Nasihat

mihrimah

Well-known member
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَابَيْنَ يَدَيْهَا وَمَاخَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقينَ


Bakara / 66. Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.​

وَكَتَبْنَا لَهُ فِى الْاَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْصيلًا لِكُلِّ شَىْءٍ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَاْمُرْ قَوْمَكَ يَاْخُذُوا بِاَحْسَنِهَا سَاُريكُمْ دَارَ الْفَاسِقينَ


Araf / 145. Ve onun için o levhalarda her şeyden yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait her şeyi (belirttik). Haydi bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim.​

وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اللّهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَديدًا قَالُوا مَعْذِرَةً اِلى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ () فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه اَنْجَيْنَا الَّذينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَاَخَذْنَا الَّذينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ


A’raf / 164-165. İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye." Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.​

لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضى وَلَاعَلَى الَّذينَ لَايَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ اِذَا نَصَحُوا لِلّهِ وَرَسُولِه مَا عَلَى الْمُحْسِنينَ مِنْ سَبيلٍ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ


Tevbe / 91- Allah ve Resulü adına nasihat ettikleri takdirde ne zayıflara, ne hastalara, ne de verecek birşey bulamayan yoksullara savaştan kalmaktan dolayı bir günah yoktur. İyilik edenleri ayıplamaya bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahîmdir.​

وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِايَاتِ رَبِّه فَاَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِىَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ اِنَّا جَعَلْنَا عَلى قُلُوبِهِمْ اَكِنَّةً اَنْ يَفْقَهُوهُ وَفى اذَانِهِمْ وَقْرًا وَاِنْ تَدْعُهُمْ اِلَى الْهُدى فَلَنْ يَهْتَدُوا اِذًا اَبَدًا


Kehf / 57- Rabbinin âyetleriyle nasihat edilip de onlardan yüz çeviren ve daha önce işlediği günahları unutandan daha zalim kim olabilir? Biz onların kalpleri üzerine (Kur'ân'ı) anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Ey Muhammed! Sen onları doğru yola çağırsan da onlar asla hidayete ermezler.​

HADİS…
* Temîmu'd-Dâri radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!" demişti. Biz sorduk: "Ey Allah'ın Resûlü! Kimin için hayırhah olmaktır?" "Allah için, Allah'ın kitabı için, Resûlü için ve müslümanların imamları ve hepsi için!" buyurdular."
* Ebu Hüreyre radıyallahu anh hazretleri anlatıyor: "Resûlullah buyurdular ki: "Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!" Yanındakiler sordu: "Kimin için ey Allah'ın Resulü?" "Allah için, kitabı için, Resulü için, Müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin ayinesidir, onlara bir rahatsızlık görürse bunu ondan izale etsin."
* Kime ilme müstenid olmayan bir fetva verilmişse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bile bile, farklı bir irşadda bulunursa ona ihanet etmiş olur."
* Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü! Bana kısa bir nasihatta bulun, uzun yapma! Tâ ki nasihatini unutmayayım" demişti (ve birkaç kere tekrar etmişti). Aleyhissalatu vesselam (bir kelimeyle): "Öfkelenme!" cevabını verdi!"
* Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Müslümanın, Müslüman üstündeki hakkı beştir: "Selamını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, davetine icabet etmek, hapşırınca yerhamükallah demek."
Müslim'in bir rivayetinde şu ziyade vardır: "Eğer seni davet ederse icabet et, senden nasihat taleb ederse ona nasihat et."
* Kâsım İbnu Muhammed anlatıyor: "Hanımım vefat etmişti. Bana, Muhammed İbnu Ka'b el-Kurazi, taziye (baş sağlığı dilemek) maksadıyla uğradı. Ve şunu anlattı: "Beni İsrail'de fakih, alim, abid, gayretli bir adam vardı. Onun çok sevdiği karısı vefat etmişti. Onun ölümüne adam çok üzüldü, öyle ki, bir odaya çekilip kapıyı arkadan kapattı, yalnızlığa çekildi, kimse yanına giremedi. Onun bu halini, Beni İsrail'den bir kadın işitti. Yanına gelip: "Benim onunla bir meselem var, kendisine bizzat sormam lazım" dedi. Halk oradan çekildi. Kadın kapıda kalıp:
"Mutlaka görüşmem lazım" dedi. Birisi adama seslendi: "Burada bir kadın var, senden birşeyler sormak istiyor, "mutlaka bizzat görüşmem lazım, bizzat sormam lazım" diyor. Herkes gitti kapıda sadece o kadın var ve ayrılmıyor." İçerdeki adam: "O'na müsaade edin gelsin" dedi. Kadın yanına girdi. Ve: "Sana bir şey sormak için geldim" dedi. Adam: "Nedir o?" deyince, kadın anlattı: "Ben komşumdan iâreten bir gerdanlık almıştım. Onu bir müddet takındım ve iâreten kullandım. Sonra onu benden geri istediler. Bunu onlara geri vereyim mi?" Adam: "Evet, vallahi vermelisin!" dedi. Kadın: "Ama o epey bir zaman benim yanımda kaldı. (Onu çok da sevdim)" dedi. Adam: "Bu hal senin, kolyeyi onlara iâde etmeni daha çok haklı kılıyor, zira onu iare edeli çok zaman olmuş" demişti(ki, bu cevabı bekleyen kadın) atıldı:
"Allah iyiliğini versin! Sen Allah'ın sana önce iâre edip, sonra senden geri aldığı şeye mi üzülüyorsun? O, verdiği şeye senden daha çok hak sahibi değil mi?" dedi. Adam bu nasihat üzerine içinde bulunduğu duruma baktı (ve kendine geldi). Böylece Allah, kadının sözlerinden adamın istifade etmesini sağladı."
TEFSİR…
وَاِذْ قَالَتْ اُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اللّهُ مُهْلِكُهُمْ اَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَديدًا قَالُوا مَعْذِرَةً اِلى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ () فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه اَنْجَيْنَا الَّذينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَاَخَذْنَا الَّذينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

A’raf / 164-165. İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye." Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.
"Onlardan bir toplum dedi ki:" Ve o kasaba halkının yasağı çiğnemede sürekli ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine içlerindeki bazı iyilerin hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler içlerinden bir ümmet, iyiliksever bir cemaat onlara şöyle demişti. Allah'ın, helâkini murad ettiği, büsbütün helaklerini değilse bile, çetin bir azap ile cezalandırmayı murad ettiği böyle bir kavme ne diye va'z u nasihat edip duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı fasık ve saldırgan takımı idi, bir kısmı da dindar ve iyiliksever insanlar idi ki, bunlar azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara söz geçiremiyorlar, onları önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı: O iyilerden bir grup uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay her yoldan giderek ve her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama onlara söz dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu halka bir bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış, sesini kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler o fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar bir cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları vardı.
Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı. İşte bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam ettikçe, söz konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda bulunuyorlar, "Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir kavme vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün kendi haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve böyle derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu farz-ı kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek şöyle dediler:
Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye kadar sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe dayanmaktadır: Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye, Allah tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak için. Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir farz-ı kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun bir helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali değişiktir, kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir. Nereden bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir ve belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da hafifler. Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir. Nasihatı bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur.
Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen fenalık her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir iştir, bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler kötülerden ne çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar etmiş, her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.
 

mihrimah

Well-known member
PIRLANTA SERİSİ…
CİHADA DENK TUTULAN NASİHAT
Soru: “Zayıflara, hastalara, (Allah yolunda) harcayacak birşey bulamayanlara, Allah ve elçisi için nasihat ettikleri takdirde cihada çıkmamalarından ötürü bir günah yoktur”(Tevbe, 9/91) buyuruluyor. Burada cihada denk tutulan nasihatın keyfiyeti ve sınırları nelerdir?
Cevap: Cihad; Efendimiz (s.a.s)’in de beyan ettikleri gibi dinimizde kendisine denk ikinci bir amel bulunmayan ve hususî önem arzeden bir ibadettir. Buna göre, “Allah ve elçisi için nasihat”i “cihad”a denk tutma meselesini, zannediyorum şu şekilde anlamak daha doğru olur. Nasıl ki, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) geceyi ihya edemeyip, teheccüde kalkmadığında onu ikiye katlayarak, gündüz eda eder ve bunun, o gecenin ihyasına bedel olmasını beklerdi. Öyle de, herhangi bir mazeretinden dolayı cihada katılma imkânını bulamayanlar, yine Cenâb-ı Hakk’ın o engin rahmetine itimad edip nasihat ederek, bu nasihatın cihada bedel sayılmasını ümit edebilirler. Değilse, cihad kendisine farz ve buna hiçbir mani yokken onu terkedip Allah ve Resulü için insanlara nasihat etmekle o boşluk kapatılamaz!
Ancak, değişik devirlere göre cihadın şekli de farklı farklıdır. Bazen sırf bir nasihat, bazen birisine rehberlik yapmak, bazen de küfre karşı tavır belirlemek bir cihad olduğu gibi, çok defa hüsn-ü misal olma da bir cihad sayılabilir. Meselâ Asr-ı Saâdet’te belli bir süre hicret, aynen cihad telâkki edilmiştir. Öyle ki, Sahabe-i Kiram efendilerimizin çoğuna, İslâm’a ilk girişlerinde hicret de şart koşulmuş, hatta içlerinde hicret etme fırsatını bulamayanlar, hicret yapamamaktan hasıl olan boşluğu acaba nasıl doldurabiliriz?” endişesiyle fevkalade üzülmüşlerdir. Ebu Cehil’in anne bir kardeşi olan Ayyâş bu mahzun insanlardan biridir. Evet o, Mekke fethine kadar 20 yıllık hayatını zincirler içinde geçiren ve Kur’ân-ı Kerim’in “mustad’afîn” tabiriyle anlattığı insanlardan biridir. Zaten bunun gibi mazereti olmayanlara Kur’ân: “Arz geniş değil miydi? Niçin hicret etmediniz?” (Nisa, 4/97) diyerek itapta bulunur. Demek ki o devrede hicret cihadın önemli bir buudu veya ta kendisi sayılıyor.
Başka misaller de var Asr-ı Saadette: Hastalık veya sakatlığından dolayı, ya da bakıma muhtaç anne-babası olduğu için cihada gidemeyenler bunlardan bazıları. Cihada iştirak etmek için kaçıp gelen bir gence Efendimiz (s.a.s) “(Bakıma muhtaç) annen-baban var mı?” der ve ondan “Evet” cevabını alınca “Dön, sahipsiz annen-baban için cihad et” yani onların bakımını-görümünü yap, buyurarak, onun cihadının ana-babasına bakmak olduğuna işaret buyurur. İşte, bahsi geçen âyet-i kerime bu veya benzeri sebeplerle, her nasılsa cihada gidememiş olanlara, başkaları cephede cihad ederken veya emr-i bil-maruf nehy-i anil-münker yaparken etrafındakilere nasihat ederek o boşluğu kapatabileceklerine bir işaret sayılabilir.
Sorunun sonunda da “cihada denk tutulan nasihatın keyfiyet ve sınırları”soruluyor ki, bu hususta da şunlar söylenebilir: Nasihatın Türkçemizdeki mânâsını, Farsça’dan bize geçen bir kelime ile ifade edecek olursak “hayırhahlık” demek uygun olur zannediyorum. Birisi hakkında hayır düşünme, hayır isteme, onu sırat-ı müstakime, tevhide ulaştırma, gönlünü ibadet ü taat şuuruyla donatma, hizmet etme şuuru istikametine yöneltme, evet bunların hemen hepsi derecesine göre birer hayırhahlıktır.
Bir hadis-i şerifte belirtildiği üzere “din nasihattır” sözü çok şümullü bir kavramdır. Yani meseleye Allah’ın anlatılması şeklinde yaklaşırsak, O’nun Zât-ı Uluhiyyetine yaraşır, yakışır şekilde anlatılması demektir. Ayrıca, O’nun anlatılıp sevdirilmesi, bu da kendi buudları içinde ayrı bir nasihattır. Resulullah (s.a.s)’ın anlatılıp sevdirilmesi nasihatın ayrı bir yanıdır.
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, bütün insanların hidayetini, rüşdünü, cennete veya sırat-ı müstakime yönlendirilmesini hedef alarak hayırhahlık yapmak ise, büyük çapta bir nasihattır. Bundan başka, çok küçük bir bid’atı izale ederek bunun yerine bir sünneti ikame etme, dinin farzlarını vaciplerini, hayata hâkim kılma.. hepsi birer nasihattır. İşte bütün bu nasihatların elzemliği ölçüsünde, Allah katındaki kıymeti ve derinliği de artar...
Günümüzde, tevhid anlayışının sarsıldığı bir dönemde, Risale-i Nur mesleği olan ve onun hedefi sayılan “Allah’a iman” hakikatını tesbit etme, onu insanların ruhuna perçinleme ve herkese kabul ettirme gibi bir nasihatı da bu kategoride bilhassa vurgulamak icabeder. Hatta böyle bir nasihat nasihatların zirveleşmiş şekli ve doruk noktasıdır.
Bunlardan alınacak sevaba gelince; bir sünneti ihya etmenin Allah katındaki önemi ne ise, bir sünnetin ihyasında o kadar sevap alınır. Bir farzı ihya edip hayata geçirmenin Allah katındaki kıymeti ne kadarsa, o farz ihya edildiğinde de o kadar sevap elde edilir. Ancak, Allah’ı tanıttırma, kalpleri ve ruhları O’nun marifet ve muhabbetiyle tezyin edip itminana erdirme, gönüllerin zevk-i ruhaniye açılmasını sağlama.. bunlar öyle farzlar üstü farzdır ki, bunlara vesile olunduğu takdirde kazanılacak sevabın çapı ve rıza-yı ilâhîye uygunluğu da o ölçüde olacaktır. Risale-i Nur talebelerinin hizmeti, üstadları gibi farzlar üstü farzlarla gelen varidâttır ve onlar da işte o ölçüde, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına, inayetlerine, takdirlerine ve tebcillerine mazhar olurlar. Arkadan gelenler de durumlarını bu ölçülere göre ayarlamalıdırlar.
AHİRZAMAN CEMAATİNİN VASIFLARI
Ahirzaman’da İslâm’a hizmet edecek topluluğun en önemli vasıflarından biri de vaizliktir. Bunlar, cami kürsülerinde veya başka yerlerde vaaz ve nasihatlarla dinin ruhunu aksettireceklerdir.
Bu cemaatin ikinci önemli vasfı ise, alışılmış sistemleri ve tabuları parçalamaktır. Evet, dünyada çığır açan kimseler, hep alışılagelen şeylerin dışında neş’et etmişlerdir. Ve şunun-bunun prensiplerine de uymamışlardır uyamazlar da, çünkü prensipleri kendileri vaz’ederler.
MESİHİYET’İN BİR YANI
Hz. Mesih’in değişik husûsiyetleri vardır. Efendimiz, gerçi “âlemler için rahmettir”; fakat, O'nda hikmet de hâkimdir ve her şey dengelidir. Hz. Mesih’te ise, ilk bakışta dengesiz gibi görünen, fakat esâsen Benî İsrail maddeciliğini ve dolayısıyla da Yahudi merhametsizliğini dengeleyen bir rahmet ve şefkat vardır. Öyleyse, âhir zamanda Muhammedî rûhu temsille ihyâ vazifesini görecek olanlar, aynı zamanda Hz. Mesih gibi şefkat ve merhamet insanı da olmalıdırlar. Çok defa karşılaştığımız gibi bugün, temelde rahmet ve şefkatle alâkaları olmadıkları halde, birtakım masonik gruplar hümanizmden bahsediyor, hatta öldürürken bile “şefkat” diyor ve “merhamet”ten dem vuruyorlar. Herhalde bu husus âhir zamanda daha bir önem arzedecek.. öyle ise, insanlığa gerçek şefkat, mürüvvet ve merhameti gösterme bakımından da bizim bir kısım sorumluluklarımızın olduğu kanaatindeyim. Zira Muhammedî dengeleme içinde, Mehdiyet-imâmet-teşrî’-icrâ Muhammedî rûha âit olsa da, şefkat ve merhamette âdetâ Mesîhiyet rûhunun temsil edilmesi gibi bir durum söz konusudur ki, günümüzdeki modern maddecilik böyle engin bir Mesihî şefkat ve merhametle dengelenebilsin...
Mesîhiyet’in bir diğer yanı da nasihattır. Aslında, Hz. Mesih’in bir adı da “Nâsih”tir. Bu itibarla da denebilir ki, bir zaman gelecek, bu hususta da Hz. Mesih'i temsil eden büyük nâsihler yetişecek.. ve bunlar, camilerde yeni bir va’z u nasihat sistemiyle, çağın idrak ve şuuruna göre, Kur’ânî ve kevnî ilimleri, cami kürsülerine taşıyacak, ma’bedleri kendi husûsiyetlerinin yanında, birer mektep, birer medrese haline getirerek Hz. Bediüzzaman’ın nüvelerini attığı o büyük terkibi, Kur’ân-ı Kerîm’in “sehl-i mümtenî” üslubuyla her seviyedeki insana anlatacaklardır.
DİN NASİHATTIR
Soru: “Din nasihattır” hadis-i şerifini, bilhassa günümüz insanına verdiği mesajlar yönüyle izah eder misiniz?
Cevap: Bu bir bakıma “Hac, Arafat’ta vakfedir” hadis-i şerifi gibidir. Yani, nasıl vakfesiz hac olmuyorsa, nasihatsız da din olmaz demektir.
İslâm’da müeyyidat denilen “cihad”, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”, İslâm’ın koruyucu zırhı ve surları hükmündedir. Bunlar yapılmadığı zaman, İslâm binasının er veya geç yıkılması mukadderdir. İşte, nasihat, her yönüyle bu surların tamamını ifade etmektedir denebilir.
Nasıl, ihlası kazanmak ve korumak için Üstad, en az on beş günde bir ıhlas Risaleleri’nin okunmasını tavsiye ediyor; öyle de ferdî ve içtimaî plânda dinin yaşanıp, yaşatılması için de nasihata ihtiyaç olduğu bir gerçektir. İnsan için en kestirme ve ma’nâlı tarif “insan aldanan bir varlıktır” tarifidir zannediyorum. İnsan, sürekli kaymalar “sath-ı maili”nde” yaşar. Öyle ki dün, İslâm adına en mükemmeli yakalayarak yaşananın, bugüne biraz olsa da, yine de çok faydası yoktur. Evet, dün marifet adına bir ufku yakalamış olabilirsiniz; “bir adım daha atsaydım, O’na ulaşacaktım” diyecek ölçüde O’na yaklaşmış sayılabilirsiniz. Fakat, bu ufkun, bugüne âit pek fazla faydası olmasa gerek. Öyleyse her gün O’nun yolunda yeni bir gayret, yeni bir cehd gereklidir ki, kendimizi koruyabilelim. Evet, eğer insan, meselâ bir mecliste yapılan ikazları üzerine almıyor, söylenenleri kendine söyleniyor gibi algılayıp da, “benim hiç marifetullah ve muhabbetullaha kabiliyetim yok mu” diye kendini yerden yere vurma heyecanını duymuyor.. ve meselâ, konuşanın ağzından “o münadî” çıkacağı sırada, daha “müna” kelimesi çıkar-çıkmaz bu yine (münafık) diyerek “benden bahsedecek” diye ürpermiyorsa, o insanın kalbi ölü sayılır.. dolayısıyla da bu tür kalplerin ölmemesi için devamlı nasihata ihtiyaç vardır.
Ayrıca insan, sürekli murakabe halinde olmalıdır. Kasemle sizi te’min ederim ki, ne zaman bir velinin önüne otursam, içimi görecek diye hep korkmuşumdur. O anda sohbette köpekten bahsedilse, “acaba âlem-i misalde benim hâlimi köpek gibi mi gördü de, ondan söz ediyor” diye titremişimdir. İmam-ı Rabbânî, bedenî yapısı itibariyle kendisini “merkeb” seviyesinde bile görmediğini ifade eder. Üstad, sürekli kendisini yerden yere vurur; “Sen, dine hizmet ediyorum diyorsun, bil ki, Allah, bir racül-ü facirle de bu dini teyid eder. Sen kendini işte o racül-ü facir bilmelisin” der. Gerçi tahdis-i nimet gereği, Sözler’in güzel olduğunu söyler ama, ardından da Sözler’deki güzelliğin tamamen Allah’a âit olduğunu ilan eder. “Asma çubuğu üzümleri sahiplenemeyeceği gibi, sen de, sende olan ni’met-i İlâhiyeyi sahiplenemezsin” der. İşte, şirkten kurtulmak ve kazanma noktasında kaybetme çukuruna düşmemek için bu hususların insanlara hem de sürekli olarak hatırlatılması lazım...
Hadisin devamında, nasihatın Allah ve Rasûlü için olduğu buyurulur. Nasihatı yapan, Allah için yapmalıdır. Nasihatı dinlemeğe gelen de Allah için gelmelidir. Hatta kendisini sıfır ve hiç görmelidir. Eğer kendinde bir varlık hissederse, onun nasihattan gerektiği ölçüde yararlanması söz konusu olamaz. Evet, başka şeylerle dolu kaplar başka şey kabul edemez.. kaya üzerinde tohum filizlenemez. Kalpler verimli topraklar gibi, zihinler de bomboş telakki edilmeli ve tam bir tahliye ile arıtılmalıdır ki, nasihatten istifade edilsin. Böyle bir tahliyeyi yapamayan ve kendisini herkesten aşağı görmeyen, hatta nefsini yerden yere vurmayan birine Hz. İsa da, Hz. Cebrail de ve Hz. Muhammed (sav) de nasihat etse, faydalanması oldukça zordur. Mümkün değildir demiyorum. İbn Abbas, Hz. Ömer’in hutbe okuyacağını duyduğu zaman, Mekke’de ise 500 km’lik yolu kateder ve birgün öncesinden gelir minberin önüne otururdu. Evet insanda nasihata karşı bu iştiyak olmalıdır ki, nasihattan istifade edebilsin.
Nasihat, Allah içindir; Allah için yapıldığı için de, nasihatta herşeyden evvel Allah anlatılmalıdır. Zira, eğer Allah tarafından sevilmek istiyorsanız, Allah’ı insanlara sevdirmelisiniz. Sonra, Rasûlullah anlatılmalıdır. Evet O’nu tanıtmak ve sevdirmek bir mü’minin ikinci derecede işi olmalıdır. Nasihat, ayrıca “mü’minler içindir” deniyor ki, onların aydınlatılmaları hedeflenerek yapılmalıdır
Evet, önem sırasına göre nasihat böyle ele alınmalıdır. Çok işitmişsinizdir. Bir yerde çocuklardan bahsedildiği zaman, bazıları fırsat kollar ve hemen kendi çocuğundan bahsetmek ister. Bunun gibi, her konuşmada, her sohbette, söz imale edilerek, Allah’a yönlendirilmeli ve o anlatılmalı. Konuşmalarda, ma’nâsız gülmelere, boş lakırdılara ve mâlâyaniyâta yer verilmemeli.. mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması hikmettir. Evet, ahiret adına teminâtımız var mı ki, gülüp oynuyoruz.
Kısaca, ayakta kalabilmek, kendimizi koruyabilmek ve üzerimizdeki emanetin hakkını verebilmek için sürekli nasihatla yenilenmeye ihtiyacımız var.
NASÎHAT
Nasîhat, dînî hayatın ortadireğidir.
Nasîhat yararsız olsaydı, Allah peygamber mi gönderirdi?
Nasîhat hayırlara ulaştıran önemli bir vesîledir.. hayrın vesîlesi hayır, sevâbın ki de sevabdır.
Nasîhat eden, herkesten evvel, anlattıklarını yaşamalıdır ki, inandırıcı olsun. Dünkü müessiriyetin bugünkü te’sirsizliğin sebebleri bence bunda aranmalıdır.
Körlerin rehberliğine kalanlar, yol yürüyeceklerine oldukları yerde kalsalar hedefe daha yakın olurlar.
Gönüllerin anahtarı, yumuşak huy ve yumuşak kelimelerdir.
Her zaman davranışlarla anlatma, sözlerle anlatmadan daha inandırıcı olmuştur.
Yumuşak konuş ki, kalblerin kapıları açılsın; sıcak kalbli ol ki, vicdanlar düşüncelerine “buyur!” etsin; ihlâslı davran ki, te’sirin sürekli olsun..!
Bütün sözlerin havada kaldığı zaman, muhataplarına iyilikle itab etmeyi denemek de yararlı olabilir...
Hayırdan daha büyük hayır, şerden daha büyük şer vardır.. hangisinin ne zaman ihtiyar edileceğini akıllı ve ilhama mazhar olanlar bilirler.
RİSALE…
NASİHATLARIN TESİRSİZ KALMASININ NEDENİ
Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâkî umûr-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azab ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılab eder.
İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var. Biri mecazî, biri hakikî. Meselâ: Endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde sened yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir.. bakar ki: Muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mal-i sâlihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âlî bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılab eder.
Hem meselâ: Şiddetli bir inad ile; ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarfeder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşey'e, bir sene inad ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şey'e inad namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarfetmek, hikmet ve hakikata münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâkî olan hakaik-i îmaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarfeder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, -yani hakta şiddetli sebata- inkılab eder.
İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe', hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.
İşte tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!" Yani, fıtratını değiştir gibi zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
 

mihrimah

Well-known member
NÜKTELER...
NASİHATLAR
Sana zenginlerle konuştuğun zaman vakarlı, fakirlerle konuştuğun zamansa mütevazi olmanı tavsiye ederim. Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin senin bütün hallerine vakıf olduğunu düşün; daima mütevazı ve samimi ol! Birtakım sebeplere dayanarak onlara Yaradanı ithama kalkışma. Bütün hallerde o Yaratıcıya güven. Ar anızdaki "samimiyete güvenerek kardeşinin hakkını yeme. Gönlü, gözü tok olan Allah yolunun yolcuları ile sohbete devam et.. Onlara karşı mütevazı ve terbiyeli ol.. Nefsin isteklerini keserek ıslah etmeye çalış.. Allah'a insanların en yakın olanı, güzel huylu ve ileri görüşlü olanıdır. Amellerin en iyisi Hak'la olmaktır...
Sana daima hak ve sabır tavsiye ederim. Hakka güven, sabırlı ol.
Dünyada sana iki şey yeter; fakir ile sohbet, Allah dostlarına hizmet.. Fakir yalnız Hak zenginliği ile var olandır...
Senden aşağılarla çekişme, küçük düşersin.
Senden üstün kimselerle uğraşma, gücünü boş yere sarf etmiş olursun...
Kendin gibilerle itişme; huysuz sayılırsın..
Fakr ve tasavvuf iki ciddi şeydir. Şakaya gelmezler; Allah bizi, sizi ve bütün Müslümanları bu yolun hakikî yolcuları arasına katsın, bu yolun hakikatine ermeye muvaffak buyursun. Amin!...
Ey veli! (Allah'ı seven) Allah'ı hiç unutma; bu hale devam et; çünkü hayır bundadır.
Ey veli! (Allah dostu) Allah'ın emirlerine iyi sarıl; çünkü bütün kötülükler bununla def olur..
Ey veli! (Allah sevgilisi) Hayatla sana gelecek bazı güçlükler olur; bunları hoş karşıla: (Belki hakkında hayırlıdır...)
Şunu iyi bil ki sen bütün halinden, sükûn ve hareketinden sorumlusun; bunun için en iyi iş hangisi ise onu yapmaya çalış...
Duygularını boş yere harcamaktan sakın; Allah (c.c.)'a ve Resûl'üne (s.a.v.) ve onların yolunda gidene bağlan; taat et. Üzerindeki haklarını öde; fazla bir şey isteme. Her halinde Hakka duacı ol!...
Müslümanlar hakkında iyi niyet besle ve güzel düşün. Aralarına hayır yapmak için gir.
Hiçbir gecen kalbinde bir Müslümana karşı şer, kuruntu, buğz olduğu halde geçmesin; sana zulmedene de İslahı için dua et ve sonunu Allah'a bırak...
Daima Helâl yemeye çalış, bilmediğin şeyi öğrenmek için de. bilgi sahiplerine müracaat et; sor...
Her halde Allah'tan utan...
Daima manen Hakkın düşüncesi ile ol; başka bir kimse ile konuşuyorsan yine onun için olsun.... Her sabah mümkün olduğu kadar fakirlere bir şey vermeye çalış..
Akşam namazından sonra iki rekat istihare namazı kıl. (Akşamla yatsı arasında nafile olarak kılınır. Allah'tan hayır istenir...)
Ölen Müslümanların cenazesinde bulun; namazlarını kıl.
Her sabah yedi defa "Allahümme ecirna minen-nar" "Yarabbi bizi ateşten koru" duasını oku.
Sûre-i Haşr'in son ayetlerini şöyle başlayarak oku, hatta ezber et:
- "Eûzübillahissemiilâlimi mineşşeytanirracim."
ALİ'NİN GÜVERCİNİ
Küçük Ali yakaladığı güvercini kesmek üzere yere yatırmıştı. Bıçağını çıkarırken güvercin düe gelip yalvardı:
— Benim etimden sana bir fayda gelmez. Ama edeceğim nasihattan çok fayda gelir. Beni bırak da sana çok değerli üç nasihat vereyim.
Ali buna razı oldu. Güvercini bıraktı. Güvercin sevinçle uçup karşısındaki bir ağaca kondu. Başladı nasihatlarını sıralamaya:
1— Elinden bir fırsat kaçırırsan ah vah edip durma. Geçiver.
2— Zahmeti çok az ama mükâfatı çok bol şey vadederlerse hemen inanma, düşünmeye başla. Güvercin bundan sonra şöyle dedi: — Ey aptal, beni neden bıraktın? Halbuki benim midemde iki kilo ağırlığında kocaman bir elmas vardı, eğer beni hemen şuracıkta kesip alsaydın, dünyanın en zengin adamı olurdun.
Ali bunu duyunca öyle bir pişman oldu ki, neredeyse düşüp bayılacaktı. Kendini güç belâ tutup güvercine sordu:
— Söyle bakalım üçüncü nasihatin nedir?
Güvercin kanatlarını çırparak şöyle 4^di:
— Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Çünkü sen önce söylediklerimi tutmadın, daha ne söyleyeyim. Gurk gurk öttükten sora devam etti: — Ben sana bir fırsat kaçırırsan çok üzülme dedim. Ama üzüldün. Karnımda mücevher olduğunu söylediğimde az daha bayılacaktın. Tekrar öttü ve güldü:
— Az zahmetle çok şey vaad ederlerse ona da inanma, demiştim. Midemde iki kiloluk elmas olduğunu söyleyince hemen inandın, hiç düşünmedin. Halbuki benim ağırlığım ne ki midemde iki kilo mücevher bulunsun aptal!... — Güvercin pır diye uçtu. Ali de orada düşünceye daldı. Güvercin haklıydı. İnsan her söze kanmamalı, her şeyi inceden inceye ölçüp biçmeliydi.
MAHZENDEKİ KANLI ÇUVAL
Lokman Hekim vefatından önce oğlunu çağırıp bir nasihatta bulunmak istemiş. Genç ve tecrübesiz oğul, her ne kadar nasihata ihtiyacı olmadığını belirtmek istemişse de tecrübeli baba:
— Oğul, çok değil, sadece şu iki nasihatimi dinle., diyerek anlatmış:
— İşte ben gidiyorum, artık hayatını bensiz yaşayacaksın, karşılaştığın hâdiselere bensiz çare bulacaksın. Dikkatli ol, başını derde sokmamaya gayret et. Bunun için iki şeyi hiç unutma: Biri, insan kıymetini bilmeyenden borç alma, ikincisi de hiç kimseye sırrını açma.
Aradan zaman geçmiş, Lokman Hekim vefat etmiş. Oğul bu iki nasihati kıymet verilecek söz olarak görmemiş. Ama babasının Lokman Hekim olduğunu hatırlayarak bir tecrübe yapmayı faydalı görmüş. Gidip sonradan görmüşün birinden bir miktar borç para istemiş. Parayı hemen veren adam:
— Borcunu ödemek için acele etme, mühim değil! diyerek de teminatta bulunmuş.
Bunun arkasından da, bir koyun kesip çuvala koyarak eve getirmiş, gecenin karanlığında hanımına teslim etmiş:
— Aman hanım, kimselere söyleme. Aramızda sır olarak kalsın. Elimden bir kaza çıktı, kavgaya tutuştuğum birini öldürdüm, cesedini bir yere saklayıver!
Kadın hemen evin mahzenine kanlı torbayı indirmiş.
— Sen hiç üzülme, benden sır çıkmaz, cesedi burada çürütür, kimseye sezdirmeyiz, demiş.
O günün sabahında kadınla basit bir şeyden münakaşa etmişler. Kadın feryadı basmış:
— Komşular, yetişin bu katil adamdan beni kurtarın, evin mahzeninde öldürdüğü adamın cesedi beklerken benimle kavga ediyor.
Bir anda evin önü insan kalabalığıyla dolmuş. Bir de bakmış ki, borç aldığı adam da başucunda. Teklifi şu:
— Sen bir adam öldürmüşsün. Şimdi cesedi sakladığın yerden çıkaracak, seni de öldürecekler. Çabuk paramı ver. Ölmeden paramı almış olayım. Mirasçılarından alıp almayacağım şüpheli.
Yalvarmaya başlamış:
— Sevgili arkadaşım, ben canımla uğraşıyorum, bak öldürüleceğimi sen de söylüyorsun. Hayatımın bahis-mevzuu olduğu anda üç kuruşun sözü mü olur, hele bir bekle bakalım?
İnsan kıymetini bilmeyen sonradan görmüş adam ısrar etmiş:
— Bana ne senin ölümünden. Ben paramı isterim, paramı. Sen paramı ver de gerisine bakma. İster öl, ister hapsol bana ne?
Alacaklıdan dönüp hanımına yalvarmaya başlamış:
— Hanım gel, iddiandan vazgeç, saka yaptım de. Yoksa beni öldürecekler!
Kızgınlığı henüz geçmemiş olan hanım:
— Hele zalime bak. Bana yaptıkların yetmiyormuş gibi, şimdi bir de başkalarına yaptığım gizletmek istiyorsun değil mi? diye bağırmaya başlamış.
Böylece bir yanında alacaklı, bir yanında da polis beklediği sırada itiraf etmiş:
— Ceset şu mahzende, merdivenin altındaki çuvalın içindedir, çıkarın da rahmetli babamın nasihatinin ne kadar doğru olduğunu göstersin.
Mahzendeki kanlı çuvalı çıkaranlar bir de bakmışlar ki, içinde kesilmiş vaziyette bir koyun..
Herkes hayrette iken ellerini açıp dua etmeye başlayan oğul. şöyle yalvarmış:
— Ey benim hikmetli konuşan babacığım, sen daima doğru şeyler söylermişsin, ama ben idrak etmezmişim. Beni afveyle. İşte bugün fiilen söylediğinin haklılığını gördüm. İnsan kıymetini bilmeyenden borç istememeli, hiç kimseye de mühim sır vermemeliymişim.
İDAREYİ TALEP
Fazl İbn-i Rebî anlatıyor:
"Harun Reşid, Kabe'yi ziyaret etmek, hac yapmak üzere Mekke'ye gelmişti. Ben de beraberindeydim. Bir gece yanıma geldi:
- Bana bir adam bul, biraz nasihat etsin. Şu biçare, yıkık gönlüm tamir istiyor, dedi.
Birkaç kişiyi ziyaret ettikten sonra aklıma gelen zat Fudayl ibn-i lyaz oldu. Kapısına gittik, kapıyı vurduk, hiç cevap vermedi. Ben:
- Emirü'l-Mü'minin kapının önünde, sizinle görüşmek ! istiyor, dedim,
- Benim Emirü'l-Mü'minin'le ne işim var? Şu gece vakti Rabbime ibadetimden beni alıkoymayın, diye seslendi. Allah'a and verince geldi, kapıyı açtı, İçeriye girdik. Fakat mum yoklu, karanlıktı. Çekildi, bir tarafa oturdu. Sanki kendi dünyasından ayrılmak istemiyordu. Odada onu aramaya başladık. Benim elimden evvel Harun'un eli ona değdi. Halifenin yumuşak eli, nasırlı ayaklarına s temas edince;
- Bu ne güzel eller, eğer cehennemde yanmazsa... dedi. l Harun Reşid, bir şeyler anlatmasını İstedi.
- Harun, dedi, sen bir şey anlatılacak durumda değilsin. Sen halife olduğun zaman kime gidip fikir sordun? Kiminle istişare ettin? Senin seleflerinden Ömer bin Ab-dülaziz halife olduğu zaman arkadaşlarım-, Salim ibn-i Abdullah'ı (Hz. Ömer'in torunu), Muhammed İbn-i Kab ül Kurezi'yi, Reca ibn-İ Hayve'yİ (Tabiinin büyük imamları) çağırdı. Onlara şöyle dedi:
"Ben ağır bir yük altına girdim. Neden Allah beni bu imtihana tabi tuttu bilemiyorum. Beni halife seçtiler. Bu büyük vebalin altından nasıl kalkarını? Nasıl bunun hakkını veririm? Siz benim arkadaşlarınsınız. Allah açkına beni yalnız bırakmayın!"
Ve arkadaşları konuşmaya başladılar. Salim, dedesi gibi bir İnsandı. Ona diyordu ki:
"Ömer, öyle bir oruca niyet et ki, vefatın iftar olsun. Beşeri hislerine karşı tuttuğun oruçtan vefatında iftar edesin."
Muhammed ibn-i Kab-ül Kurezi şöyle diyordu: : "Mü'minlerin küçüklerini evladın, emsalini kardeşin, büyüklerini baban bil. Babana hürmet et. Kardeşine karşı mürüvvet içinde bulun. Evladına karşı şefkatli ol."
Reca ibn-İ Hayve'ye geiince o:
"Ya Ömer!Halifesin.'Nefsin için arzu ettiğini mü'minler için de arzu etmezsen mü'min olamazsın. Mü'minleri nefsin kadar sevecek, onları nefsine tercih edeceksin" diyordu.
Harun! Ömer bunlardan nasihat aldı. Allah aşkına sen kimden nasihat aldın. Sen hilafete koştun gittin. Halbuki senin deden Hz. Abbbas (r.a.), Resul-i Ekrem (a.s.v.)'a geldi:
"Ya Resulaüah, bana da emirlik ver" dedi. Allah Resulü:
"Bu ağır bir yüktür. Ben bunu isteyene vermem. Bu vazife onundur ki, o vazifeden kaçar" buyurdu.
Harun, sen ise dolu dizgin gözlerini kapadın, hilafete koştun. Koşarken hiç mi Allah'tan korkmadın?
O böyle dedikçe Harun Reşit yıkılıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ben, Fudayl ibn-i İyaz'a:
- Emirü'l-Mü'minin'i öldüreceksin. Adamın kalbi çatlayacak, dedim,
- Esas siz onu öldürüyorsunuz. Poh poh'luyor, Allah'ı göstermiyorsunuz. Dünyayı işaret edip mahvediyorsunuz, diye cevap verdi.
Yanından ayrılırken Harun Reşid:
- Fudayl, bir şeye ihtiyacın var mı? diye sordu.
- Çok ihtiyacım, çok borcum var. Rabbime medyunum. O'na olan borcum, bana başkalarına olan borcumu unutturdu, dedi.
- Sana bir kese altın vereyim.
- Fesubhanallah! Ben seni ahirete çağırıyorum, sen beni dünyaya çağırıyorsun. Bu ne utanmazlık? diye cevap verdi.
Harun Reşid, kapının önüne çıkınca içerden bîr kadın sesi duyuldu. Fudayl'a:
- Ne olurdu Allah aşkına, bir lokma bir şey alsaydın. Bir iki günden beri aç, susuzuz, diyordu. Fudayl:
- Aç, susuz olduğunuzu biliyorum. Bunlara nasihat ettiğim devrede beni boğazlanan bir sığır haline getirmek, nasihatlerimin tesirini yok edip beni öldürmek mi ; istiyorsunuz? deyince: Harun Reşid:
- Adamın beni doyurdu, dedi.
Allah'a hesap vermek düşüncesinin ağırlığı, mesuliyetini idrak etmiş idarecilerin belini bükmüştür.
Sadece kendi hesabını değil, milletin tamamının hesabını vermek...
Sahipsiz bırakmamak... Evet... Ama, verilince almak...istememek... Peşinden koşmamak... Üstünlük ve ehliyet iddia etmemek... Koltuğa sevdalanmamak...
AĞLAMAKTAN GÖZLERİ KÖR OLAN AKILLI KIZ
Bir gün bir zât, Hasan Basri Hazretlerine gelerek yalvarır. Elini ayağını öpeyim diyerek Hazreti İmamdan yardım istirham eder:
— Aman efendim! Ne olur? Allah için bize bir yardımda bulununuz der. Hz. İmam:
- Nedir derdin? Ne hususta yardım edelim? Önce derdini ve ihtiyacını, isteğini şöyle ki sana yardım edebilelim der. Adam:
—Efendim! Benim çok akıllı bir kızım vardı. Onu çok severdim. Şimdi ise, bu akıllı kızıma bir şeyler oldu. Gece gündüz durmadan ağlıyor. Kur'an-ı okuyor ağlıyor. Namaz kılıyor, ağlıyor, Hadis-i Şerif okuyor, ağlıyor. Ve bugünlerde gözleri görmez oldu. Korkuyorum ki, gözleri kör olacak.
Sizden rica ediyorum. Gelseniz de bir baksanız. Ona (kızıma) bir nasihat etseniz, biraz öğüd verseniz diye rica eder.
Hasan Basri Hazretleri kabul eder. Adamın evine kadar giderler. Eve vardıklarında Hasan Basri Hazretleri:
—Yavrum, neden ağlıyorsun? Gözlerin ağlamaktan kör olabilir. Onun için, neden ağlıyorsun sebebini bize söylersen sana yardımcı olabiliriz, benden rica etsem sebebini söyler misin? dedi. Kız şu cevabı verir:
—Efendim, benim hiç bir hastalığım yoktur. Sıhhatim gayet yerindedir. Gözlerimin ağlayarak kör olmasının iki sebebi vardır.
Bu gözlerimiz, Âhiret âleminde Allâhü Teâlâ'yı görecek veya görmeyecektir.
Eğer, Cenâb-ı Hakkı görme nimetine ererse, böyle binlerce göz, onu görmek için feda olsun. Eğer görmezse, o zaman Allâhü Teâlâ kendi zâtını görmeğe layık kılmadığı gözleri kör etsin. Allah'ı görmeyecek gözü, gözüm var deyü neylersin der.
Hasan Basri Hazretleri bu cevabdan çok duygulanır. Gözlerinden yaşlar gelir. Ve şöyle der:
—Nasihat etmeye geldik. Kendimiz nasihat aldık. Hekim olmaya geldik, hekimimizi bulduk demiştir.
TERBİYE TESİRLİ NASİHAT
Ortaokul seviyesindeki talebelerin yetişmesi mevzuunda, yurttan kaçanlara ne yapılması gerektiğini görüşürken Haydar Bey başından geçen bir olayı anlattı:
Üç kafadar devamlı kaçıyorlardı. Bir seferinde kendilerine nasihat ettim. Bir daha kaçtılar, parktan yakalanıp getirildiler yine karşıma alıp saatlerce bu işin tehlikelerini, ileride çok pişman olacaklarını fakat iş işten geçeceğini anlattım. Buna rağmen üçüncü defa kaçtılar. Uzun arama ve taramaların neticesinde tren istasyonundan yakalanıp getirildiler. Artık bu sefer dövecektim. Fakat müdürümüz Şahin Bey'e bir sorayım da ondan sonra döveyim diye durumu kendisine anlattım. Şahin Bey de: "Ben şimdi bir görüşme yapacağım, sen onları buraya al, gel" dedi. Üçünü de toplantı salonuna getirdim. Şahin Bey bana dedi ki: Git bana, üç tane demir sopa getir, bunların dizlerinden aşağı kısımlarını kırayım da bir daha bu ayaklarla kaçamasınlar.
Ben sopalan getirmeye giderken, kendi kendime, bir tane demir sopa yetmiyor mu acaba diye düşünüyor hem de münasip demir çubukları araştırıyordum. Sonunda uygunundan üç tane değnek buldum. Geldiğimde gördüm ki bizim kafadarların betleri benizleri atmış, onbeş-yirmi dakikalık bu dayak bekleme korkusu işlerini bitirmişti. Şahin Bey, görüşmesini bitirdikten sonra, bana ve onlara:
Gelin bakalım, diyerek bir odaya aldı, içeri girdikten sonra kapıyı kilitledi. Sopalan onların ellerine verdikten sonra bana üst tarafını soyun bakalım dedi. Kendisi de gömleğini ve atletini çıkardı. Talebelere:
-Şimdi vurun bakalım gerçek suçlulara dedi. Onlar:
-Nasıl olur? dediler.
-Nasıl olmaz, eğer biz, bize emanet edilmiş olan sizleri gereği gibi yetiştirseydik, biz gerçek mürebbiler olsaydık, siz bu tehlikeli yola başvurmayacaktınız. Öyleyse gerçek suçlular biziz ve bu yüzden cezayı bizim çekmemiz lazım. Haydi vurun bakalım! deyince, onlar, ayaklan titreyerek yerlere kapandılar ve ağlamaya başladılar. Sarsıla sarsıla, katıla katıla ağlıyorlardı. Biz de kendimizi tutamadık ve ağlamaya başladık...
Daha sonra da bunların bir daha kaçtığını görmedik.
BAŞ, TAŞ VE HOŞ KAFALAR
Vaizin biri yine bir cuma nasihat ediyor ve şöyle diyordu: Beyazid-İ Bistami halkın arasında dolaşırken bakmış ki bazı insanlara bir türlü söz anlatamıyor. Çok şaşırmış. "Nasıl olur bu kadar açık hakikatleri bu insanlar anlamazlar?" diye kendi kendine düşünürken aklına, "Geçmiş devirlerde durum nasıl idi acaba?" şeklinde bir fikir gelmiş. Hemen çok eski bir kabristana gitmiş. Bakmış bazılarından, bakımsızlık yüzünden iskeletler dışarı çıkmış. Birkaç kafa kemiği dışarıda bulunuyormuş. Değneğini birisinin kulağına doğrultmuş bakmış hiç engelsiz değnek kafanın öbür tarafından çıkmış. "Ha demek ki, bu boş kafa imiş. Lâf bir yerden giriyor, öbür taraftan çıkıyormuş. Bunların kafalarında hiç nasihat yer etmez." demiş. Sonra İkinci kafaya dokunmuş ama değnek içeri nüfuz edecek bir delik bulamamış. "Bu da taş kafa imiş. Bu tiplere hiç vaaz ve öğüt tesir etmez. Çünkü içlerine hiçbir şey girmez, demiş. Değneğini üçüncü kuru kafaya dokundurmuş. Bakmış kulaklarından giriyor ama öbür taraflarından çıkmıyor-muş. Bu ise hoş kafa imiş. İçeri giren kalıyor ve kendisine fayda veriyor demiş. Ey cemaat siz de bu kafalardan birisini beğenin ve öyle olmaya çalışın...
Bu güzel sözlere ne denir ama bu kadar sakarlıktan sonra ben her hâlde hoş kafalar sınıfına dahil olamam. En iyisi yeniden bir durum değerlendirmesi yapıp, taş ve boş olmayı bir tarafa bırakıp, hoş olmaya bakmalıyım. Fakat adımız çıkmış dokuza, inmez sekize... Her ne ise yine de ben istenilen güzel birisi olmaya çalışacağım. Gayret benden, nasihat hocalarımızdan... İnşallah lütuf da Allah'tan olacak...
BEN HANGİ LİSTEDEYİM ACABA?
Babam, çok hoşuna gitmiş olacak ki, Murat Ak amcamın sohbette anlattıklarını tekrarlıyor ve şöyle diyordu:
Halife Harun Reşit, zamanın mürşit ve âlimi Süfyan-ı Sevri'ye bir mektup yazarak kendisine iltifatta bulunuyor ve nasihatler vermesini, irşad ve ikazlarda bulunmasını istiyordu. Mektubu cübbesinin ucuyla tutan Süfyan-ı Sevri halifeye ağır bir mektup yazdı, hem de gönderilen mektubun arkasına. İfadeleri sertti ve Harun Reşid'e gözyaşı döktürecek derecede irşad edici tesirdeydi... Halife her namazdan sonra mektubu çıkarıp okuyor ve muhasebesini yapıyordu. Birgün bir dostu ziyaretine geldi ve "Dehşetli bir rüya gördüm... Sırat kurulmuştu... Tanıdığım kişilerden bazıları onun üstünden geçerken yalpalayıp ateşe düşüyorlardı. Birden seni gördüm..." dedi. Harun Reşid bayılma raddesindeydi... "Ama, bir mektup, bir kâğıt parçası uçup geldi ve seni düşüp mahvolmaktan kurtardı. Ey Halife nedir onun sır ve hikmeti?" dedi. Mesele anlaşılmıştı.
Babam devamla: "Murat kardeşimiz; en tehlikeli durumda elimizden tutacak bir kâğıt parçasında bizim de ismimiz bulunmalı... Bunun için gayret göstermeliyiz diyor ki, çok doğru." dedi.
Ben de kendi kendime düşündüm. Bu kadar yaramazlık ve sakarlıktan sonra benim ismimi acaba hangi listeye kaydederler? Ama, Allah'tan ümit kesilmez...
 
Üst