Mevt

mihrimah

Well-known member
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُميتُكُمْ ثُمَّ يُحْييكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ


Bakara / 28. Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.​

قُلْ اِنَّ صَلَاتى وَنُسُكى وَمَحْيَاىَ وَمَمَاتى لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمينَ


En’am / 162. De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.​

وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِه وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةً حَتّى اِذَا جَاءَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ


En’am / 61. O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler.​

وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِه مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاخِرَةِ نُؤْتِه مِنْهَا وَسَنَجْزِى الشَّاكِرينَ


Al-i İmran / 145. Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.​

اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فى بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِ اللّهِ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هذِه مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّهِ فَمَالِ هؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَايَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَديثًا


Nisa / 78. Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır"" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!​

اَلَّذى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزيزُ الْغَفُورُ


Mülk / 2. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.​

وَجَاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذلِكَ مَاكُنْتَ مِنْهُ تَحيدُ


Kaf / 19. Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.​
HADİS…

* Ebu Sa'îdi'l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Lailahe illallah demeyi telkin edin."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm: "İnsan öldüğü zaman gözleri nasıl belerip kalıyor, görmez misiniz?" buyurmuştu. Cemaat: "Evet, görüyoruz!" dediler. Bunun üzerine: "İşte bu, gözünün, nefsini (çıkan ruhunu) takip etmesindendir!" buyurdular."
* Ümmü Seleme radıyallahu anhâ anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Ebu Seleme radıyallahu anh'ın yanına girdi. Ebu Seleme'nin gözleri açık kalmıştı; onları kapattı. Sonra: "Ruh kabzedildi mi göz onu takip eder" buyurdu. Ehlinden bazıları feryad u figân koparmıştı. Aleyhissalâtu vesselâm: "Kendinize kötü temennide bulunmayın, hayır dua edin! Çünkü melekler, söylediklerinize âmin derler!" buyurdu. Sonra ilâve etti: "Allahım, Ebu Seleme'ye mağfiret buyur! Derecesini hidayete erenler arasında yükselt. Arkasında kalanlar arasında ona sen halef ol! Ey âlemlerin Rabbi! Ona da bize de mağfiret buyur! Ona kabrini geniş kıl, orada ona nur ver!"
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir müslüman muhtazar olduğu (can çekişme anına girdiği) zaman rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler: "Sen razı ve senden de (Rabbin) razı olarak (şu bedenden) çık. Allah'ın rahmet ve reyhanına ve sana gadabı olmayan Rabbine kavuş." Bunun üzerine ruh, misk kokusunun en güzeli gibi çıkar. Öyle ki melekler onu birbirlerine verirler, tâ semanın kapısına kadar onu getirirler ve: "Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!" derler. Sonra onu mü'minlerin ruhlarına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona:
"Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?" diye (dünyadakilerden haber) sorarlar. Melekler: "Bırakın onu, onda hâla dünyanın tasası var!" derler. Bu gelen (kendisine dünyadan soran ruhlara): "Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?" der. Onlar: "0, annesine, Hâviye cehennemine götürüldü!" derler. Aleyhissalâtu vesselâm devamla der ki: "Kâfir muhtazar olduğu vakit, azab melekleri mish (denen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler ve şöyle derler: "Bu cesedden kendin öfkeli, Allah'ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah'ın azabına koş!" Bunun üzerine, cesedden, en kötü bir cîfe kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler. Orada: "Bu koku ne de pis!" derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler."
* Ubeyd İbnu Halîd es-Sülemî Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın ashabından birinden naklen anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Ani ölüm, kâfir için gadab-ı ilahî'nin bir yakalamasıdır, mü'min için de bir rahmettir."
* İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselâm ile birlikte idim. Ensardan bir zat gelerek Aleyhissalâtu vesselâm'a selam verdi. Sonra da: "Ey Allah'ın Resülü! Mü'minlerin hangisi en faziletlidir?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Huyca en iyisidir!" buyurdular. Adam: "Mü'minlerin hangisi en akıllıdır?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir" buyurdular."
* Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Birinizin eceli bir yerde olduğu zaman ihtiyaç onu oraya sıçratır. Sonra kalan ömrünün sonuna varınca aziz ve celil olan Allah onun ruhunu orada alır. Kıyamet günü, o yer: "Ey Rabbim! İşte bu, bana emanet ettiğin (cesed)dir!" der."
* Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Ölü kabre konulur. Salih kişi, kabrinde korkusuz ve endişesiz oturtulur. Sonra kendisine: "Hangi dinde idin?" denilir. "İslâm dinindeydim" der. "Şu adam nedir?" denilir. "O, Allah'ın Resülü Muhammed'dir, bize Allah indinden açık deliller getirdi, biz de onu tasdik ettik" der. Ona: "Allah'ı gördün mü?" denilir. O: "Allah'ı görmek hiç kimseye mümkün ve muvafık değildir" der. Bu safhadan sonra cehenneme doğru bir delik açılır. Oraya bakar, ateş alevlerinin birbirini kırıp yok etmeye çalıştığını görür. Kendisine: "Allah'ın seni koruduğu ateşe bak!" denilir. Sonra ona cennet cihetinden bir delik açılır ve onun güzelliklerine ve içinde bulunan (nimet)lere bakar. Kendisine: "İşte senin makamın!" denilir ve yine ona: "Sen bunlar hususunda yakîn (kesin iman) sahibi idin. Bu iman üzere öldün, bu iman üzere yeniden diriltileceksin inşaallah!" denilir. Kötü adam da kabrinde korku ve endişe ile oturtulur. Kendisine: "Hangi dinde idin?" diye sorulur. "Bilmiyorum" diye cevap verir. Kendisine: "Bu adam kimdir?" denilir. Halkı dinledim, bir şeyler söylüyorlardı, onu ben de söyledim" der. Ona cennet cihetinden bir delik açılır. Cennetin güzelliklerine, içinde bulunan nimetlerine bakar. Ona: "Allah'ın senden uzaklaştırdığı şu cennete bak!" denilir. Sonra ona cehenneme doğru bir delik açılır. Oraya bakar. Alevlerin birbirini yeyip yoketmekte olduğunu görür. Ona: "İşte makamın burasıdır. Sen cehennemin varlığı hususunda şekk (ve inkâr) içerisinde idin, bu şekk üzere öldün ve bu şekk üzere diriltileceksin inşaallah!" denilir."
* Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Yahudilerden bir adam Medine çarşısında: "Hz. Musa'yı insanlar üzerine seçen Zât'a yemin olsun!"demişti. Ensardan bir zât elini kaldırıp herife bir tokat indirdi. "Demek böyle dersin ha! Üstelik Resülullah aleyhissalatu vesselâm aramızda olduğu halde!" dedi. Durum Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a anlatıldı. Aleyhissalâtu vesselâm: "Aziz ve celil olan Allah buyurmuştur ki: "Süra üfürülür ve Allah'ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha süra üflenir ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar" (Zümer 58). Ben, başını ilk kaldıran olacağım. Ben, arşın ayaklarından birini tutan Hz. Musa aleyhisselâm ile karşılaşırım. Bilemem, o başını benden öncemi kaldırdı, yoksa o, Allah'ın çarpılıp yıkılmaktan istisna tuttuklarından mıdır? Kim de: Ben Yünus İbnu Metta'dan daha hayırlıyım (üstünüm) derse şüphesiz yalan söylemiş olur."
TEFSİR…
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تَمُوتَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِه مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْاخِرَةِ نُؤْتِه مِنْهَا وَسَنَجْزِى الشَّاكِرينَ

Al-i İmran / 145. Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah'ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de ahiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
Öldürülme söylentisi üzerine perişan olanlar üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi etken olduğu anlaşılıyor ki, birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir olarak her şeyden vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can derdine düşmektir. birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her ikisine karşı teselli ve irşadı içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada sevk ve bu konuda bu iki endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır. Gerçekten Allah Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi ihtimali yoktur. Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm böyle olunca, Allah'ın iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi arzusuyla kimse ölmez.
Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir şahıs da ölecek veya öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel) sonuçlarından biri olmak üzere sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir kimse kurtulamazdı. Buna göre her iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın iradesine, tam bir rıza ile itaat edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında vazife ise kâfirlere karşı koymak ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) uğrunda hiçbir şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar bile, dinden dönme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Allah'ın izniyle ölüm ise tayin edilmiş bir şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit ile takdir edilmiştir ki; ne ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte nasıl bir şekilde ölecekse öyle ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu halde iki eceli de yoktur. Bazı kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. Ve, "Zavallı eceli gelmeden kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne ise ömür, ecel odur. Ve o kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. Bundan başkası gerçekten değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar ve ihtimallerdir. Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı bulunmayan apaçık bir gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık bir mesele imiş gibi "ecel bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir kimsenin ne vakit ve ne şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez. İlâhî kanunda ölümün sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan, ecelinin ne olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak şu bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi, hayatla ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri unutturmamalıdır. Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın dilemesidir. Ve bunda kimsenin tesiri yoktur.
Fakat hayattan istifade ve hayatın meyvelerini toplayabilme, devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle ilgilidir. Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya sevabından veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret sevabından veririz. Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her halde biraz olsun verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz. Burada "dünya sevabı" kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz (taşlamay)i içermektedir. O şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan itaate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir engel karşısında bundan dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere dahildirler. Burada şükrün cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu, sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
ÖLÜMÜN ÖTEKİ YÜZÜ
Çoğu kimse ölüme, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve katiyen onunla yüz yüze gelmeyi arzu etmez. Hastalık, yaşlılık, harb u darp, trafik kazaları ve deprem gibi ölüm sebebi sayılan hâdiseler zuhur ettikçe, o da tir tir titrer; kabrin yalnızlık ve vahşetini düşünerek ürperir ve hayatını tahammül edilmez bir azaba çevirir.. evet böylelerine göre, insan ölünce her şey biter. Ceset toprağa dönüşmek üzere ebedî istirahatgâhına tevdî edilir. Her şey ve her yer yokluğun karanlığına gömülür; şâirin ifadesiyle: "Artık güneş görünmez olur, rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur." Ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan bir insanın böyle bir telâkki ile ne kadar muzdarip olacağı açıktır. Böyle bir ebed arzusunu, vicdanını dinleyen biri: "Bütün dünya benim olsa, gamım gitmez, nedendir?" diyerek seslendirir ki, üzerinde durulmaya değer.
Oysaki ölüm, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma, bir hiçlik, bir tükeniş olmadığı gibi, kabir de bir topraklaşma çukuru, bir yalnızlık ve vahşet hücresi değildir. Ölüm, yaratılırken belli bir plân, program, hikmet ve maslahata göre yaratılan insanın, yine bir plân ve programa bağlı olarak bir buuddan başka bir buuda intikali, bir hâl değişikliği geçirmesi, amellerinin ürünlerine göre farklı bir sürece girmesi ve neticede vatan-i aslîsine dönerek, inanç ve davranışlarının belirleyiciliği ile tabiî, müstakim ruhların iç içe vuslatlar koridoruna girip, Yaratan'la "bî kem u keyf" yüz yüze gelip görüşmeye yürümesi ve rıdvan yudumlaması demektir. Keza kabir de, görülüp zannedildiği gibi karanlık bir kuyu, yoklukla muhat bir çukur ve tecrit odası değil, aksine, aydınlıklara açılan bir kapı, insanı nûrânî âlemlere taşıyan bir koridor ve ruhun ötelere yükselmesi adına bir rampadır. Hz. Şâhid-i Ezelî karşısında resmi geçit vazifesini tamamlayan veya asker olarak bulundukları bu dünyada engin bir hizmet şuuruyla imanlarını ibadetlerle, ibadetlerini de ihsanla derinleştirip ebedî bir mutluluğa tam hazırlanmış olanlar yürürler bu koridordan gözlerin görmediği, kulakların işitmediği tasavvurları aşkın saadetlere.
Evet ölüm, bizim için, her zaman rûhun dolaşıp durduğu çok buudlu bir mekâna ve çok derinlikli bir zamana kulluk vazifesinden terhis mânâsına, Cenab-ı Hakk'ın "Haydi şimdi bütünüyle bana gel!" demesinden başka bir şey değildir. O'nu gönülden tanıyıp sevenler için bu "gel" deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; "Ey gönlü itmi'nana ve huzura ermiş ruh! Sen O'ndan, O da senden razı olarak dön Rabbine.! Katıl has kullarıma ve gir cennetime!" şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira bu çağrının mânâsı, dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl.! Yitirdiğin Cennet'e ve ruhun asıl yurduna dön, demektir. Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Azrail arkadaşlığını, İsrafil dostluğuyla bir bilir, Allah'a yürüme ânının her lâhzasını Cebrail rehberliğinde miraca yükseliyor gibi zevk ederler. Aslında mü'min, ölüp mezara gömülmeyi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılan bir tohum ve insan olmaya koşan bir sperm gibi görür.
Hangi tohum vardır ki, toprağa atılmış da başağa yürümemiştir.! Hangi sperm vardır ki, "rahm-i mâder"e düşmüş de, orada yokluğa mahkûm olmuştur! Allah, insanı kendi ruhuyla şereflendirmiş ve onu bir ebediyet üveyki olarak donatmıştır. Ceset çürüyüp dağılsa da ruh, O'nun varlığının gölgesinde ebedlere kadar yaşayacaktır. Zaten canı, Can Sahibi'nin aldığını bilenler için ölüm âdeta bir baldır, bir kaymaktır. Onlar için ölüm ve mezar bir perde; bitmeyen bir cümbüş vardır, o da az ilerde. Daha şimdiden onlar, imanları, inanç zenginlikleri ve mârifet ufukları ölçüsünde gönül dünyalarında Naîm Cennetleri'nin en mûtena yerlerinde karşı karşıya oturmaktadırlar mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde.. döner durur çevrelerinde çelik-çavak gençler, ellerinde kevserlerle köpüren testiler, sürahiler, kadehler... Onlar, ne bir baş ağrısı duyar ne de sarhoşluk hissederler.. ve tercihi kendilerine ait, başlarının üstünde istedikleri kadar meyveler... Canlarının çektiği kuş etleri, sadefleri içinde inciler gibi el değmemiş elâ gözlü eşler.. dal bastı kirazlar.. salkım salkım dolgun muzlar.. uzayıp giden gölgeler.. şakır şakır çağıldayan sular.. ardı arkası kesilmeyen ve yasakla sınırlandırılmayan meyveler... (Bu yaklaşık mealler, Vâkıa'dan.) Her zaman iyiliğe kilitlenmiş bu insanlar "salarlar kendilerini öyle koltuklara ki, orada ne güneş sıcağı görürler ne de zemheriri.. Cennet ağaçları salar gölgelerini her yandan üzerlerine.. ve meyveleri devşirilmeye hazır sarkmıştır burunlarının dibine." (Bunlar da, İnsan Sûresi'nin bir-iki dar meali.) "O gün mutlulukla tüllenen öyle yüzler vardır ki, emeklerinin neticeleriyle lütuflandırıldıklarından ötürü o yüksek Cennet'te tam bir hoşnutluk içindedirler.. ve bulundukları yerde boş söz de işitmezler... Orada fışkırıp akan kaynaklar, (oturmaya müsait) yüksek kanepeler, içmeye hazır (dolu) kadehler, yaslanılacak yastıklar ve nefislerden nefis döşemeler vardır." (Gâşiye'den bir kırık meal.) "İşte bunlar, mükâfatları, içinde devamlı kalacakları altından ırmaklar akan 'Adn' Cennetleri'dir. (Dahası) Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar ve bu rıza makamı da, sadece Rabbi'ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunanlara mahsustur. (Beyyine'den incelikleri düşünülmeden alınmış ayrı bir meal.) Evet, "bunların mükâfatları, Adn Cennetleri'dir; girerler oraya kollarında altın bilezikler, süslenmiş olarak incilerle ve elbiseleri de ipektendir. (Girerken de) 'hamdolsun, bizden her türlü tasayı, kederi gideren Allah'a; doğrusu Rabbimiz Gafûr'dur, yarlığar hepimizi; Şekûr'dur, yaptıklarımızın kat katıyla mükâfatlandırır bizi' derler." (Fâtır'dan kısa bir alıntı.)
Eğer, sırf cismaniyet adına dahi olsa, ölümün arka yüzü bu ise, bu ten kafesinin parçalanıp dağılmasına ağlayıp inlemek değil, bizi dar bir zindandan, genişlerden geniş bağlara bahçelere alıp götürdüğü için sevinmeliyiz; sevinmeliyiz zira, gönüllerimizde kendini hissettiren ve rüyalarımızın menfezleriyle her gece ruhlarımıza tebessümler yağdıran o büyülü ve baş döndüren âlemin biricik köprüsü var. O da ölümdür; O'nun emri ve izni dairesinde gelen ölüm... Ölümün hakikatini kavramış gönlü imanla, duyguları da aşk ve heyecanla köpük köpük bir muhabbet kahramanı bin can ile koşar Sevgili'ye. O'na kavuşunca da, dünyevî benliğiyle şekerler gibi erir ve şerbete dönüşür. Farklılaşır ve uhrevîlerin letafetine ulaşır... Rûhânîlerin "hayhuy"u ve meleklerin kanat sesleriyle banyo yapar. Başkalarının, nefsânî kirleriyle çevrelerinde tiksinti uyardıkları bitevî ve tulûu, gurûbu olmayan kederlerle yoğrulduğu kesintisiz bir zamanda o, gül gibi elden ele dolaşır ve uğradığı her yerde misk ü amber gibi koklanır. Can Hükümdarı da, ona başları döndüren, gözleri kamaştıran ebedî sultanlıklar bahşeder.. onu her zaman yeni yeni teveccühlerle iltifatlandırır.. hususî muamelelerle ağırlar.. Cemaliyle ufkunu aydınlatır.. hoşnutluğundan besteler dinletir ve ruhuna kâse kâse güzellikler içirir. Var olmayı ganimet bilip değerlendirmiş bir mârifet eri; imanı ve aşk u şevki ölçüsünde âhiret pazarının her menzilinde incilerin, elmasların gördüğü teveccühü görür; hayatını suiistimal edenlerin, zifiri karanlıklarda ürkek ürkek dolaşmasına karşılık o, hep ışık görür, ışıklarla hasbıhal eder; ışık atmosferinde sabahlar ve akşamlar; ışık yudumlar ve ışıklar içinde sermest dolaşır; onun ufkuna asla gece uğramaz ve onun mağriplerini katiyen gurublar karartamaz. Otağını böyle bir ufka kuran bahtiyar, hemen her zaman insanî duygularının yaratılışına gaye teşkil eden şahikalarda dolaşır; irade ufkundan şuur zirvesine, şuur zirvesinden kalb arşına yükselir ve yükseldiği her burçta kendini ayrı bir mevhibe sofrasının başında bulur ve ayrı bir temâşâ zevkinin vecdini yaşar. Bunlar idrakleri aşkın öyle lütuflardır ki, bir kısmını dünyada bazı gönül erleri duysalar da, tamamını yaşayıp hissetmek âhirete mahsustur.
Bu hususiyete mazhar olacak bir mü'min, hiçbir petekte bulamayacağı balı, hiçbir yerde elde edemeyeceği kaymağı, orada dili damağı arasında bulur. Bu bildiğimiz göklerin ve yerlerin bulunmadığı o sihirli dünyada her şey, bütün o feyizler ve güzellikler kaynağı etrafında sabahlar-akşamlar; sadece O'nu görür, O'nu bilir, O'nu duyar ve O'nun câzibesiyle kendi mahiyet çizgisinin üstüne yükselerek, O'nun varlığının ziyasına bağlanır ve pâr pâr parlamaya başlar.. ve
Bir şûlesi var ki şem-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumânın (Gâlib) hakikatinin mücessem bir misali olur.

Eğer bütün bu mazhariyetlere ölüm köprüsünden geçilerek ulaşılabiliyorsa, bence ölüm insanın en tatlı emeli olmalı.. ama hayata çağrı ve ona mazhariyet bize ait olmadığı gibi, ölümü arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Yaratan çağırınca severek O'na koşarız; "hele az daha durun" dediğinde de, vuslata karşı sabır mülâhazasıyla dişimizi sıkar dayanırız.
SEVGİLİLER DİYARINA YOLCULUK
İnsan ölüme ve ahiret yolculuğuna her zaman hazır olmalı. Annesinin baş örtüsü gibi içi-dışı temiz bir şekilde öteden gelecek daveti beklemeli. Çünkü ne zaman “gel” denileceği belli değil. Öyleyse her an temiz durmalı, saf kalmalı. Akıl, mantık, kalb, kafa, duygu ve düşünceleri daima berrak tutmalı ve gitmeye hazır durmalı. Aynı otobanlar gibi bu yolun da hususi bir çıkışı yok. Bu hayat yolunda da her yerde çıkış olabilir. Nasıl ki sağından solundan sağlam bariyerlerle çevrilmiş bir otobanda giderken bazen birden bariyerlerin açıldığını, dışarıya bir yol çıktığını ve bazılarının bu yolu takip ederek otobandan ayrıldığını görüyoruz; işte onun gibi hayat otobanında da yer yer çıkışlar vardır ve bizim çıkışımızın yolun her hangi bir bölümünde karşımıza çıkması muhtemeldir. O çıkışa hazır değilsek bir kazaya kurban gitmemiz de kaçınılmazdır.
Mesela; birisinin içinden kendini beğenme hissi geçebilir. İşte tam o esnada “gel” derlerse, o zaman insan Allah’ın huzuruna bir firavun gibi düşer. Ömür boyu ibadet ü taat içinde yaşamış ama sonunda kaybetmiş Bel’am b. Bâurâ gibi birisi olarak düşer. Evet, hazır olmak lazım.. kendini rütbesiz bir nefer gibi görerek vazife yapma gayreti içinde hazır olmak lazım. İnsan, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesi; O olmasa hiçbir şey ifade etmeyen bir varlık. Öyleyse iddia niye? Varlık O’ndan, herşey O’ndansa iddia niye?
Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, “Men kerihe likâallah kerihallahu likaeh - Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayan kimseyle Allah da mülâkî olmayı istemez.” İşte, Allah’a kavuşmayı arzulama ölüme hazır olma demektir; ahirete, haşre, yeniden dirilmeye kat’i inanma ve ebedi saadeti yakalama azm u gayreti içinde bulunma demektir. Samimi bir kulun hali de budur; o öteyi sevgililer diyarı ve ebedi saadet yurdu olarak bilir.. bilir de tertemiz olarak oraya gidip onlara kavuşmak için bu dünyada da hep saf ve duru bir hayat yaşayarak yolculuğa hazır, ötelere müştak bir tavır sergiler.
Bununla beraber, bazı büyük zatların zahiren bakıldığında ölümden korktukları zannını hasıl edecek sözleri olabilir. Vazife ve misyon itibarıyla yapacakları şeylerle alakalı olarak, onların hayatta kalmalarına bağlı bazı hususların ihmali ve sarsılması endişelerini bir korku şeklinde algılama muhtemeldir. Mesela, “Ben ölürsem beni örnek alanlar, nasihatlarımı dinleyenler dağılır; vahdetlerini koruyamazlar. Yapılması gerekli olan şeyler aksar; kulluk vazifelerinde gevşeklik gösterilebilir.” gibi mülahazalar olabilir. Çok nadir insanlar, Bediüzzaman gibi kimselerin varlığı başka insanların varlığını toparlayıcı olur. Sebepleri izzet-i azametine perde yapan Cenâb-ı Allah, Bediüzzaman gibi insanlara da bir misyon yüklemiştir. Onların fikdanında (yokluğunda) iftiraklar, tereddütler olabilir. Dolayısıyla O’nun gibi bir insanın ahireti istemesi kendi nefsi adınadır. Burada kalması ise, Efendimizin miraçtan nüzulü, tekrar aramıza dönmesi gibi dini adına olur. Bundan dolayı hayatına, sağlığına dikkat eder; yaşamak için değil başkalarını yaşatmak için dikkat eder. Oksijen insandır o. Yoksa Allah’a, Peygamber’e, haşr u neşre inanmış insan için ölüm rahmettir. İşte, bizim büyük zevatın ölümle alakalı endişe ifade ediyor gibi görünen sözlerini vazife ve misyonlarıyla irtibatlandırarak böyle yorumlamamız icab eder.
Dosttan, ahbaptan ayrılma yer yer bir hicran şeklinde kendisini hissettirebilir. Zayıf bir rivayette, son günlerinde Rasul-ü Ekrem’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ashab-ı kiram efendilerimize bakarak duygulandığı anlatılıyor. Dostlardan böylesi bir ayrılık askere gitme gibidir. Hani anne-baba evlatlarını askere gönderirken ağlarlar. Bu da askere gitme gibi muvakkat (geçici) bir ayrılmadır. Sonradan dirilmeye inananlar böyle inanır; hayatı bir askerlik, vefatı da bir terhis kabul ederler. Ayrılırken ağlayabilirler fakat bu ağlama arzettiğimiz manâda olur.
CAN HULKUMA GELMEDEN
İnsan ölüm anında şuuraltına yerleşmiş düşüncelere göre hareket eder. Nice insanlar vardır ki, ölüm anında neler neler sayıklayarak ölmüşlerdir.! Onun için, inanılacak şeylere, can hulkuma gelmeden önce inanmak ve bunu bir şuur hâline getirmek çok önemlidir. Aksi halde, o imânın insanı kurtarması, başka bir ifadeyle kurtarıcı imân olması bir hayli zordur.
Herkes, son anında ve daha sonrasında kendi seviyesine göre, bir hayli “keşke” diyecektir. Keşke imân etmiş olsaydım. Keşke imânımla ayne’l-yakîn mertebelerinde seyr ü seyahat edebilseydim. Keşke hakka’l-yakîn’e ulaşabilseydim.. Keşke bütün doğruları vicdanımda duyup yaşayabilseydim..!
Evet, “keşke”ler çok.. ve Kur’ân, pişmanlık dolu böyle “keşke”lere işâretler eder (Furkan, 25/28). Ama bu makamda söylenecek “keşke”lerin insana faydası olmayacaktır. O tefekkür burada yapılmalı ki, bir fayda versin ve orada menfaati dokunsun.
HAYAT VE ÖLÜM
Bediüzzaman Hazretleri, “tûl-i emelin menşei tevehhüm-ü ebediyettir” diyor. Ne müthiş tesbît! Halbuki basiretle bakan görür ki, hayat ile ölüm arasında çok ince bir perde var. Bu perdenin her an aralanması mümkün. Durum böyle iken, bitmek tükenmek bilmeyen arzuların peşinden koşmak niye? Allah’a hamd ederim. Belki günde defalarca ölümümü kolluyor ve gözlüyorum, ama bir türlü gelmiyor.. gelmiyor ve tabii O’nun emir ve rızasının dışında istek, talep ve müdahele hakkımız da yok!
ÖLÜLERİ YAKMA
Geçenlerde ölen birisi cesedinin yakılmasını vasiyet etmiş; o bu düşüncesiyle âdeta, Hz. Adem’den bu yana bütün dinlerin fasl-ı müştereki sayılabilecek olan ölülerin toprağa gömülmesi meselesine karşı çıkmış oluyor. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de müşahede ettiğimiz gibi ilk insanlardan kardeşini öldüren Kâbil, bir karganın delâletiyle onu gömüyor ve bu süreci başlatıyor. Dinler arenası olan Hindistan’da, bazı sözde dinlerde cesetlerin yakılması söz konusu olsa bile, semavî bütün dinlerde ölü gömme bir fasl-ı müşterektir. Hatta, İslâm hariç, diğer dinler çok hükümlerinde tahrife uğramış olmalarına rağmen, ölüleri gömme hiç tahrife uğramadan bugüne kadar devam edegelmiştir.
Gerçi bir hadis-i şerifte Allah Rasulü cesedini yakma tavsiyesi yapan bir zattan bahseder. Bu zat oğullarına; “cesedimi yakın ve külümü savurun” der, onlar da yakar ve külünü savururlar. Daha sonrasını Allah Rasulü şöyle hikaye eder: “Allah onun zerratını biraraya getirir ve ona, ‘neden?’ diye sorar. O zât da: ‘Günahlarımla huzuruna çıkmak endişe ve korkusundan’ der.” Görüldüğü gibi burada mülâhaza çok farklıdır. Keşke bu mülâhaza bizim de ruhlarımızı sarsa!. Böyle endişeler bizim de davranışlarımızın mihrakı olsa! Fakat bu ve buna benzer mülâhazalar olmadıktan sonra, “telâkki bi’l-kabule” mazhar olmuş ve insanlık tarihi boyunca uygulana gelen bir gerçeğe karşı çıkmanın hiçbir mânâsı yoktur.
ÖLÜM TURNİKESİ
İnsan, meleklere karşı vesile-i iftihar olabilecek mahiyette yaratılmış bir varlıktır. Ancak insan, iman ve salih amelle küheylânını, ihsan zirvelerine doğru kamçılayamazsa, olduğu yerde kalır ve sukût eder. Evet insanın mahiyet ve hilkatinde hedeflenen safvet ve derinliğe ulaşması, ancak iman ve salih amelle mümkündür. Zaten, “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır” (Tin/1-6) âyeti de bunu ifade etmiyor mu?
Ve işte bu insan, daha dünyaya geldiği andan itibaren, ölüm turnikesine girmiş ve bütün hayatı boyunca da varacağı kabir salonuna doğru, zaman koridorunu adımlamaya başlamış demektir. Yani insan, “İnna lillah”tan başlayıp “İnna ileyhi”ye doğru giden bir yolcudur. Bu yolculukta geçen her dakika, her saat, her gün ve her sene, onu eceline bir adım daha yaklaştırmaktadır. Gönenli Mehmet Efendi'ye izafe edilen şu sözler, bu hakikati avamca, ama ne hoş ifade eder:
Saatin zinciri bitince eylemez tık tık;
Vakt-i merhûnu gelince ruha derler çık çık!
Hakk'a kulluk eyle zira,
Ahirette dinlemezler hık mık...

Bir başkası da bu duyguyu şöyle seslendirir:
Kaderde ne ise olur etme merak!
Nefsine uyma Hakk'ın emrine bak!
Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak,
Akibet gözünü doldurur bir avuç toprak.

Evet, günler su gibi akıp giderken, insan her geçen gün bir adım daha ahiret yurduna doğru yaklaşmaktadır. Bu sebeple de insan, hayatının her karesini ibadet felsefesi ve kulluk şuuruyla örgülemeli.. örgülemeli ve bu cebrî çekiş ve tabi itişi, hayatı tatlı yaşama mevzuunda kendi terakkisi için bir güç kaynağı olarak kabul etmeli ve değerlendirmelidir.
 

mihrimah

Well-known member
RİSALE…
Name=4; HotwordStyle=BookDefault; gibi âyetlerde, "Mevt dahi hayat gibi mahlûktur; hem bir nimettir" diye ifham ediliyor. Halbuki, zâhiren mevt inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzâttır. Nasıl mahlûk ve nimet olabilir?
Elcevap: Birinci sualin cevabının âhirinde denildiği gibi, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira, meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessühle, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülât-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahlûk ve muntazamdır.
Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan, o mevt onların hayatından daha muntazam ve mahlûk denilir.
İşte, en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebâtiyenin mevti böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette, yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir. Amma mevt nimet olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört veçhine işaret ederiz.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzâd edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.
İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs'atli, sürurlu, ıztırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle, Mahbûb-u Bâkînin daire-i rahmetine girmektir.
Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki, mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir. Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedâidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir-hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belâlarla müptelâ olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir. Amma ehl-i dalâlet için, müteaddit Sözlerde katî ispat edildiği gibi, mevt dahi hayat gibi nikmet içinde nikmet, azap içinde azaptır; o bahisten hariçtir.
ÖLÜMÜ VEREN O’DUR
Name=r0124; HotwordStyle=BookDefault; Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
MEVTİ İCAD EDEN O’DUR
Yedinci Kelime: Name=R0142; HotwordStyle=BookDefault; Yani, mevti veren Odur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine Odur.
Evet, mevt yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki, nasıl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor; fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına, yani cüz'î tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de, mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifâ göründüğü hâlde, hakikatte, insan için hayat-ı bâkiyeye ünvan ve mukaddime ve mebde oluyor. Öyleyse, hayatı veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti O icad eder.
Şu kelimedeki mertebe-i uzmâyı tevhidin bir bürhan-ı âzamına şöyle işaret ederiz ki:
Otuz Üçüncü Mektubun Yirmi Dördüncü Penceresinde beyan edildiği gibi, şu mevcudat, irade-i İlâhiye ile seyyâledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbalden gelip hâle uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.
İşte şu mahlûkatın şu seyelânı, gayet hakîmâne, rahmet ve ihsan dairesinde; ve şu seyeranı, gayet alîmâne, hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet rahîmâne, şefkat ve mizan dairesinde, baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Hakîm-i Zülkemal, mütemadiyen tavaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz'iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder, sonra hikmetiyle terhis edip mevte mazhar eder, âlem-i gayba gönderir, daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir.
İşte, hiç mümkün müdür ki, şu kâinatı heyet-i mecmuasıyla çevirmeye muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte bir fert gibi mazhar etmeye kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevtle ondan koparıp alamayan bir zat, mevt ve imâteye sahip çıkabilsin? Evet, en cüz'î bir zîhayatın mevti dahi, hayatı gibi, bütün hakaik-i hayat ve envâ-ı mevt elinde bulunan bir Zât-ı Zülcelâlin kanunuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarurîdir.
MEVT O’NUN DEVAM VE BEKASINA DELİLDİR
Arkadaş! Hayat, Hâlıkın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.
Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziyâ ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi, o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziyâ ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin bir şems-i vâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar.
Kezalik, mevcudat, vücuduyla Vâcibü'l-Vücudun vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsülle yerlerine gelen emsali, Sâniin ezelî ve ebedîvâhidiyetine şehadet ediyorlar.
Evet, leyl ve neharın ihtilâfı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu lâtif masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devir ve teslim muamelesi kat'î bir şehadetle, sermedî, âlî, dâimüttecellî bir Sahib-i Cemalin vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat'î bir bürhandır.
Ve keza, senevî inkılâplarda, müsebbebatla esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iâdeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahlûklardan olduğuna delâlet ettiği gibi, bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhidin müteceddid bir san'atı olduğuna da şehadet eder.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
Hz. İBRAHİM İLE AZRAİL
Ölüm, ilk bakışta soğuk ve sevimsiz görünür. Ancak gerçek mânâsına bakınca ölümün hiç de soğuk ve kötü şey olmadığını anlamak mümkündür. Yaşlanan insanlar ölmeyip yaşlanmaya devam ettikleri takdirde elleri titreyecek, gözleri görmeyecek, dizleri tutmayacaktır. Yemeklerini yiyemez, yataklarına yatamaz, oturdukları yerden kalkamaz olacaklardır... Böylesi bir hayat ise, hem kendilerine, hem de bakanlarına çok ağır gelecektir. Perişan bir yaşlı için ölümün ne kadar rahmet ve kurtuluş olduğunu gösteren ibretli bir misâl..
İbrahim Peygamber misafirsiz yemek yemezmiş. Her gün ya evine gelen misafirle sofraya oturur, yahut da çıkıp yollarda misafir bulur, getirip onlarla kamını doyururmuş.
Bir gün yine yol kenarında misafir beklerken, yaşlı birinin eşek sırtında kendine doğru gelmekte olduğunu görmüş. Yaklaşan ihtiyar selâm verip yoluna devam ederken önüne çıkan Hazret-i İbrahim:
— Nereye gidiyorsun muhterem, buyur, birlikte bir çorba içelim, sonra yoluna devam edersin, demiş.
Yaşlı adam itiraz etmemiş:
— Madem istiyorsun, davete icabet etmek gerekir, seni kıracak değilim ya., diyerek yolunu değiştirmiş, birlikte Hz. İbrahim'in hanesine gelmişler. Misafir odasının bir köşesine geçip oturan ihtiyar, az sonra ortaya serilen sofraya bakarak üzülmeye başlamış. İbrahim Aleyhisselâm:
— Baba, niçin üzüntülüsün? deyince:
— Evlâdım, ben ortaya serdiğin bu sofraya nasıl yaklaşayım? Elimden tut, beni sofraya kadar sürükle, demiş.
Dediğini yapmış. İhtiyarın elinden tutup sofraya sürükleyerek getirmiş. Bu defa da bir başka mes'ele ortaya çıkmış. İhtiyar
— Hani nerede kaşık, tabak? Gözlerim pek iyi farketmiyor, demiş.
Bir eline kaşığı, bir eline de ekmeği veren İbrahim Aleyhisselâm, çorba dolu tabağı gösterip buyur etmiş. Bir de bakmış ki, İhtiyar, titreyen eli ile tuttuğu kaşıktaki çorbayı döke döke ağzı yerine kulağına doğru götürüyor, sonra aklı başına gelince ağzına getiriyor. Ancak o zamana kadar da kaşıkta, birkaç damla kalan çorba, midesine gitmeden ağzından dökülüp sofraya saçılıyor. Bu üzücü hâli görünce dayanamayıp sormuş:
— Baba nedir bu hâlin? Neden böylesin? İhtiyar cevap vermiş:
— Neden olacak, yaşlılıktan.
— Kaç yaşındasın? diye sormuş İbrahim Aleyhisselâm.
Verdiği cevaba göre ihtiyarın yaşı kendisinden sadece iki sene fazlaymış. Bunun üzerine İbrahim Aleyhisselâm:
— Demek ki iki sene sonra ben de aynı yaşa gelecek, aynı duruma düşeceğim! diye düşünmeye başlamış. Bu defa ellerini açıp yalvarmış:
— Yâ Rab. bu duruma düşmek istemiyorum. Böyle yaşamaktansa ölüm daha güzeldir. Gönder meleğini, alsın ruhumu!
İşte bu sırada sofra başındaki perişan ihtiyar birden ayağa fırlayıp:
— Hazır ol ey Allah'ın Nebisi, işte geldim, diyerek karşısına dikilmiş.
— Sen kimsin, ne diye karşıma dikiliyorsun? Meçhul İhtiyar cevap vermiş:
— Ben ruhları alan Azrail'im. Rabbim ölümün yaşlılar için ne kadar rahmet ve nimet olduğunu göstermek için beni sana gönderdi!
İbrahim Aleyhisselâm kelimelere basa basa konuşmuş:
— Evet, her zamanki gibi bir daha inanıyor, iman ediyorum ki, ölüm, imanlı ihtiyarlar için, mihnetsiz, meşakkatsiz bir hayata geçiştir. Azrail gibi emin ve sağlam birine bu sebeble ruhumu emniyetle teslim edebilirim.
HÜDHÜD'ÜN FİKRİ
Süleyman Aleyhisselâm'a hem dünya, henı de âhiret saltanatı verilmişti.
Dünyadaki saltanatı, çok zengin oluşu, insanlardan başka cinlere de hükmedişi, hattâ hayvanlara bile hâkim oluşuydu. Onun yanında kurtlar, kuşlar itaatli birer hizmetçi gibiydiler. Ne emrederse hemen yerine getirirler, ne isterse derhal yaparlardı.
Bir gün bir melek elinde bir bardak su ile geldi ve şöyle dedi:
— Ey insanların ve diğer canlıların sultanı, şu elimdeki suyun adına (âb-ı hayat) denir. Bunu içersen çok uzun ömürlü olacaksın, asırlarca yaşama imkânına kavuşacaksın. Nice kavimler ölecek, yerlerine yenileri gelecek, ama sen hepsinin zamanında da ömür sürecek saltanatta olacaksın. Yeter ki bu su'dan iç!
Süleyman Peygamber düşünmeye başladı:
— Ben bu söylediklerini, kuşları toplayıp bir istişare edeyim de sonra kararımı bildireyim, dedi.
Bir gün bütün kuşların hazır bulunduğu bir sahrada durumu anlattı:
— Bana, dedi, bir melek âb-ı hayatı getirdi. İçersem çok uzun zaman yaşayacak, asırlarca saltanat sûrecekmişim, ne dersiniz, âb-ı hayattan içeyim mi?
Hepsi de sevinçle cevap verdiler:
— İçiniz efendim, içiniz de. asırlarca muammer olunuz.
Ancak o sırada Hüdhüd kuşu yoktu. Müzakere bittikten sonra, uçarak gelip dağılmak üzere olan kuşların arasına karıştı. Onun yeni gelişini gören Süleyman Aleyhisselâm:
— Bakın, dedi, bir kardeşiniz istişarede yokmuş. Bir
de Hüdhüd'ün fikrini soralım, belki ufkumuzu genişletecek görüş fleri sürebilir.
Durumu ona da anlattı. Hüdhüd yavaş yavaş konuşurdu. Fakat bu sefer heyecanla ve aceleyle konuşmaya başladı:
— İçmeyiniz efendim, âb-ı hayattan içmeyiniz!
— Neden içmeyeyim, sebebini de söyler misiniz?
— Neden olacak Efendimiz, siz bu sudan içinde asırlarca yaşayacaksınız, ama sizin emsal ve akranlarınız ölmüş, bu âlemden göçmüş olacak. Emsal ve akranlarınızın hepsinin de ölümlerinin acısını tadacak, aranızdan ayrılışının ıstırabını duyacaksınız. Sonra yeniden dost ve emsaller edineceksiniz. Onlar da bir müddet sonra ölümü tadacak, aranızdan ayrılacak. Siz, onların da Ölümlerinden acı duyacak, üzüntü hissedeceksiniz. Bu nasıl bir hayat ki, daima emsal ve akranlarınız durmadan ölüp gidecek ve siz de durmadan onların ölümlerinin acısını tadacak, hasretini hissedeceksiniz?
Düşünmeye başlayan Süleyman Aleyhisselâm dağılmak üzere olan kuşlara sordu:
— Ne dersiniz, kardeşiniz Hüdhüd'ün söylediklerine? Hep birlikte cevap verdiler:
— İştirak ediyoruz, kardeşimiz Hüdhüd bizden isabetli görüş ileri sürdü. Kararımızı onun işaret ettiği şekilde düzeltmemiz gerekir.
Süleyman Aleyhisselâm âb-ı hayat getiren meleğe seslenip kararını bildirdi:
— Âb-ı hayatı içmekten vazgeçtim, herkes gibi zamanı gelince ölmeyi daha hayırlı olarak görüyorum. Az yaşa çok yasa, akıbet ölüm gelecek basa.. Al götür âb-ı hayatını. Herkes gibi sınırlı ömür yeter bana.
Kuşlar uçup dağıldılar. Süleyman Aleyhisselâm da oradan ayrılıp köşküne gelirken yolda bir gence rastladı. Gencin derdi büyüktü. Diyordu ki:
— Ey Allah'ın Resulü, dedem çok yaşlandı, ekmeğini yiyemiyor, suyunu içemiyor, hacetini de kendi başına defedemiyor. Aile halkımız ona hizmette kusur etmemek için çırpmıyorsa da, tahammülleri bitti, takatleri tükendi. Ne olur, bir dua et de, derdimize bir çare bulunsun...
Süleyman Aleyhisselâm ellerini açıp şöyle dua etti:
— Yâ Rab, erzel ömürden sana sığınırım. Bana ve başka bir kuluna erzel ömür verme, ele düşecek hale gelince emanetini kolaylıkla kabz eyle. Bu, yaşamaktan daha güzeldir.
Bu sırada koşa koşa biri gelip gencin kulağına fısıldadı:
— Yaşlı deden hakkın rahmetine kavuştu. Evden seni istiyorlar.
INTERNETTEN ÂHİRETE DAVETİYE
"Ölüm, bizim mayamızdır. Ondan kaçmak, kendi kendimizden kaçmaktır. Bizim bu tadım çıkardığımız varlıkta, hayat kadar ölümün de yeri vardır. Dünyaya geldiğimiz gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlamaz mıyız?" (Montaigne)
New York sokaklarının karla kaplandığı soğuk kış günlerinin birinde, ikisi de Amerika'nın değişik bölgelerinde iş gezilerinde olan karı-koca, Florida da buluşup, yaz sıcaklarının yaşandığı bu bölgede birkaç gün geçirip dinlenmeye karar verirler. Florida'ya karısından önce giden koca, ertesi gün için eşine de yer ayırttıktan sonra, ona bir e-mail gönderir. Fakat mesaj, adresi bir harf yanlış yazdığı için karısına değil de, bir gün önce ölen yaşlı bir papazın karısına gider. Papazın en az kendisi kadar yaşlı karısı, bilgisayar ekranındaki mesajı okuyunca korkunç bir çığlık atarak yere düşer.
Kocasının ölümünden dolayı zaten çok üzgün olan kadının bu çığlığı üzerine ev halkı odaya dolar ve hemen herkes, yerde yatan kadına yardım için koşuşturmaya başlar. Kadıncağız bir süre sonra kendine gelir ve ne olduğunu soranlara korku içinde bilgisayarı gösterir.
Hâne halkı bilgisayara baktıklarında ekranda şöyle bir mesajla karşılaşırlar:
"Sevgili karıcığım! Buraya ulaşır ulaşmaz, öncelikle yarın senin gelişinle ilgili bütün işlemleri tamamladım. Sonra da bana ayrılan yerime yerleştim.
Burası gerçekten de dedikleri gibi çok çok sıcak... Seni özlemle bekliyorum. Kocan..."
DEHŞETİN AĞIRTTIĞI SAÇLAR
"Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim." (Montaigne)
Muğla'nın Milas ilçesinde yaşayan orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren dehşetli bir rüya görür.
Rüyasında adam kendi ölümünü görmüştür. Öldükten sonra, vücudu teneşirde yıkanmış, kefenlenmiş ve mezara defnedilmiştir.
Rüya çok net ve berraktır. Adam mezara konulup yapılan dualar ve okunan Kur'an-ı Kerim ile birlikte üzeri topraklandıktan sonra kapkaranlık bir yerde yapayalnız kalır. Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Bunlar kendilerinin kabirdeki sual melekleri olan "Münker ve Nekir" olduğunu söylerler.
Bu melekler, adamı alıp bulunduğu menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde adamın Önüne hemen bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar, O sırada karşıdan gelen bir adam belirir, Münker ve Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşısındaki adama üzüm satmasını söylerler.
"Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, lam ölçün. Doğru terazi ile tartın, Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de akıbet yönünden de daha güzeldir," (Kur'an-ı Kerim, İsra, 35)
Münker ve Nekir melekleri adamın sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler. Kendisinin alış-veriş şırasında tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür. Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır,
Rüya sahibinin o anda gördüğü manzara gerçekten çok korkunçtur. Kapının öbür tarafında müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde cayır cayır yanan insanlar vardın insanlar bir taraftan yanmakta, bir taraftan da vücutları tazelenmektedir. Yanan insanların çıkardıkları canhıraş feryatlara yürek dayanacak gibi değildir,
Münker ve Nekir melekleri, adama bu dehşetli manzarayı gösterdikten sonra tekrar bir meydanın ortasına getirirler. Kendisine, biraz önce alışveriş sırasında işlediği suçun cezasının demin gördüğü gibi yanarak mı, yoksa başka bir şekilde mi verilmesini istediğini sorarlar.
Adam, gördüğü o müthiş yangın manzarasındaki dehşetten ve bundan daha büyük bir ceza olamayacağı düşüncesiyle ateşe razı olmayıp bir başka cezaya razı olduğunu söylemesi üzerine, birden bire vücudunda yüzlerce derece bir hararetin başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder. Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap başlamıştır. Adamcağız, çektiği acının tesiriyle avazı çıktığı kadar feryad ve figan etmektedir,
(Rüyadan gerçek hayata, yani rüyayı gören adamın evine döndüğümüzde, adam hakikaten de avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır. Vakit gece yarısıdır. Adamın karısı ve bitişik odadaki iki yetişkin oğlu bu korkunç çığlıklara uyanırlar. Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu pürtelaş adamın evinde toplaşırlar. Adam ise hâlâ çığlık çığlığa feryada devam etmektedir. Herkes uğraşmakta fakat adamcağız bir türlü uyandınlamamaktadır.)
Dönelim tekrar rüyaya,,. Adamın içine düşen yangından vücudu fokur fokur kaynamakta ve acı içinde kıvranmaktadır. Çektiği acı tahammül sınırının çok ötesindedir,
Bir müddet geçtikten sonra, Münker ve Nekir'in işaretiyle ceza sona erdirilir ve adam çağrılarak şöyle denilir:
"İşte gördün ve anladın ki, dünyada yapılan ufacık bir hatanın, adaletsizliğin ahiretteki cezası bu. Şimdi seni hayata, yaşadığın dünyana iade ediyoruz. Bundan sonra hayatını bu gerçeğe göre tanzim et, Katiyyen en küçük dahi olsa bir haksızlık, adaletsizlik yapma."
Bu müsaadeden sonra, adamcağız rüyasından gözlen yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır. Ama bundan da önemlisi, adamın yüzünde, etrafını çevreleyen mahalle halkını hayret ve şaşkınlık içinde bırakan bir görüntü vardır. Siyah saçlı bu adamın bütün saçları, biraz önce rüyada gördüklerinin dehşetinden bir anda bembeyaz olmuştur. Evet bembeyaz...
Milaslı bu adamı görüp hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi artık o, dehşetin aklaştırdığı saçlarıyla hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşamakta, bundan sonraki menzili olan kabir âleminde kendisine faydası olacak salih amellerin, güzel, hayırlı işlerin peşinden koşmaktadır.
MEKÂN DEĞİŞTİRMEK
Mevlana Hazretleri, Pervane'nin evinde mânâ aleminden hakikatler saçıyordu. Büyük bir topluluk vardı. "Müminler ölmezler" dedi, "Belki bir evden diğerine taşınırlar."
Şeyh Taceddin-i Erdebilî, "O halde niçin Allah (c.c.), 'her nefis ölümü tadıcıdır" buyuruyor diye itiraz etti.
Mevlana: "Evet, fakat Allah nihayet her nefis diyor, her kalp demiyor. Sen ya kalp ol veya bir müminin kalbinde yer et ki, müminin kalbi gibi ölmeyesin. Sen nefsinin hevasına uyup gidersen o ayet senin hakkında söylenmiş olur." buyurdu.
Hazretİ Mevlana, ayetten enfes bir mânâ çıkarır ve görünen bir hakikatin diğer yüzüne dikkatleri çeker. Evet, her insan mânâsına "her nefis" ölecektir.
Fakat Onu bulan, Onun hakikatinde yaşayan için ölümden kastedilen ayrılıklar, yalnızlıklar, karanlıklar olmayacağından, kalbiyle imana dîrilenin yaşayacağı şey sadece hane değişikliğidir.
Yunus, imanla ölümü aşmayı anlatırken sonsuzluğa yürüyor gibidir:
"Ölümden ne korkarsın? Korkma ebedî varsın!"
Nefsin köleleri hayır adına ebediyen ölecek, kalbini Onunla nurlandırıp ölmeze erenler, ölüm kapısıyla ebediyen dirilecektir.
HELAK OLMAK
Bir gün Hazreti Mevlana, "O'nun zatından başka her şey helak olacaktır" ayetine farklı bir açıklama getirir.
"Allah, bakî ve ebedî olmak İçin damlanın denizde kaybolması gibi, yok olmaktan müstesna olan Zatında yok olmaya, kendi merhametine davet ediyor" der.
Fanî olan mahlukattır ve Bakî olan sadece Odur. Mahlukat her an ayrı bir yokluğu ve faniliği yaşamaktadır. Güneş batar, gün biter, an ve ömür sona erer. Belki mahlukat, ayetin de işaret ettiği gibi bir gün bütünüyle yoklukla burun buruna gelip tekrar var edilecek, her şey helak olacaktır.
Fakat yok olmak istemeyenler, yok olmayan Bakîde yok olunca, onlar için yokluk olmayacak, ebedî varlığa Onun ihsanı ile mazhar olacaklardır.
ESKİ KUMAŞ
Hazreti Mevlana bir şiirinde: "Eski olduğu için kimsenin yüzüne bakmadığı bir kumaşı, Allah kereminden satın aldı" der.
İnsanı hiç yalnız bırakmayan, hiç terk etmeyen, en aciz ve çaresiz kaldığı anda merhamet eden Odur.
İnsan, bir gün eski, yıpranmış kumaş haline gelir. Yüzü buruşur, elleri titrer. Çocuktan daha narin olur. Ve bir anda sopsoğuk, kaskatı kesiiir. Artık en yakınının bile yanında kalamaz. O herkesten, herkes ondan ayrılır.
Toprağın sinesine terk edilir, işte en çok merhamete muhtaç olduğu anda, Onu yalnız bırakmayan, ona sahip çıkan, ağır bir hediye gibi karşılayan yine sonsuz merhamet sahibidir.
Necip Fazıl bunu şöyle anlatır: "Ölenler yeniden doğarmış; gerçek! Tabut değildir bu, bir tahta kundak. Bu ağır hediye kime gidecek, Çakılır çakılmaz üstüne kapak?"
TİTO'DAN TARİHÎ İTİRAFLAR
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İslâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gidiş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi ...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!
MEZARLIK AĞACI
Yeni taşındığı Apartmanın bahçesine, birkaç tane de mezarkk ağacı olarak bilinen selvi ağaçlarından dikmişti Ahmet Bey. Niyeti ağaca baktığında ölümü hatırlamaktı. Dünyasını kazanmaya çalışırken âhiretin varlığını da unutmamaktı. Daire komşuları da onun bu düşüncesinden memnun olmuşlardı.
Bir gün, bu ağaçlan sularken, yoldan geçen bir grup hanımdan biri, Ahmet Beye yaklaşıp sordu:
- Apartmanın üst katında perdesiz camlar var, Acaba bu apartmanda kiralık daire var mı?
Ahmet Bey, soruyu soran hanıma, "sahibi taşınacak" demeye fırsat bulamadan, gruptaki hanımlardan birisi sinirli şekilde bağırdı:
- Ne yapıyorsun Türkan?
- Daire kiralık mı? diye soruyorum.
- Deli inisin sen Allah aşkına?
- Niye deli olayım? Sen, kiralık ev aramıyor musun? Sana yardımcı olmaya çalışıyorum.
- Ev sinyorum da, bu binadan daire kiralanır mı hiç, görmüyor musun?
Kadın etrafına bakındı, herhangi bir şey göremeyince sordu:
- Ben bir şey göremiyorum. Sen ne görüyorsun söyle?
- Ne göreceğim Türkan'cığım! Baksana bahçeye mezarlık ağaçlan dikmişler. Her gün mezarlık ağaçlan seyredilerek bu binada yaşanır mı?
Ve selvi ağaçlarından rahatsız olan kadın, son sözünü söyledi:
- Yürü Allah aşkına! Memlekette kiralık daire mi kalmadı. Bahçesinde mezarlığı hatırlatan ağaçlar dikili bir apartmanda oturulur mu hiç?
Onlar hızla uzaklaşırken, Ahmet Bey de, selvi ağacının altında, şaşkın halde kalmıştı. Gülmek mi gerek, ağlamak mı, bir türlü karar veremiyordu.
Ahmet bey bu olayı, yakın dostlarına ibret vesilesi olsun diye zaman zaman anlattı. Hatta dostları arasında, o kadını tanıyanlar bile çıktı.
Yular yıllan kovaladı. Bir gün öğle namazını kıldığı semt camiinde, Ahmet Beyin kulağına, cenaze imamının gür sesi geldi:
- Hatun kişi niyetine!
Ahmet Bey de, cenaze namazına iştirak etti. Namazdan sonra cemaaten biri, Ahmet Bey'in kulağına eğilerek şu sözleri fısıldadı:
- Namazını kıldığın bu kadının kim olduğunu biliyor musun?
Ahmet Bey nerden bilsin?
- Kim olduğunu bilmiyorum, dedi.
Kulağına fısıldayan adam, derin bir nefes alarak, şu şaşırtıcı açıklamayı yaptı:
- Vaktiyle bize anlattığın, bahçede mezarlık ağacı görmeye dayanamayan bir kadın vardı ya? Bu cenaze, işte o kadının cenazesidir.
Ve şöyle tamamladı sözünü:
- Şimdi onu, bir selvi ağacının dibine kazılan mezarına, gömmeye götürüyorlar.
KOMADA DUYULAN SES
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonucunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Yanımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir hayat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyordu.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiştim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucuların tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiştim. Tam manâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk önce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum. Sesinden tanıdığım amcam:
— Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, diyordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara'ya götürelim.” Doktor ise:
— Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böyle bir mesuliyetin altına da giremem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdiğimi anlamış ve doktorun "Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybettiğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zannederken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, benimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
— Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asılsız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sıkıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
— Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kurtar, dedim. O ses:
_ Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar sulan çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini tamamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeylere inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya hesaba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tur şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da artta. "Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mıyım?'1 diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifelerimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissediyordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel okuduğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. O ses'e hitaben:
— Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptıklarımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hayvan ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akü nimetini nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin defa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı aydınlatmaya başlamıştı. Nurlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyordum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, namaz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikatlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onu cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek inşaallah ebedî saadeti kazanmak, tamamen bu hakikatlann elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara saptırmak için akıllarına vesvese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sahip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşlerimiz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğim, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün inananlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşaallah bir alâmet-i gurur olmamıştır.
ÖLÜMÜ ANMAK ÜÇ TÜRLÜDÜR
Ey İlâhî sırlan öğrenmek isteyen! Bil ki, ölümü yâd eylemek, anmak üç türlü olur:
Birincisi: Şu gafil kişinin anmasıdır ki, dünya işleriyle uğraştığından ötürü ölümü düşünürde onu çirkin görür:
- Dünya şehvetinden, dileklerinden geri kalınırı! diyerek korkar. Ölümü kötüler, onun zemninde bulunmağa başlar ve:
— Bu ölüm, ne fena, ne yararsız şeydir ki, önümüzde belirmektedir! der. O istediği kadar şikâyet etsin. Dünya bu güzellikleriyle terkedilecektir. Ölümü bu yolda anmak onu Hak Teâlâ ile meşgul etmiş olur. Eğer bütün dünya ona bulanık ve sıkıntılı gelirse, o da dünyadan nefret duyar, tiksinirse, bu da faydadan uzak kalmaz.
İkincisi: Tevbe ehlinin ölümü anmasıdır ki, bu kişiler ölümü kendilerini mağlûp etsin, yensin diye anarlar. Cennet azığını tedarikle ve şükürdedirler. Bu hâlin, bu türlü ölümü anısın sevabı çok büyüktür. Tevbe ehli olan kişi ölümü çirkin ve kötü görmez. Yalnız ölüm hazırlığını görmeden giderse diye, ancak bu korku ile ölümü fena görür, Ölümü bu yolda istememek, onun gecikmesini dilemek ziyan vermez.
Üçüncüsü: Ölümü arif kişilerin anmasıdır. Ariflerin Ölümü anısı şundan ötürüdür ki, Allahü Teâlâ'nın dîdârına Ölümden sonra kavuşmak umududur. Seven kişi sevdiğine kavuşmanın vâdesini unutmaz. Belki daima o vâdeyi bekler. Daima Yüce Allah'ın dîdârına kavuşmanın arzusunda olur.
Huzeyfe (Allah ondan razı olsun), can çekişirken şöyle dedi:
-Dost geldi, tam vaktinde geldi! Ve yine şöyle dedi:
-Ey Allah'ım! Fakirliği zenginlikten, hastalığı sağlıktan, ölümü de dirilikten daha çok sevdiğimi bilirsin. Ölümü bana kolaylaştır. Tâ ki, senin dîdârınla rahat olayım.
Bu dereceye varmanın Ötesinde bundan daha büyük bir derece de vardır ki, o da ölümü ne kerîh görür, ne de talep eder, ne acele gelmesini ister, ne de ölümün gecikmesi dileğinde bulunur. Yalnız Hak Teâlâ ne hükmeylerse onu diler. Kendi tasarrufunu (kendi dileğindekileri yapmayı) bırakır. Böylece teslim ve rıza makamına erişmiş olur.
Bu ölüm onun yâdına gelince ölümün hallerinden korku çekmediği, hatta ölüme hiç aldırmadığı zaman olur. Çünkü o, dünyada daima müşahede âleminde olur ve Hak Teâlâ'nın zikri ona galip getir. Artık ölüm de, dirim de onun için birdir. İkisi de eşittir, Bütün hallerde Hak Teâlâ'nın zikrine ve muhabbetine dalmış olur.
ÖLÜMÜ ANMANIN KALBE TESİRİ
Ey İlâhi sırları öğrenmek isteyen! Sen bil ki, ölüm büyük bir iştir ve ulu bir tehlikedir. Lâkin insanlar bundan gafildirler. Ölümü amalar bile bu anış gönüllerine işlemez.Dünya işlerine öyle dalarlar ki, başka bir şeye gönüllerinde yer kalmaz. Bundan ötürüdür ki, zikrin ve teşbihin de o kadar lezzetini bulamazlar.
İşte bunun ilâcı şudur: Mürîd olan bir kişi bir tenha yer, bir halvet İster. Gönlünü bir saat için o tenhalıkta ölüm düşüncesine salar. Kendisine şu hitapta bulunur:
-Ey nefis! Ölüm günü yaklaştı. Belki de bugün gelir. Ey sâlih kişi! Sen bil ki, sana:"Bir karanlık eve gir!" deseler. Sen o karanlık evin dehlizinde bir kuyu veya serseri bir köpek mi vardır bilemezsin. Ya da yolun üzerinde bir taş mı vardır, ya da başka bir engel mi vardır, haberin yoktur. Bundan dolayı o karanlık dehlize girmekten ödün kopar, korkudan dizlerinin bağı çözülür. Bil ki, ölümden sonraki hâl de bilinmiş değildir. Kabirde olan tehlike, bu tehlikeden aşağı değildir. Bundan gafil olmak, bunları bilmemek ne acâîp bir cürettir! Buna asıl ilâç, kendi yaşdaşlarına, akranlarına bakmaktır. Onların çoğu ölmüşlerdir. Onların yüzlerini, hayâllerini hele bir aklına getir. Düşün ki, her biri bir makam, bir mevkide, kendi muradında niceydi! Onların dünyadaki sevinci, ne kadar gaflet içinde olduklarım gösteriyormuş. Bir gün ansızın ölüm gelip onları nasıl kaptı? Şimdi sen düşün ki, kabirde onların vücutları, yüzleri nicedir. Uzuvları birbirinden nasıl ayrılmıştır. Onların derilerine, etlerine, gözlerine ve dillerine kurtlar nasıl üşüşmüşlerdir! Onlar bu belâya çalmışken, arkadaki mirasçıları malım paylaşıp yemektedirler. Hattâ karısı başka bir erkeğe de varmıştır. Onu temaşa etmekte eski kocasını unutmaktadır. Sen yine arkadaşlarının durumunu ve günlük yaşamalarını düşün ki, onların âlemi seyredişlerini, gülmelerini ve gafletlerini aklından geçir. Yirmi yılda erişebildikleri İşlerin tedbirleriyle uğraştıklarını fıkreyle. Onlar bu kadar zahmetler çektiler. Oysa kefenleri bezci dükkanında bulunmaktaydı. Bundan habersizdiler. Sen de kendi kendine:
—Sen de onlar gibisin! Senin de gafletin, hırsın, cahilliğin, bilgisizliğin, aptallığın onlarınki gibidir. Sana öyle bir saadet nasip oldu ki, onlar senden önce dünyadan ayrıldılar. Bundan sen ibret almalısın. Nitekim: "o kişiye ne mutludur ki, bir başkasından Öğütlenir!" diye buyurulmuştur! demelisin.
Sonra da kendi ellerini, ayaklarını, parmakların, gözlerini, dilini düşünmelisin. Hepsi de biribirinden uzaklaşacaklardır. Az zaman içinde de akreplerin gıdası, yılanların ve yerde yaşayan başka haşerelerin yiyeceği olacaktır.
Sen kabirdeki kendi yüzünü, vücudunu hayâle getir ki, bunlar, pis koku içindedirler, vücudun dağılmıştır. Uzuvların birbirinden ayrılmış, murdar bir hale gelmiştir.
Ve sen ey sâlih kişi, buna benzer şeyleri, her gün kendi özüne kalb dili ile söyle. Tâ ki, bâtının haberdar olsun. Ölüleri görünce dille yâd etmenin etkisi olmaz. Âdemoğlu daima kendisini cenazelere bakarken görür. Sanır ki, daima başkalarının cenazesini görecek, kendisinin cenazesini görmeyecektir. Çünkü o, kendisini hiç bir kere ölü görmüş değildir. Gözle görülmeyen şey de vehme gelmez. Bundan ötürüdür ki, Resûlullah Efendimiz bir hutbede şöyle buyurdu:
—Doğru söyleyin! Ölüm bizim üzerimize yazılmış mıdır? Şu alınıp götürülen cenazeler tez geri dönecek konuklar mıdır? Biz onları toprağa koyarız, miras olarak bıraktıklarını yeriz. Biz kendimizden gafil kişileriz.
İnsanlara ölümü unutturan şey de çok zaman lûl-i emel (bitmeyen istekler)dir. Bütün fesatların, kötülüklerin, fenalıkların başı da bu tûl-i emel, sonu gelmeyen isteklerdir.
SENİ DE ATTAYA GÖTÜRÜRLER
Filmleri izleye izleye uzmanlaşan bir arkadaşım, "Ben her şeyin püf noktasını kavradım. Hayatta öyle işler yapacağım ki hiç kimse bir ipucu bulamayacak ve beni asla yakalayamayacak. Her defasında bir fırıldak çevirip kurtulmayı başaracağım." dedi. Ona dedim ki: "Senin gibi fırıldakçı birisi varmış. Her zaman da bir yolunu bulup kurtulurmuş." Bir gün rüyasında kendisine, "Artık saklanılmayacaksın. Azrail'in elinden kurtuluş yok..." demişler. O da düşünmüş taşınmış bir çare bulmuş. Kendi kendine: "Giderim inşaatımın başına, çocuk numarası yapar evcilik oynarım. Beni çocuk diye kimse tanımaz!" demiş. Tam inşaatının bulunduğu yerdeki kumlarla oynamaya başlamış ki, arkasında birisi belirmiş ve "Sen burada ne yapıyorsun?" diye sormuş. O da, "İşte gördüğün gibi evcilik oynuyorum. Peki öyleyse çocuk!" demiş. "Gel benimle... Haydi attaya gideceğiz!" Meğer gelen Azrail imiş... Ona, "Şimdi dersini aldın mı? Allah'ın mülkünden nereye kaçacaksın?" dedim. İnşallah dersini almıştır.
İKİ KİŞİ
İki kişiden biri:
"Eteğimizden tutup da habire çekip duran, ölüm olmasaydı dünya ne hoş olurdu." dedi. Diğeri ise:
"Şayet Ölüm olmasaydı ıstıraplarla dolu olan bu dünya hiçbir şeye yaramazdı, ovaya bırakılmış dövülmeden öylece duran bir harmana benzerdi." dedi.
* Hiçbir ölü öldüğüne acımaz, azığının azlığına acır. Çünkü ölen bir kuyudan ovaya ve genişliğe çıkar.
 
Üst