Marifetullah

mihrimah

Well-known member
يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

Bakara / 269. Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.

هُوَ الَّذى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ ايَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذينَ فى
قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَاْويلِه وَمَا يَعْلَمُ تَاْويلَهُ اِلَّا اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ امَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّناَ وَمَا يَذَّكَّرُاِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

Al-i İmran / 7. Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

اَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ انَاءَ الَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْاخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّه قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَايَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُواالْاَلْبَابِ

Zümer / 9. Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.

وَمَا يَتَّبِعُ اَكْثَرُهُمْ اِلَّا ظَنًّا اِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنى مِنَ الْحَقِّ شَيًْا اِنَّ اللّهَ عَليمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

Yunus / 36. Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.

قُلْ مَنْ رَبُّ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ قُلِ اللّهُ قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِه اَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الْاَعْمى وَالْبَصيرُ اَمْ هَلْ تَسْتَوِى الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ اَمْ جَعَلُوا لِلّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِه فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ

Rad / 16. (Resûlüm!) De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir.
HADİS…
* Ebû Hüreyre radiya'llahu anh'dan Resûlullah salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Ashâbım: Size Yemen hey'eti geldi. Yemenliler gönül zarları çok ince, gönülleri çok yumuşak insanlardır. Îman Yemenlidir. (Allah bilgisi ve korkusu olan) hikmet de Yemenlidir. İftihar ve kibir, azamet deve sâhiblerindedir. Sükûnet ve tevâzu' da koyun sâhiblerindedir.
TEFSİR…
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Bakara / 56. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki şükredesiniz.
Nitekim şöyle buyuruluyor: bir müddet sonra sizi ölümünüzün ardından yeniden dirilttik, adeta b'asü ba'del mevt (öldükten sonra dirilmeye)e mazhar ettik. Önceki yıldırım çarpması bir ölüm ise, bu da hakikaten yeniden dirilmek demek olacaktır. belki buna şükredersiniz.
Bu olayın, zikr olunan öldürme olayından sonra mı veya ondan önce ve hemen öldürme emrini müteakip mi meydana geldiği hakkında iki görüş zikr ediliyor. Her ne olursa olsun, âyetten şu anlaşılıyor ki, bu yıldırım çarpması, bir kavmin yok olması mesabesinde bir musibet ve ondan kurtuluş da o kavmin tekrar hayatı, öldükten sonra yeniden dirilmesi anlamında büyük bir nimet imiş, bu belanın sebebi de açıktan açığa görmeyince Allah'a iman etmemek ve Hz. Musa'ya inanmamak iddiası olmuştur. Onları o durumdan kurtarmak ise sırf Allah'ın yardımı olarak ayrıca zikredilmiştir. Bunu yapanlar, elbette İsrailoğulları'nın hepsi değildi. Bu iddia üzerine mîkatta yıldırıma yakalananlar seçilen yetmiş kişi idi. Böyle olduğu halde âyette gerek iddia, gerek musibet, gerekse kurtuluş nimeti hatta Kur'ân'a muhatap olanlar dahi buna dahil olarak bütün bir kavme nisbet olunuyor. Şüphe yok ki bunun hikmeti, bütün bir millet arasında müşterek sorumluluk meselesi, hatta Âdemoğulları arasındaki hilafetin gereğidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu değil iken bunun böyle olması gösteriyor ki, ilahî hukuk olan umumî vazifeler konusunda, farz-ı kifaye maddelerinde fert bahis konusu değil, yalnızca cemaat, bizzat ümmet bahis konusudur. Bunun iyisinde, kötüsünde herkes müşterektir. Sonrakiler öncekilerin ve herkes birbirinin vekilidir.
Bu kadar gerçekleşmiş nimetlerden sonra "Allah'ı görmeden sana inanmayız." diye Hz. Musa'ya isyan etmek ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet marifetullah (Allah'ı bilme) meselelerinin en mühimlerinden birini ve sonra insanların alçalış ve yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını bir cümlede hatırlatıvermiştir. Gerçekten de insanlar terakki edecekleri zaman görüşleri ve kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca gözleri önünde duran görüntülere bağlanıp kalmaz akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın hakikatına iman ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz, kalbleri körlenir, gözleri görülebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye inanmazlar, inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan sakınmazlar, gelecek felakete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki felaket gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder. Böyle, maddeden başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayanlar, inanmak istemeyenler sopasız yürüyemeyen körlere benzerler, tapacakları mabutlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Bunların gözünde maneviyat, mâkulat, mücerredat yani maddî olmayan her türlü soyut değerler, evham cinsinden sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden şeylerden putlar ararlar bulamazlarsa yaparlar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar; çünkü insanlarda ibadet ihtiyacı doğuştan, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. Bundan kurtulamazlar. Fakat hakiki mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca, gözlerinin tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler, hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında bir buzağı ararlar.
İsrailoğulları'nın bir kısmı da gerek Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya herhangi bir sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları dolayısıyla Hz. Musa'ya "Allah'ı açıktan açığa görmeyince sana inanmayız." diye diretmişler, akılsızlıklarından kendilerini Musa ile bir tutup, "Sen konuştum, kitap getirdim, diyorsun ya! Haydi bize de göster!" diye isyana cür'et etmişler ve bununla Allah'ı bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişler ki, bu imkansız ve muhal idi. Bütün gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl yürütmelerine kafi gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp kalmışlar. Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti bir harika olarak gelmiş ve bu musibetten de yine bir harika olarak ve Allah'ın rahmeti sayesinde kurtulmuşlardır. Bizzat Allah'ı göremedilerse de başka mabutların yapamayacağı cezayı yakından görerek akılları başlarına gelmiş, görmeden inanmanın büyük önemini o zaman biraz takdir etmişler de bütün kavim bu sayede yeniden dirilmiş ve kurtuluşa ermiştir. Bu büyük ve derin nimet ve ders de bu çağırışta böyle iki veciz âyetle dile gelmiş ve hatırlatılmıştır ki, bundan kitaplar yazılır. Gerçekten de Cenab-ı Allah görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini görebilecek gözler yaratmaya da kadirdir. Lakin ona bu gözler dayanmaz ve görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada yararımız O'na gıyabında iman etmek, aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
ALLAH'IN MA'RİFETİNE İHTİYAÇ
İnsanlar ve cemiyetler tedricî olarak büyüdüğü gibi, düşünce ve fikirleri de elde ettikleri malumatlarla tedricî olarak gelişir. Biraz öğrenilir, sonra biraz daha öğrenilir, adım adım merhale katedilir.
Cemaatlerin hep aynı seviyede kalmaları, hep aynı şeyleri okuyup aynı şeyleri dinleyerek malumatta, fikirde, tahlil ve terkipte bir adım ileriye gidememeleri, Allah indinde ve Resûlullah nazarında makbul bir durum değildir.
Her duyuşumuz, her bilişimiz, her sezişimiz bizi, adım adım ileriye götürmüyor, fikren ve kâlben inkişafımıza vesile olmuyorsa; hâlâ katı bir kâlbimiz ve neşv ü nemâ bulmayan duygularımız varsa; okuduğumuz ve işittiğimiz şeylerin bize fayda vermediğine inanabiliriz.
Camiye gelip vaizin rahle-i tedrisinde diz çöken, Kur'ân'dan lemean eden hakîkatları okuyup, okutmayla meşgul olan cemaat, geçen zamanla mütenasip, okudukları ve duydukları şeyleri aile muhitlerine, çocuklarına ve yakınlarına hâlleri ve dilleriyle anlatabilecek duruma gelmişlerse; okuyup, duydukları şeyler fayda etmiş ve mesafe katedilmiş demektir. Hâlâ başkalarının heyecanlarını yaşıyorlar ve kendi içlerinde meydana gelen heyecanlarla çoşup taşmıyorlarsa; okudukları cilt cilt kitaplar ve dinledikleri va'z u nasihatlar hiçbirşey ifade etmemiş ve hiç bir fayda temin etmemiş demektir.
Biz devamlı olarak hamleler, sıçrayışlar ve tarfeler içinde bulunmaya mecburuz. Hayat mütemadî hamleler ve sıçrayışlar ile ma'nâsını bulur.
Allah, kâinatı yaşanılır hâle getirdikten sonra hayatı ihsan etti. Bidayette kâinat, atomların infilakı, birbiri içine girmesi, dağılması, tahlil ve terkiplerle kaynaşmasından ibaretti. Neticede, Cenâb-ı Hakk insanın ve diğer canlıların yaşamalarına müsait mekanı hazırlayıp hayatı verdi.
Demek ki, insanın da bidayetteki tarfelere, sıçrayışlara riayet etmesi lazımdır. Bir insanın hayatında hamleler ve sıçrayışlarla merhale katetmesi yoksa, dinlediği, duyduğu, okuduğu ve gördüğü şeyler faydasız gelip-gitmiş demektir.
Tedrisat ile va'z u nasihatte faydalı yol, kafirin küfrünün anlatılması veya hamasî şeylerle ani ve geçici heyecanlar uyandırmak değildir. Geceleri gündüz gibi aydınlatan.. kâinatın sırlarını kavrayacak, gece-gündüz çalışan bir dimağa sahip kılan.. Hiçbir hâdiseyi kaçırmadan, herşeyi yakalayıp zaman ve mekân üstü buudlara ulaşılmasını sağlayan.. İşitilen duyulan ve görülen şeyleri bir araya getirip sentez ve terkiplere ulaştıran.. En mühimi, Allah indinde makbul olan neticeyi kazandıran ilmi ve irfanı vermektir. Verilen malumatlar, eğer bu muhasalayı sağlamıyorsa, herhangi bir değer ve kıymeti yoktur.
Ben, cemaatimin kâlb ve kafalarını aktüalitenin basitliklerinden uzak bildiğim için, hamasî beyan ve tavırlardan kaçıyor; dinsize, masona, komüniste saldırmakla uğraşmıyorum. Îmanı ve İslâm'ı kavrama, yaşama ve yaşatma şuurunun en ulvî gayeleri olduğuna inandığım cemaatime, kâinat sahifelerindeki fikrî gezintiler ve mütalaalar ile Cenâb-ı Hakk'ın ma'rifetine ulaşmayı takdim ve beyan ediyorum.
İnsan, Allah hakkındaki mâlumatı ve ma'arifeti nisbetinde O'na karşı saygılı ve edebli bir kul olacaktır. En dindar müslümandan en mütemerrid kafire kadar herkesin Allah ma'rifetine ihtiyacı vardır. Ancak ma'rifetle, kafir îman edecek, ehl-i dalalet sapıklıktan kurtulacak, mü'minler de ibadet ve taatlerinin şuuruna erebileceklerdir.
Bütün, şirazesi kopmuşların, dünyaya dalmışların, menfaatperestlerin, mukaddeslerini feda edenlerin düştükleri kötü durumun yegane âmili ve sebebi Allah'ı bilmemeleri ve O'nun hakkındaki ma'rifetlerinin kısırlığıdır. "Biz Allah'ı biliyor ve tanıyoruz. Camiye geliyor, ibadet ediyor, oruç tutuyoruz. Bunlar O'nu bildiğimizin alametleridir." diyerek, iddiada bulunsanız bile, peşipeşine kusurlar işliyor ve kusurlarınız sebebiyle ızdıraba düşmüyorsanız, Allah'ı bilmiyorsunuz demektir. Böyle bir inanç, ilkel kabîlelerin, dimağlarında uydurdukları bir ilâha inanmaları gibidir. Ruhumuzu, cesedimizi ve herşeyi kabza-i tasarrufunda tutan Allah'a inanmak demek değildir.
İNSANİYAT-İ KÜBRAYA UZANAN YOL
İnsaniyet-i kübrâ ya uzanan bir diğer yol -ki yukanda zikredilen esaslarla yakından irtibatlıdır- marifet-i kübrâ yı elde etme yoludur. Allah (c.c), Necm sûresinde: "Andolsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü" (Necm, 52/18) buyurmak suretiyle işte bu duruma işaret eder. Efendimiz (s.a.s), kendisine bahşedilen mirac yolculuğu boyunca zahirî ve batınî duygularını, zerrelerden sistemlere kadar bütün kâinat üzerinde işlettirmiş ve marifet-i kübrâ yı elde etmiştir. O, Miraçta ayağını nazarının ulaştığı yerin ötesine koymuştur ki, tasavvufta buna kadem ve nazar birliği denir. Kur’ân-ı Kerim bu yeri "kâb-ı kavseyni ev ednâ" sözleriyle ifade eder. O'ndan sonra gelen veliler, ayaklarını ancak kendi nazarlarının ulaştığı yere koyabilmişlerdir ki, bu da kademin nazara ulaşamamış olması demektir. Üstad, Efendimiz'in ulaştığı o makamı nazarî olarak bildiğinden, eserlerinde âyet-i kübrâ'nın destanını yazmış ve hayatı boyunca O'nun ulaştığı makama ulaşmaya çalışmıştır.

ALLAH (cc)
Soru: Rabbimizi anlama ve anlatma mevzuundan malumat verir misiniz?
Cenâb-ı Hakk'ın bilinmesi yaratılışımızın hedefi ve fıtratımızın da gayesidir. Her şeyden önce O'nun yolunda olmak, ancak O'nun tam bilinmesiyle devamlılık kazanır. Onun için öncelikle feı-t plânında gönüllerimizin onarılması, donatılması ve itminana ermemiz hatta zevk-i ruhânî ile kanatlanmamız, sonra da cemaat halinde, o cemaatin hücreleri sayılan aileler plânında huzura kavuşmamız bu yolla mümkün olabilecektir. Bu sayededir ki insan, kendisi için mukadder olan ufka ulaşabilir. Ancak, bütün bunlar, O'nu azametiyle kavramaya, O'ndan gelen sinyallere devamlı açık bulunmaya, O'nun bu mevzudaki ihtarlarına kulak vermeye bağlıdır. O (c.c), kendi beyan-ı sübhânisiyle anlattığı gibi "külle yeumin hüue fî şe'n; her an O kemmiyetsiz, keyfivetsiz ayrı bir hâl ue avrı bir şe'ndedir."Yani O, her an yaratmakta, her an, yarattığı şeyleri en mükemmele irca etmekte, onlara yeni yeni suretler, keyfiyetler giydirmekte.. ve tabü her an kendisini değişik dillerle mahlukatına anlatmaktadır. O, bir kere anlatmış da sonra kitabı kapatmış, "bildiğinizle amel ediri' dememiştir. İnsan, zamanın ve mekanın hangi parçasında bulunursa bulunsun, istediği takdirde, bu kudsî dersten bir kısım paragraflar, cümleler, kelimeler duyabilir, anlayabilir. Bu sayede hayatının gayesi, fıtratının neticesi olan bu yüce hakikati, bir kere daha idrak eder, onunla dolar, itminana erer, kalbî huzura kavuşur, zevk-i ruhanî ile kucaklaşır ve daha dünyadan göçmeden cennetin bir çekirdeğini içinde inkişaf ettirerek daha dünyada iken cennet hayatını -Allah'ın izniyle- yaşayabilir.
Aslında, Zât-ı Uluhiyyet hakkında verilecek her malumat, bilhassa mübtedî insanlar için, onlann elinden tutup ve önlerindeki maniaları bertaraf ederek, onları âdeta güneşle yüz yüze getirme ameliyesi ve gayreti demektir. Güneş, bizim kendisini göstermemizden çok çok muallâ ve mübecceldir. Hemen herkes, gözünü açtığı ve nazarını ona tevcih edebildiği ölçüde onu görebilir ve ondan istifade edebilir. Ancak bazı kimselerin gözleri küsûfa tutulduğundan onların rehbere ihtiyaçları vardır.. ve ellerinden tutulup, güneşi görebilecekleri bir ufka götürülmeleri gerekmektedir. İşte bunun içindir ki bizler çok defa deliller âleminde dolaşırız.. dolaşır ve etrafımızdan Allah'ın varlığına şahitler ararız. Aslında bu da Kuı'anî bir yoldur. Allah, yüce kelâmında, yer yer eşyâ ve hadiseleri ele almış, onun sinesinde kendisine giden yolları bizlere göstermiştir. Yüzlerce yerde, Kur'ân elindeki asasını yere vumıuş, oradan su fışkırtmış ve bu "âb-ı hayati' çıraklarına, çömezlerine içirmiş ve "unutmayın O'nu' ihtarında bulunmuştur. Dahası hedefe varılacak yolun en kestirmesini göstermiş ve herkesin "marifetullah" balını ve peteğini kolaylıkla elde edebilmesi için âdeta bir reflektör vazifesi gömıüştür. Aslında bir çiçeğin gamzesinden, bir rüşeyme uzanan yolda Cenâb-ı Hakk'a giden yolu hemen her zaman bulmak mümkündür. İşte, günümüzün irşat erleri de, insanları, güneşi rahat görebilsinler diye delâil ve şevâhid ufkuna götürüyor, hem kendileri hem de başkaları görsün, bilsin diye avaz avaz O'nu (c.c) ilan ediyor, O'nu haykırıyor ve "Biz bu yollarda senin şahidleriniz" diyorlar...
Evet, öteden beri gözleri küsûf tutmuş, bakışlan maddeye takılıp kalmış olan bazı kimseler, göremedikleri şeyleri inkâr edegelmişlerdir. Halbuki "her şeyi maddede arayanlann akıllan gözlerine inmiştir. Göz ise mânâya karşı kördür." Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz; her şeyin bir arama yolu vardır. Bizler, maddeyi, duygularımızdan akseden düşüncelerimizle, vicdanlarımızla değerlendirebiliriz; ama madde ötesi şeyler ve metafizik hadiseler, daha başka şeylerle değerlendirilmelidir. Binaenaleyh maddeyi ararken kullandığımız usul ve metodlarla mânâyı anlamak istersek, araştırma adına dökülür, yollarda kalırız. Hatta, delillerle Allah'ı (c.c) anlatırken, maddeyi kendi karakteristiği, kendi hususiyetleri içinde ele alırsak maddeye saplânır kalır, metafizik hadiselere onca ehemmiyet vermemize rağmen, bir çeşit maddeci veya natüralist oluruz. Bu yüzden, önce her şeyin usulünce araştırılması çok önemlidir.
ALLAH’I GÖRMEK O’NU BİLMEK İLE ORANTILIDIR
Mü’minler cennette Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edeceklerdir. Efendimiz görme keyfiyetini misallendirirken, “ayın ondördünde ve bulutsuz bir gecede, Ay’ı görür gibi” teşbihinde bulunmaktadır. Elbette bu görme, Cenâb-ı Hakk’a bir mekan izafesi ma’nâsına gelmez. Çünkü, “mü’minler, cennette Cenâb-ı Hakk’ı göreceklerdir” demek, Cenâb-ı Hakk, mekân itibariyle cennette olacak demek değildir. O, zaman ve mekân kayıtlarından mukaddestir, yücedir.
İşte bu görme, her mü’min için marifeti nisbetinde olacaktır. Kim Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar biliyorsa, marifet-i İlâhî’de ne kadar derinleşmişse, gözünden açılan perde de o nisbette olacaktır. Onun içindir ki, bir nebi, bir veli ve sıradan diğer bir insanın orada müşahedeleri farklı farklı olacaktır. Bu sebeple Allah bilgisi çok önemlidir. Bu bilginin mutlaka marifet eksenli temrinlerle, ibadetlerle takviye edilmesi gerekir. 0 Mesihî rûhun bir başka yanı da, onda kozalite’nin, yani sebep-netice münasebetinin aşılmış olmasıdır. Tefekkür, marifete ayrı derinlik kazandırır; ibadet onu insanın tabiatı hâline getirir. Kim dünyada ne kadar derinleşmişse cennetten de, Cemalullah’ı müşahededen de o derece zevk ve lezzet duyar.
ALLAH'I TANIMAK VE BULMAK
Kâinatta cereyan eden hadiseler, en ami insana dahi ma'nâsız olmadığını hissettirecek kadar geniş muhteviyatı haiz delillerdir.
Efendimiz, Allah'ın, dinin ve şeriatın telkin edilmediği bir muhitte doğdu, yaşadı. Fakat ilminin, aklının ve fikrinin rehberliğiyle kâinattaki kevnî delaili doğru yorumlamasıyla O, gideceği yolu nübüvvetinden evvel buldu. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, inzivaya çekiliyordu. Adını bilmediği, zatını göremediği Mabud-u Mutlak'ı için yaptıklarıyla doluyor, taşıyor ve huzura eriyordu. Gar-ı Hira'ya çekiliyor, en yüksek tepelerin başından eflakı seyrediyordu. Yıldızların ahengine, Ay'ın doğup-batarak takvimcilik edişine ve hediselerin başıboş olmayan akışına bakıyordu...
Resûl-ü Ekrem, doğduğu andan itibaren, nübüvvetle vazifelendirilmesine ve vefaatına kadar, yanlış bir adım atmadı. Cenâb-ı Hakk'ın nazarı ve şuhudu altında bulunan bir insan olarak hareket etti, yaşadı. Elbette herkes O'nun gibi olamaz ve O'nun edasıyla yaşayamazdı. Fakat çeşitli düşüş ve zelleleri olsa da, Cenâb-ı Hakk'ı bilen ve O'na karşı iştiyakla ölen kimseler de vardı.
Bunlardan birisi, Hazret-i Ömer'in iftihar ettiği amcası Zeyd bin Ömer'di. Ömer'in o bükülmez belini kırıp, ayaklarının bağını çözen; daha çocuk iken, amcasının, vefaatı hengamında söylediği son sözlerdi. Koca Ömer'e, kızkardeşi Fatma ile Zeyd bin Ömer'in oğlu ve kardeşinin kocası olan Sa'd, ikisi birden "Allah'tan kork!" dedikleri zaman, tedai yoluyla, amcasının bahsettiği Allah'ı hatırlamıştı.
Zeyd bin Ömer hayatı boyunca hep Allah'ı ve Resûlü'nü aramış ama bulamamış ve tanıyamamıştı. Ölüm döşeğinde, kırıkkâlbi, buruk gönlü ile hasret ve inkisar içinde ruhunu teslim ediyordu.Yanında oğlu Sa'd ve mübarek gelini Fatma, Cenâb-ı Ömer ile babası Hattab. Hepsi, Zeyd'in başı ucunda toplanmış, son sözlerini dinliyorlardı. O ise, nazarını dünyadan çekmiş, vicdanında derin bir hazza dalmış, kendine göre bildiği Allah'a kavuşmayı bekliyordu. Fakat O'nu azametine uygun kavrayamamanın, adını bilemenin derdi ve yangını ile de şu sözleri söylüyor, derin bir teessür ve ızdırab içinde ruhunu Allah'a teslim ediyordu:
"Allah'ım, çok aradım, çok özledim, ama Sen'in mübarek emrini duyamadım. Bana teklifini bilseydim. Hayatımda bir kere 'Kulum şunu yap' dediğini duyup, ne yapacağımı bilseydim; Sen'in emrini yerine getirmek için yüzümü yerlere sürüp,öylece ölecek; yüreğim yaralı gözlerim açık gitmeyecektim."
Hayatı boyunca putlara tapmamıştı. Onlara tapanlara da: "Bunlar ma'bud olamazlar. Bunlar, sizin ellerinizle yaptığınız, kendi ihdas ettiğiniz şeylerdir. Ma'bud, bana, size ve herşeye hayat veren, hepimizi ayakta tutan, hepimizin hayy ve kayyumu olandır. Ben tek Rabb'e, tek Ma'bud'a döndüm. Aklı olan da benim gibi yapar" diyordu. O karanlık devirde, adeta, el yordamıyla bir kandil arıyor, Resûl-ü Ekrem'in peygamberlikle geleceği günü itizar ediyordu. Seneler sonra Seniye-i Vedâ'da Peygamber'i karşılayan Medine'li çocukların "Bize Seniye-i Vedâ'dan bir ay doğdu" diyecekleri gibi aynı heyecan ve ümitle kendi gecesini de aydınlatacak Ay'ını, Güneşi'ni, Efendimiz'i bekliyordu.
Adeta, oğlu Sa'd'ı sağ yanına alacak ve Cennet'le müjdeleyecek Resûl-ü Ekrem'in kokusunu duymuş gibi şöyle diyordu: "Evladım, gelmesi beklenen bir peygamberin zuhuru çok yaklaşmıştır. Ben, O'nun varlığını hissediyor, kokusunu duyuyorum. Fakat O'nu görme, bilme ve biat etme şerefinden mahrum olarak gidiyorum. Zuhuru anında, O'na ilk biat edenlerden olmazsanız, size hakkımı helal etmem." Ve Hazreti Sa'd, babasının bu tefekkürî dersinin gönlündeki tesiriyle aklını da kullanarak, Hazret-i Ebu Bekir'in: "Resûl-ü Ekrem'e biat edelim" teklifine itiraz etmedi. Resûl-ü Ekrem Efendimiz'in huzuruna geldi. Kur'ân'ı dinledi, Allah'ın emirlerini öğrendi, kendi nefsinde yokluğa erdi ve Cenâb-ı Hakk'a vasıl oldu. (10)
Allah, bizleri başıboş ve gayesiz gezmekten, hayaller ardından koşmaktan kurtarıp; yüce hakîkatın önünde diz çökme, yerlere yüz sürme şerefine erdirsin. Böyle bir buluş ve bilişi ihsan etsin... Amin.
MA'RİFET NURLARINI YAKALAMAK:
Âlem, Allah'la ma'nâsını bulur. Allah'a isnad edilmedikçe, kâinattaki hadiselerin ve eşyanın ma'nâsı olmaz, hiçbir değer ve kıymet ifade etmez. Kâinatın, ancak, Allah'ın sanatı olması itibariyle bir değeri ve kıymeti vardır.
Kur'ân-ı Kerim "Allah, göklerin ve yerin nurudur" diyor. Alem, o nur sayesinde tenevvür eder, hakikatleri ayan, beyan görünür: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. Fakat o nur bir mişkat içindedir. Allah'ın nuru bir mahfaza içinde, bir siraç, bir kandil gibidir." Yani kâinata atfedilen her bakış Allah'a ait ma'rifet nurlarını hemen yakalayamayacaktır. Çünkü, o nur bir mahfaza içindedir. Her bakış, O'nu, tamamıyla kavrayamayacak, her fikir tutamayacak, her duygu anlayamayacaktır.
"O misbah, o lamba da bir cam içindedir." Tatlı bir teşbih var burada. Bu ayet güneşlere ve güneşlerin ziyasına, elektriğe ve elektriğin ziyasına, hâttâ ampulün yapısına delalet eden işaretlerle ufkumuzu aydınlattığı gibi; daha derin, daha dakik birşeye de dikkatimizi celbediyor. Diyor ki; "Kâinattaki hadiseler ve deliller Allah'ı göstermektedir. Ama her nazar O'nu tam kavrayamayacak, ihata edemeyecek, ma'rifet şuuruna eremeyecektir." Ayetin sonundaki hakîkat da bunu gösteriyor: "O mübarek bir ağaçtan tutuşturulur." Feyz-i Akdes'ten gelen o nurun, tedelli etmiş reşhalar hâlinde bize geldiğine işaret ediyor. Doğrudan doğruya Vahid-i Ehad'e raci olan bütün kevnî delailin, edata, kökü Cenâb-ı Hakk'a uzanan bir ağaç hâlinde geliştiğine dikkat çekiyor.
Zeytin, İslam'ın remzidir. Kur'ân-ı Kerim "zeytun" diyor. "Şarklı ve garblı olmayan, mekâna tahsis edilemeyen Allah'ın nuru, ne şarkîdir ne de garbîdir." O, ışığını îlahî feyizden alır, bir ağaç hâlinde tedelli eder. Ve bir yakut hâlinde, ağacın başındaki o lem'a, o parıltı kendisini gösterir, irşad eder.
"Az daha o ışık, o nur, o feyiz- o kadar açık ki- hiçbir ateş, hiçbir kıvılcım olmadan, hemen hemen tutuşacaktı neredeyse. Tutuşursa nur üstüne nur olur." (11)
Ayet, yüzlerce, binlerce hakikatı havidir. Her ders bu ayetin tefsir ve teşrihidir. Burada mefhumundan haberdar etmek için ma'nâsını, tercümesini ve tefsirini değil, sadece mefhumunu anlattım. Cenâb-ı Hakk bizleri ma'rifetine ulaştırsın... Amin.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
MARİFETULLAHTAN GELEN MUHABBET
Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delalet eden zaîf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna tarafdardır.
İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zâtlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onların mahbub-u hakikîsinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i îman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.
İşte bu sırra binaendir ki; umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Masiva-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında, mâna-yı harfîden mâna-yı ismîye geçmesiyle; tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazan o zâtı, o zât hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zâtîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah'ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mâna-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

HİKLKATİN EN YÜKSEK GAYESİ
Kat'iyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi Îman-ı Billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, Îman-ı Billah içindeki Marifetullahtır. Cinn ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o Marifetullah içindeki Muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o Muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dünyada, âvâre nev'-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev'-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.
İNSANIN BU DÜNYAYA GÖNDERİLMESİNİN HİKMETİ
Bu âyet-i uzmanın sırrıyla, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat'ı tanımak ve ona îman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve îman-ı billahtır ve iz'an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.
Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan îman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.
ŞEFKATİN ATEŞİNİ SÖNDÜRECEK
İ'lem Eyyühel-Aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet'e bile iştiyak geri kalır.
MARİFETULLAH VE TENKİT
Bil, ey gafil, müşevveş Said! Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin aynalarında cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER…
HAZIRDAKİ CENNET
Fahreddin Razî, tefsirinde der ki: Marifetullah hazırdaki cennettir. Zira cennet senin aklına ve arzuna uygun olan nail olmandır. Onun içindir ki, Âdem'in aklına ve arzusuna ters düştüğünde cennet, kendisine cennet olmamıştı. Yine onun içindir ki, kabir, mümine zindan değildir. Çünkü onun aklına ve arzusuna uygun olan kendisine orada hasıl olmuştur.
Bunun açıklaması şöyledir: Akıl, iyilikler kendisine tevdi olunacak güven ister, şehvet de kendisinden lezzetli şeyler istenecek bir zengin ister. Daha doğrusu akıl yüksek himmet sahibi bir insan gibidir, efendisinden başkasına bağlılık göstermez, heva ise bir otlakçıya benzer ki, bir zengini gördüğünde belki bir ihsanına nail olurum ümidiyle neşelenir. Daha doğrusu akıl geçmiş nimetlere şükretmek için efendisini tanımak ister, heva ise ondan beklenecek nimetlere istek duyduğu için onunla tanışmak ister. İkisi de onu istedikleri gibi âlim ve gani, yani bilgili ve zengin olarak tanıyınca ona sarılırlar. Akıl ben senden başkasına şükretmem der, şehvet de ben senden başkasından dilenmem der. Sonra da şüphe gelir, "Ey akıl, şükrü yalnızca ona nasıl tahsis ettin? Belki onun gibi bir başkası daha vardır! Ey şehvet, yalnızca ona nasıl bağlandın? Belki onun gibi bir başka kapı daha vardır!" der. Bunun üzerine akıl hayrete düşer, huzuru ve rahatı kaçar. Bunun üzerine akıl eski rahat ve huzuruna kavuşmak için, şüpheden kurtulmak üzere delil aramak üzere istidlâl âleminde seyahat etmek ister. "Hakka hidayet edecek olan ise ancak Allah'dır". İşte Allah kuluna hidayet etmek, hizmeti ve şükrü ile meşgul olma lezzetini bulandırmamak için Peygamberini göndermiş ve ona kendinden söyleme, doğrudan doğruya benim sadık olarak bildiğim şu kelâmımı söyle! diyerek "De ki, O Allah tekdir." buyurmuş, birliğini sana işitme yoluyla haber vererek bildirip araştırma ve delil peşinde koşma zahmetinden seni kurtarmıştır.


VARLIĞI BİLMEK MAHİYETİNİ BİLMEYİ GEREKTİRMEZ
Bir şeyi varlığını bilmek ayrı, mahiyetini bilmek ayrıdır. Aklımızın, ruhumuzun, hayalimizin, korku ve sevgi gibi hislerimizin, meyvelerdeki tatların ve çiçeklerdeki kokuların varlıklarını biliyoruz, fakat mahiyetleri bize gizli ve meçhuldür.
Aynı şekilde, melaikenin ve cinlerin de varlıklarını biliyoruz, fakat mahiyetlerini bilemiyoruz…
MARİFETSİZ İLİM
Balığın çok güzel yüzdüğü ve bu noktada onunla hiçbir insanın yarış edemediği malumdur. Fakat bu meziyeti, balığı hayvanlıktan kurtarmaya kafi gelmemektedir.
Kimya mühendisi kimya denizinde, doktor ise tıp deryasında yüzmektedir. Eğer onlar, kendi sahalarından, imanlarını ziyadeleştirecek ve tefekkür hazinelerini zenginleştirecek mücevheratları alamıyorsa, o ilme vakıf olmaları onların insaniyetlerine ve kemalatlarına hiçbir şey ilave etmez.
Aynı şekilde, inansız bir ziraat mühendisi de padişahın bahçesinde onu tanımadan çalışan bir bahçıvana benzer.
Diğer inançsız fen adamlarını bu misallere kıyas edebilirsiniz.
Diğer taraftan, bir insandan iman gittiği taktirde, onun ilmi tırnak mesabesinde, fikri ise canavar dişi olur.yani, imansız bir kimsenin, fenni bir sahada ilerledikçe elde ettiği bilgileri ve imkanları, imkansızlık hesabına geçtiğinden, bu kimse ilmen ne kadar ilerlerse cemiyete de o derece zararlı olmaktadır.
MARİFETTEN BİR ÇEŞİT
Rüya gördüm. Kendimce bir şeyler söylüyordum. Kime söylediğim belli değildi. Şöyle diyordum:
- Ey içinde nefsini, dışında halkı, amelini, isteğini Allah'a, yani Yaradanıma eş tutan kimse.
Biri yanıma geldi:
- Bu söylediğin nedir?
Dedi. Bunun üzerine ona şöyle dedim:
- Bu sözler insanı ilahî marifette götüren cinsten bazı sözlerdir.
GÖRME ve MARİFET LEZZETİNİN FARKI
Sen şimdi güye ki, şöyle demeklesin:
— Eğer görmenin lezzeti marifet lezzeti cinsinden otursa, bu o kadar büyük bir lezzet değildir!
Bu sözü şundan ölürü söylemektesin ki, sen marifet lezzetinden haberdar değilsin. Belki kitaplardan birçok söz ezberlemişsin, ya da bir kişiden aklına koymaya, yâdına getirmeye marifet diye ad koymuşsun. Sen bilmelisin ki, bundan hiç bir zaman lezzet bulamazsın ve yine şöyle bil ki, bir kimse tarhanaya helva diye ad verse ve onu yemeğe uğraşsa helva lezzetini onda bulamaz. Ama şu kişi ki, hakikatin marifetini tatmış olsa, o derecede lezzet duyar ki, ona bu dünyada Cennet'i karşılık verseler, marifeti Cennet'ten daha çok diler. Nitekim, o kişi gibi akıllı olan bir kimse. Padişahlığı kadın ve karın lezzetinden üstün görür. Ama, her ne kadar marifet lezzeti çok büyükse de âhirette olan didâr (Allahü Teâlâ'yı görme) lezzeti ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu hâl, bir misâlle ancak anlaşılabilir. Başka bir şeyle anlaşılmaz.
Sen bir âşık düşün ki, sabah vaktinde sevgilisine bakmakta, onu temaşa etmektedir. Henüz gökyüzü alacakaranlıktır. Henüz tam bir aydınlık yoktur. O kişinin aşkı da zayıf, sevgiliye şehvet hırsı eksiktir. Bir de çamaşırlarının içinde akrepler ve arılar vardır. Onu, ısırıp incitmek üzeredirler.
O kişi bu anda başka işle de uğraşmış olsa, yüreğinde bir korku vardır. Hiç bir kuşku yoktur ki onun bu anda sevgilisinin yüzünü görmekten doğan lezzet, zayıftır. Ama ansızın güneş doğar, ufuk birdenbire apaydınlık olur. O kişinin sevgiliye ulaşmak İsteği de son derece kuvvetlenir. Nasıl gönlündeki düşüncelere, endişeler ortadan kalkarsa, akrep ve arıların verdiği acılardan nasıl kurtulursa, o zaman öyle bir lezzete varır ki, önce anlattığımız lezzete göre bir hiç olarak kalır.
İşte dünyada arif kişinin hâli de böyledir. Şafaktaki alacakaranlık, marifetin dünyadaki zayıflığıdır ki, Hak Teâlâ'ya sanki perde ardından bakılır.. Aşkın zayıflığı, Âdemoğlunun zayıflığından ötürüdür. O mademki bu dünyadadır, aşkı eksiktir. O aşk kemâle erişmez. O anlar, o akrepler de dünyanın hırslı isteklerine, şehvetine, gam ve üzüntülerine, türlü belâlara misâl ve örnektir. Bunların hepsi marifet lezzetini karartıcı, bulandırıcı şeylerdir. Uğraşma, didinme, korku, dirlik, yaşama düşüncesi ve endişeleri, geçim elde etmek çabalarıdır. Bunlar gibi bahaneler varsa ölümle bunların hepsi ortadan kalkar. Didârın aşkı güçlenir, istek tamam olur. Gizlilik açlığa döner. Dünyanın gamı, acılan, uğraşmaları sona erer. Bundan ötürü de o lezzet, kemâl katına erişir. En üstün dereceyi bulur.
Bu da marifet miktarınca olur. Hatla şunun gibi ki, aç olan kişi yemek lezzetini onun kokusunda bulur. Onun yemeğin lezzetiyle ilgisi yoktur. Marifetin lezzeti de ancak Allahü Teâlâ'yı görüş ile olur.
MARİFET GÖNÜLDE, DİDÂR GÖZDE Mİ OLUR?
Ey sâlih kişi! Belki sen:
-Marifet (tanıma) gönülde olur, didâr (görme) ise gözde olur! Bu nasıl olur? dersin.
Bil ki, marifet didârın tohumudur. Hakikatte ise ikisi de birdir.
Ey İlâhi sırlara erişmek isleyen kişi! Sen bil ki, didâr, kemâle cismiyle hayâl olduğu için ona didâr denilmiştir. Mücerred gözde olduğu için değildir. Gözde olmasından Ötürü ona didâr denilmiş değildir. Eğer görme işi alında yaratılmış olsaydı ona yine didâr (görme) derlerdi. Böylece didârın mahallinde inceleme yapmak fodulluk, lüzumsuzluk olur. Çünkü didâr kelimesi didâr olarak gelmiştir. Onun anlamı, zahiri göz ile görmektir ki, âhirette gözün Didâr-ı Hak'tan (Hak Teâlâ'yı görmekten) nasibi vardır, diye inanmalı, itikat etmelisin.
Şöyle de bilmelisin ki, Âhiret gözü dünya gözü gibi değildir. Çünkü, zahir gözümüz cihetsiz görmez.. Yönlere ihtiyacı vardır. Âhiret gözü ise yönsüz, cihetsiz görür. Aklı erik olmayan bir kişinin kendisine bundan fazlasını söylemek, bu konuyu açmak uygun değildir. Zira bu bahse onun aklının erme gücü yetişecek değildir. Nitekim dülgerlik maye sanatı değildir. Her din bilgini, her ilim adamı fıkıhla, hadisle, sıkıntı, cefa çekmiştir. Ama bu mânâda bilgin de aklı erik olmayanlar gibidir. Çünkü bu onun işi değildir. Çünkü kelâm İlminin ehli, umum halkın inandığı şeyi hadis ile korur, muhafaza eder. Bid'at ehlinin şerrini, kötülüğünü ondan uzaklaştırır, kovar. Bunun yolunun Cedel (mücadele) yolu olduğunu bilir. Ama marifet başka bir semttir. Ve onun ehli ayrı bir topluluktur. Bu sözler bu kitapta anlatılacak sözler değildir. Bundan ötürü sözümüzü bu kadarla kesiyoruz.
HAK TEÂLÂ'NIN MARİFETİNİN GİZLİ OLMASI
Ey sâlih kişi! Sen bil ki, bîr şeyin bilinmesi zorsa, yâni o şey bilinemezse, bu bilinemeyiş iki sebepten ötürüdür:
Birincisi: O şeyin gizli olmasındandır. Açık-seçik olmamasındandır.
İkincisi: O şey çok çok aydınlık olup gözün ona takat getirememesindendir. Bundan ötürüdür ki, yarasalar gündüzleri görmezler. Ama bu, geceleri karanlıkta kimi şeyler görülür demek değildir. Aksine gündüzleri her şey gayet güzel görünür. Yarasanın gözleri zayıf olduğu için aydınlıkta gözleri kamaşır, bir şey göremez olur.
Bunun gibi, Hak Teâlâ'nın marifetinin (tanınmasının) güçlüğü de çok çok açık olmasındandır ki, kalb onu anlamaya dayanamaz. Anlamağa takati yoktur. Hak Teâlâ'nın apaçık görünmesi şunun gibidir ki, yazılmış bir hattı (yazıyı), ya da dikilmiş bir elbiseyi gören bir kişi, o yazıyı yazanın, o elbiseyi diken terzinin kudretini, ilmini ve irâdesini onlarda açık seçik görür. Bu işler, yâni yazmak ve dikmek, bu sıfatların kâtiple terzinin bâtınında olduğunu açıkça ortaya koyarlar ki, onu bilmek zaruret olur. Eğer Hak Teâlâ bütün âlemde bir kuş yaratsaydı, başka bir şey yaratmasaydı, bir kimse o kuşa baksaydı. Hak Teâlâ'nın ilminin yüceliğine, yetişilmez gücüne, celâline ve ululuğuna zaruri olarak bilgisi olurdu. Çünkü bunun delâleti yazının yazana delâletinden daha da açıktır. Varlığa gelen her şey, gökyüzünden, yeryüzünden, hayvanlardan, ya da bitkilerden veya taştan olsun, hatta vehim ve hayâle gelen her şey, hepsi baştan başa bir sıfat üzeredir. Ve hepsi samın celâl ve azametine şahitlik ederler. Bu celâl ve azamet, delillerinin çokluğundan ve apaçık görülmesinden dolayı mestur (örtülü) olmuştur.
Bunun benzeri şunun gibidir: Güneşin nurundan daha parlak bir şey yoktur. Fakat eğer gece kaybolmasaydı yahut bulut sebebiyle üstüne bir örtü çekilmeseydi, hiç bir kişi yeryüzünde nur olduğunu bilmezdi. Beyaz ve karadan başka rengi görmeseydi bunlardan başka renk olduğunu bilmezdi ve:
— Bunlardan başka şeyin varlığı yoktur! derdi.
Böylece, bilinen renklerden başka şey olduğu sununla bilindi ki, gece olunca bütün renkler örtüye bürünür. Hem gölge içinde bulunan renkler, gölge olmayan yerden daha örtülü olurlar. Bunun gibi Allahü Teâlâ'nın hâşâ kaybolması ve yok olması mümkün olsaydı, gök kubbe ve yeryüzü birbirine karışıp yok olurdu. O zaman Hak Teâlâ hakkında zarurî olarak bir bilgi doğardı. Fakat, bütün şeyler şehadette bir sıfat üzeredirler. Bu şehadette devam üzeredir. Ve bu devam gayet açık, gayet parlaktır. Böyle parlaklığında Ötürü de —Allah'ın marifeti— gizli olmuştur.
Bir de şu vardır: İnsanoğlunun çocukluk çağında bu âleme gözü alışmıştır, onu öğrenmiştir. Akıllı olduğu zamanda da, şehadetten haberi yokken, o hali güzel sanıp ona ülfet bağlamıştır. Bundan sonra aklı ergin olduğu zamanda ise şehadete yine akıl erdiremez. Gaflette kalır. Ama garib bir hayvan veya garip bir yapı görünce kendisi de farkında olmadan dilinin ucundan: 1
— Sübhanallah! kelimesi yükselir.
O eşyanın şehadeti onun kalbince bilinir. Eğer böyle bir kikinin gözü zayıf olmazsa, o, her ne görürse hepsinin Hak Teâlâ’nın eseri ve işi olduğunu görür. Yapılanı görmez, yapanı görür. Gökyüzünü ve yeryüzünü görmez de, Hak Teâlâ'nın bu iki varlıkta olan yapıcılık kudretini görür. Nitekim bir kimse bir el yazısını görse ona: Mürekkebi şöyle imiş! Kâğıdı şöyle imiş! diye bakmaz. Bunlara bakan kişi el yazısının ne olduğunu bilmeyen kişidir. O kimse, belki, o elyazısının mânâsını, yazı yazanın kendisini müşahede eder. Şöyle ki, kitapta kitabı yazan müşahede edilir. Yazı görülmez.
İşte böylece, insan bu mertebeye erişince, her neye baksa, her neyi görse Allahü Teâlâ'yı görür ki, O'nun kudret eliyle yaratılmamış hiç bîr şey yoktur. Hattâ bütün âlem, bütün kâinat O'nun yazılmış kitabı, sanatının eseridir. Eğer insanoğlu Hak Teâlâ'dan olmayan ve Hak Teâlâ ile ilgisi bulunmayan bir şey görmek istese buna gücü yetişmez. Âlemde her şey, her nesne açık bir dille, kendi hal dili ile Hak Teâlâ'nın kudretine, celâline, yüceliğine şahitlik ederler. Bundan daha açık, daha seçkin 'bir şey âlemde yoktur. Lâkin insanların, bu marifetten âciz olması, kendilerinin bilgi ve anlayış yoksulluğundan ötürüdür.

 
Üst