Kulluk

mihrimah

Well-known member
اَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ اِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ اِذْ قَالَ لِبَنيه
ِ مَاتَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدى قَالُوا نَعْبُدُ اِلهَكَ وَاِلهَ ابَائِكَ اِبْرهيمَ وَاِسْمعيلَ وَاِسْحقَ اِلهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ

Bakara / 133. Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.

صِبْغَةَ اللّهِ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُون

Bakara / 138. Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).

قُلْ اِنَّ صَلَاتى وَنُسُكى وَمَحْيَاىَ وَمَمَاتى لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ

En’am / 162. De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّى يَاْتِيَكَ الْيَقينُ

Hicr / 99. Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونى اَسْتَجِبْ لَكُمْ اِنَّ الَّذينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتى سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرينَ

Mü’min / 60. Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Zariyat / 56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
HADİS...
* Abdullah İbnu Muâviye el-Gâzirî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdu: "Üç şey vardır. Kim onları yaparsa imanın tadını alır: Sadece Allah'a kulluk eden, Allah'tan başka ilâh olmadığını bilen, her yıl gönül hoşluğuyla zekâtını veren! Zekâtını da yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz, küçük hayvanlardan vermez, aksine mallarının orta hâllilerinden verir. Zira Cenab-ı Hakk ne en iyisinden vermenizi emretmiştir, ne de en adisinden olana râzı olmuştur."
* Ubeyd İbnu Umayr anlatıyor: "Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabına sordu. "Şu âyet kimin hakkında nazil olmuştur? "Sizden herhangi biri arzu edermi ki, hurmalardan, üzümlerden kendisinin bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun. Fakat ona ihtiyarlık çöksün, aciz ve küçük çocukları da olsun, derken o bahçeye içinde bir ateş bulunan bir bora isabet etsin de o, yanıversin? (Bakara, 266). Cemaat: "Allah ve Resûlü daha iyi bilir" cevabını verdi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu cevaba kızdı ve: "Biliyoruz veya bilmiyoruz" deyin dedi.
Bunun üzerine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Bu hususta içimden bir şeyler geçiyor ey müminlerin emiri" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh) ona: "Ey kardeşimin oğlu söyle onu, kendini küçük görme" dedi. İbnu Abbas: "Bu, bir iş için misal olarak verilmiştir" deyince Hz. Ömer: "Hangi iş için?" diye tekrar etti. İbnu Abbas da: "Zengin bir kimsenin işi için, öyle ki bu zengin Allah'a kulluk ve itaatini yerine getiriyordu. Sonra Allah ona şeytanı gönderdi. (Zengin onun iğvasına kapılarak günahlar eşledi ve sonunda bütün (salih) amellerini batırdı."
* Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Boynumda altundan yapılmış bir haç olduğu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Bana: "Ey Adiy boynundan şu putu çıkar, at!" dedi ve arkadan şu ayeti okuduğunu hissettim: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 31).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla: "Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah'ın haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl addediverdiler, (Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram edince hemen haram addediverdiler."
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "O şehrin en uç, (kenar)ından koşarak bir adam geldi: "Ey kavmim, dedi, uyun o gönderilmiş olanlara; uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidayete ermiş (zâtlar)dır. Ben beni yaratana neden kulluk etmiyecekmişim? Siz (hepiniz) ancak ona döndürü(lüp götürü)leceksiniz. Ben O'ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer O çok esirgeyici (Allah), bana bir zarar (yapmak) isterse onların (iddia ettiğiniz) şefaati bana hiçbir fâide vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar. Şüphesiz ben o takdirde mutlak apaçık bir sapıklık içindeyim (demek)dir. Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun. (Ona): Gir cennete, denildi. (O da): Ne olurdu dedi, kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını, beni (cennetle ikrâm) edilenlerden kıldığını"(Yâ-Sîn, 20-27) meâlindeki âyetler hakkında şu açıklamada bulundu: "Bu zât hayatında da, ölümünde de kavmine nasihatta bulundu."
* İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissâlatu vesselâm), seferden dönerken, uğradığı her tümsekte üç kere tekbir getirir, arkadan da: "Lâ ilâhe iIlaIIâhu vahdehu Iâ şerike Ieh, Iehü'I-mülkü ve Iehü'I-hamdü ve hüve aIâ külli şey'in kadir. (AIIah'tan başka ilah yoktur. O tekbir, ortağı yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadır. O herşeye kadirdir) dönüyoruz, tevbe ediyoruz, kulluk ediyoruz, secde ediyoruz, Rabbimize hamdediyoruz. AIIah va'dinde sâdık oldu, kuluna yardım etti. (Hendek Harbi'nde) müttefik orduları tek başına helâk etti" derdi.
* İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Şu ayet indiği zaman (mealen): "İman edip güzel işler yapanlar, haramdaan sakınıp iman ederek güzel işler yaptıkları, sonra yine haramdan kaçınmaya devam edip imanlarında sebat ettikleri, sonra da takvayı kalplerinde iyice kökleştirip iyilikte bulundukları takdirde, onların, haram şeyleri, henüz haram kılınmazdın önce tatmış olmalarından dolayı üzerlerine bir günah yoktur. Zira Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunannları sever" (Maide 93) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana: "sen bunlardan birisin" buyurdu."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim, Allah'a herhangi bir şerik koşmadan tam bir ihlâs yani Allah'ın birliğine iman, O'na hâlisane kulluk, namaz ve zekat vazifelerini yapma hali üzere dünyayı terkederse, Allah kendisinden razı olmuş halde ölmüş olur." Hz. Enes radıyallahu anh devamla der ki: "İşte bu hal, peygamberlerin hepsi tarafından getirilmiş olan (ve Allah indinde makbul olduğu Kur'an'da belirtilen (Âl-i İmrân 19)) gerçek dindir. Bu dini, peygamberler, Rablerinden alıp beşeri hevâya dayanan (felsefi nazariye ve) iddialar ortalığı kaplamazdan önce, insanlara tebliğ etmişlerdi.
Bu hakikatı tasdik eden Kur'ânî nasslar mevcuttur. Bilhassa en son inen (suredeki) şu ayet onlardandır: "Eğer (o müşrikler) tevbe eder, -Enes der ki: "Tevbeden murad putları ve onlara tapmayı bırakmaktır- namazlarını dosdoğru kılar ve zekâtlarını verirlerse siz de onları serbest bırakın. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" (Tevbe 5). Bir diğer ayette şöyle buyrulmuştur: "Eğer tevbe eder, namazlarını dosdoğru kılar ve zekâtlarını verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir" (Tevbe 11).
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ey Ebu Hureyre, verâ sahibi ol (harama götürme şüphesi olan şeylerden de kaçın) ki insanların Allah'a en iyi kulluk edeni olasın! Kanaatkârlığı esas al ki insanların Allah'a en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki (kâmil) mü'min olasın. Sana komşu olanlara iyi komşuluk et ki (kâmil bir) müslüman olasın. Gülmeyi az yap, zira çok gülmek kalbi öldürür."


TEFSİR...
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Zariyat / 56. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Hatırlatılması gerekli olan vazifenin esasının ne olduğuna gelince; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım. İşte hatırlatılması gereken vazife budur. Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah'ı tanıyıp ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi edilmiş olur, onun için azabı hak eder. Bazıları "bana ibadet etsinler diye..." ifadesinde "beni tanısınlar diye" şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun mânâsı da "Beni mabud tanısınlar." demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler demeye gelir. İbadet ve kulluk, isteyerek yapılan fiillerden olarak istenen fiil oldukları için bazılarının bunu yapmaması insan ve cin cinsi için en mükemmel gaye olmasına aykırı olmaz. Bundan yüce Allah'ın muradının geri kalmış ve yerine getirilmemiş olması mânâsının çıkarılması da gerekmez. Çünkü bu gibi yerlerde, Fıkıh bilginlerinin dedikleri gibi "Hikmet,fertlerin herbiri itibarıyla değil, cins itibarıyla göz önüne alınır."
Kısaca bunun mânâsı ibadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin salih kullardan olmasını tekdir eyledik, demek değildir.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ...
Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma ma’nâlarına gelen ibâdet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı ma’nâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lâfızları gibi ma’nâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.
İbâdet, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme ma’nâlarına gelmesine mukabil, ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibâdette bulunana “âbid”, ubûdiyette bulunana “abd” denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir. “Fâtiha Üzerine Mülâhazalar”ın ilgili bölümü, daha farklı şeyler de hatırlatabilir.
Ayrıca, ibâdet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle edâ edilen, havf ve recâ derinlikleri olan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün malî ve bedenî mükellefiyetler birer ibâdet; îfâsında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbn-i Fard da:
“-Seyr-i sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibâdet-i hâlisemle gerçekleştirdim” sözleriyle bu farka işaret etmektedir.
Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibâdeti avamın kulluğu, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının îfa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirme şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücâhede insanının işi, ikincisi aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.
Bir diğer tevcihle, yukarıda sözü edilen hususların hemen hepsini “İbâdet-i zâtiyye-i mutlaka” ve “İbâdet-i sıfatiyye-i mukayyede” ye ircâ edenler de olmuştur. Bunlardan birincisi; sürekli, Hâlık-mahlûk, abd-Ma’bûd, Görüp-Gözeten, görülüp-gözetilen, münasebetlerinin şuurunda bulunma; duygu, düşünce, tavır ve davranışlar itibariyle hep bu ruhu temsil etme ve hep bu ma’nâya kilitli kalma; ikincisi de, bu icmâli tafsil etme, bu ma’nâyı canlandırma ve bu duyguları, bu düşünceleri irade ile renklendirme diye ifade edebiliriz ki; bu da irade, azim, niyet ve hulûsa göre aşağıdaki bölümlere ayrılır:
a- Sırf cennet arzu ve iştiyakiyle îfa edilen ibâdetler.
b- Cehennem korkusu ve endişesiyle yerine getirilen sorumluluklar.
c- Mehâbet, mehâfet ve muhabbet duygusuyla edâ edilen vazifeler.
d- Abd-Ma’bûd, Hâlık-mahlûk münasebetlerinin gereği olarak temsil edilen hizmetler.. bazıları, bunlardan birincilere “Tacirân”, ikincilere “Bendegân”, üçüncülere “Sâdıkân”, dördüncülere de “Âşıkân” demişlerdir. Bir ölçüde bu tasnife ışık tutması bakımından, Râbia Adeviyye’nin: “Ya Rab, kurb-i cemâline yemin ederim ki, ben Sana ne cehennem korkusu ne de cennet arzu ve iştiyakiyle ibâdet etmedim.. ben, Sen Sen olduğun için Sana ibâdet ettim” sözleri oldukça mânidardır.!
Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Esasındaki sürekliliği itibariyle onu aşan ve onun önüne geçen, fakat sürekli olmayan en büyük İlâhî payelere bile bir ma’nâda fâikiyeti vardır.. fâikiyeti vardır ki, Allah O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce òŸÓ»ÚœÔÁÔå demiş, sonra ò—Ó”ÔˉÔÁÔå sözüyle o mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Keza, O “Şeref-i Nev-i İnsan”ı O “Ferîd-i Kevn-i Zaman”ı miraç adı altında gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına: ò«Ó”Ú—¢È†»ğŸÓ»ÚœğÁğå (İsrâ, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu husûsi fâikiyetine işaret buyurmuştur. Hele, bu gök yolculuğunda, mekânın lâmekân olduğu, cânânın o mübârek cisme cân olduğu ve “Subuhât-ı Vech” şualarının hoşâmedî televvünüyle her yanı sardığı o muhteşem istikbâlde, binbir tebcil arasında kulluğun çekilip öne alınması, alınıp†“ -kuluna vahyetti ha vahyetti” (Necm, 53/10) denmesi ne mânidardır!
Hz. Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:
-Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.”
Bazıları ibâdet ve ubûdiyete daha farklı ma’nâlar da yüklemişlerdir:
* Kulluğunu tam tekmil yerine getirirken bile, kusurlarının şuurunda olup onlarla ürperme.
* Başlangıçta kusursuz bir teşebbüs ve iradenin hakkını verme, neticenin değerlendirilmesinde de kendi havl ve kuvvetinden teberrî etme. Allah’ın ezelî ve ebedî rubûbiyetine karşı hayatın bütün sâniye ve sâliselerini kulluk şuuru ile bezeme.
* Bütün vücudî şeyleri, O’nun varlığının ziyasının gölgesi bilip onları gasp ve temellük edip övünmeme, yokluklarla da miskinleşmeme.
* Her zaman vicdanda ona intisap şerefinin duyulması ve başka pâyelerle şeref ahz u atâsının da nisbetsizlik ve nesepsizlik sayılması.. gibi hususlar bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, diyebiliriz ki, kulluktan daha yüksek bir pâye ve bir mansıp yoktur. Eğer varsa, o da yine kulluğun bir buudu olan hürriyettir. Mübtedîler için duyulup hissedilen, müntehîler için yaşanıp zevk alınan, Allah’la münasebetlerin ve O’nunla irtibatlanıp mukayyed bulunmanın dışında herşeyden kalben tecerrüd etme ma’nâsına hürriyet. Zannediyorum insanın mücehhez bulunduğu değerler itibariyle de gerçek hürriyet, işte bu hürriyettir.
Bu ince hususa dikkati çeken bir Hakk dostu:
“-Ey oğul, zincirleri çöz ve âzad ol! Altın ve gümüş ağı içinde daha ne kadar zaman kalacaksın!” der.
Ayrıca Cüneyd-i Bağdadî de: “Kul, Allah’dan başkalarının esâretinden sıyrılmadıkça gerçek kulluğa eremez” tembihinde bulunur.
Bir başkası, bir adım daha atarak, duygu, düşünce, tavır ve davranışların müstetbaatının bile ağyara kapalı olmasını salıklar ve şöyle seslenir:
“-Eğer nâmus davulunu çalmak istersen, yıldızlar çarkından geç; zira, bu zillerle mâlemâl çember, bir rüsvaylık defidir.”
KULLUK ŞUURUNDA MÜKEMMELLİĞİ YAKALAMA
Soru: Sohbetlerinizde sık sık kulluk şuurunda mükemmelliğin yakalanmasından bahsediyorsunuz. Bu ne demektir ve buna nasıl ulaşılır?
Tarih boyu hemen her yenilenme (tecdit) döneminde, kullukta mükemmelliğin yakalanması söz konusu olmuştur. Mükemmeli bulma, şahıstan şahısa, durumdan duruma değiştiğinden dolayı da bu, bir mânâda izafî kabul edilebilir. Ama mükemmel kulluk adına ille bir ölçü söylenmesi gerekiyorsa; bunu, emir ve yasaklara saygı ve sadakat dairesinde kalarak Allah nezdinden gelen vâridlerin insan gönlünde hissedilmesi ve kulluğun, nazarî bilginin üstünde keşfen ve zevken de duyulması şeklinde bir ölçü ile özetleyebiliriz. Aslında kulluk adına hepimiz yapılması gerekli olan şeyleri biliriz ama, onların zamanla kalbimizde inkişaf edip bir de zevken, keşfen kendini hissettirmesi meselesi vardır ki, bu tamamen, her şahsın bu hususta biraz kendini zorlamasıyla alâkalıdır. Kendilerini okumaya yanaşmayan insanların üzerlerindeki bu türlü vâridleri hissetmeleri de söz konusu değildir.
Meselâ, namaz nedir? Nezd-i Ulûhiyette ne ifade eder? Kalbte duyulması nedir? Evet kalbte kemmiyetsiz, keyfiyetsiz Zât-ı uluhiyet duyuluyorsa -Allah kelimesini bilhassa kullanmıyorum- evleviyetle en kâmil peygamberin, en kâmil ümmetinin en kâmil ibâdeti, hatta neredeyse iman derecesine yükseltilen namaz, kendine mahsus çizgileriyle insanın vicdanında duyulmalıdır. Bu ise ikinci bir bilgi veya bilginin marifete dönüşmesi ile mümkün olur. Allah hakkında "bir yaratıcı" vardır demek başkadır; zamanla ibadet ü taat, evrad u ezkârla aynı bilginin bir kalb kültürü haline gelmesi tamamen başkadır.
İnsanlığın yaratılışından gaye, insan-ı kâmil olmaktır. "Ve mâ halaktü'l-cinne ve'f-inse illâ liva'büdûn; Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım."ayet-i kerimesinde, yaratılışın esas gayesi anlatılırken "ibadet" kelimesinin kullanılması mânidardır. İbadet deyince bizim ilk aklımıza gelen namaz, oruç, zekat, hac nevinden yaptığımız ameller olur. Oysa kelimenin iştikakından istifadeyle yapılacak bir tahkikle meseleye daha farklı yaklaşıldığında görülür ki, ibadet, Allah yolunda duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan şeylerin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşmesi ve yaşanan bu yolun şehrah haline gelmesi demektir. Evet aynı güzargahta sürekli çalışan bir şoförün, o yolun hangi km.sinde kavis, viraj vs. olduğunu çok iyi bilmesi gibi insanın, kulluğu o şekilde duyması, yakından tanıması ve kulluk yolunun insanı şaşırtmayacak kadar işlek bir yol haline gelmesini sağlaması da çok önemlidir. Araplar bu hususu ifade sadedinde, ibadet kökünden gelen bir kelimeyi kullanarak "tarîkun muabbed; işlek yol" tabirini kullanırlar.
Burada, İbn-i Abbas "liyâ budûn" için "liya'rifûn; tanısınlar, marifete ulaşsınlar" şeklindeki tevcihiyle farklı bir noktaya dikkatleri çeker. Bu ibtidaî bir Allah bilgisi anlamının ötesinde o bilgi üzerine bina edilerek işlek hale getirilmiş bir kulluk yolu demektir. Evet kulluk bir yoldur; insan o yolda olmazsa O'na varamaz. Öyleyse varılacak yol da onun içindedir. Yani sebep zikrediliyor, müsebbep murad ediliyor; yol gösteriliyor, o yolla yürüdüğün zaman varacağın hedefe işaret ediliyor. Bu açıdan denebilir ki, ciddî kulluk yolunda olan bir insanın, marifet ufkuna ulaşması da tabiî hatta zarurîdir.
Diğer bir yaklaşımla, esas ulaşılması gerekli olan "liya'rifûn" ufkudur ya da o ufku, herkesin kulluğu derecesine göre duyup hissetmesidir. Bunu bir başka ifade tarzıyla, insanın önce kendi kulluğunu duyması, sonra Mabud-u Mutlak'ın, mabudiyete istihkakını bilip sürekli onun karşısında olduğunu hissetmesi de diyebiliriz. Bu konuda sunîliğe girilmemesi bir esastır. Efendimiz'in duyduğunu, Hz. Ebu Bekir’in duyması, Hz. Ebu Bekir’in duyduğunu Abdülkadir Geylani’nin duyması mümkün değildir. Muvakkaten Bediüzzaman'ın iç alemine nüfuz imkanı olsaydı ve namaz kılarken, Rabbin huzurunda neler duyduğu tesbit edilebilseydi, zannediyorum kendimizden utanırdık. Bereket Allah bize büyüklerin namazlarını duyurmamış!. Yoksa kendi namazlarımızı değersiz bulur, kaldırır bir kenara atardık. Onların namazı, mehabet altında, yerinde ezilme, yerinde eğilme, içinde boyunduruklar dönüyor gibi halden hale girme ve rengi-benzi atmalar içinde gerçekleşir. Onların bu derinlikteki kulluğu bir kahramanlık, başkalarının onları taklidi ise bir sahtekarlıktır. Bu gibi hususlarda artistliğe girilmemeli; herkes kendi olmalı ve karakterini sergilemelidir.
Yukarıda kişinin her lâhza kul olduğunu duymasının yanında, Hz. Mabud-u Mutlak'ın ve Mabud-u Mustahakk'ın o işe istihkakını da her lahza duyabilmesi demiştik. Bunu biraz açmak icap edecek; mesela, kıyamdasınız. Kıyamımı derinleştirme imkanım olsaydı Rabbimin karşısında, bana yakışan, hiç sesimi çıkarmadan bütün bir ömür böyle durmaktır. Bunu yapmam mümkün değil ama, yapsam bile birçok eksiklerim olduğu muhakkaktır. Bunca eksikliğe rağmen keşke, bir taraftan gözümün ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılıp kapı aralığından O'nu temaşa edebilsem, O'nu duysam, diğer yandan da o işi en kâmil mânâda eda etmeye çalışsam; işte o zaman belli ölçüde ona yönelmiş sayılırım.
Bir başka yaklaşım da; belki ben böyle çok kamilâne bir ubudiyet mülâhazam içinde ve tam bir kul olma şuuruyla Rabbimin huzurunda duruyorum ama, bu meselenin bana ait yanları çok su götürür ve kim bilir ne kadar eksiklerim var..? Burada önemli ayrı bir husus daha var ki o da kim ne kadar derin kulluk yaparsa yapsın, Allah'ın buna ve bunun çok üstünde istihkakının olduğudur. İşte insanın vicdanında bunu duyması kullukta kemalin bir başka buududur.
Rükîi da benzer mülâhazalarla rükûu gerçekleştirme.. ve bana ne kadar yakışıyor; her şeyin karşısında iki büklüm olması da Sana ne kadar yakışıyor... Keza secde de bana ne kadar yakışıyor ve Sana ne kadar muvafık... ve diğer rükünlerde de aynı mülâhazalar. Bunun, küçük bir emaresi de var; başını secdeye koyduğun zaman, başını kaldırmayla da memur olduğundan dolayı kaldırmaya yönelme hissiyle ancak kaldıracaksın. Yoksa hiç de başımı kaldırmak içimden gelmiyor. Eğil diyorsun, eğiliyorum; eğiliyorum ama, gerçekten eğilmesi gerekli olan Zât karşısında bir durumsa şayet bu, işte burada sonsuza kadar durulur. Fakat ne yapayım ki, Sen başını kaldır diyorsun, ben de ona uyarak kaldırıyorum. Aynen Efendimiz (s.a.s)'in namazdan kerhen ayrılıp hanımlarının yanına kerhen gitmesi gibi. Allah Rasulünün şu mübarek sözleri de bizler için yakalanması gereken bir hedeftir: "Sizin cismaniyetiniz ve bedeniniz itibarıyla hemcinslerinize karşı duyduğunuz şehveti ben, namaza karşı duyuyorum'..
KULLUK
Bana en zor gelen şey kulluktur. İnanın, Allah’a kulluğunun yanında, motor yapmak, bilgisayar icad etmek, hattâ gökyüzüne uydu göndermek çok daha basittir. Bu tesbit size tuhaf gelebilir. Ama vicdanî tecrübelerime dayanarak kat’i olarak ifade ediyorum ki, kulluk çok ama çok zordur. Kalbinizi tamamıyla Allah’a verdiğiniz anda bile, bir sürü zikzak ve bir bulanık düşüncenin kalbinizi kemirdiğini görürsünüz. “Aman Allah’ım! Sana, sadece Sana sığınırım. Bizi kendine kul, Rasûlüne ümmet olanlardan eyle.”
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE...
UBUDİYET
Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi; insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihet-ül vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlîktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk'a, kesretten vahdete, müntehadan mebde'e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisaldir. Nasılki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi bir tek meyve gibi zayi' olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihet-ül vahdetini tutmakla beraber ağacın bekasına ve hakikatının devamına vasıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-ı külliye-i daimeye, bir ömr-ü bâki içinde mazhar oluyor. Öyle de: İnsan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fâni, hem ademe düşer. Hem mânen kendini îdam eder. Eğer lisan-ı Kur'andan kalb kulağıyla âman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyyetin mi'racıyla arş-ı Kemâlâta çıkabilir. Bâki bir insan olur.
UBUDİYET EMR-İ İLAHİYEYE BAKAR
Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi, rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartiyle, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmiyerek verilen semereler, ubûdiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubûdiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül Kebîr'i, o faidelerin bazılarını maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki: O faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmiyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, Aktabdan ve Selef-i Sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hatta inkâr da eder.
MEŞGALELER İBADETE ENGEL OLMAMALIDIR
İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubûdiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: "Siz ubûdiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubûdiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubûdiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it'amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubûdiyeti terketmeyiniz!" Eğer bu mânâ olmazsa Cenab-ı Hakk'a rızık vermek ve it'am etmek muhaliyeti bedihî ve malûm olduğundan, i'lam-ı malûm kabilinden olur. İlm-i Belâgat'ta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: "Sen hâfızsın." O, malûmunu i'lam kabilinden olur. Demek maksud mânâsı budur ki: "Ben senin hâfız olduğunu biliyorum." Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.
İşte bu kaideye binaen, âyet Cenab-ı Hakk'a rızık vermeyi ve it'am etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ şudur: "Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubûdiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir."
UBUDİYETTE REKABET OLMAZ
İ'lem Eyyühel-Aziz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tenbel olan adam çalışkanı sever. Zaîf olan kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umûr-u diniyeye ve a'mal-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlası kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlas ile ibtal eder. Çünki sevab i'tasında ve ücret aldığında, nâsı Rabb-i Nâs'a şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.
FARZLARI YAPMAKLA DİĞER MUBAH İŞLER SEVAP OLUR
Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç nümune:
1- Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün, Eskişehir'deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: "Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki, milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz."
2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber'i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip, kebairden çekilmek şartıyla; bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünki: On saatlik bir yolu bir saatte kestirmeğe vesile olan tren yolunda çalıştığından mü'minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.
3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir'de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: "Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet; hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde îman nuru bulunsun ve îmanın lâzımı olan namazı ifa etsin.
4- Hem Barla, hem Isparta, hem Emirdağ'da çobanlara derdi: "Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ, bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız, siz farz namazınızı kılınız, tâ hizmetiniz Allah için olsun."
5- Yine bir gün, Eğirdir'de, elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: "Bu elektriğin umum millete büyük menfaatı var. O umumî menfaattan hissedar olabilmeniz için, farzınızı kılınız... O zaman bütün sa'yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer." demiştir.
Bu neviden onbinler misaller var.
UBUDİYETİN ÜCRETİ
İ'lem Eyyühel-Aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddemesi ve vesilesi değildir. Meselâ: İnsanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da, Îmanın i'tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir. Evet nasılki midenin i'tasıyla bütün mat'umat i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i'tasıyla da, âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i'ta edilmiş gibi telakki ediliyor.
Ve keza nefs-i insanînin i'tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezalik Îmanın i'tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülâzım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.

 
Üst