet kalesinde gedik açmış demektir ki, herkes böyle bir hale düşmekten kaçınmalıdır. Kimse bozguncu olmak ve milletine zarar vermek istemez.
Bugün ileri ülkeleri ayağa kaldıran, bu iş ahlâkı ve dürüstlüktür.
MARANGOZUN PİŞMANLIĞI
"Yapabileceğinden daha fazlasını yapamayacak biç kimse yoktur." (Henry Ford)
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. Yanında çalıştığı müteahhite; yapmış olduğu ahşap ev inşa işini bırakmak, eşi ve çocukları ile birlikte daha rahat, daha huzurlu bir hayat sürme isteğinden bahsetti.
Müteahhit, yıllardır birlikte çalıştığı emektar marangozunun işi bırakma isteğine oldukça üzüldü. Fakat ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti.
Marangoz, bu son olsun diye istemeye istemeye teklifi kabul etti ve işe girişti. Ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığı her halinden belliydi. Bundan dolayı baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Ömrünü verdiği mesleğine böyle bir eserle son vermek ne büyük talihsizlikti!..
Marangoz, ev bittiğinde müteahhite teslim etmek üzere kendisini çağırttı, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Şöyle bir baktıktan sonra dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
"Bu ev senin." dedi, "Yıllardır süren emeklerinin karşılığı sana benden hediye." Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı!
Unutmayın! Herkes kendi hayatının marangozudur. Herkes gün be gün kendi hayatını inşa eder; bir çivi çakarak, bir tahta koyarak veya duvar dikerek... Evet bugün aldığınız kararlar, ortaya koyduğunuz davranışlar, sarfettiğiniz sözler, yaptığınız tercihler yarın yaşayacağınız evin malzemeleridir. Elinizden gelenin azını değil, fazlasını yapın ki o evin içinde uzun yıllar huzurla yaşayabilesiniz.
BİRİ BENİ GÖZETLİYOR
Sahabenin ileri gelenlerinden Muaz bin Cebel Hazretleri, Hazret-i Ömer devrinde zekat memurluğu vazifesiyle çalışıyor, kabileleri dolaşıp onların verdikleri zekatları toplayarak Halifeye getiriyordu.
Muaz, yine bir gün, Medine civarındaki kabileleri dolaşıp onların zekatlarını almış, Halifeye teslim etmiş ve sonra da evine dönerek istirahata çekilmişti.
Muaz'ın hali fakirceydi. Bu fukaralık, bazan hanımının canına tak ettiği oluyordu. Kocasının eve eli boş geldiğini görünce, ona şu şekilde sitem etmeye başlamıştı:
- Günlerdir çöllerde dolaşıp duruyor, halkın zenginlerinden zekatlarını topluyorsun. İnsan, bu arada kendine de birşeyler ayırır, eve getirir. Kim bilecek, kim duyacak?
Muaz, hanımının sitemine şu karşılığı verdi:
- Bunu nasıl yapanın hanım? Peşimde her an gözcü var. Biri beni gözetliyor.
- Ne söylüyorsun bey, demek sana Allah'ın Resulü itimad etti, Ebû Bekir itimad etti de, Ömer itimad etmeyip peşine gözcü koydu, seni gözetletiyor ha?.. Şimdi ben ona gösteririm...
Kadın hışımla gitti, Halifenin huzuruna çıkarak kocasının peşine niçin gözcü koyduğunu sordu.
Fakat Halifeden, kesinlikle böyle bir durumun olmadığını öğrenince, mahcup olarak geri döndü. Bu sefer de kocasına çıkıştı:
- Beni Halifenin huzurunda mahcup düşürmeye ne hakkın var? Neden yalan söylüyor, Halife peşime gözcü koydu, diyorsun?
Muaz, karısına şu manalı cevabı verdi:
- Hayır hanım, yalan söylemiyorum. Ben, peşimde gözcü var, biri beni gözetliyor, dedim. Fakat o gözcüyü Halife peşime takti demedim. Peşimdeki gözcü, Halifenin değil, Allah'ın gözcüsü idi. Allah'ın Kirâ-men Kâtibin melekleri, iyi kötü herşeyi yazıp kaydetmiyorlar mı? Allah her yaptığımız işten haberdar değil mi? O'nun ilminden kaçmak, bilgisinden uzak kalmak mümkün mü? Zerre kadar hayrın da, zerre kadar şerrin de yarın ahirette hesabı sorulmayacak mı?
Muaz'ın hanımı, bu cevab üzerine derin derin düşünceye daldı. Fakirliğin verdiği sıkıntı ile nasıl yanlış düşüncelere saplandığını anladı. Kocasına hak vererek, ona bir daha bu konuda sitem etmemeye karar verdi.
SEN PUTUNU ÖRTÜYORSUN
Züleyha, Yusuf Aleyhisselâma kastedip de üzerine gitmezden önce, odasında bulunan putunun üzerini örtmüş ve ondan sonra Yusuf (as)'ın üzerine yürümüştü. Yusuf Aleyhisselâm, ondan uzaklaşmakta iken arkasından şöyle bağırıyordu :
— Kalbinde zerre kadar da mı insaf yok Yusuf, nişin kaçıyorsun?
Yusuf (a.s) dönüp kendisine şu cevabı verdi:
-Sen bir taş parçasından ibaret olan putunun üzerini, seni görmesin diye örtüyorsun. Halbuki benim rabbim, beni daima görüyor. Nasıl olur da ben, senin isteğine razı olurum?.
GÖRMEDEN TAVUĞU KİM KESECEK ?
Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, Üstadı Uftade (k.s.) Hazretlerinin hizmetinde daha ilk yıllarında talebe üten birçok talebe arkadaşlarının arasında, üstadımın yanında ayrı bîr yeri vardı. Uftade Hazretleri, müridleri arasında en çok onunla, ilgilenir, birçok iltifatlar eder ve onun yetişmesine ayrı bir ihtimam gösterirdi Üstad o talebesi ile, fazla meşgul olmasını etraftan hissedenler ve birçok talebesi çekemezler ve Üftada Hazretlerine derler ki:
—Biz de talebeyiz, onun bizden ne farkı var?.
Talebelerin ve bazı müridlerin bu halini sezen Hazreti Üftade, onları imtihan etmek istedi. Hepsini huzuruna çağırdı, ellerine birer bıçak ve birer de tavuk verip:
—Bunu, gidip kimsenin görmediği bîr yerde kesip geleceksiniz. Tek şartım, keserken kimsenin sizi görmemesi ve yalnız olmanızdır. Kim daha çabuk gelirse, benim en çok takdirimi o talebem kazanmış olur buyurdular.
Bıçakla tavuğu alan talebeler sür'atle etrafa yayıldılar ve kendilerine göre, gizli birer yer bularak kesip getirdiler. Fakat o hakkında dedi «kodu yaptıkları, «Onun bizden ne farkı var» dedikleri talebe, hayli zaman olmasına rağmen ortalıklarda yoktu.
Erken gelenler, kendi aralarında konuşuyorlardı :
—Hocanın huzuruna çıkmaya yüzü yok ki, kesip de gelsin. Kim-bilir şimdi nerelerde dolaşıyor, diyorlardı. "
O talebe, hayli zaman sonra elinde canlı tavuk olduğu halde kesmeden çıkıp geldi. Tavuğu kesip gelenler ona gülmeye başladılar;
—Bir tavuğu kesmeyi becerememiş, diyorlardı, kendi kendilerin Uftade sordu :
—Herkes kesip geldiği halde sen nerede kaldın? Hep seni bekliyoruz. Bu zamana kadar nerdesin? diye...
O zaman daha talebelik yıllarını yaşamakta olan» daha sonra büyük bir mürşid olacak olan Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri şöyle cevap verdi :
—Hocam, sizi beklettiğim için ayrıca özür dilerim. Lâkin ben, nereye gitti isem beni kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. En kapalı bir yer dahi bulsam» iyi biliyordum ki Allah (CC.) beni mutlaka görüyordu. Ve böylece, ordan oraya ? ordan oraya koştum» sizin emrinizi yerine getiremeden geldim, dedi.
Tabii bu hâdiseden sonra, anladılar diğer talebeler, hocasının neden en çok onu sevdiğim ve onunla daha fazla niçin alâkadar olduğunu... Başlarını önlerine eğip hata ettiklerini anladılar. Çünkü Allah'a gizli olan hiçbir mekân ve zaman yoktu.
 
Üst