Kibir

mihrimah

Well-known member
KİBİR
اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا

Nisa / 36. …Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسى وَهرُونَ اِلى فِرْعَوْنَ وَمَلاَئِه بِايَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمينَ

Yunus / 75. Sonra bunların arkasından Musa ile Harun'u âyetlerimizle Firavun'a ve cemaatine gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahkâr bir kavim oldular.

وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْاَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا

İsra / 37. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِى الْاَرْضِ مَرَحًا اِنَّ اللّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

Lokman / 18. "Hem insanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez.

قَالَ يَا اِبْليسُ مَا مَنَعَكَ اَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَىَّ اَسْتَكْبَرْتَ اَمْ كُنْتَ مِنَ الْعَالينَ

Sad / 75. Allah: "Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?" dedi.

اِنَّ الَّذينَ يُجَادِلُونَ فى ايَاتِ اللّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتيهُمْ اِنْ فى صُدُورِهِمْ اِلَّا كِبْرٌ مَا هُمْ بِبَالِغيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّميعُ الْبَصيرُ

MÜ'MİN / 56. Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O'dur.

وَاِنّى كُلَّمَا دَعَوْتُهُمْ لِتَغْفِرَ لَهُمْ جَعَلُوا اَصَابِعَهُمْ فى اذَانِهِمْ وَاسْتَغْشَوْا ثِيَابَهُمْ وَاَصَرُّوا وَاسْتَكْبَرُوا اسْتِكْبَارًا

Nuh / 7. "Ben onları senin bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler. "
HADİS...
* Ebu Said ve Ebu Hureyre radıyallahu anhümâ anlatıyorlar: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri şöyle dedi: "Büyüklük ridâmdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde benimle niza ederse ona azab veririm."
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!" buyurmuştu. Bir adam: "Kişi elbisesinin güzel olmasını, ayakkabısının güzel olmasını sever!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Allah Teâla hazretleri güzeldir, güzelliği sever! Kibir ise hakkın ibtali, insanların tahkiridir" buyurdular."
* Bir diğer rivayette: "Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Yakışıklı bir adam Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: "Ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana güzellik de verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağı bile olsa bu hususta geçmesinden hoşlanmıyorum. Ey Allah'ın Resülü! Bu (haram olan) kibre girer mi?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Hayır! buyurdular. Ancak kibr, hakkı ibtal, halkı tahkirdir!"
* Amr İbnu Şu'ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıyamet günü, mütekebbirler küçük karıncalar gibi haşrolunurlar. Onları her yönden zillet bürümüştür. Cehennemde Bûles denen bir hapishâneye sevkedilirler Ateşlerin ateşi onları bürür. Cehennem ehlinin irinleri kendilerine içecek olarak verilir. Bu içeceğe tînetu'l-habâl denir." .
* Selemetu'bnu'I-Ekvâ' radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişi kendisini (halktan büyük görüp) uzak tuta tuta cebbarlar arasına kaydedilir de onların başına gelen musibete düçar olur."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulûllah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "İnsanlar, ya cehennem kömüründen başka bir şey olmayan ölmüş ecdadlarıyla övünmekten vazgeçerler, yahut da Allah katında, burnuyla pislik yuvarlayan mayıs böceğinden daha adi bir derekeye düşerler. Allah Teâlâ hazretleri sizlerden cahiliye kibrini temizledi. Artık o, muttaki bir mü'min yahut bedbaht bir,fâcirdir. İnsanların hepsi Hz. Âdem'in evlatlarıdır. Adem ise topraktan yaratılmıştır."
* İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah, Kıyamet günü, büyüklenerek elbisesini sürüyenin yüzüne bakmayacaktır." Bir diğer rivayette: "Elbisesini çalımla sürüyene bakmayacaktır" denmiştir.
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim namazda izarını (gömleğini) çalımla yere değecek kadar uzatırsa, Allah onun ne günahını affeder, ne de onu kötü amellere karşı korur."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir adam, nefsinin hoşuna giden bir takım elbise içinde saçları da yapılmış olarak giderken yürüme sırasında kibre düşmüştü ki, birden yere battı. Kıyamet kopuncaya kadar orada zorlukla batmaya devam edecek."
* Câbir İbnu Atik radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıskançlıktan bir nevi var ki Allah sever; bir kısmı da var ki Allah onu sevmez. Allah'ın sevdiği kıskançlık, kişinin (mehariminden haram kılınmış bir fiil görmesi ile) şüphe halinde duyduğu kıskançlıktır. Allah'ın sevmediği kıskançlık, şüphe olmadan kıskançlık duymasıdır. Aynı şekilde birkısım gurur vardır ki Allah hoşlanmaz, birkısmı da var, Allah hoşlanır. Allah Teâlâ'nın sevdiği gurur, kişinin savaş sırasında ve sadaka verme esnasında nefsine güvenerek duyduğu gururdur. Allah'ın buğzedip sevmediği gurur ise, taşkınlık ve övünme sırasında duyduğu gururdur."
* Cübeyr İbnu Mut'im radıyallahu anh demiştir ki: "Benim hakkımda "Sende kibr var" diyorsunuz. Ben eşeğe binmiş, (dikişsiz) kumaşı (elbise olarak) sarınmış, keçiyi sağmış birisiyim. Üstelik Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana: "Bun(lar)ı yapan kimsede hiçbir kibir bulunmaz" buyurdular."
TEFSİR…
اِنَّ الَّذينَ يُجَادِلُونَ فى ايَاتِ اللّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ اَتيهُمْ اِنْ فى صُدُورِهِمْ اِلَّا كِبْرٌ مَا هُمْ بِبَالِغيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّميعُ الْبَصيرُ
MÜ'MİN / 56. Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen hemen Allah'a sığın. Çünkü her şeyi işiten ve gören O'dur.
Kendilerine gelmiş bir "sultan": Bir yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler, Allah'ın âyetleri, Allah'ın varlığına, birliğine ve herhangi bir hususun gerçekliğine dair koymuş olduğu deliller, indirmiş olduğu kitaplar ve peygamberlerin de ortaya koyduğu mucizelerden daha geniş anlamlıdır. Bunlarda mücadele için imkan verecek bir delil ve hüccet düşünülemeyeceğinden burada "Kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın" kaydının muhalif mefhumu kastedilmiş değildir. Ancak din işinde söz söyleyebilmek için hüccet ve delile dayalı bir yetki gerekli olduğuna dair bir uyarıdır. Bununla birlikte "nesih", "tahsis" ve "takyid" kabilinden olan meselelerde olduğu gibi, Allah'ın âyetlerini yine Allah'ın âyetleriyle karşılaştırarak bahsetmek caiz olduğuna işarettir denilebilir. Fakat hiç böyle bir salahiyet, yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlere gelince, Onların sinelerinde, gönüllerinde kibirden başka bir şey yoktur. Hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bir büyüklük davası, kuru bir azamet kuruntusu, fakat bir kibir ki onlar, ona yetişecek değillerdir. Hadlerinden çok aşkın ne şimdi, ne ilerde, gereğine erişmeleri ihtimali bulunmayan bir kibir, çünkü Allah'ın âyetlerinin üstüne çıkılmaz. Allah'ın vermediği değer ve mertebe zorla alınmaz. Peygamberliğe çalışıp çabalamakla yetişilemediği gibi, Allah vergisinden fazla, bir selahiyete de erilmez. İşte Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, sırf böyle bir kazanç ile mücadele ediyorlar. Delili ortada olan Hakk'a karşı, taassup, bağnazlık, ile mücadele edenlerin hepsi bu hükme dahildirler. Hepsi böyle sinelerinde yetişemeyecekleri bir kibir taşıdıklarından dolayı mücadele ederler. Bu âyetin iniş sebebi konusunda iki rivayet vardır:
1- Kureyş müşrikleridir ki "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31), "Eğer bir hayır olsaydı bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf, 46/11) diyorlardı.
2- Âyetin iniş sebebi diğer görüşe göre, yahudilerdir. Mukatil demiştir ki, haklarında bu âyet inen mücadele edenler, yahudilerdir. Deccal'e saygı gösterdiler, bu âyet indi. Ebu'l-Âliye de bu görüşe varmıştır. Alûsî'nin nakline göre, Abd b. Humeyd ve İbnü Ebi Hatim sahih sened ile ondan şöyle rivayet etmişlerdir: Yahudiler, Hz. Peygamber'e geldiler de "Deccal dediler, ahir zamanda bizden olacak ve işte olacaklar o zaman olacak ve şöyle yapacak böyle yapacak diye büyüttüler de büyüttüler." Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu sûrenin 56. âyeti olan yukarıdaki "Kendilerine gelmiş bir yetki ve burhan olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler..." âyetini indirdi.
Buna göre sûredeki bu âyetin Medine inişli olması yakışır. Ebu's-Suud bunu şöyle nakleder: "Bir de denildi ki mücadele edenler yahudilerdir. Diyorlardı ki, bizim Tevrat'ta zikrolunan sahibimiz sen değilsin. O Mesih b. Davud, yani Deccal ahir zamanda çıkacak, saltanatı karaya ve denize erecek, ırmaklar beraberinde gidecek, Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) bir âyet olacak, o zaman hükümranlık tekrar bizim elimize geçecek. İşte yüce Allah onların bu temennilerine (ideallerine) "kibir" ismini verdi ve kuruntularına eremeyeceklerini ifade buyurdu. Yani yahudiler İsrailoğulları'ndan başkasında peygamberlik görmek istemedikleri için, gerek Kur'ân'dan ve gerek diğer kitaplarda peygamberin peygamberliğine delalet eden âyetleri sırf kibir ve kıskançlık yüzünden mücadele ederek peygamberlerin en sonuncusunu bırakıp Deccal'a sarılmışlar ve onun zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni halinde ileri sürmüşler ise de, Deccal çıktığı zaman dahi mülk ve saltanat kendilerine geri dönmeyecektir. Alûsî der ki: "Bu mücadelede yahudiler iki yönden yalan söylediler. Önce Resulullah'a 'Sen bizim muteber olan sahibimiz değilsin' sözleriyle yalan söylediler. İkinci olarak, Deccal'ı kastederek o Mesih b. Davud'dur diyerek yalan söylediler. Çünkü hangi peygamber gönderildiyse ümmetini mutlaka Deccal'den tahzir buyurmuş, yani sakındırmıştır. O bir 'bişaret', yani müjde değil, fitne ve imtihan aracıdır. Onlar ise onu peygamber yerine tutarak 'sahibimiz' demişlerdir ki bunun, Allah'ın âyetleri ile 'bir yetki bir delil olmaksızın' mücadele olduğunda şüphe yoktur."
Hadislerde "Eşrat-ı saat"ten, yani kıyamet alametlerinden olmak üzere iki Mesih zikrolunur. Birisi: Mesih İsa'nın yeryüzüne inmesi, birisi de Mesih Deccal'ın ortaya çıkmasıdır. Müseylime gibi yalan yere peygamberlik iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en büyük fitne olan Mesih Deccal'ın ise ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkacağı haber verilmiştir. Ancak Mesih Deccal'e, Mesih b. Davud denilmiş olduğunu da bu âyetin tefsirinde işitmiş oluyoruz. Halbuki Matta İncili'nin başında görüldüğüne göre hıristiyanlar bu ismi "İsa el-Mesih b. Davud" diye Hz. İsa'ya vermektedirler.
Buna sebep olarak da Meryem'in nişanlısı dedikleri Yusuf'un Hz. Davud neslinden olduğunu söylemektedirler. İsa'nın doğumu, Meryem'le Yusuf'un biraraya gelmelerinden önce Rûhu'l-Kudüs'ten oldu diye açıklanmış iken, Yusuf babası imiş gibi onun vasıtası ile Hz. Davud'e nisbet edilmesi bir çelişki teşkil eder. Fakat Matta İncili her nedense bu çelişki ile birlikte Hz. İsa'ya Mesih b. Davud demekte ısrar etmiştir. Aynı zamanda Hz. İsa'yı tanımadıkları malum olan yahudiler de ahir zamanda çıkacak Deccal'e bu ismi vermişler, bu açıdan aralarında bir kaynaktan çıkmış olması düşünülen garip bir bakış açısı benzerliği meydana gelmiştir. Biz bundan şunu anlamış oluyoruz ki Mesih-i Deccal, yalancı Mesih demektir. Gelen haberlere göre Deccal, yalancı, insanları aldatmakta hünerli bir sahtekardır ki, kâfirliği, sahtekarlığı yüzünden belli olduğu halde birtakım harikalar göstererek ilâhlık iddia edecek ve en büyük fitne olması da bundan olacaktır. Bilginler demiştir ki: Yüce Allah peygamberlik iddia eden bir yalancıya onu tasdik ihtimali bulunan bir mucize vermez, çünkü bu, şüpheye düşürme olur, Allah'ın âyetleri ile mücadeleye "sultan" (delil) verilmiş olur. Fakat ilâhlık iddia eden bir yalancıya imtihan için her türlü harikayı verebilir. Çünkü kendisi hâdis olan (sonradan olan) yaratığın Allah olmadığına aklî delil daima var olduğu için, onun yalancılığı haddi zatında ortadadır. Ondan dolayı Allah'ın âyetleri ile mücadeleye herhangi bir "sultan" (delil) verilmiş olmaz. Deccal'in bu şekilde yalancı bir Mesih olması, onun Hıristiyanlık taklidi altında ortaya çıkacağını anlatır. Gerçek Mesih olan İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusuna kibir ve kıskançlıkla inkâra dalarak bütün ümitlerini yalancı Mesih olan Deccal'a bağlamaları ne acaib bir bedbahtlık, ne acı bir mahrumiyettir. Bu son senelerde yahudilere Filistin'de bir hükümet yapıvermek isteyen İngiltere acaba onlara gözledikleri yalancı Mesih rolünü oynayıverecek midir? Fakat yüce Allah, buyuruyor ki, "Onlar ona yetişecek değillerdir." (Mümin, 40/56),
Onun için sen hemen Allah'a sığın. Öyle kibirden ve kibirli kıskançlardan veya Deccal'ın şerrinden Allah'a sığın. Çünkü işitecek O'dur, görecek O. Yani senin ve onların bütün dediklerinizi işiten ve işitecek olan ve bütün yaptıklarınızı gören ve görecek olan ancak O'dur. Bu bir taraftan vaad, bir taraftan tehdittir.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
Kibir büyüklenme, kendini yüksek görme olarak ifade edilebilecek bir duygudur. İnsan fıtratına: İslâm'ın izzetini, Kur'ân'ın şerefini, Din'in haysiyetini, ulvî görülen şeyleri, cematini, ırzını, namusunu ve benzeri kıymetlerini korumak için yerleştirilmiştir. Bu duygu su-i istimâl edilirse geri tepen silah gibi kişinin aleyhine işleyerek azgınlığa, sapkınlığa ve küfre düşmeye sebep olur. Allah'ın sıfatı olan "büyük olmak" tan ferde tecelli edecek şey; Allah'ın İslâm'ın Kur'ân'ın ve Resûlullah'ın izzetini, şerefini ve haysiyetini koruma uğruna başını eğmemek, küfür adına yapılan herşeye karşı tavır alarak yüksekten bakmak, büyüklenmek, başını dikmektir. Tefekkürsüzlük ve düşüncesizlik neticesinde su-i isti'mâl edilen bu duygu çok zaman mü'minlerin aleyhine işlemiş, onların şirazeden çıkmalarına sebebiyet vermiştir. Kur'ân-ı Kerim âyetler ve misallerle bunu da anlatır.
"Bizimle karşılaşmayı, karşımıza çıkmayı, hayatın hesabını bize vermeyi düşünmemiş ve bizim karşımıza çıkacağına inanmamış o insanlar derler ki; Bizim üzerimize Allah'ın emirlerini getirecek bir melek olsaydı ya..." (2) Niye Nûh'a oldu, Mûsa'ya oldu, Muhammed'e oldu. Allah bir melek gönderse ya "Göndereceği adamı niye Ebu Talib'in yeğeni olarak gönderiyor?" Yahut "Rabb'imizi açıkça görsek ya. Eğer varsa varlığını bize açıkça göstersin."
Dünün ve bugünün zavallı kafiri hep aynı iddiadadır. Kâinatta hepsi ayrı bir hesap ve plânla, peşi peşine cereyan eden hâdiselerin O'nu gösterdiğini bilmez.. Dünyanın bir yerinde helozanlar çizen hortumun bir başka yerdeki vakumlar meydana getiren akıntılarla alâkalı olduğunu bilmez. Bu harikulade şeylerin bir hesap ve plânla insanları ikaz edip onları uyarmak ve Hakk'ı göstermek için Dest-i Kudret'ten gelen İlâhî ikazlar olduğunu bilmez.
Yerdeki karınca kadar değeri olmayan, sinek kadar işe yaramayan, onbeş yaşına kadar hayrını-şerrini tefrik ve temyiz edemeyen, bir küçük mikroba boyun eğen, çok defa burnunun ucunu bile göremeyen, ızdıraplar ve sıkıntılara düçar kalıp elemlere düşen, mütemadiyen çırpınıp heyecan ve helecanlar geçiren bu insanlar; kendilerini pek büyük görür, böbürlenir, kibirlenirler de utanmadan "Rabb'imiz bize görünse ya" derler. Allah'a karşı büyük bir edepsizlik ifadesi olan bu sözler devam eder. Cenâb-ı Mûsa'nın ümmeti de "Vallahi, Ya Mûsa biz sana îman etmeyiz. Bize bahsettiğin Allah'ı açıktan açığa görmeyince" (3) der. Fezaya giden adam, Atmosfer etrafında bir-iki tur atıp yere inince "Gezip, dolaştığım yerde Allah namına birşey görmedim" der. Mektepteki çocuklara dinsizlik ve îmansızlık telkin ederken "Beni görüyor musunuz? Görüyorsunuz. Çünkü ben varım. Allah var mı? Yok. Çünkü O'nu görmüyorsunuz" derler. Kendini büyük görmenin, kibirlenmenin, böbürlenmenin ve edepsizliğin ifadesi olan bu laflar ne kadar da birbirine benziyor.
O kafirler bilmiyorlar, bilmediklerini de bilmiyorlar. Varlık âlemini şu şehadet âleminden, hâttâ sadece görebildiklerinden ibaret zannediyorlar. Basit bir diyelaktikle onlara desek ki: "Aklın var mı? Duyguların hissiyatın var mı? Çekme ve itme kanunları var mı? Bunları gösterebilir misin? Şu galaksileri, yıldızları ve atomları birbirine bağlayan şey nedir? Aşk, muhabbet, şefkat nedir? Nedir kadını erkeğe bağlayan, birbirine çeken şey? Bütün bunları gösterebilir misin? Göremediğin, bana da gösteremediğin hâlde varlıklarına inanıyorsun. Ama buna rağmen, 'Ben görmediğime inanmam' diyerek, Cenâb-ı Hakk’ı inkara yelteniyorsun. Hâlbuki sen kibrinin, gururunun, enaniyetinin, nefsaniyetinin altında eziliyorsun..."
Hazret-i Adem'in karşısında, Cenâb-ı Nuh'un karşısında, Resûl-ü Ekrem'in karşısında tarizde bulunan kafirler ile bugünün fen ve teknik namına hakikatleri tahrif edip küfrünü telkine yeltenen kafir bu sorular karşısında ne diyebilecektir?
HÜVE
Cenab-ı Hakk’ın nimetlerini O’ndan bilmek.. ihsanları O’na izafe ederek hatırlamak bir şükr-ü manevidir. Bu da, o türden nimetlerin ziyadeleşmesine vesile olur. Onu görmezlikten gelmek ise nankörlüktür. Nankörlük de azab-ı ilahîyi gerektirir ve nimetin inkıtaına vesile olur. Hususiyle “enaniyet asrı” diyebileceğimiz içinde yaşadığımız zaman diliminde, insanlar pöhpöhlenmek, övülmek için bahaneler arıyor.. her şey bir çalıma, kuruntu ve riyaya bağlanmış gidiyor, her yerde bir hevâîlik hakim. Bu hevâîliğe karşı ciddi olmak iktiza ediyor.
Eğer insanın davranışları, azmi, cehdi ve tercihi herhangi bir şeyin meydana gelmesi için bir sebepse ve buna bir değer atfedilecekse bunu öbür aleme bırakmalı. Burada onlara değer atfettiğimiz zaman hiç farkına varmadan, işi o işin asıl sahibinden koparmış ve kendimize mâletmiş oluruz. Bunda da bir şirk-i hafî vardır. “Vallahu halakakum vemâ ta’melûn - Sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.”(Sâffât, 96) ilahî beyanı bize bunu ifade ediyor. Bu sebeple başkalarını takdir edenler, takdir ederken temkinli olmalılar; hem fiilleri asıl sahibinden koparmamaları, hem de takdir ettikleri insana zarar vermemeleri açısından dikkatli davranmalılar.
Bazen kendisine başarı isnad edilen şahıs öyle bir takdir karşısında dayanamayacak kadar zayıf, çelimsiz bir adam olabilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir münasebetle “kardeşinin boynunu kırdın” diyor. “O yaptı, o etti, o mükemmel, o şöyle, eşi-menendi yok” şeklinde şeyler söylenince “onun boynunu kırdın” buyuruyor. Üstad Hazretleri de hem onları övmek suretiyle boyunlarını kırmamak, hem de başkalarında rekabet, kıskançlık ve haset hislerini tahrik etmemek için talebelerinde sadakat, samimiyet ve vefa arıyor. Onları keşif, keramet ya da harikuladeliklere değil, bu vasıfları elde etmeye ve mübalağalardan kaçarak herşeye rağmen vefalı olmaya çağırıyor.
Öyleyse, herşeyi silmeli, O demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli. Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülahazanın manası şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli, tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hasıl olan şahs-ı manevî nazara verilmeli.. Cenab-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir mülahazasına bağlanmalı. Fakat, esas tevhîde ulaşma ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz), bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur:
Herşey Senden, Sen ganîsin
Rabbim Sana döndüm yüzüm.
BÜYÜKLÜK
Halkın teveccühüne karşı bazı şahıslar yanılabilir ve o makama lâyık olabilmek için riyaya, tasannuya düşebilirler.
Selman ve Amr b. Âs, Medain’de valilik yaptılar. Halkla o kadar bütünleşmişlerdi ki, bir defasında bir yabancı, hamal zannederek Hz. Selman’a yükünü taşıttırmıştı. Yolda görenler Hz. Selman’a “Emir Emir” diye ta’zimde bulununca, yabancı anladı ki, hamal zannettiği emirmiş; bu sefer de yaptığına pişman oldu.
Birinin boyu uzunsa, görünmemek için iki büklüm olacak. Mes’eleye bu zaviyeden bakmak
“BEN”
Kişi, kendi içerisinde hep kendi mevcûdiyetini hissettirme duygusuyla yaşıyorsa, bu bir riyakârlıktır. Yok, bu düşünce aklına bir an gelmiş ve hemen istiğfara sarılmışsa, o zaman bu, hava boşluğuna maruz kalma gibi birşeydir sayılır ve ona zarar vermez.
“Ben” diyen insandan uzaklaşın. “Bu da’vâda benim yerim neresidir?” diyene, “gayyâ” deyin ve “yerini şimdiye kadar bilmiyorduk ama, şimdi öğrendik” ilâvesiyle suratına tükürün.
ÜÇ SINIF İNSAN Kİ..
Soru: “Üç sınıf insan var ki, Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları azab-ı elim içinde bırakır. İhtiyar zinakâr, yalancı melik ve kibirli fakir” hadîsinde kişiler arasındaki vech-i münasebet nedir?
Cevap: Hepsinin hali, yaptıkları şeye ters. Zinayı genç yaparsa, “bedenine yenik düştü” denir. Ama bunu gençlik devresini atlatmış bir ihtiyar yaparsa, affedilir gibi değildir. Yalan her zaman çok çirkindir ama bunu bir devlet başkanı yaparsa, o topyekün bir toplumu sarsar. Kibir aslında kötüdür. Ama bu kibri yapan fakir olursa, o bütün bütün küstahlık etmiş olur.
BENLİĞİ TERKETME
Benliği ve benlik buudlu şeyleri terketmek çok önemlidir ve önemine binaen de üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Zira kâmil insan olabilmenin birinci şartı budur. O ise, insan olmanın yegane gayesidir. Şeytan benlik ve enaniyet sebebiyle huzurdan kovulmuştur. Her halde, onun huzurdan kovulmasını netice veren şeyler, insanın huzura kabulüne sebep olacak değildir. Halbuki kâmil insan olma, Cenâb-ı Hakk’ın huzur-u hassına kabul demektir. İlim, irfan elde edilen mertebeye sadece buud kazandırabilir. Yoksa, bizzat manevî mertebe kazandıramaz. Zannediyorum ilmine irfanına güvenip caka satanlar, ahirette bir çobandan farksız olarak haşrolacaklardır.
“BEN YAPTIM, BEN ETTIM...”
Çoğu zaman yaptığımız işlerde, şükrün bereketine mazhar olmak yerine, “ben yaptım, ben ettim..” gibi kelimelerle şirk kapılarını aralayabiliyoruz. Halbuki her insan, “beni de, davranışlarımı da yaratan Allah’tır” anlayışından hareketle, kendisine lütfedilen başarıları kendi nefsine mâl etmemelidir. Mesela; insanın, “yemek yedim” demesindeki “yeme” Allah’ın yarattığı bir şeydir. Yani onu ağızda çiğneme-öğütme, sonra mideye gönderme-hazmetme, daha sonra da yararlı kısımlarını alıp, diğerlerini dışarıya atma... gibi işler, bütünüyle iradenin dışında cereyan etmektedir. İşte insanın buna sahip çıkıp, “ben yedim” demesi akıl ve mantıkla izah edilemediği gibi, misalini verdiğimiz veya vermediğimiz bütün mazhariyetlerinde de, kendi dahlinin onda bir bile olmadığını görüp, “Allah’ın izniyle böyle oldu, Allah ihsan etti vs.” diyerek şükür kapısını açık tutması gerekir. Bu düşünce hem nimetlerin sağnak sağnak devam etmesine vesiledir, hem de şirk kapısının kapalı kalmasını sağlar. Böyle düşünüp ve bu düşünce üzerinde hayatı şekillendirme, şükre açık olma demektir.
Fakat insanın bu hakikata uyanması, onu kavrayıp hayatına mal etmesi zaman ister. Onun için insan, iç sezisiyle onu kavrayacağı, vicdanı inkişaf edip, söylediklerinin doğru olduğunu anlayacağı âna kadar, bunu bir prensip olarak kabul edip söylemeli ve bütün güzelliklerde hep O’nu kaynak bilip, O’na yönelmelidir.
SORU: HÜCÜMAT-I SITTE NEDIR. İZAH EDER MISINIZ?
Beşinci desise; insandaki en zayıf ve en tehlikeli olan enaniyet (benlik) duygusudur ve insanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gerekli olan bir şeydir. Zira benlik anaforuna kapılan talihsizlerin, hak ve hakikati görüp bilmesi ve gözleri bağlı olduğu için de yoldan, çıkmadan hedefe yürümeleri çok zordur. Bediüzzaman, "Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda eh-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, ancak eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, işte böyle bir hâl, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafında toplandığımız hizmet-i Kur'aniye, eneyi kabul etmiyor, nahnü (biz) istiyor." sözleriyle bu şeytanî sıfata karşı bizi tetikte olmaya çağırır.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetleri söyleyip ilân ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kasdıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyhv ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:
Her bir nimetin iki vechi vardır. Bir vechi insana aittir ki insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebeb olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakikî'yi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.
İkinci vechi ise, in'am edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilân, in'amını ifşa, esmasına şehadet eder. Binaenaleyh tevazu, ancak birinci vecihle tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmundur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimaları var:
Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam "Ne kadar güzel oldun." dediğine karşı "Güzellik paltonundur." dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nîmeti cem'etmiş olur.
BÜYÜK GÖRÜNME KÜÇÜLÜRSÜN
Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem'iyet-i beşerde, içtimaî binada,
Görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.
Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu'la tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük...
KÜÇÜKLÜĞÜN MİZANI
Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu' ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu'dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.
ŞEYTANIN MÜHİM BİR DESİSESİ
İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.
Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur.
Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.
ÜÇÜNCÜ HASTALIK: "GURUR"DUR.
Evet, gururla, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.
Arkadaş! Tahtel'arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:
Birinci hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyasla hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allah'ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.
Halbuki, Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyarla hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:
Gaflet suyuyla tenebbüt eden benlik, Hâlıkın sıfatlarını fehmetmek için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenab-ı Hakkın kudretini anlamak için bir taksimat yapar. "Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir" diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah'ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.
NEFSE SESLENİŞ
Eski Said'in serkeş, müftehir, mağrur, ucblu, riyâkâr nefsini susturan, teslime mecbur eden Beş Fıkradır.
Birinci Fıkra: Mâdem eşya var ve sanatlıdır; elbette bir ustaları var. Yirmi İkinci Sözde gayet katî ispat edildiği gibi, eğer Her şey birinin olmazsa, o vakit her bir şey bütün eşya kadar müşkül ve ağır olur; eğer Her şey birinin olsa, o zaman bütün eşya bir şey kadar âsân ve kolay olur. Mâdem zemin ve âsumânı birisi yapmış, yaratmış; elbette, o pek hikmetli ve çok sanatkâr Zât, zemin ve âsumânın meyveleri ve neticeleri ve gàyeleri olan zîhayatlara başkalara bırakıp işi bozmayacak, başka ellere teslim edip bütün hikmetli işlerini abes etmeyecek, hiçe indirmeyecek; şükür ve ibâdetlerini başkasına vermeyecektir.
İkinci Fıkra: Sen, ey mağrur nefsim, üzüm ağacına benzersin! Fahirlenme; salkımları o ağaç kendi takmamış, başkası onları ona takmış.
Üçüncü Fıkra: Sen ey riyâkâr nefsim! "Dîne hizmet ettim" diye gururlanma. Name=626; HotwordStyle=BookDefault; sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o recûl-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyâdan kurtul.



 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
Mutarrif ibni Abdullah, Mühelleb’i gördü. Yeni ve güzel paltosuyla böbürlenir bir hal içinde idi. Mutarrif dedi ki:
-Ey Allah’ın kulu bu yürüyüş öyle bir yürüyüştür ki, Allah ve Resulü ona öfkelenir.
Mühelleb:
-Beni tanıyor musun deyince Mutarrıf şu cevabı verdi:
-Evet tanıyorum. Evvelin fasit bir meni, sonun murdar bir necis yığını! Sen bu ikisinin arasında bir necis hammalından başka bir şey değilsin.
TOPRAKTAN YARATILANLARA, KİBİR YARAŞMAZ
Hz. Ali Efendimiz, kendisine kibir hali olan bir gence şöyle buyurmuştur:
-“Ey genç! Her zaman mütevazi ol! Topraktan gelen insanın, toprak üstünde böbürlenip kibirlenmesi uygun olmaz.”
KİBİR, İBADETİ; NEDAMET, GÜNAHI SİLER
Rivayette göre, İsrailoğullarından birisi 40 sene eşkıyalık yapmıştı. Bir gün, yanında havarilerden birisi olduğu halde, Hz. İsa (as) ile karşılaştı. Adamcağız:
-“Bu İsa Peygamberdir. Bu da havarilerinden bir zat. Artık ben bunlara katılayım da yaptığım günahları terk edeyim” der ve ardlarına takılır. Fakat havarinin yanında giderken:
-“Benim gibi adi bir adam, böyle bir zatın yanında yürüyebilir mi?” diye kendi kendini yerer. Diğer taraftan havari de:
-“Bu yol keseci de kim ki, benimle beraber yürüyecek” diye Hz. İsa’ya sokulur. Bunlardan biri kendini hakir, diğeri de büyük görmüş olur. Bunun üzerine Allahu Teala, İsa’ya (as) vahyeder:
- İkisine de söyle. İkisinin de geçmişlerini sildim. Kendini beğendiği için havarinin ibadetini yok ettim. Kendini küçük gördüğü içinde eşkıyanın günahını afvettim, yeniden amele başlasınlar.” Buyurur.
İsa (as), durumu onlara bildirir. Eşkıyayı da havarileri arasına alır…
KALBE KİBRİ SOKMA
Bir gün Süleyman (as) yüzbinlerce insan, cin ve hayvan huzurunda öyle yükseldi ki, meleklerin göklerdeki tesbih seslerini duydu. Sonra öyle alçaldı ki, ayakları deniz sularına değmeye başladı. Bu sırada bir ses duydu:
-“Eğer Süleyman’ın kalbinde zerre kadar bir kibir olsaydı, onu yükselttiğim nispetten daha çok aşağı düşürürdüm…”
GURUR MU, MAHCUBİYET Mİ?
Kendimizi bilmemenin bir neticesi olan gurur ve kibirden kurtulmak için şu hakikatı hatırdan çıkarmamamız lazımdır:
İnsan, Cenab-ı Hakk’a karşı hiçbir isyanda bulunmamış olsa dahi, şu koca kainatın insana musahhar edilişinin mahcubiyeti ona yetmeli ve başını öne eğerek onu gurur ve kibirden men etmelidir. Kainatı bize hizmetkar eden tecelliyat-ı esmayı tefekkür ettiğimizde Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleriyle bizim imdadımıza koştuğu ve bizimle her an alakadar olduğu hakikatiyle karşılaşırız. Bu hakikat bizi bir kat daha mahcup eder ve artık gururlanma ve kibirlenme takatini kendimizde bulamayız.
Bu hakikatler, hiçbir günah ve isyanımızın olmadığı faraziyesi açısından izah edilmiştir. Halbuki nice günahların sahibi ve nice isyanların failiyiz.
GİZLİ VE SİNSİ DÜŞMANLARIMIZ
Her insan, ruhun padişah, aklın ise vezir olduğu bir memleket hükmündedir. Bu memleketteki maddi ve manevi cihazatın herbiri kainat kadar belki ondan daha kıymettar bulunmaktadır. Mesela insan, ruhunu bu kainatla değiştirmediği gibi, aklını da değiştirmez. Aynı şekilde, gözünü değiştirmediği gibi, kulağını da değiştirmez.
Bu mükemmel memleket bazen çok gizli ve sinsi bazı harici düşmanların hücumuna uğramakta ve bir tek düşman, bu memlekete çıkarma yapıp bütün ülkeyi müstemleke haline getirebilmektedir. Yani, ondaki umum kıymettar madenleri ve aletleri kendi hesabına işletebilmekte ve bütün duyguları kendine hizmetkar edebilmektedir.
Meselenin en garip ciheti şudur ki, bu şekilde istila edilmiş ve düşmanlar eline geçmiş bulunan memleketin sultanı, acaib bir morfinle uyuşturularak, bu halden habersiz bırakılmakta, hatta düşman istilasından zevk duyacak deni bir halete sokulmaktadır. Şöyle ki:
Bahsi geçen düşmanlardan birisi kibirdir. Bir insan, kibre karşı acz-i mutlak ve fakr-i mutlak düsturlarıyla silahlanmaz ve Allah’ın yanında ne derece aciz ve fakir bir mahluk olduğundan gaflet ederse, bu şeni düşmanın insan ülkesi idaresi altına alması çok kolay olur. Kendisi bir tek düşman olmakla beraber, başta padişah olmak üzere bütün raiyeti ve orduları hükmü altına alan kibir, insan ülkesinin başına geçerek ayak ayak üstüne atmakta ve insandaki bütün cihanbaha latifeleri ve duyguları kendine hizmetkar edebilmektedir...
ÇALIMLI YÜRÜME
Ebu Bekr-ül Huzeli (r.a.) der ki, “bir gün biz Hasan-ül Basri ile birlikte iken İbni Edhem caminin sultan mahfiline gitmek üzere yanımızdan geçiyordu.üst üste binmiş bol kıvrımları topuklarına kadar sarkmış ve paltosunu kısa bırakan ipek bir cübbe giyiyor, çalımlı çalımlı yürüyordu. Hasan-ül Basri ona bir bakarak dedi ki:
-Aman, aman! Ne burnu havada, kurumlu, suratı asık ve kendini beğenmiş adam. Behey zavallı ahmak! Sen şükrü eda edilmemiş, hesaba gelmez, Allah’ın emri uyarınca kullanılmayan ve içindeki Allah hakkı ödenmemiş elbiseler içinde çalım satıyorsun. Onun her uzvunda Allah’ın ayrı bir nimeti varken azalarının her birini şeytana iltifat adına kullanıyor. Allah’a yemin ederim ki, sade ve gösterişsiz adımlar ile yürümek, hatta deli gibi sendeleyerek yürümek bu adam hesabına daha hayırlıdır”
İbni Edhem, kendisi için söylenen bu sözleri duydu. Geri gelerek Hasan-ül Basri’den davranışından ötürü özür diledi. Hasan-ül Basri ona dedi ki, “benden özür dileyeceğine Allah’a tevbe et. Sen Allah’ın şu Buyruğunu hiç duymadın mı?
-“Yeryüzünde çalım satarak yürüme. Çünkü (adımlarını ne kadar sert bassan) ne yeri delebilir ve ne de dağların tepesine erebilirsin” (İsra / 37)
yine bir gün delikanlının biri Hasan-ül Basri’nin yanından geçiyordu. Üzerinde kırmızı renkli, alımlı bir elbise vardı. Hazret onu çağırarak dedi ki, “ey geçliğiyle böbürlenen ve görünüşünün alımlılığına tutkun âdemoğlu! Oysa ki, neredeyse kibir bedenini örtmek üzeredir ve amelin ile başbaşa kalmış gibisin. Yazık sana! Kalbini tedavi et, çünkü Allah kullarda sadece kalp sağlığı arar”
EŞEK TÜCCARI ŞEYTAN VE MÜŞTERİLERİ
Şeytan ateşten yaratılmıştır. Böyle yaratılışı O’na bazı hususiyetler de kazandırmıştır. Nitekim şeytan çeşitli kılık kıyafete girer, muhtelif görünüşlerde dolaşabilir. İsa (as) da bir gün eşek tüccarı kılığında görünmüştür. Kendisini hemen tanıyan Allah’ın Nebisi sormuş:
-“Ey şeytan, böyle eşek tüccarı kılığında nereye gidiyorsun?” tanındığını anlayan şeytan gerçeği gizlemeyi ihtiyaç duymadan cevap vermiş:
-“Nereye olacak pazara gidiyorum!”
-“Ne yapacaksın pazarda?”
-“Şu eşekleri yükleriyle birlikte satacağım.” İsa (as) merak etmiş. Eşekleri yükleriyle birlikte kim alır diye sormuş:
-Eşekleri ayrı, yüklerini de ayrı satman gerekmez mi?
-“Hayır, eşeklerimin yükleri de kendileri gibi kıymetlidir. Eşeği almak isteyenler yükünü de almak isterler. Onun için onları üzerindeki yükleriyle birlikte satacağım.” Hz. İsa büsbütün meraklanmış.
-“Ey şeytan, sen bu eşeklere ne yükledin ki, ikisini birden satacağını sanıyorsun? Eşeğin yükü çok mu kıymetli sanki?” demiş. Şeytan kahkahayı basmış:
-Sen, demiş, bu yükleri bilsen şaşıp kalırsın. Bilmiyorsun da onun için tereddüt ediyorsun.
-“Anlat bakayım neler yükledin eşeklerine.” Şeytan başlamış anlatmaya:
-“Şu birinci eşekte (hased), İkincisinde (kibir), üçüncüsünde (zulüm) yüklüdür.” Hz. İsa (as) daha çok meraklanmış:
-Ey şeytan, kim alır senin hased, kibir, zulüm yüklü eşeklerini? Deyince bir kahkaha daha atan şeytan:
-“Bak demiş, anlatayım kimler müşteri olacak, eşeklerimi yükleriyle birlikte satın almaya?” En öndeki eşeği göstermiş:
-“Şu birinci eşekte hased yüklüdür. Bunu, bilginlere, azıcık ilim sahiplerine satarım. Zira bilginlerin bir kısmında hased arzusu zirvededir. Onlar kendileri gibi olan diğer bilginlere hased etmekten duramazlar. Hased ve kıskançlık onların en çok kullandıkları sermayelerdir. Bu eşek onlarındır.” Sonra ikinci eşeği göstermiş:
-“Şu ikinci eşekte kibir yüklüdür. Bunu da cahil zenginlere satarım. Serveti çok, bilgisi az zenginler, çok kibirli olurlar. Başkalarını küçük, kendilerini büyük görürler. Kibirsiz duramazlar. Bu eşek de onlarındır.” Son eşeği gösterirken de şöyle demiş:
-Bu üçüncü eşekte ise zulüm yüklüdür. Bunu da salahiyet sahibi amirlere, hükümet büyüklerine satarım. Onlar vatandaşın istediklerini rüşvetsiz yapmazlar. İstedikleri zamana kadar geciktirirler. Zulümsüz duramazlar. Bu da onlarındır.
Bunları dinleyen İsa (as) ellerini açıp Allah’a yalvarmaya başlamış:
-“Ey Rabbim, bu eşek tüccarlarına müşteri olmak istemeyenleri sen koru, hased, kibir, zulüm eşeklerine muhtaç eyleme.” Duayı işiten şeytan bağırmaya başladı:
-Ne yapıyorsun, ben kiminle alış veriş yapacağım, müşterilerimi kaçıracaksın?
MEYDAN OKUYUCU
"Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez" (Kur'an-ı Kerîm, Lokman 18)
Her alanda dünyanın en büyük süper gücü olduğunu ortaya koymaya çalışan ABD, uzay çalışmalarında da üstünlüğünü perçinlemek için giriştiği uzay yarışında 1986 yılında "Challanger" uzay mekiğini hazırladı.
NASA tarafından hazırlanan ve adına da kendi büyüklüklerinin bir nevi ifadesi olan "Meydan Okuyucu" mânâsına gelen Challenger, projesi dışarıdan bakıldığında göz kamaştırıyordu. Zamanın ABD Başkanı Ronald Reagan, bu uzay mekiğine, dünyaya 'işte biz böyle büyüğüz, süperiz!" diyebilmek için bu ismi koymuştu.
Uçuş programı da öyle ayarlanmıştı ki, o gün Başkan Reagan, Senato'da konuşma yaparken mekik fırlatılacak ve binlerce kişi arasından seçilip uzaya gönderilen bir ortaokul öğretmeni hanımla Başkan arasında bir konuşma gerçekleştirilecekti.
Ama planlar tasarlandığı gibi gerçekleşmedi. Çünkü insanların yaptıkları planların ötesinde Mutlak ve Sonsuz Kudret Sahibi'nin planı farklıydı.
Tarihin ibret penceresinden görünen oydu ki, nice üstünlük taslayanlar, büyüklükleriyle kibirlenenler küçük bir sinekle veya karınca ile hatta görünmeyen bir mikropla yıkılıp gitmişlerdi.
Evet, tarih misliyle tekerrür ederek burada da aynı şey cereyan etti; herşeyin mükemmel işlediği zannedilirken asrın teknolojisi yüzbinlerin gözleri önünde kader-denk çizgisinde, kalkışından 72 saniye sonra büyük bir patlamayla paramparça oldu.
ÜST OLMAK
Yahya Efendi İsimli birisi, Niyazi-i Mısrî'yİ devrin padişahına gammazlar. Niyazi-i Mısrî bir adaya sürgün edilir. Bir müddet sonra Yahya Efendi denilen şahıs da aynı akıbete uğrar ve aynı adaya sürgüne gönderilir. Tevafuken, aynı binada, Niyazi-i Mısrî'nin üzerindeki kata yerleştirilir. Niyazi-i Mısrî, Yahya Efendi'ye;
- Ne haber, der, sen de sürgüne geldin!
- Öyle, ama ben üst kattayım, diye cevap verir Yahya Efendi. Niyazi-i Mısrî, nükteyi patlatır:
- Ne fark eder? Tebbet de İhlas'ın üstünde...
İnsanların nerede oldukları değil, ne oldukları mühimdir. Halkın müthiş zaafı, insanları farklı şeylere talip olmaya itmiştir. Kalabalıklar makam sahiplerini efdal zannedince, insanlar faziletin değil, mansıbın talibi olma gafletine düşebilirler.
Aslında dünya adaletin bütünüyle tecelli ettiği, kusurdan hali bir diyar olmadığı için, burada birçok zirve insanın mahrumiyet ve mazlumiyet yaşadığı, hakkının takdir edilmediği vakidir. Ayrıca, cehennemlik bir meşhur veya makam sahibi olmanın çok da imrenecek tarafı yoktur ama, insanların bu noktada bir birinin zaafını beslediği de gerçektir. Asıl acısı, ilim erbabının aynı vartaya düşmesidir.
Tebbet, Ebu Leheb'ten bahseden bir suredir. İhlas Suresi, Kur'an'ın üçte birine denk tutulmuştur. Kur'an'daki sure sıralamasında İhlas, Tebbet'ten bir sonraki suredir. Niyazi-i Mısrî, bu latif nükte ile, üstte olmanın, daha faziletti olmak mânâsına gelmediğini ifade eder.
BEN CÖMERTİM DİYE GURURLANIYORDU
İnsan bazan nefsinin tuzağına düşer, oyununa gelir. Yaptığı iyilikleri, hayırları, himmetleri hatırına getiren şeytan ve nefis derler ki:
— Bak, sen bunca iyilik ve hayrın sahibisin. Senden iyi himmet eden, senden daha büyük yardımda bulunan, hayır hasenat yapan pek yoktur!
Bu gibi duygularla vartaya atmak istedikleri iyilik sahibi insana kibir vermek isterler, böbürlenmeye sevket-meyi düşünürler.
Şahıs bunları, elinin tersiyle iter de:
— Tevbe estağfîrullah!.. derse kurtulur. Yoksa bu gibi hisler onu sel gibi alıp götürür. Bir de bakarsınız ki herkese kuş bakışı bakan mağrur bir iyilik sahibi çıkmış ortaya. Kimseyi beğenmez, kimsenin iyilik ve hayrına değer vermez. Varsa da yoksa da kendi iyilik ve hayrı. Kendi hizmet ve faaliyeti...
Ancak böyle kimseleri Rabbimiz bir imtihana uğratır, iyilikleri hürmetine kurtarmak ister. Bir olay, bir vaka onun ikaz olup irşadına vesile teşkil eder. İşte böyle olaylardan birini arzetmek istiyorum bugün sizlere.
Şurada burada iyilik edip, hayırlar yapmasıyla bilinen bir zat, bir gün evinde otururken düşünmeye başlar:
— Ben cömert bir adamım. Şuraya şu iyiliği, buraya bu hayrı yaptım. Benim gibi cömert biri mahallede yoktur!
Gariptir ki, şeytanın ve nefsin verdiği bu vesveseye itibar eden adam başlar gururlanmaya:
— Gerçekten de ben cömertin tekiyim! İşte bu sırada sanki kulağına sesler gelmeye başlar:
— Hayır, hayır, sen cömert değil, cimrinin tekisin!
Kalkar, ses devam ediyor, oturur ikaz durmuyor, evin içinde şöyle bir tur atar, ses yine devam ediyor:
— Hayır, hayır, sen cimrinin tekisin, boşuna kendini cömert biri olarak görme!
O sırada kapı çalınır, bir borçlusu elindeki parayı uzatır.
— Borcumu biraz geciktirdim, kusura bakmayın, buyurun. Parayı hemen alır ve kendi kendine der ki:
— Tamam, cömertin biri olduğumu isbat etme zamanı geldi şimdi. Bu parayı götürüp bir fakire vereyim de ne kadar cömert olduğum belli olsun, kulağıma gelen sesi de böylece susturayım.
Hemen sokağa çıkar, muhtaç kılıklı birini araştırmaya başlar. Bir de bakar ki, yolun kenarında kırık dökük iskemleye ilişmiş bir fakir, gezici berberlerden birine tıraş olmaya çalışıyor.
— İşte der, tam muhtacını buldum. Adam sokakta tıraş olacak kadar muhtaç biri.
Yaklaşır, elindeki parayı uzatır:
— Buyur, şunu al, sana ikramım olsun. Hırpani kılıklı adam paraya bakmadan:
— Benim, cimrilerin yardımına ihtiyacım yoktur! de-
Duraklar, fakat cevabı da yapıştırır:
— Ben cimri olsaydım, ikramda bulunmazdım.
— Peki öyleyse, şimdi görürüz senin ne kadar cimri olduğunu, der ve ilave eder:
— Onu şu bizim berbere ver de bahşişimiz olsun.
Şaşırarak sorar:
— Hepsini de mi?
Fakir görünüşlü adam söylemek istediğini söyler:
— Ben demedim mi sen cimrinin tekisin diye. Baksana verdiğini o kadar büyük görüyorsun ki, bunun bir bahşiş olabileceğine akıl erdiremiyorsun. İki saatten beri seninle boşuna münakaşa etmiyormuşuz. Sen durmadan kendini cömert görüyordun, ben de durmadan seni cimrilikle ikaz ediyordum, meğer yanılmamışım.
Evine dönerken düşünmeye başlar:
— Rabbim sana şükrolsun ki, beni böyle bir zatla karşılaştırıp ikaz ve irşad ettin. Yoksa ben kendimi cömertin teki görecek, yardımımla, hizmetlerimle gurura kapılacaktım.
ALLAH'IN HAZİNESİNDE OLMAYAN NEDİR?
Ey mağrur ve mütekebbir yürüyen adam! Boşuna kibirlenme, gururlanma!
Zira sen şu aczinle, zaafınla, ne bir dağı yerinden oynatır, ne de boyunu dağın tepesine çıkaracak derecede uzatabilirsin!..Elinle ekmek yersin, ama karnından başka şey çıkar...Ağzınla su içersin, ama burnundan başka şey akar...Lezzetle yersin, ama elemle çıkarmaya mecbur kalırsın. Yediklerini çıkaramazsan durumun yüz karası, ibret aynası...Öyle ise neye kibirleniyor, neye gururlanıyorsun?..Senin kendi malın sandığın maharetlerin, kabiliyet ve istidatların senin malın ve faziletin değildir. Belki sana ita eden zatın ikram ve ihsanıdır bunlar. Neden ihsan edeni unutuyor da kendine mal ediyorsun? Bu bir haksızlık ve gasp değil midir? Bu halinle nasıl inkişaf edecek, ne yüzle Rabbinin diğer lütuflarmı bekleyeceksin? Çünkü edilen ihsan ve ikramları nefsine mal ediyorsun. Sahibini inkâr ettiğin ikram davacı olmaz mı senden? Kendinde var olduğunu sandığın meziyet ve faziletlerin tümünde, aczini, fakrını, zaafını ve çaresizliğini anlayan bir tevazu içine girmedikçe, halinde hayır yoktur senin. Gel, kibri, gururu bırak, aczi, zaafı madalya olarak tak! Sende var olduğunu sandığın kabiliyet ve istidadlann hepsinin de sahibini bil, ikram edeni bul. O'na kul ol! Bak, bütün ikram ve ihsanların sahibi olan Rabbimiz sevgili kulu Bayezid Veli'sine nasıl hitab ediyor:
Ey Bayezid! Benim huzuruma gelirken hazinemde bol bol bulunan ibadetlerle, ikramlarla, ihsanlarla, faziletlerle gelmeyi kâfi bulma. Bunların yanında benim hazinemde olmayanlarla gel!..
Bayezid-i Veli düşünmeye başlar. En sonunda feryad eder:
Ey Rabbim! Senin hazinende olmayan var mı ki, ben o olmayanlarla geleyim?
Şöyle cevap gelir Sultanulârifın'e:
Evet, ey Bayezid! Benim eşsiz zenginlikteki hazinemde olmayanlar da vardır. O almayanlar, acz, fakr, zaaf ve çaresizliktir! Sen de aczinle, zaafınla, fakrın ve çaresizliğinle gel. Kendini bunlarla bil. Bunları giydiğin elbise, sarındığın gömlek, örtündüğün cübbe gibi benimse. İşte o zaman seni haddini bilmiş, durumunu anlamış, makamını tayin ve tesbit etmiş bir kul olarak kabul eder, huzur-u izzetime buyur ederim!..
Evet, aziz dost! Sen de öyle yap. Büyük valiye vaki olan hitabı kendi nefsine yapılan hitap bil, aczi, zaafı, fakrı, nakşı ve çaresizliği sırtındaki gömlek, bedenindeki elbise, başındaki takke gibi benimse, onunla yat, onunla kalk. İşte o zaman kudreti sonsuzun karşısında makamını bilmiş, yerini bulmuş, aczini anlamış olacaksın...
Belki Rabb-i Rahim'in yeni ikram ve ihsanına liyakatin sözkonusu olacaktır. Sırtını sonsuz kuvvet ve kudrete dayamış olacaksın.
O GÜNLERDE HERKES KÜÇÜKTÜ
...Nesibe yetiştiği gül devriyle şen, şan ve hürrem değildi. O Uhud’u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğunun girip saklandığı, sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesut ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah bin Huzafetül Sehmi başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor, hey gidi günler diyordu. Hüzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, hey gidi günler diyordu. Ammar yerdire yerdire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor, hey gidi günler diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, hey gidi günler diyordu. Onlar hey gidi günlerdi.
Çünkü o günlerde müminler tırmanma şeridinde sürekli olarak tırmanıyorlardı. Hiç bir şeye gönül kaptırmadan, başka hiç bir şeye dil beste olamadan, turnikeye önce girmenin hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakkı temettü aramadan sadece hizmet diyor ve yürüyorlardı. Hey gidi günler. Hey gidi günler diyorlardı. O çile günlerine, o ızdırap günlerine çünkü o günlerin içinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza yoktu. Çünkü o günlerde büyüklük yoktu. Çünkü o günlerde herkes küçüktü. Çünkü o günlerde herkes neferdi. Çünkü o günlerde abilik yoktu. Çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “kün indel nasi ferden minel nas” vardı. İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol vardı. Ah nankör nefsim. Sen de ye gidi günler deyeceksin. Kafanda hiç öyle duygular ve düşünceler yoktu. Dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten sonra iki yerde de derse akşam iştirak ediyordun. Bir Cumartesi pazarı da burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin ve Pazartesi de derslere de yetiştirme senin. Ama alınmıyordun. Gönül koymuyordun. Dinleyen yok diye üzülmüyordun. Tesir etmiyorum diye müteessir olmuyordun. Hey gidi günler ne kadar arkada kaldınız. Bizden ne kadar uzaklaştınız. Biz ne kadar büyüdük hey gidi günler. Hey gidi günler siz ne kadar küçük kaldınız.
Ah eyyamullah, ah peygamber günleri, ah hizmet günleri, ah cihad günleri, ah başka mülahazalar içine girmediği günler. Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestane Pazar’ındaki tahta kulübeciğim içinde kaldınız. Ah tahta kulübem her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük sen ne iyiydin. Arkadaştık seninle. Hey gidi günler. İlki değiliz sonu da olmayacağız hey gidi günler. İmamlık makamında ağlaya ağlaya namaz kıldırılan günler. Kuran okurken kalp duracak hale geldiği günler, hey gidi günler. Uhuvvet sevgi, yürekten alaka bir biriyle fertler sarmaş dolaş olurken dışardan gelenlere aman Allah’ım bu ne kardeşlik, bu ne uhuvvet dedirttiği ey gidi küçük günler. O kadar büyüdük ki eğilipte sizi tanıyamıyor sizi göremiyoruz. Biz büyüdük Everes tepesi olduk, ah küçük günler sizler Lut gölü gibi zeminden iki yüz metre aşağıda kaldınız.
Ah yıkılası ağbilik. Ah yıkılası saltanat. Ah yıkılası makam mansıp sevgisi. Ah yıkılası şirk ifade eden, yaptım, ettim, çattım, kurdum, verdim, ettim, eyledim. Haşaaa! Haşaaa! Ve kella. Yapan oyudu, eden oyudu, eyleyen oydu. Hey gidi günler böyle düşünüyorken nerelere düştük. Düşünüyorken düşlere takılıp kaldık. Düşünüyorken sürçtük. Hey gidi günler. Nesibe gibi aydındı günlerimiz. İbni Hüzafe gibi yürektendi. Babasının evinden kovulduğu zaman çok şükür resulullaha gitme yolunu buldum deyen Hüzeyfe kadar mesuttu. Hamza’nın günleri kadar fütursuz pervasızdı. Ali’nin günleri kadar ten sevdasından, ceset sevdasından, rahat ve rehavetten uzaktı...
SİNEĞİN HAYALİ
Sineğin biri kendini fevkalâde bir şey sanırdı.
Kendi kendine: "Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz." derdi. Bir gün bir eşeğin sidiğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı.
"İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım." diye karar verdi kendi kendine gururlandı koltuklarını kabarttı.
Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse, imanını tazele, yalnız bu sadece dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir, çünkü heva iman kapısının kilididir.
Kalemin rüzgardan kağıdın sudan olursa ne yazarsan yaz derhâl yok olur.






ŞİİR.....
Şaşarım o kimseye ki, kalıbıyla kibirlenir.
O ki, doğmadan önce fasid bir menidir.
Bugün hayatta güzeldir, fakat yarın ölünce,
Olur kabrinde murdar bir cife
Arkadaşımız vardır, muhalefet etmeğe Haris’tir.
Hatası pek çoktur, sevapları ise azdır.
İnatçılıkta pislik böceğinden beterdir,
Yürürken de kargadan daha kibirlidir.
Dedim ki “benzerim yoktur” deyip kibirlenene
“Niçin tevazu göstermezsin, bakarak çıktığın yere!”
Ey kibirli ki, olmaz Allah’a ram,
Biz balçıktanız, olsun sana selam.
Bu dünya hayatı boştur, fanidir,
Değil mi ki, ölüm var, herkes müsavidir.

 

Elif_Gibi

Well-known member
* Amr İbnu Şu'ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kıyamet günü, mütekebbirler küçük karıncalar gibi haşrolunurlar. Onları her yönden zillet bürümüştür. Cehennemde Bûles denen bir hapishâneye sevkedilirler Ateşlerin ateşi onları bürür. Cehennem ehlinin irinleri kendilerine içecek olarak verilir. Bu içeceğe tînetu'l-habâl denir." .


Allah cc muhafaza etsin...

Allah cc razı olsun kardeşim
 
Üst